Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01-14-2008, 16:13   #4
Kullanıcı Adı
fütüvvet
Standart Öz güven” tabirinin mü’mincesi nedir;İlan Bakımından Nübüvvet ve Mehdiyetin Fark
İlan Bakımından Nübüvvet ve Mehdiyetin Farkı

Halbuki, bir insan Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahası, hakiki Mehdî olduğuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuş ve sezişlerinde yanılmış, asıl ile gölgeyi karıştırmış olabileceği her zaman muhtemeldir. Mehdî’nin şahıs mı yoksa şahs-ı manevî mi olduğu da şüphelidir. Dolayısıyla, mehdiyet, arkasına düşülüp aranılacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye değildir. Heyhat ki, bugün en ciddi insanlar bile o meseleye kafalarını takmışlar. Onu bunu Mehdî ilan etmekle insanlığın meselelerinin hallolacağını zannediyorlar. Falanı filanı getirip o tahta oturtmakla İslam âleminin problemlerinin çözüleceğine inanıyorlar.

Hayır, meselelerin halli başka taraftadır; bugün insanlık iman zaafı veya küfür problemi yaşamaktadır. En büyük dert budur ve illa bir şey yapılacaksa, bu problemin herkese duyurulması ve ona karşı çarelerin ortaya konulması adına bir ilan yapılmalıdır. Mutlaka ilan edilmesi gereken meseleler de vardır, ilan edilmeyecek meseleler de. İnsana rüyada veya yakazada bin defa “Sen şahs-ı manevî hesabına mehdîliği temsil ediyorsun, sen Mehdîsin!” deseler ve o kendisinin Mehdî olduğuna kat’i kanaat getirse bile, onun bu kanaatini ilan etmek gibi bir vazife ve sorumluluğu yoktur. Şayet, insanın bir kıymeti varsa, o, öbür tarafta belli olacaktır ve mükafatını Allah verecektir. Onun burada kendi kendine makamlar ve mükafatlar takdir etmesi manasızdır. Özünde derin olmayan ve düz kulluğa rıza göstermeyen insan, kendisini hangi makama yakıştırırsa yakıştırsın ya da nasıl takdim ederse etsin faydasızdır.

Söz gelmişken bir farklılığa dikkat çekmek istiyorum: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi onun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, o kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu. Nitekim, Rehber-i Ekmel Efendimiz bir münasebetle “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki, Musa (aleyhisselam) çıka gelseydi, siz de ona ittiba edip beni bıraksaydınız, doğru yoldan sapıtmış olurdunuz. Eğer Musa (aleyhisselam) hayatta olsaydı ve benim nübüvvetime yetişseydi, muhakkak ki, o da bana tabi olurdu!” buyurmuştur. Bu söz hem bir tahdis-i nimettir hem de Peygamber Efendimiz’in tebliğ misyonunun edasıdır.

Fakat, meselenin nizaya ve münakaşaya bâdî olması karşısında, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) kendisinin, önceki peygamberlerden üstün görülmesine ve onların -hâşâ- hafife alınmalarına aslâ izin vermemiştir. Hatta bir defasında bir sahâbinin Hazreti Musa’nın kadr ü kıymetine uygun düşmeyen bir söz söylediğini duyunca, hemen ona müdahale etmiş ve “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin. Zira, ben onu Mahşer Günü’nde Arş’ın kavâimine tutunmuş olarak göreceğim” demiş ve orada meseleyi tadil etmiştir. Oysa, Hazreti Musa da Kainatın Medar-ı Fahri’ne hayrandır. Nitekim, Allah Teâlâ onları miraçta karşılaştırmış, yan yana getirmiş ve konuşup görüşmelerine izin vermiştir. Miraç hadîsinde imâ edildiği üzere, Hazreti Musa, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in kendi önünden gelip geçmesini ve defalarca huzur-u ilahiye çıkmasını görünce, tatlı bir gıpta ile “Şuna bak! Benden sonra geldi ama nasıl da böyle reftare yürüyor” manasına gelebilecek bir edayla takdirini ifade etmiştir. Buna rağmen, Rehber-i Ekmel, “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin.” demiştir.

Yine Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine has o engin tevazuu ve kadirşinaslığı ile Hazreti İsa’yı nazara vermiş, “Ademoğlu arasında doğduğu vakit şeytanın dürtüp de ağlatmadığı kimse yoktur. Bundan sadece Meryem oğlu İsa hariçtir.” buyurmuş; bir başka defa, “Ben, dünyada da ahirette de Meryem’in oğluna insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peyamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir.” demiştir. Fakat, risalet vazifesi söz konusu olunca, “Hazreti İsa gelecek, ümmetimden olacak; benim dinimle amel edecektir.” ihbarında bulunmuştur.

İşte, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bu iki hali, durduğu yer itibarıyla konumunu değerlendirme adına bize çok önemli mesajlar ve ipuçları vermektedir. Nerede nasıl tavır alınması lazım geldiğini ve neyin ne ölçüde duyurulması gerektiğini göstermektedir. Ben onların kritiğini yapacak durumda değilim; bu mevzuda kullanacağım kelimelerin maksadı aşan tabirler olmasından ve saygısızlık yapmaktan korkarım. Fakat, bu iki misalin dahi ehl-i basirete çok büyük manalar ifade edeceğini zannediyor ve daha rahat söz söyleyebileceğim bir alana geçiyorum:

fütüvvet isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla