Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06-07-2008, 20:35   #4
Kullanıcı Adı
hiperaktif
Standart MEGALA İDEA'YA ERMENİLERİN YALANINA KARŞI (MİSAK-I MİLLİ) GERÇEKLEŞTİRELİM.
Vatanseverlik: Kurtuluş savaşının ilk günlerinde ilk kez gözüken, Türkiye’deki Türk ulusuna dayanan topraksal bir ulus-devlet fikri, dönemin koşullarının bir anlamda ortaya çıkardığı bir zorunluluktu. Anadolu’daki milliyetçilerin temel isteklerini içine alan Misak-ı Milli’si, üzerinde tam ve bölünmez egemenliğin istendiği, “dinen, ırkan, emelen, müttehid Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun alanlardan söz eder.
Bu ant, halen Türklerden değil, Osmanlı İslamlarından söz eder. Mustafa Kemal, çok geçmeden ister dinen ister ırkan belirlenmiş olsun, ulusal sınırlar ötesinde belirsiz ve daha geniş her hangi varlık için değil, Türkiye halkı için savaştığını açıklığa kavuştururdu.
1908’den beri kültürel milliyetçiliğin büyümesi, yeni Türk kuşaklarını Türklük, Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikrine alıştırmıştı. Kurtuluş savaşı yeni bir fikir, Türkiye vatanı fikrini getirdi. Bu fikir o kadar yeniydi ki Türk dilinde bunun için bir ad bile yoktu. Genç Osmanlılar, Farsçadan yararlanarak Türkistanı uygun görmüşken Mehmet Emin Türkeli’nden söz etmişti. Ancak genç Türkler döneminde Türkiye adı yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Osmanlı İmparatorluğunun geriye kalan ve Türklerle meskun merkezi oluşumunu ifade etmek üzere bu ad resmen ilk kez Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı öncüleri tarafından benimsendi. 1921 Anayasasın da ve 1924 Cumhuriyet Anayasası’nda ülkenin adı olarak kullanıldı.
Bu yeni toprak esasına dayanan Türkiye devleti düşüncesinin, bu kadar uzun süre din ve hanedana bağlılıklarına alışmış bir halkın zihnine yerleşmesi hiç de kolay olmamıştı. Yeni devletin bizzat sınırları yeni ve alışılmamış şeydi; Ülkenin adı, Türkiye bile kavram olarak, yeni şekil olarak yabancıydı. Bu yüzden eski metinlerde yazılışı ve okunuşu da farklı olmuştur. Eski neslin Türkiye yerine Türkiya demesi gibi.
Anadolu Vatanı: Bu düşünce ne kadar yabancı, güçlükler ne kadar büyük olursa olsun bir ulusal Türk devleti oluşmakta idi. Uzun süre Osmanlı İmparatorluğunun ağırlık merkezi olan Balkanlar yitirilmişti. İslam anayurdunda Arap toplulukları kendi ayrı yollarına gitmişlerdi. Anadolu, Ermeni ve Rumlara karşı son mücadeleden sonra Türk Ülkesi olarak elde tutulmuş ve başkent bile, kozmopolit ve levanten İmparatorluk İstanbul’undan, üzerinde Selçuklu kalesi bulunan bir Anadolu şehrine aktarılmıştı.
Bir Türk ulusu düşüncesi, Türk aydınları arasında çabuk gelişti. Fakat kendisiyle birlikte yeni bir tehlike de getirmişti. Bu İmparatorluğun kaybıydı ve nispeten küçük ulus-devleti tatminkar ve çekici görmeyen bir çok kimsenin hala yüreğini yakıyordu. Pantürkist çevrelerde ve özellikle Tatar sürgünleri arasında, ereği çok dilli ve çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunu yeniden canlandırmakta olan Ege’den Çin denizine kadar Türk ve Tatar halklarından yeni bir Pan-Türk İmparatorluğu kurmak olan, yeni bir İmparatorluk kaderinin Türkleri beklediği düşüncesi ve ülküsü yaygındı.
Bütün bu çeşit tasarılara ve tutkulara Mustafa Kemal kesinlikle karşı idi. Türklerin Anadolu’da yapacakları uzun ve zor bir görevleri vardı. Diğer yerlerdeki Türk kardeşleri, onların sempati, ilgi ve dostluğundan yararlanabilirlerdi; Fakat kendi siyasal kaderlerini kendileri yaratmalı, Türkiye Cumhuriyeti kendi işinden alıkoyup, uzak ve tehlikeli maceralara sürüklemeye çalışmamalıydı.
Gerekli olan şey milliyetçilikten çok vatancılık yani, ulus gibi iyi tanımlanamayan ve çeşitli şekilde yorumlanan bir varlıktan çok; mevcut, hukuken tanınmış, egemen Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılık idi.
Vatan değiminin modern Türkiye de inişli çıkışlı bir tarihi olmuştu. Cevdet Paşa’ya göre, XIX. Yüzyıl ortalarında bu deyim, bir Türk askerine köy meydanından daha fazla bir şey ifade etmezdi; 19. yy sonlarında, Namık Kemal’e, Arabistan’ın kutsal şehirleri de dahil olmak üzere, bütün Osmanlı İmparatorluğunu ifade ediyordu. 1911’de Pantürkist Ziya Gökalp için vatan ne Türkiye nede Türkistan’dı, geniş Turan ülkesi idi.
Bu farklı görüşlere karşı Mustafa Kemal yeni bir Anadolu Türk vatanı fikrini zihinlere yerleştirmek istedi. Amacı, halen İslam’ı ve Osmanlı bağlılık duygularını yıkmak, Panislamist ve Panturkist heveslere karşı koyma ve Türk ulusunda vatanına karşı yeni bir bağlılık yaratmaktı.


Anadolu vatanı Kurtuluş Savaşı’nın belgelerinede yansımıştır. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Müterake sınırları içindeki topraklar ülke sayılmış, bu topraklar üzerindeki, idari birlik-bütünlük üzerinde kurulmuştur. Bunun anlamı, soy kümelerine ve bölgeci devletçiklerin kurulmasına karşı çıkmaktır.
Bu ilke Misak-ı Milli’de de kabul edilmiştir. Burada ayrıca, Arapların çoğunlukta oldukları topraklarla Batı Trakya’da ve üç doğu ilinde halk oylaması yapılabileceği belirtilmiştir. Bütün bu kararlar Osmanlı Anayasa hukuku açısından son derece yeni bir durumdur ve tamamen Kanun-i Esasi’ye aykırıdır. Çünkü, 1876 Anayasasında Osmanlı devleti var olan toprakları ve imtiyazlı eyaletleri ile bölünmez bir bütün olarak kabul edilmiştir (Tanör, 1998:56).
Bu yönüyle Misak-ı Milli, Milli bir devlet için Anadolu vatanı amacına yönelikti. Yayılmacı hedefler gütmeyen sadece ulusal niteliklere dayalı yeni bir anlayışı onaylamıştı. Bu ise Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı, onunla birlikte Osmanlıcılık,İslam birliği ve Turancılık politikalarının da terk edildiği, yeni sınırlarıyla bir ülkenin oluştuğu anlamına geliyordu.
Savaş sonrası Türk- Yunan nüfus değişimi de Türkiye’deki Türk kimliğinin oluşmasında etkili olmuştur. Lozan Antlaşması ile Türk-Yunan arasındaki uyuşmazlıkları sona erdirmiş ve aralarındaki ayrı bir anlaşma ile, zorunlu bir nüfus değişimsiyle azınlık sorunlarını sürekli bir çözüme kavuşturmayı öngörmüşlerdi. 1923 ile 1930 arasında 1.125.000 kadar Rum Türkiye’den,Yunanistan’a, 500.000 Türk’de Yunanistan’dan, Türkiye’ye gönderilmiştir.
İlk bakışta bu değişim, her iki tarafta da milliyetçi ve vatancı fikirleri ve ulus ile vatana daha büyük bir birlik ve bağlılık verme arzusunun hüküm sürmesine bir belirti gibi görünebilir. Fakat olup bitenler oldukça farklı olmuştur. Yunanistan’a gönderilen Karaman Rumları, din olarak Hristiyan Rumlardı, fakat çoğu Rumca bilmiyordu ve dilleri Grek yazısı ile yazdıkları Türkçe idi. Aynı şekilde Yunanistan’dan gönderilen Türkler pek az Türkçe biliyordu, esas dilleri Rumca idi. Rumcayı da eski Türkçe ile yazıyorlardı. Yapılan iş bir Türk ve Rum değişimi değil, daha çok bir Rum Ortodoks ve Osmanlı Müslüman Mübadelesi idi.
  Alıntı ile Cevapla