|
OSMANLI ŞEYHÜLİSLÂMLIK FETVÂLARI
OSMANLI ŞEYHÜLİSLÂMLIK FETVÂLARI
Osmanlı müftülerinin biyografilerinde de açıkça görüldüğü üzere, medrese tahsilini yaptıktan sonra gerekli görev aşamalarını geçtikten sonra elde edilir ki bu aşamaları mülâzimlik, müderrislik, kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislâmlık olarak sıralamak mümkündür.
Osmanlı Devleti’nde, başkentin fetvâ işlerine ilk zamanlar şeyhülislâmlar, daha sonraları fetvâ eminleri ve fetvâ heyetleri, taşranın fetvâ işlerine de şeyhülislâmların tayin ettiği müftîler, müftîlerin bulunmadığı yerde de kadılar bakarlardı[viii].
Şeyhülislâmların verdikleri fetvâlar husûsî ve umûmî olmak üzere iki türlüdür. Hususi fetvalar, şahısların sorularına verilen cevaplardan oluşmuştur. Umumi olanlar ise padişahın harp, sulh vesaire için istediği fetvâlardır.
Şeyhülislâmlığın orta zamanlarından itibaren fetvâlar, çeşitli fetvâ kitaplarından çıkarılarak müsevvidler tarafından kaleme alınır, fetvâ emini tarafından görülüp mübeyyiz tarafından te*mize çekildikten sonra şeyhülislâma takdim edilirdi. Şeyhülislâm bunu tetkik edip talik kırması denilen kendi el yazısıyla cevap kısmını imzalardı. Bunu müteakip müvezzi isimli memur bu fetvâyı mahalline verirdi. Fetvâ isteyen kimseden bu hizmet mukabili yedi akçe resim alınıp bu para fetvâ emini ile kalem heyeti arasında usûlü dairesinde taksim olunurdu.[ix]
Herhangi bir şahıs bir husus hakkında fetvâ almak isterse fetvâ emini dairesine müra*caat ederek sorusunu yazar veya açıklar. Bunun üzerine bu soruyu fetvâ emini kâtibi şer’î usûle göre kaleme alır ve buna “Mesele” adı verilirdi.
Meseleler, dokuz parmak uzunluğunda ve dört parmak eninde bir kağıt üzerine küçük harflerle ta’lik kırması yazı ile yazılır ve Mesele’nin az veya çok ehemmiyetine göre verilecek cevap kısaca “vardır” veya “yoktur”, “olur” veya “olmaz”, “gelir” veya “gelmez”, “meşrudur” veya “meşru değildir”, “ caizdir” veya “caiz değildir” gibi soruya göre verilirdi. Bazan da yine fetvâ kaleminden yazılan ve müftî tarafından verilen cevap esbâb-ı mûcibeli ve açıklamalı olurdu.
Fetvâlarda, erkekler için, Zeyd, Amr, Bekir, Halid, Velid vb. isimler, kadınlar için de Hind, Zeyneb, Hatice, Ümmügülsüm, Rabia gibi takma adlar, yerine göre, Müslüman, Hıristiyan, ecnebi tüccar ve muharib olanlar için dört türlü kullanılırdı. Bu dört sınıftan her birine göre yukarıda zikredilen isimler ayrılmıştı.
Mesele yani fetvâ başlıkları ise genelde “Allahümme yâ veliyye’l-ismet-i ve’t-tevfîk es’elüke’l-hüdâ ve’t-tevfîk” gibi dua cümlelerinden sonra, “Bu mesele beyânında (bazan bu mesele hususunda) eimme-i hanefiyye’den cevap ne vechi*ledir” diye başlar. Ardından soru metni yazılır. Sorunun altına genelde uzunca bir “el-cevab” yazı/çizgisi konulur. "el-Cevab”ın sonuna ya da altına, “olur/olmaz” gibi kısaca ya da açıklamalı olarak gerekli cevap kaydedilir. Bunun da sonunda “Allah-u a’lem” denildikten sonra müftünün imzası yer alır.
Şeyhülislâmların gerek fetvâ dairesinden çıkan fetvâlarının ve gerek müderris ve mevâlînin tayinleri için telhislerinin altında kendi el yazılarıyla imzalarının bulunması mecburi idi. Fetvâlarda cevap kısmının yine şeyhülislâmın el yazısı ile olması şartıyla XVIII. asırdan sonra imza yerine mühür kullanılmaya başlanmıştır. Vermiş olduğu fetvâya imza yerine ilk defa mü*hür basan Şeyhülislâm Mirzâ Mustafa Efendi (1126/1714)’dir.[x]
Fetvâlarda İstanbul müftüsü diğer ünvanı ile Şeyhülislâm kaynak göstermezken, taşra müftüleri için bu zorunlu idi[1]. Fetvâlarda kaynak olarak Mâverâünnehr ve Belh fukahâsının fetvâları yanında Osmanlı müftülerinin fetvâlarını içeren mecmûalara da müracaat edilmiştir.
Müftî ve kadı fetvâları, şeyhülislâm fetvâları ile aynı özellikleri taşımakla beraber siyâsî otori*tenin ilk muhatabı olmamalarından kaynaklanan bir özelliği vardır ki o da bu fetvâlarda siyâsî içerikli fetvâların ağırlıklı olarak yer almamasıdır. Bununla beraber müftî ve kadı fetvâlarına da şeyhülislâm fetvâları kadar önem verilmiş ve birçokları derlene*rek fetvâda el kitabı olarak kullanılmıştır.
Özellikle fıkhî içtihatların sona erip, metin-şerh-haşiye döneminin başlamasından sonra, fıkıh çalışmaları özellikle fetvâ alanında aktif bir şekilde devam etmiş, verilen fetvâlar aynı zamanda birer fıkhî içtihat olarak değerlendirilmiş, bundan dolayı da kayda geçirilmesine ayrı bir önem verilmiştir. Bunun sonucunda metinlerin oluşmaya başladığı dönemden itibaren fetvâ mecmûaları oluşmaya başlamış, fetvâ mecmûaları da fıkıh telifleri gibi önce mecmûalar sonra da metinler (fetvâda el kitapları) haline getirilmiştir.
Osmanlı fetvâ tarihinde de başlangıcından beri, önceki dönemlerden gelen fetvâ kayıt geleneği devam ettirilmiş, müftü ve Şeyhülislâmların fetvâları kayıt altına alınmaya çalışılmıştır. Ancak kayıtlardan anlaşıldığına göre İbn Kemal dönemine kadar bu kayıtların, bireysel olarak yapıldığı bu dönemden sonra da fetvâ katipliğini ihdasıyla daha bir hız kazanıp kurumsallaştığı, bu uygulamanın da 30 Şaban 1332/24 Temmuz 1913 tarihine kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. Bu tarihte yayımlanan Hey’et-i İftâiye Hakkındaki Nizamnâme’de[xi] Fetvâ Odası’nın “te’lîf-i mesâil ve taharrî-i mesâil” adıyla iki şubeye ayrıldığı, te’lîf-i mesâil şubesinin fıkıh ve fetvâ kitaplarında bulunan meseleleri seçe*ceği, meşîhatça belirtilen konular hakkında dört mezhebe ait bütün fıkıh kitaplarındaki bilgileri toplayacağı, basma veya yazma fıkıh ve fetvâ kitaplarından büyük bir fetvâ mecmûası tertip ede*ceği... ifade edilmiş, ayrıca hazırlanan fetvâların Şeyhülislâm’ın onayından sonra özel bir deftere kaydedileceği karar altına alınmıştır. Öteyandan 13 Zilkâde 1334 / 12 Eylül 1916 tarihinde bütün müftîlerin, verilen fetvâları Sicilli İftâ adlı bir deftere kaydetmeleri emredilmiştir[xii].
Fetvâ derleme çalışmalarını, daha sonraları fetvâların kaynaklarını tespit (nukûl) ve derlemeleri metin haline dönüştürme faaliyetleri takip etmiştir. Bunlardan nukûl çalışmaları, fetvâsı nakledilen müftînin fetvâlarının fıkıh ve fetvâ kitapları nadiren de Kitap, Sünnet ve diğer usûl kaynaklarındaki dayanaklarını ortaya koyma; metin çalışmaları da önceden verilmiş fetvâları soru/cevap usûlünden çıkararak fetvâlarda el-kitabı olmak üzere fıkıh kitabı sistemiyle yeniden te’lif etme şeklinde gerçekleşmiştir. Tasnif sistemi olarak genelde Ebu Bekr el-Merğînânî (593/)’in “el-Hidâye” adlı eserinde takib ettiği sistem esas alınmıştır.
|