Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01-14-2008, 16:11   #2
Kullanıcı Adı
fütüvvet
Standart Öz güven” tabirinin mü’mincesi nedir;Allah’adır Tevekkülümüz, İtimadımız!..
Allah’adır Tevekkülümüz, İtimadımız!..

Bu açıdan, muvahhid bir mü’minin nazarında, öz güven tabirinin yerini “iradenin hakkını verip Allah’a tevekkül etme” anlayışı almalıdır. İnsan kendisine irade verilmiş ve özel bir donanımla yaratılmış bir varlıktır. O, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf buyurduğu zahîri ve batınî bütün duyularını ve duygularını (hasselerini ve latifelerini) bir sermaye olarak kullanmakla, sonra da, neticeyi ve mükafatı Yüce Yaratıcı’dan beklemekle mükelleftir. Bu itibarla, Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Sahiha’da güven duygusu hep Allah’a bağlanmaktadır. Çünkü, her şeyi halkeden ve bütün işleri evirip çeviren Mevlâ-yı Müteâl’dir. İnsan, birer nüve halinde hususi donanımına yerleştirilen istidatları inkişaf ettirir, akabinde onları bir istek ve niyet olarak ortaya koyarsa; Allah Teâlâ da ona o işi yapma gücünü ve imkanını ihsan eder. İster meyelan, ister meyelanda tasarruf, ister şart-ı adi planındaki beşer iradesine Cenâb-ı Hakk’ın doğrudan doğruya teveccühü sayalım, iradenin hakkının verilmesine ne diyeceksek diyelim, insan dileyip meyledince, Hâlık-ı kainat da meşietiyle o kuluna o işi yapmayı mümkün kılar. Dolayısıyla, insan her zaman Zât-ı Uluhiyete itimat etmeli ve O’nun meşietine dayanmalıdır.

Bu itibarla, hâlis bir mü’min her meselede önce Allah Teâlâ’ya güvenip O’nun lütuf buyurduğu kabiliyetleri kullanır; fakat, başarıları kendi nefsine değil, Yüce Yaratıcı’nın inayetine bağlar, onların Allah’tan (celle celâluhû) geldiğini bilip daha sonraki muvaffakiyetlerin de yine O’nun kudret elinde olduğuna can u gönülden inanır. Böyle bir insan acz u fakr hisleriyle dolu bulunduğu aynı anda çok güçlüdür; çünkü, hakiki güç kaynağının “Kudret-i İlâhî” olduğunun farkındadır. O pek zengindir; zira, rahmet hazineleriyle beslendiğinin şuuru içindedir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!” gerçeğinin kahramanıdır; dolayısıyla, dünyalara meydan okuyacak cesarettedir. Onun sığındığı kale ve kullandığı kılıç ise, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” hakikatıdır.

Evet, hakiki mü’min bir yandan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, “Allah’ım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma” der ve nefsine değil, Cenâb-ı Hakk’a itimad eder. Nefsini ve nefsânî duygularını en azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah’ı bilir. Her hadise karşısında “Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmran, 3/173) sözünü terennüm eder; “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız” (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir. Her zaman, “Yalnız Allah’a dayanıp güven! Koruyucu olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/3); “Ey Rasûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) beyanlarına bağlı kalır.

Ne var ki, günümüzde “ben, ben” diyerek oturup kalkma ve enaniyet mülahazalarıyla dolup taşma belki her zamankinden daha fazladır. Bugün bencillik o kadar yaygındır ki, çoğu kimseler Mevlâ-yı Müteâl’in lütuflarını bile enaniyetleri hesabına kullanmakta ve onları bencilliği besleyen birer unsur gibi harcamaktadırlar. Mesela; öz güven deyip yola çıkanların ekseriyeti, zamanla kendini beğenme hummasına tutulmakta, bir fâikiyet mülâhazasına kapılmakta ve her fırsatta kendini anlatma hastalığına yakalanmaktadır.

Bundan dolayı, öz güven tabirinin bizim kültürümüzle te’lifi imkansızdır; o bizim için çok iğreti bir kelimedir. Bu da, diğer nesebi gayr-i sahih sözler gibi kendisine yüklenen mana ile dilimize girmiş ve hem kalbleri hem de kafaları karıştırmıştır. Bizim temel değerlerimizde “Tut beni Allahım, tut ki edemem Sensiz!” anlayışı esastır.

fütüvvet isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla