|
SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD Hakkında Herşey
isbirligi
Trablusgarp'ta meşhur bir tarikat olan "Medeniler Tarikatı"nın şeyhi Muhammed Zafir İstanbul'da Yıldız Sarayı'nda oturuyordu. Medeniler ve Şazeliye tarikatlarının mensupları İslam halifesi olması hasebiyle Sultan'a bağlı ve itaatkardılar. Bunlar, bölgelerinde Fransa'nın emel ve hilelerine karşı çıkıyorlardı. 12 Şubat 1902 tarihli bir Fransız belgesinde bunlara karşı alınacak tedbirlerle ilgili şunlar yeralıyordu. "Bir tek kelimeyle söyleyecek olursak, Osmanlı hükümeti, İslam taassubunu Avrupa'ya karşı kendine bir silah yapıyor ve bu silahı, kendisiyle mücadele edilmez bir duruma koymaya çalışıyor...Afrika'ya sızma gayemizin ışığı altında, maddi varlıklar ve manevi tesirleri yönünden çok zor bir durumda bulunan Müslüman tarikatlarına aman verilmemesi, acil ve temel asas olmalıdır. " (157)
Fransız sömürgelerinin çoğunluğunu teşkil ettiği Afrika Müslümanları tarikatlar bünyesinde teşkilatlanmış olması sebebiyle Sultan, buradaki şeyhlerle yakın ilişkiler kurmuş bunlar vasıtasıyla Osmanlıya sevgi ve bağlılık sağlanmıştır.
Fransa'nın Cidde Konsolosu, Dışişleri Bakanı Delcasse'yenin 20 Nisan 1902 tarihli yazısı; "Şazeliye, Medeni (tarikatları)...kuvvetli teşkilatları, müntesiplerinin çokluğu, sahip oldukları zenginlik ve yukarıdan gelen özel himaye talebiyle, bu iki teşkilat, bugün için Türk siyasetinin en faal ve en korkulacak aletleridir" (158) Fransızlar bu faaliyetler karşısında haccın zorlaştırılıp azaltılmassı, tirakatlara bir takım imtiyazlar verilerek aralarındaki rekabetin artırılması ve Mekke Şerifi'nin desteğinin kazanılması çalışmalarını başlatıyordu.
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupalı devletler Abdülhamid Han'ın takip ettiği bu politikasından aşırı derecede rahatsızlık duymaktaydı. Bilhassa İngiliz ve Fransızların rahatsızlığı sömürgelerinin çoğunluğunun Müslüman ülkelerinin oluşturmasıydı. Bu nedenle bu iki ülke Sultan'a karşı temkinli ve iyi geçinme politikası yürütme zorunda kalmışlardır. Ve bilhassa İngilizler, Sultan'ın Hindistan'daki faaliyetlerinden aşırı derecede rahatsızlık duyuyordu. İngiltere, Abdülhamid Han'dan aşırı derece çekiniyor, ona karşı bir hareketten korkuyorlardı. 4.10.1877 tarihinde-Hindistan Genel Valisi Hytton 'un Kraliçe'ye yazdığı bir mektupta; "Eğer kamuoyu baskısı veya dışarıdaki bir siyasi güçlük yüzünden Majesteleri'nin hükümeti Türkiye'ye karşı bir saldırgan politika izlemeye zorlanırsa, Hindistan'da bir Müslüman ayaklanması ile karşılaşmamızın muhtemel olduğunu düşünmekteyim." Diyordu. (159)
25 Mayıs 1880 tarihli İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi La-yard'ın düşünceleri: "Sultan, Hindistan Müslümanları'nı bize karşı kışkırtarak ikinci bir ayaklanmaya sebep olabilir. Bunu yapmak için Müslümanlar'm lideri bütün gücü ve nüfuzunu kullanacaktır." (160)
Hindistan'daki 1857'deki İngilizler'e karşı yapılan "sipahi ayaklanması"nı bastıran İngilizlerin Babürlü Devleti'ne son vermesi sonrasında Hindistan Müslümanları Osmanlı halifesine ümit bağlamışlardı. 11. Abdülhamid Han da bu bağlılıktan azami derecede istifade ederek İngilizlerin Müslümanlara karşı baskılarını asgariye indirmeye çalıştı.
Seylanlılar cuma hutbelerini II. Abdülhamid Han adına okutarak kendilerini Osmanlı'nın bir tebaası sayıyorlardı. Hindistan Müslümanları Osmanlı lehine miting yapıyor, Kraliçe ve İngiliz hükümetinden Ermeniler'e destek verilmemesi isteniyordu. 1897'de Yunanistan'a karşı kazanılan zaferde Hindistan Müslümanlarının sevinç gösterileri ve halifeyi tebrik mesajları ise İngilizleri büsbütün korkutmuş ve Müslümanların daha fazla problem olacağını belirtmislerdi. (161)
II. Abdülhamid Han'ın emrinde çaksınlar arasında Afganistan'da Kabil Başmollası, Buhara Kadısı, Hindistan, Cava ve Çin cemaat reisleri de vardı. Orta Afrika'daki İslami çalışmalar da Büyük Sahra'nın güneyindeki Bornu'da hızla sürüyordu. 1885'de Bornu hükümdarına birçok hediye ve bir nişan gönderilmiş, bu jest iki ülke arasında sıcak bir yakınlaşma doğurmuştu. Bir diğer Afrika ülkesi Zengibar'da ise, Beyrut Tiaret Mahkemesi reisi Abdülkadir Efendi, Halife Abdülhamid adına faaliyetteydi. 1877 hac mevsiminde Hicaz'da coşkuyla ağırlanan Zengibaı hakimi Seyyid Bergoş'un bütün ihtiyaçları vali tarafından yerine getirilmişti. Böylece, Osmanlı ile Zengibar arasında dostluğun ilk tohumları atılacak, iyi ilişkiler daha sonra Seyyid Bergoş'un kardeşi zamanında devam edecekti.
II. Abdülhamid Han, 1880'de Fas Şerifi Hasan ile de irtibata geçti. Doğu Afrika'da Medeniye gibi Şazeli tarakıtının bir kolu olan Yeşrutiye'nin de Sultan'la irtibatı vardı. Somali'de Şeyh Üveys ve rakibi Muhammed Abdullah Hayın da Sultanla irtibat halindeydi. Zengibar hükümdarı Sultan Ali İstanbul'a bağlı olduğunu söylerken İstanbul'la bağlantısı olmadığı halde Fas Rif bölesi emiri Abdülkerim bile Abdülhamid'in İslam Birliği politikasını destekliyordu. (162)
II. Abdülhamid Han, misyonerlerin faaliyetlerini de yakın takibe aldırmıştı. Padişah'a bu konuda sürekli raporlar gelmekteydi. Diğer taraftan, Buhara ve Hindistan'da teşkilatlanmış olan tekkeler vasıtasıyla, önemli işler yapılıyordu. Maddi ihtiyaçları İstanbul'dan gönderilen paralarla karşılanan bu tekkelerin görevi, merkezlere uğrayan hacı ve seyyahlarla yakından ilgilenmek, onları ağırlamak ve İslam kardeşliği üzerine sohbetler yapmaktı. Bazı tecrübeli ve ilmen temayüz etmiş dervişler ise, çeşitli kafilelerle seyahat ediyor, padişahın temsilcisi olarak İslam birliği fikrini Orta Asya içelrine yayıyorlardı. (163)
Dünya Müslümanlarının Batılı emperyalist devletlere karşı birleşmesi gerektiği fikrinde olan 11. Abdülhamid han, aradaki mezhep ihtilaflarına rağmen, İran'la bile ortak hareket etmeyi, Şiirler'in de desteğini sağlamayı düşünüyordu.
Hz. Hüseyin'in (radıyallahu teala anh) kabrinin tamiri ve camiin birtakım giderleri için 14.200 kuruş, Medine'deki Hz. Hatice ve Hz. Amine'nin (radıyallahu teala anhuma) türbelerinin onarımına 70.000 kuruş sarfetmişti. Ayrıca, Hicaz'a çeşitli hediyeler gönderilerek, Müslüman halkın halifeye olan bağlılıkları pekiştirilmişti. .(164)
Bağdat, Basra, Necef ve Kerbela gibi Şii nüfusun yoğun olduğu bölgelerde İstanbul'a öğrenci getirilerek ilim tahsil etmeleri sağlanmış, daha sonra bunlar uygun maaşlarla kendi mahallelerinde va-zifelendirilmişlerdi. Mesela Şevket, Mahmud ve Abdülbaki isimlerindeki öğrenciler İstanbul'da tahsillerini tamamladıktan sonra, padişahın emriyle, vaizlik ve öğretmenlik yapmak üzere memleketlerine gönderilmişlerdi. Delim, Horasan, Mendeli, Şamara, Anh ve Şefaatiyle gibi kasabalar ahalisine ise Sünni akaidini öğretmek amacıyla hocalar tayin edilmiştir.
Abdülhamid han, İranlı alimlerin sempatisini kazanmak için ayrı bir gayret sarfediyor, bu alimlere hediyeler, nişanlar gönderip, maaşlar bağlatıyordu. Basra'da İslami faaliyetler çerçevesinde 1901'de bir ortaokul açılmış, iki tanesinin de inşaatını başlatmıştı.
Yeni Politikada, Doğu Anadolu'nun özel bir ağırlığı vardı. İngiliz, Rus ve Fransızların bağımsızlık vaadiyle kışkırttığı Ermenilere karşı, Müslüman aşiretler, İslam birliği çerçevesinde teşkilatlandırılıyordu. Padişah, halife ve hami sıfatıyla yaklaştığı aşiret reislerini taltif ediyor, İstanunbul'a getirtiyor ve onlarla beraber namaz kılıyordu. İşte o yaklaşım ve sıcak ilgi sayesindedir ki, bu insanlar, devlete sadakatlarını gösterecek, topraklarını sahiplenecek ve Ermenilerin hayallerini boşa çıkaracaklardır.
Panislamizm siyaseti, devletin çok uzak topraklarında Yemen'de de tatbike çalışılıyordu. Gerçi Yemen halkının ekseriyeti Zeydi idi ve Osmanlı hilafetini reddediyordu ama bu gerçek padişahın mücadele azmini kırmıyor, onları İngilizlere karşı uyarmaktan vazgeçmiyordu. İstanbul'a devat edilen seyyid ve şeyhler ihsanlara boğulyor, çeşitli rütbelerle onurlandırılıyordu. Bunların yaraşıra, Yemen'in imar ve inşaı ile idari problemlerinin halledilmesine de önem verilmekteydi. Yemen demiryolu projesi, San'a-Umran şose yolu inşaı, Yemen telgraf hatları gibi yatırımlar, okul, cami ve medrese inşaatları, bölgeye seyyar öğretmen ve din adamları gönderilmesi, hep bu önemin tezahürleriydi. Padişah, bir ara, Yemen'den davet ettiği 109 kişiyi Yıldız'da ağırlayarak, fikirlerini almış, bölgenin problemlerini öğrenmiş, isteklerini belirlemişti. Bu önemli istişarenin ardından, vilayetin imarı, vergilerin dezene konması, ziraatın geliştirilmesi, çocukların eğitimi, ilkokulların yaygınlaştırılması, idareci ve memurların seçiminde hassas olunması gibi önemli kararlar alınarak ön çalışmalar başlatılmıştı.
II. Abdülhamid han, ülke içinde olduğu gibi, emperyalist devletlerin kıskacındaki Müslüman çocukların eğitimiyle yakından ilgileniyordu. Ona göre, kültür emperyalizminin tesirini kırmak, İslamiyeti yeni nesillere doğru öğretebilmek, ancak eğtimle mümkündü. Üstelik, Müslümanların büyük çoğunluğu yeterli öğretim ve eğitim görmemiş, cahil kalmış kimselerdi. Abdülhamid han, bu gerçekten hareketle, sömürgelerdeki Müslümanlar'ın eğitimi için zaman zaman hocalar tayin edıp gönderiyordu. Bunlardan bir tanesi de Sultan Abdülaziz zamanında Ümit Burnu'na yollanmış olan Bekir Efendi idi. Bekir Efendi, orada tahminlerin de üstünde başarılı hizmetler yapmış, kendisinden sonra aynı misyonu devam ettirecek dört Zenci Müslüman yetiştirmişti. İngilizcenin yanısıra mahalli dilleri de öğrenen Bekir efendi, Sultan abdülhamid Han'ın saltanatının ilk yıllarında İstanbul'a gelerek istişarelerde bulunmuş ve Ümit Burnu müslümanları için 3.000 adet kitap göndermesini padişahtan rica etmişti. Ümit Burnu Müslümanlar'ın eğitim çalışmaları, Bekir Efendinin ölümünden sonra oğlu Ahmed Ataullah tarafından sürdürüldü. Ahmet Efendi, Kimberlley'e giderek İslamiyet'i buralarda yaymaya ve bölge Müslümanları'nı aydınlatmaya başladı. 1889'da gayretlerinden dolayı padişahça taltif edildi. . (165)
Saray, dünyanın her tarafından gelen ya da davet edilen Müslüman temsilcilerin toplandığı yer olurdu. Orta Afrika ve Batı Çin memleketlerine varıncaya kadar dünyanın dört bir yanından gelen Müslüman temsilcileri Yıldız Sarayı'nda misafır ediliyor,davletli ve davletsiz bütün bu temsilcilere Abdülhamid Han bizzat hitap ediyor hitaplarında İslam kardeşliği ve birlik ruhunu işleyerek onları coşturuyordu. Uğurlanırken bunlara, bölgelerinde dağıtılmak üzere,masrafları Sultan'ın kendi
kendi hazinesinden karkendi hazinesinden karşılanarak bastırılmış Kur'an-ı Kerim veriliyordu. (166)
Mekke ve Medine gibi kutsal şahirleri bağrında saklayan Arabistan, Abdülhamid için çok daha ayrı bir önem arzediyordu. Üstelik, saltanatı boyunca Müslümanlığa eski ihtişımını kazandırmayı hedefleyen bir lider ve halife için, bu hususun tartışılması daha mümkün değildi, Şüphesiz, kutsal topraklarda sözü geçmeyen bir halifenin otoritesinin zedeleneceği yönlendirici vasfının ortadan kalkacağı aşikardı. Sultan Abdülhamid Han, bunu herkesten iyi biliyor, herkesten iyi değerlendiriyordu. . ( 167)
Hac mevsiminde Karadeniz yoluyla İstanbul'a gelen Tatar, Kalmuk,Kırgız,Kafkas ve K3ffcar Türkler'iyle, Afganlar ve Türkmenler, Anadolu yakasındaki Valide Camii'nde toplanıyor, iaşe ve ibadeleri devlet hazinesinden sağlanıyor ve sonra da Abdülhamid Han'ın temin ettiği gemilerle Cidide'ye hac için gidiyorlardı. İstanbul, hac zamanlarında ve bilhassa Kuzey ve Kuzeydoğu ülkelerindeki Müslümanlar'ın toplandıkları bir şehir olurdu. (168)
Hac'tan dönen hacıların gidiş ve dönüş harçlıkları karşılanır, bunlardan bölgeleri ile ilgili bilgeler alınır, bazılarına ülkelerine dönerken basılı kitaplar verilirdi. (169)
Arabistan'daki İslam Birliği politikası daha çok şahsi münasebetler şeklinde kendisini gösteriyor ve aşiret reislerinin gönüllerini kazanmak amacıyla onlara ihsan ve iltifatlarda bulunma, maaşlar bağlama, İstanbul'da ağırlama gibi faaliyetler, birinci boyutu oluşturuyordu. İkinci boyutu ise, dini ve siyasi yönleri de olan müşahhas ve etkili çalışmalardı. Bunlar, Müslümanları ortak bir şuur ve ideal etrafında toplamayı amaçlayan "dini dayanışma" ve bölgenin kalkındırılması idi.
Özellikle, dini dayanışmayı kuvvetlendirecek ve Müslümanlar'ın kendilerine güvenlerini sağlayacak olan iktisadi ve teknik yatırımlar çok önemliydi. Bunun için, Abdülhamid Han'la hız kazanan yatırımlar devreye sokuldu. Bölgeye tren yolları, telgraf hatları, okullar, yollar yapılmaya başlandı. Şehirlerde tramvaylar işletiliyor, elektirik enerjisiyle aydınlatma çalışmaları başlatılıyordu. Arabistan'ın kalkındırılması için hazırlatılan büyük projelerden bir kısmı gerçeleştirilmişti. Mesela, Şam-Hayfa-Medine arasında toplam 1.464 km'lik tren yolu, Batılıların "Osmanlılar böyle bir dev projeyi gerçekleştiremezler" . demelerine rağmen, tek kuruş borç almaksızın yapılabilmişti. Finansının üçte biri Müslümanların bağışlarıyla karşılanan bu muhteşem eser, Abdülhamid Han devrinin ve onun İslam Birliği siyasetinin belki eri önemli meyvesi oldu. Üstelik bununla yetinilmemiş, Medine'den Mekke ve Cidde'ye ve yine Medine'den Bağdad'a ve Yemen'e kadar uzanacak yeni demiryolu projeleri hazırlanmıştı. ( 170)
Son senelerde yapılan araştırmalar, Abdülhamid Han'ın yalnız Müslüman ülkelerde değil, İngiltere ve Amerika gibi Hıristiyan ülkelerde dahi İslam Birliği için çalıştığı göstermektedir. Nitekim 1903'de Abdullah Suhravvardy tarafından kurulan bir derneğe "Pan-İslam" Muhammed Webb adlı bir Amerikalı Müslüman'a da, padişahın maddi desteğiyle "Moslem World" adlı dergiler neşrettirilmiştir.
Abdülhamid Han, büyük zorluklar ve problemlerin yaşandığı bir dönemde, emperyalist Batılı güçlere karşı varolma savaşı vermiş ve bu savaşta yabancıların da takdir ettiği dehasını en iyi şekilde kullanmıştı. Bu yandan "denge siyaseti" ile büyük güçlerin Osmanlı'ya karşı ortak hareket etmelerini önlemiş, diğer yandan Dünya Müslümanlar'nı Osmanlı devleti ve hilafet etrafında kenetlenmeye çağıran Panislamizm politikasıyla da, önemli başırılar kazanmıştır. Onun, en azından Müslümanların lideri ve hamisi olduğunu duygu ve fikir olarak kabul ettirebilmesi Osmanıl devleti'nin itibar ve nüfuzunun arttırmıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri, Hicaz Demiryolu inşası sırasında sergilenen Müslüman dayanışması ve kardeşliğidir. Bu dayanışma Padişahın tahttan indirilmesinden sonra da sürmüş, Balkan, Trablusgarp, ve 1. Dünya savaşlarında, yüzbinlerce Müslüman'dan Osmanlı Devletine yardımlar akmıştır.
Abdülhamid Han'ın halinden sonra, kısa zamanda Balkan-lar'ın ve Arap topraklarım birer birer kaybedilmesi ise, padişahın siyasi çizgisindeki isabetliliği en açık şekilde göstermektedir. Nite-kimjttihaddçılar bile sonunda Panislamizm politikasına sarılmak- tan başka çare olmadığını anlamışlardır.
|