|
Dünya Standartlarına Hızla Koşarken...(Özelleştirme Verileri)
Pektim ve Sabiha Gökçen'in başarılı satışları, seçim sathı mailinde özelleştirmeleri tekrar kamuoyunun gündemine taşıdı. Açıkçası taraflı tarafsız sessiz çoğunluk, gelişmeleri nasıl yorumlayacağını bilememenin verdiği stres içinde. Bu konudaki tereddütlere son derece hak veriyorum. Konuyu açıklığa kavuşturmak ise bilim adamlarının görevi. Birkaç yazıda konuyu tartışacağım.
Özelleştirme ile ilgili olarak eleştiri odağında üç konu var. Bir kesim zaten özelleştirmeye tanım gereği baştan karşı çıkıyor. Bu kesim özet olarak 'kamunun malı milletindir, özelin olamaz. Zira KİT'ler, halkın refah kaynağıdır. Ulusal çıkarlar da bunu gerektirmektedir' diyor. Diğer iki eleştiri ise kamu varlıklarının gerçek değerinden satılıp satılmadığı ve ekonomide bu yolla artan yabancı etkisiyle ilgili. Konu, geldiğimiz aşamada Türkiye'nin kalkınma gündeminin neyi gerektirdiği ile ilgili. Özelleştirmeyi bu genel çerçeveye oturtmak şart. Dikkatinizi çekmiştir, OYAK grubu gibi kendisini 'ulusalcı' olarak tanımlayanlar bile söylemlerini tekzip etmek, hatta gülünç duruma düşmek pahasına kendi varlıklarını bile satıyor. Ancak milletin moralini bozmaktan da geri kalmıyorlar. Ulusalcıların neye hizmet ettiği bir yana, bunların eylemleri ile söylemleri arasındaki bu fark bile, Türkiye'nin yabancı sermayeye ne kadar muhtaç olduğunu ve bu sürecin devam etmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Önce kısaca özelleştirmenin gereğini tartışalım. Özelleştirmeyi kökten reddedenlere hem teorik hem de ampirik olarak katılmıyorum. Japonya daha yüzyılın başında devleti devreden çıkarmaya başladı. Bugün adını duyduğumuz meşhur Japon şirketleri, devletin devrettiği işletmelerden gelmektedir. Ancak Japonlar şirketleri yabancıya kaptırmamakta ısrarcı oldu. 1990'lardaki en az on yıl sürecek büyük köpük ekonomisine kadar Japonlar dünyaya en çok sermaye ihraç eden ülkelerin başında olduğu halde, OECD içinde açık ara en az yabancı sermaye çeken ülke oldu. Japon kalkınmasında yabancı sermaye ve dış borç yok denecek kadar az, ancak yabancı uzman katkısı ve teknoloji transferi ise çok fazladır.
Ancak bu romantik hikâyeyi duyun ve unutun. Zira dönemin şartlarında Japonlar kalkınmasını tarım ve genelde emekçi kesimin zulme varan istismarıyla kendi iç kaynaklarından karşıladı. Ayrıca Asya'daki Japon sömürü ve emperyalizmi de bunda son derece önemlidir. Bir Japon ekonomisi uzmanı olarak söylüyorum, Japon deneyiminin bu çağda bilhassa Türkiye'de tekrarlanma ihtimali yoktur. Dahası, sonradan kalkınan Asya Kaplanları ile mukayese edildiğinde dahi, Türkiye'nin 'en iyi' seçenekleri kullanma şansını heba ettiğini görüyoruz. Kore, Türkiye'den 1990'lı yıllarda koptu gitti. Hatırlayın, 1990'lı yılların başında herkes Turgut Özal Türkiye'sine 21. yüzyılın şampiyonu gözüyle bakarken, 1990'lı yılların sonunda herkes Süleyman Demirel'in kayıp on yılını konuşuyordu. Zira ülke, 'yaşlılar rejiminin' (gerontokrasi) genç neslin özgürlük ve refah arayışına açtığı savaş sebebiyle krizden krize sürüklendi. Şimdi var olan yol ve yordamlar içinden ne kadarına kavuşabiliyorsak o kadarını denemek zorundayız.
Özelleştirme ve yabacı sermaye işini başarıp kalkınmak, 'köprüden önceki son çıkış'tır. Bu bahse devam edeceğim.
-----o-----
İdeolojik kasılmanın ve cehaletin tavan yaptığı puslu siyaset ortamında tepki çekse de, doğrular yazılmalı. Yaygın bir uygulama olan özelleştirmeyi -Çin ve Rusya dâhil- yapmayan yok.
Özelleştirmenin temel gerekçesi; devletin yaygın olarak KİT'ler üzerinden kamu açıklarına, büyük verimsizliklere ve yaygın rüşvet ağına neden olmasıdır. Devleti kötü yönetme ve verimsizlik ekonomisi konusunda kimse Türkiye'nin eline su dökemez. Bu çürümeden kazanan azınlık bir kesim, kaybeden ise yaldızlı 'halkçı' söylemelere rağmen hep halk olmuştur. Bu meyanda özelleştirmenin amacı, adil, rekabetçi, etkin ve verimli bir ekonomi inşa etmek, yolsuzlukları gidermek, devleti etkin olarak sağlık, eğitim, adalet, savunma ve altyapı gibi temel alanlara döndürmektir. Milli çıkarları içeren stratejik öncelikler tespit edilerek ve şeffaflığa azami riayet edilerek özelleştirme bir an önce bitirilmeli.
Buna ilaveten Türkiye'de özelleştirme ile yabancı sermaye arasında kuvvetli bir ilişkinin kurulması şart. Bunun nedeni, Türkiye'nin kalkınmasını finanse edecek kaynaklardan ve ulusal tasarruflardan mahrum oluşudur. Genç ve oldukça talepkâr; ancak fakir nüfusuyla Türkiye'nin acilen sermaye birikimine gitmesi, bunun için de doludizgin yatırım yapması gerekiyor. Asya Kaplanları 1960 sonrasında birkaç on yıl GSMH'nin yüzde 30'una varan bir yatırım, bunu finanse etmek için de yüzde 30-35'i civarında bir ulusal tasarruf yaptılar. Türkiye'nin ne yatırım ne de tasarruf hamlesi tarihin hiçbir döneminde Asya'dakini yakalayamadı. Kriz sonrasında toparlanarak ancak GSMH'nin yüzde 25'ine kadar çıkabildiyse de ulusal tasarruflar hâlâ yüzde 17-18'ler civarında. Demek ki, en az yüzde 8'lik bir tasarruf-yatırım açığı var. Bu, yılda yaklaşık 50 milyar YTL civarında. Daha çok yatırım yapmak gerektiğinden açık daha da artıyor. Son yıllarda bu açık dış kaynaklardan, uzun vadeli ucuz kredilerle ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile kapatılıyor. Ayrıca yabancı sermaye ihtiyacımız sadece 'parasal' değil. İlave olarak teknoloji, know-how, dünya değer zincirine girmek, markalaşmak, rekabeti öğrenmek vs. gibi fazlaca açığımız olan alanlarda da katkı almış olacağız. Bilhassa büyük ve kritik özelleştirmelerde son derece anlamlı gerekçelerle teknik, sermaye ve tecrübe yeterliliği şartları aranıyor.
Yerli şirketler bunların neredeyse hiçbirini tutturamıyor. Sözde yerliler (bakınız Oyakçılar) ise, "Bu şartlar, sırf millî sermayeyi dışlamak için dayatılıyor." narası atıyor. Bu doğru değil. Körle yatan şaşı kalkarmış. Yıllarca devletle girilen 'milleti soyma operasyonu'nun sonunda ne sermaye birikimi sağlanabildi ne de girişimci bir işadamı tipi ortaya çıktı. Hem anlaşmalar gereği, hem de ekonomik fayda açısından bu şartları sağlayamayan şirketler sırf yerlidir diye tercih edilmemeli. Yoksa ekonomik fayda hasıl olmaz. Ülke eski vahşi kapitalizmin ağa babalarına teslim edilmiş olur. Verimlilikte, kalitede, hizmette ve fiyatta rekabet gelmedikten sonra, devlet malının bedavadan kifayetsiz 'Beyaz Türkler'e peşkeş çekilmesinden vatandaşa ne fayda var? Aynı sorgulama ve takibi yabancılar için de mutlaka yapmak gerekir.
Türkiye uluslararası tahkimi kabul etmiştir. IMF ve Dünya Bankası ile anlaşmalar, AB ile süren müzakereler ve Gümrük Birliği gerçeği var. Bütün bu süreçleri Türkiye kendi irade etmiştir. Ve unutmayın ki, Türkiye 2001 krizinde IMF ve Dünya Bankası'ndan, çoğunluğu Amerikan halkının tasarruflarından oluşan yaklaşık 42 milyar dolarlık kaynak kullandı. Bu kaynak, ulusalcıların ithal bakanı Kemal Derviş'in kapalı kapılar arkasında attığı imzalar sayesinde alındı. Verilen taahhütlerin arasında, bilmediklerimiz hariç, özelleştirmeler ve ihalelerde yabancılar aleyhine ayrımcılığın yapılmaması da var. Şimdi bazıları Onuncu Yıl Marşı eşliğinde attığı imzalardan, İzmir Marşı ile tornistan yapmak istiyor. Oysa devlette devamlılık esastır.
Ancak konu burada kapanmıyor. Özelleştirmelerde yerlilerin işin içine sokulması, yabancıların da disipline edilmesi gerekiyor.
İbrahim Öztürk (12/16.07.2007)
|