Hazreti Süleyman (a.s)
Hz. Süleyman’ın Cinlerden ve Kuşlardan Ordusu:
Günümüz yazarlarından bazıları, âyetteki “cin” ve , “tâir -kuş-” kelimelerinin, bildiğimiz cin ve kuşları ifade etmediğini, aksine Hz. Süleyman’ın ordusunda çok çeşitli vazifeler icrâ eden insanlara işaret ettiğini ispat etmek üzere çok çaba göstermişlerdir: “Cin” kelimesinin, Hz. Süleyman’ın idaresi altına aldığı ve onun emri altında güç ve kabiliyet gerektiren olağanüstü işlerle uğraşan dağ kabileleri, “tâir -kuş-” kelimesinin de, piyâde askerden çok daha süratli hareket edebilen süvârileri ifade ettiğini söylerler. Ne var ki bunlar, Kur’an’ı yanlış tefsir etmenin en kötü örnekleridir. Kur’ân-ı Kerim burada, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana gelen birbirinden farklı üç ayrı ordu zikreder. Ayrı birer askerî sınıfı ifade etmeleri için de her üç kelimede belirlilik (harf-i ta’rif) ön eki kullanılmıştır. Binâenaleyh “el-cin” ve “et-tâir” kelimeleri ve mânâları “el-ins” kelimesinin içine dâhil edilemez. Aksine her ikisinin de, insanoğlundan ayrı ve farklı iki sınıf olması mümkündür.
Ayrıca Arapça ile biraz meşgul olan herhangi bir şahıs, tek “el-cin” kelimesinin bir grup insanı veya “et-tâir” in atlı askerî birlikleri îmâ ettiğini aklından geçirmeyeceği gibi, bir Arap da bu kelimelerden bu anlamları çıkarmaz. Olağanüstü bir mahâretinden dolayı bir adama cin, güzelliği sebebiyle bir kadına peri, ya da çok hızlı hareket etmesi nedeniyle bir kimseye kuş denmesi, sadece mecâzî olarak mümkündür. Yoksa cin, peri ve kuş kelimeleri, sırasıyla güçlü bir adam, güzel bir kadın ve hızlı hareket eden bir kişi anlamına gelmez. Bütün bunlar bu kelimelerin gerçek değil; mecâzî mânâlarıdır. Bir konuşmada bir kelime lügat mânâsı yerine mecâzî anlamda kullanılabilir. Fakat metinde onun mecaz olduğuna dair bir karîne varsa, ancak o zaman onu muhâtap orada kullanılan mecaz mânâsıyla anlar. Netice olarak burada “cin” ve “tâir” kelimelerinin gerçek ve lügat mânâlarında değil de mecaz anlamlarında kullanıldığını biz bu metinde hangi karîneden anlayabiliriz? Oysa bunun aksine, takip eden âyetlerden zikredilen iki gruptan her bir ferdin işi ve durumu böyle bir tefsirden çıkacak anlama bütünüyle zıttır. Şayet bir kimse Kur’an’da anlatılan bir şeye inanmak istemiyorsa ona inanmadığını açıkça (dobra dobra) söylemesi gerekir. Fakat biri kalkar, Kur’ân-ı Kerim’deki açık ve net kelimeleri zorlayarak istediği mânâyı yükler ve aynı zamanda Kur’an’ın dediğine inandığını da dünyaya ilân ederse, aslında bu kimse, Kur’an’a değil; kendi kafasındaki çarpık mânâya inanıyor demektir. Böyle bir davranış da aslında, ahlâkî korkaklık ve entelektüel nâmus yoksunluğundan başka bir şey değildir.[1]
“Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları idik.” (21/Enbiyâ, 82) Bu âyet, Süleyman (a.s.) için çalışan şeytanların ve cinlerin insanlardan tamamen farklı bir yapıya sahip olduklarını göstermektedir. Nitekim Araplar, cinlerin gaybın ilmine vâkıf olduklarına inanırlardı. Ayrıca bizzat cinlerin kendileri de gaybın ilmini bildikleri zannı içindeydiler. Bu âyetleri önyargısız okuyan herhangi bir kimse buradaki cin ve şeytanların ne tür bir niteliğe sahip mahluklar olduklarını açıkça görür. İşte Arapların gaybın ilmine vâkıf sandıkları cinler bunlardı. Bu nedenle, bazı çağdaş müfessirlerin yaptığı gibi bunların “insan” olduğu sonucuna varmak için Kur’an’ın anlamını saptırmak doğru değildir. Kur’an’daki ifade tarzından ve bu ifadenin yer aldığı konunun akışından, bahsedilen cinlerin insan olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer bunlar insan olsalardı, bu sadece Süleyman (a.s.)’a lutfedilmiş bir nimet olamazdı. Çünkü o zamana dek insanlar Mısır’daki piramitler gibi dev yapılar inşâ etmişlerdi bile.[2]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an: 4/98-99.
[2] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an: 3/325.
|