Tekil Mesaj gösterimi
Alt 05-04-2008, 15:26   #3
Kullanıcı Adı
Ak_Zeynep
Standart AVRUPA BİRLİĞİ
AB Politikasının Geleceği *



(E) Orgeneral Şener ERUYGUR

(* 2005 yılında yayınlanmıştır.)

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
3 Ekim 2005 ‘te AB ile üyelik müzakerelerinin başlaması bekleniyor.17 Aralık 2005 zirvesinde varılan mutabakat kamuoyunda uzun uzun tartışıldı. Bu tartışma sonucunda toplumumuz adeta iki ayrı kutba ayrıldı. Bir tarafta, yürütülen AB politikasının Ulus – Devlet yapısını çatlatacağını düşünenler, diğer tarafta bu politikayı uygulamayı inatla sürdürenler. Bu bölünme ülkemizde bir sağırlar diyaloğunu başlatmış durumda. Türkiye’nin KKTC’yi kendi eliyle yıkması demek olan Ek Protokol sorunu da, AB ile ilişkilere ilginç bir boyut kazandırmış görünüyor. Belki de kamuoyu baskısı sonucu olarak Türkiye tarafından yayımlanan deklarasyon işleri iyice kızıştırmış durumda. Nitekim konunun iç politika boyutunu kavrayamadığı anlaşılan Avrupa Komisyonu Başkanı Hans Jorg Kretschmer, sorunu Türkiye’nin kendisinin yarattığını açıklayıverdi. Gerçekten de, 17 Aralık 2004’te Türkiye’ye kabul ettirilen koşullar, şimdiki Güney Kıbrıs’ı tanımama girişiminin iç politika amaçlı olduğuna ilişkin önemli ipuçları vermektedir. Çünkü orada verilen sözlerle deklarasyondaki fikirler çelişmektedir.

Ne olursa olsun AB’ye girelim düşüncesi; "Türkiye kendi iç dinamikleriyle demokratikleşme yolunda ilerleyemiyor. Bu nedenle AB’ye giriş çok önemlidir." diyenlerle, içlerinde sakladıkları belli amaçlarını AB aracılığıyla gerçekleştirmek için fırsat kollayan bölücü, irticai gruplardan yoğun ve ortak destek almaktadır. Olaylara salt bireysel pencereden bakış, yani aşırı bireyci düşünce olsa olsa marjinal düzeyde destek alabilir. Bu düşüncenin, özellikle Türkiye gibi özel koşulları ve konumu olan bir ülkenin sorunlarına çözüm getirmesi olanaksızdır. Küreselleşme adı altında kendi ekonomik çıkarlarını diğer toplumlara dayatmanın bir sonucu olan bu düşünce, ülkemizin koşullarında başarı şansı olmayan ütopik bir özlemi ifade etmektedir. Uğruna savaşılan, şehit verilen üstelik devletimizin temeli olan değerlerle taban tabana zıt olan uygulamaların toplumumuza nelere mal olacağını hesaba katmalıyız. Yani, yürütülen AB Politikası’ndan endişeli olanların korkularının yersiz olduğunun inandırıcı delillerle kanıtlanması gerekmektedir.



Uygulanan AB politikasını tartışmasız destekleyenlerin düşüncelerini inceleyelim. Bu konuda kamuoyunu oluşturmak ve etkilemek amacıyla yoğun bir propaganda programı uygulanmaktadır. Örneğin; İktisadi Kalkınma Vakfı tarafından kamuoyunu etkilemeye yönelik bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışmada AB hakkında yanlış bilinen bazı hususlar olduğu ifade edilerek, bu yanlışlıkları gidermek için bazı açıklamalar yapılmıştır. Söz konusu çalışmada verilen birçok teknik bilginin doğruluğu tartışılamaz. Ancak bu açıklamalar temel kaygımız olan "ulus – devletin çökmesi", "bölünme" endişelerimizi gideremiyor. Çünkü AB’ye girince Türkiye bölünür endişesinin yersiz olduğu ifade edilirken yapılan açıklama rahatlatıcı unsurları içermemekte ve bir temenniden öteye gidememektedir. Bu açıklamada şöyle deniyor: "vatandaşlarının temel hak ve hürriyetlerinin güvence altına alındığı, bireylerin özgürce ifade edebildiği, dil, din, ırk, kültür farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa maruz kalmadığı demokratik ve şeffaf hukuk devleti anlayışının var olduğu bir ülkenin bozulması ve bölünmesi endişesi son derece yersizdir." Bu düşüncenin uygulanan politikanın doğruluğu için kanıt olarak sayılabilmesi için, AB tarafından Türkiye’ye çifte standart uygulanmaması; Örneğin, azınlıklar konusunda AB üyesi ülkeler için ayrı, aday ülkeler için ayrı uygulamaların dayatılmaması gerekmektedir. İçinde mutlu olacağımızı varsaydığımız, önerilen AB Dünyası’nda bize azınlıklar konusunda tarihte de örneklerini gördüğümüz baskılar uygulanmaktadır. Buna karşılık Yunanistan’da, gerçeklere aykırı olarak azınlıkların bulunmadığı ifade edilebilmekte ve buna ses çıkarılmamaktadır. Bize komşularınızla sorunlarınızı çözün denirken, Güney Kıbrıs Rum yönetimi bu koşulları sağlamadan AB’ye üye olarak kabul edilmiştir. İktisadi Kalkınma Vakfı tarafından yapılan çalışmada AB’yi koşulsuz savunma gayreti o derece ileriye götürülmüştür ki; örneğin, "Gümrük Birliği’nden Türkiye zarar görmüştür" tezine karşılık "İddialar, genellikle AB’ye verilmiş bir taviz görüşü etrafında şekillenmekte ve GB’ni dar bir perspektif içinde sadece dış ticaret rakamlarına indirgeyerek yapılan değerlendirmelere dayanmaktadır." denmekte ve istenmeden endişenin haklılığı doğrulanmaktadır. Gerçekte, Türkiye AB arasında Gümrük Birliği’ni temsil eden 1/95 sayılı ortaklık konseyi kararının giriş bölümü Türkiye’nin AB’ye girişine ilişkin kesin bir vaatte bulunmaksızın 64 maddesinin büyük bölümüyle Türkiye’nin dış ticaret dengesine bozucu ve AB’ye bağlayıcı hükümler içermektedir. Bugün ticaretimizin büyük ölçüde AB ülkelerine bağımlı hale gelmiş olması bizi AB’ye yaklaştırıcı bir neden olarak ileri sürülemez. Bu durum yanlış politikalar sonucunda ortaya çıkan bir sonuçtur. Türkiye’nin Osmanlı Devri’nde 7 alacaklı Avrupa Devleti’yle imzaladığı 20 Aralık 1881 tarihli "Muharrem Kararnamesi" benzer bir politikanın sonucu olan, çok acı bir deneyimdir.



Türkiye’nin AB politikasının özü Sayın Öztin Akgüç’ün Cumhuriyet Gazetesi’nde deyindiği bir anketle çarpıcı bir şekilde açıklanıyor. Akgüç’ün anlatımına göre, bir ilkokul öğrencisi "AB’ye nasıl girilir?" sorusunu "yalvararak girilir" şeklinde yanıtlıyor. Bu acı verici saptamayı ne olursa olsun girelim mantığını doğru bir tercümesi olarak not etmeliyiz.



Türkiye’nin tek taraflı aşkını çok iyi değerlendiren AB ülkeleri, Türkiye’den koparılacak ihaleler ve özelleştirme konjonktürüne göre, sırayla Türkiye’nin hamisi nöbetine de girerek bizden olmayacak şeyleri istemek cesaretini gösterebiliyorlar. Bir taraftan avutup diğer taraftan amaçlarını gerçekleştiriyorlar.



AB bizi almaya mecburdur. Çünkü onların çıkarları da Türkiye’nin üyeliğini gerektiriyor şeklindeki düşünceler bir yönüyle doğrudur. Bu doğru yargıyı, dik durarak, uzun vadeli düşünerek Türkiye’nin yararına kullanabiliriz. 17 Aralık doruğu kararında da bahsedildiği ve sık sık anımsatıldığı gibi, "güçlendirilmiş ortaklık ve ayrıcalıklı ortaklık" söylemlerini duymazdan gelerek böyle bir politikanın yürütülmesi olanaklı değildir. Yazılı ve görsel medya haberlerine göre; Eurobarometre 2005 raporu, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Belçika, İtalya, Finladiya, Danimarka, Estonya, Yunanistan, Lüksemburg, GKRY ve Avusturya halklarının Türkiye üyeliğine net bir şekilde karşı olduğunu gösteriyor. Almanya ve Fransa’da bu karşıtlık yüzde 21 civarında. Yani istemiyorlar, bizi ilkokul öğrencisinin söylediği gibi yalvarttırıyorlar.



Bu gerçekleri dikkate alınca gelecekte uygulanabilecek politikalarla ilgili saptamalar çok kolaylaşıyor. Görünen şu ki, yakın gelecekte ek protokol konusunda zevahiri kurtaracak formüller bulunacak ve 3 Ekim’de ya da sonrasında müzakereler başlatılacak. Böylece girilecek süreçte Türkiye terletilmeye, kapıda bekletilmeye ve kendi yapısıyla çelişen ödünleri vermeye devam edecektir. Başta Sayın Manisalı olmak üzere, birçok bilim adamımızın dediği gibi; Türkiye Gümrük Birliği’yle ekonomik alanda AB’ye almak istediklerini vermiştir. Şimdi kültürel, siyasal alanda vereceklerini vermesi beklenmektedir. Bu amaçla Türkiye yanlısı görünme nöbeti sırası şimdilerde İngiltere’de gibi gözüküyor. Avrupa Birliği Daimi Temsilciler Komitesi’nin işi ağırdan alıyor gözükmesi, Türkiye ile müzakerelerin başlatılmama olasılığının bulunduğu şeklinde algılanmamalıdır.



Çözüm Nerededir? Çözüm; Türkiye’nin ve ulusun geleceğinin, sonucunun net olarak görülemediği bir evlilik uğruna tehlikeye sokulmamasını güvence altına alacak önlemlerin geliştirilmesindedir. Bu amaçla öncelikle, kendimizi kafa karışıklığından kurtarmalıyız. Birilerinin de kafalarındaki oyunun çok tehlikeli olduğunu, başarılı olamayacaklarını, bu oyunun kendilerinin değil Türkiye’yi sömürmek isteyenlerin işine yarayacağını bilmeleri ve buna inandırılmaları gerekmektedir. Türkiye’ye mezar kazmaya soyunanların değil, yurttaşlarımızın özgürlüklerinin geliştirilmesi gereksinimi vardır. Belli merkezlerin çıkarları değil, öz çıkarlarımız hesaba alınmalıdır. Bu amaçla oluşturulacak özgün politikalar hem Türkiye’yi zengin kılar hem de yurttaşlarımızı mutlu yapar. Yani taşları yerine oturtmak zorundayız.



Nüfusumuzun yüzde 42’sinin günde 4 doların altında geçinmek zorunda olduğu, dost gözükenlerin Diyarbakır merkezli politikalar yürüttüğü ülkemizde özgün reçetelerin bulunması ve bu reçetelerin uygulanması gereklidir.
  Alıntı ile Cevapla