Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06-09-2008, 16:41   #2
Kullanıcı Adı
alperen
Standart BİLGİ TOPLUMU-2
BİLGİ TOPLUMU-2
ALPEREN GÜRBÜZER
Bilgi çağında yürütülen programa şiddetle bağlılık ne kadar kötü ise, programsızlık da bir o kadar fenadır. Ülkemizde ister istemez resmi program tatbik edildiğinden dolayı,yürütülen eğitim öğrencinin seviyesine göre değil yürütülen programın çerçevesine göre ayar çekiyoruz. Dolayısıyla eğitime resmiyet hakim olunca araştıma ruhu yerine tekrarcılık ve hazır kalıplar sunuluyor öğrenciye. Sonra da ahü-vahlar, sızlamalar veya ‘’bizde araştırmacı yetişmiyor’’ gibi serzenişlerde bulunuyoruz. Oysa teorik ağırlıklı programlarla bilgi toplumu olmak havanda su dövmek gibidir, boşuna zaman kaybetmektir. Uygulanan eğitim proğramlarında laboratuvar, deney ve gözlemler teorinin gerisinde olduğu sürece bilgi tıkanıklığı devam edecek, böylece gerekli sıçramayı bir türlü gerçekleştiremiyeceğiz demektir. İslâm’da tecrübenin (deneyim) adı ‘’hakkel yakin’’dır. Gözlem ‘’Aynel yakin’’, teorik bilgi ise ‘’İlmel yakin’’ olarak nitelenir. Yine kitaplar aracılığı ile elde edilen bilgilere de ilmel yakin denilir. İslâmiyet deney ve gözleme çok önem verir çünkü. Bir gün İmam-ı Azam atıyla giderken, birisi ordan atın kaç ayağı olduğunu sorar. Ebu Hanife atından iner ve atın ayaklarına bakarak şu cevabı verir;
‘’Atın ayağı dörttür’’ der,adam şaşırsa da İmam-ı Azam büyük bir alim, böylece ‘’hakkel yakin’’ örneği mesajını vermiştir insanlığa.
Osmanlı ilk kuruluşunda ilmin gücünü bildiği için hemen bilgi toplumu anlayışıyla hareket edip ilk iş olarak, İznik ve onun peşi sıra Bursa Medreselerini açmak olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet sadece gözünü İstanbul’un fethine dikmedi, beyinleride aydınlatmaya odaklandı ve bilgi toplumu olma yolunda ‘’Fatih Medreselerini’’ kurdu. Bu medreselerde şer’i ve akl’i ilimlerin okutulmasını şart koştuğu gibi, telif eser verecek tarzda nesiller yetişmesini de sağladı. Günümüzde yayınlanan eserlere baktığımızda teliften çok tercüme niteliğinde. Yani bilgi üretmiyoruz, naklediyoruz. Bilgi toplumu oluşturmak için ‘’bilgi üretme seferberliği’’ni başlatmak mecburiyetindeyiz oysa. Osmanlı kurulduğunda tamamen de Selçuklu’yu kopya etmeyip, Türk dilini hakim kıldılar, Türkçe nizamnameler ve Türkçe eserler yazdılar. Sadece orta öğretimde Arapça’ya yer verdiler. Fatih Sultan Mehmet müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata istekli bir lider, aynı zamanda Rumca, Latince’ye aşine bir padişah. O teknik bilgilerle, imani bilgileri arasındaki dengesizliği eğitimden kaldırarak adeta çağ açmıştır.
Kanuni döneminin o ihtişamlı aydınlanma ışıltısı ise hiç şüphesiz Süleymaniye üniversiteleridir. Süleymaniye Medreselerinin ağırlıklı noktası riyaziye (matematik) ve tıp ilimleriydi. Hakeza Evliya Çelebi, II. Beyazid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğinden bahseder. Kelimenin tam anlamıyla Türkler 17. asırda ‘’bilgi verici’’ durumda iken 18. asırda ‘’bilgi alıcı’’ durumuna geçmiştirler. Bugün ise insanımızı düşünmekten alıkoymak için önüne birçok tuzaklar kurulmasına rağmen, düşünen ve inanan insanların sayısı günbe gün çoğalmaya başlıyor ve yeniden ümitleniyoruz.
Birzamanlar aile yapımızda, dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi bilgisi, kızlarımızda daha evlenmeden önce mevcut idi. Bugün ise gündüzün evi boşalmış ailelerin bunları yapacak zamanı kalmamış. Cemil Meriç: ‘’Feminizm, kadına pazarda iş bulma davası’’ derken ne kadar haklıymış meğer.
Bu yüzden de, sosyal huzursuzluklar bitip tükenmek bilmiyor. Bu tür meseleler çocuklar için de geçerli. Daha çocuklara yönelik hikayeler, çocuk gelişimi teknik metodlarını keşfedememişiz. Acaba yüzlerce kreş bir araya gelse bir annenin çocuğuna vereceği sıcak sevgisini karşılayabilirler mi? Sadece yok olan aile, çocuklar mı, gençlerde gidişattan muzdarip bir hayli. Gençler ise, kendilerine örnek alacak şahsiyetler hep arar dururlar, ama boşuna, çünkü örnek insan tipi bin elin beş parmağını geçmez.. Siz onlara örnek veremezseniz, onlar kendilerine örnek kişiler bulacaklardır.


Kimlik meselesi denilen problemle boğuşup duruyoruz. Körü körüne Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci tipler üretiyoruz. Oysa her ülkenin model insanları var elbette, tarihin şeref sayfalarında yer alan bunca örnek şahsiyetlerimiz varken kökü dışara örnek tip aramak niye?. Bunlar arasında ortak evrensel esaslar varsa onlardan istifade edilebilir. Fransız, Alman, İngiliz milletlerinden her hangi birinin konuları, eğitimi aynen diğerine uymaz. Elbette teknolojik gelişimleri elde etmede batı metodlarını almaya muhtacız, o metodlar ilmidir ve beynelmileldir. Resûlüllah (S.A.V.) ‘’İlim Çin’de dahi olsa alınız’’ buyuruyor çünkü.
Osmanlı’nın yükseliş devrindeki, yani 1264’ten evvelki medreseleri hem alim hem de iyi yönetici yetiştiren müesseseler olarak telakki edebiliriz. İnhitat (gerileme, çöküş) döneminde görülen dejenerasyonun medreselerde görülmesi gayet tabiidir. Bünyeye mikrop girmeye görsün, bütün azalar rahatsız olmaya mahkumdur. Yükselme devrinde Süleymaniye ve Selimiye mimarimizin yıldızları, yazıda da tuğra ve fermanlar gurur kaynaklarımız, hakeza Musiki’de Mehter ve Dede Efendiler ise mana köklerimizin ruhunu yansıtır.
Fatih ilk mektep öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koymamıştır. Düşünmüş olacak ki ilk öğretmene değil, bu ders idari adli mekanizmada görev alacaklara uygundur. Aynı zamanda Fatih Medreseleri etrafında 286 dükkaarak kurulması, medrese ile hayatın ayrılmaz bir bütün olarak düşünülmesindendir. Yada bir başka ifade ile Osmanlı’da medreselerin(üniversitelerin), çarşıya, pazara yakın hatta bitişik ol medrese ile hayatın ayrılmaz bir bütün olarak düşünülmesindendir. Fatih medreseleri ilginç özelliklerinden biri de, icazet alacak durumda olan öğrencilerin aşağı sınıflardakilere ders verme zorunluluğu idi. Kademeli ilerleme ve tekrarların bu şeklini uygulayan bu eğitim sistemi ne kadar müthiş. İbn-i Haldun, ‘’Birşeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedric ve çokça tekrarlamak’’ olduğunu belirtir. Fatih medreselerinde lise ayarında öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir verilerek pedegojik formasyonun tamamlanması sağlanır. Yüksek eğitim kısımlarında, Fizik, Astronomi, Jeoloji , Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi ve Metafizik vs. dersleri görülürdü. Fatih’in engin seviyesi, asrın seviyesinden çok yüksekti. Aristo ve Muhiddin-i Arabi’nin fikirleri Sultan Orhan zamanında Kayserili Davut Efendi sayesinde yayılmıştır. Bizde matematiğin yayılması Sultan Hüdavendigar devrinde Musa Efendi’yle gerçekleşir. Kadızade ismiyle anılan Musa Efendi sayesindedir ki, kozmografya ve geometri dersleri edebiyat ve şer’i ilimlerin yanında yer alabilmiştir.
Meşhur alimlerden İbn’i Hacer’in, ‘’Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır’’ diye övdügü Fenerli Şemseddin de Yıldırım Beyazid devrinin ışığıdır.
Kanuni devrinden sonra, edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakliyatçılar, akli ilimleri adeta bastırdılar. Böylece akli ilimler en son plana atılmış, hatta hor görülmeye başlanılmış. Dolayısıyla yükseliş devrindeki ‘’bilgi toplumu’’ yerine ‘’taassupçu toplum’’ sürecine adım atmış olduk ve metodumuz ‘’Nakilcilik akılcılıktan önce gelir’’ prensibine dayandı. Yükselişten, gerilemeye yelken açmakla batıdan akıl almaya başladık hep.
İnhitatla, deney ve gözlemden uzak eğitim sürecine girdik. Medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemde, eğitimin bütün basamaklarından geçenler ihtisasını tamamlıyorlardı. İhtisaslaşma sayesinde ya sadece fıkıh, ya edebiyat, ya tefsir, ya da felsefe vs. dersi veriliyordu. Nitekim ders proğramları dogmatik tarzda değil, karşılıklı diyalog ve tartışma ile öğrenciye aktarılıyordu. Ne olduysa, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra çöküş başladı. Çöküş sebebini yükseliş sonrası padişahların nizam ve usulleri bozmalarından arayabiliriz. Avrupa o sıralarda gelişme evresine girdi, biz ise taassubun kucağına itildik.
Katip Çelebi ders verme usulünü islaha çalışmış, zaman ve hayat israf eden medreselere itiraz etmiştir. O yabancı lisanın gavurluk sayıldığı bir devirde, korkmadan Latince tahsil edebilmiştir. Hiçbir Avrupalı yok ki, Katip Çelebi’yi ve kamusunu tanımasın. Eserleri, Avrupa’da basılmıştır. Türklere kendi dilleriyle bahriye tarihini yazan muhteşem bir alimdir. Hatta Bizans tarihini de latinceden tercüme eden O’dur. Katip Çelebi, ‘’Bilgi toplumu’’ olmanın ancak muhakemeye önem vermek, deney ve gözlemlerinin kanunlara bağlanması, ilim kanunlarının örneklerle aydınlanmasını sağlayacak eğitimle olacağını izah eden bir şahsiyet. ‘’Keşfüz zünün’’, ‘’Mizanü’l Hak’’, ve ‘’Cihannüma’’ gibi önemli eserleri vardır. Çelebi, medreselerden akli ilimlerin dışlanmasını felaket saymıştır ve coğrafya ve tabii bilimlerin resimsiz fayda vermeyeceğini taassub ehline haykıran zattır. Çelebi, pozitif ilimleri genelde Mustafa Efendi’den, sosyal ilimleri de Veli Efendi’den almıştır. O, hem almış hem de vermiştir. Çelebi, Avrupa’da olduğu gibi, eğitimi bölümlere ayırmıştır. Nakliyat (edebiyat ve şer’i vs.) ve akliyyat (matemetik fen vs.) şeklinde. Sosyal ve pozitif ilimlerin hepsini birden kavrayan alimler azdır, zira, o kadar ki Katip Çelebi fıkıh eğitimini alan müftülerin, matematik bilmediklerinden yakınır. Hatta Kadızade gibi parlak hatip bile, pozitif ilimlerden mahrum yetişiyor. Neticede malum olduğu üzere minareyi bidat sayan zihniyet türüyor.
Asya’nın çöküşü diye bir şey yok. Avrupa’nın uyanışı diye bir harika olay var. Batı olayı, 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Avrupa, İstanbul’un fethine kadar bizi taklit ederken, fethi müteakip, rönesansı gerçekleştirdiler. Katip Çelebi, yeni coğrafya ve atlasıyla Türkiye’de ilk ilmi uyanışı doğuran alimdir. Ne yazık ki, o’nun çabaları çöküş dönemindeki medreselerimizi ayağa kaldıramamış, bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsalarda , bu defa da körü körüne batıya hayranlık hastalığına yakalanmamız buna engel olmuştur. Oysa Japonlar milli benliğinden taviz vermeden, Batıdaki ilimleri topraklarına taşımışlar, biz ise deri üstü yenilikleri kopya etmekle ‘’modernizm’’i yakalayacağımızı sanmışız. Sonuçta bugün Japonya süper devlet, biz ise geri kalmışlık çemberinden hala çıkmış sayılmayız.
Katip Çelebi, Şeriat adamıdır. Ama taassuptan uzak şeriat adamı. Son derece geniş fikirlidir. Kanuni’den sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak olarak algılanmış ve Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi alimler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürler Türk medreselerinde fikirlerinin müzakere edelemesinde sakınca görülmemiştir. Ancak Aristo’nun birkaç teorisi reddolunmuş, birkaç inançsız felsefecilerin de Hakkı inkar eden görüşleri dışlanmıştır, bugün de Batı geldiği nokta itibariyle bu anlayıştadır zaten .
Kültürümüzün mimarlarından olan Nesimi, Fuzili, Baki, Nefi, Nedim, Şeyh Galip vs.ler Arap ve Fars edipleriyle yürümekten çekinmezler. Türkçe’yi ihmal etmezler ve eserlerini Türkçe vermişlerdir çünkü.
Medreselerimiz şu son asrımıza kadar kapılarını çağın ilimlerine nasıl kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımız da, doğuya ait ne var ne yok hepsine kayıtsız kalmışlardır. İki tutum da yanlıştır. Bilgi toplumu iddiasındaki ülkeler hem kendi değerlerine, hem de çağdaş bilgilere açık olmak zorundadırlar. Avrupa prensiplerini, programlarını harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine ve gelişmeye olumsuz etkiler bırakacağı aşikardır. Körü körüne taklitçilik, bilgi üretme yolunda en büyük engeldir diyebiliriz. Bilgi toplumu olmanın azami ölçüsü, araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitimden geçer.
İdari mekanizmada ve terbiye eğitimimizde ya askeri disiplinle hareket ederiz ya da talebeyi ‘’bırakınız ne halleri varsa görsünler, bırakınız sınıf geçsinler,’’ umursamaz boşvermişlikle davranırız. Oysa itidali olanı, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmalı. İfrat ve tefrit uygulamaları buhran doğurmuştur her devirde. Geçim buhranı, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı gibi problemler eğitimisizlikten kaynaklanan marazlar aslında..
Bugünkü eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada geçim problemi doğurmuştur. Üstelik eğitim kurumlarında eğitim araçları olarak resmi ders kitapları öngörüldüğünden dolayı, gazeteler, dergiler, ilmi kitaplar eğitim dışı görülmüş ve böylece bilgisizlik kök salmıştır. Tüm bunlara ilaveten dinin, terbiye eğitiminde en önemli faktör olduğu gerçeği gözlerden uzak tutulmuş, dolayısıyla muzır neşriyat genç dimağları gafil avlamıştır. Bu şekilde köklerimizden koparılarak ruhumuzu avladılar!
Biz matbaayı, Avrupa’dan üçyüz sene kadar sonra alabildik. Şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi’yle İbrahim Müteferrika’nın girişimleri, ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhül-İslâm Abdullah Efendi’nin desteklemeleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi daha da gecikecekti. Bu arada tabiki Matbaanın geç gelmesinin, toplumun ekonomik yönüyle de ilgisi var, yani bu meselenin teknolojiye kapalılıkla yakından uzaktan alakası yok.
Yerli zenginlerimizin çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. yaptırmak hususunda girişimlerinin yerine, herşeyin devlet eliyle yapılması gerektiği döneme girmekle kapalılığı tercih etmiş olduk aslında.. Düşüş dönemiyle halkın ‘’sivil insiyatifi’’nden mahrum zihniyetle, medeniyet hamlemiz körelmiştir. Halk birzamanlar her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe burnunu sokmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğunca toplum aslı işini ihmal etmeye başlamıştır. Böylece kitleler teşkilatsız kalarak kahve köşelerine mahkum olmuştur.. Aslında çöküşümüzün nedenini hepten de halkın tembelliğine bağlamak yanlış. Milletimiz miskin değil, örgütsüzlük ve teşkilatsızlığın kurbanıdır oysa.
Bilgi üretemememizin sebebi eski kanaatlar değil, bütünü görememekten kaynaklanır. Tarihimizi Cengaverlik olarak nitelemek bedbahlıktır. Acaba onlar, Fatih’ın Rum alimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası yapmaya görevli kılmasını, İtalyan ressamı G.Bellini’ye de elinde gülle resimlemesini ve güzel tablolar yaptırmasınıda mı görmezler? Devrin alimlerinden Kemal Paşazade atını sürerken atın ayağından sıçrayan çamurların Yavuz’un kaftanına bulaştığında Yavuz’un o kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığınıda mı bilmezler? Ebussuud Efendi’nin fetvalarıyla, Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olarak yükselmesine renk katmasındaki inceliğide mi idrak edemezler? Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgileri sayesinde C. Colomb Hindistan’a Batıdan dolaşarak varmayı düşünmüş, böylece Amerika’nın keşfi gerçekleşebilmiştir, bu durumu kaç genç biliyordur acaba?
Allah Rasulü ev idaresi nasıl olur, ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nedir? gibi soruların cevabını bizatihi kendi hayatında yaşayarak gösterdiği gibi sosyal hayatta tatbik edilebilecek kuralları da ortaya koyuyordu. Hz. Peygamberimiz bütün zamanını ibadete mi ayırmış dersiniz? Elbette hayır. Mali, adli, edebi, lisani ve bütün herşey O’nun hayatında var. İslâmiyet hayat dinidir çünkü. Bilhassa Avrupa bile Endülüs yoluyla müslümanlardan bilgiler alarak maddi planda ilerlediler ve İslâm alemini esir aldılar böylece.
Batı haçlı seferleri sayesinde, İslâm medeniyetini tanışma fırsatı yakaladı aslında. Bu yüzden gerçekleştirdikleri rönesansını müslümanlara borçludurlar. Batılılar, Yunan medeniyetini de müslümanlar sayesinde öğrendiler. Şu halde İslâm alemi ve bilhassa Osmanlı, bugü hala varlığını devam ettiren batı medeniyetinin doğuşuna hizmet etti. Ortaçağ, Batının ilimden uzak karanlık günleriydi, ama batı 12.nci ve 15.nci asırlarda İslâm’dan aldığı aşılarla güç kazandılar. Piri Reis ‘’Kitab-ı Bahriye’’sinde; Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış bulunduklarını söyler. İbn-i Haldun’un; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle ortaçağ karanlığına gömülmüşlerken, gerçekten biz ihtişamımızı yaşıyorduk o devirlerde. Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktıran, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptıran ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkum eden Ortaçağ Avrupa’sının asla alnında silemiyecekleri kara bir lekedir. Ne zaman ki, Batı Kessler’in ifade ettiği: ‘’Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur’’ anlayışına yaklaştı, o zaman taassup bataklığından çıkarak ‘’bilgi toplumu’’ olma özelliğini yakalayabilmişlerdir. Avrupa kendi ortaçağında Rönesansını gerçekleştirirken, biz de kendi yükselişimizde çökümüşümüzü hazırladık maalesef.
Asrı İslâm ışığında idrak edemediğimizden ‘’bilgi toplumu’’ olamıyoruz birtürlü. Hâlâ çağın idrakinde İslâmi anlamaya çalışıyoruz. Oysa İslâm çağlar üstü ve çağların İslâm’ı anlamaya ihtiyacı var. İslâmiyet bir idare, bir ahlâk, bir duygu ve bir kalp olduğu gibi, aynı zamanda bir medeniyettir ve ilimdir. Günümüzde eksik olan yanlız din duygusu değil, modern çağın en üst seviyesine gelebilecek bilgi yoksunluğu meselesidir. Bir elimizde Kur’an, bir elimizde bilgisayar olmadıkça dirilişimiz hayal.
Ne zaman ki atın üzerinde kılıç sallamanın destanî hüviyetinden kurtulup, bilgisayarın tuşlarına dokunup ve makinayı çalıştıracak ilmi zihniyeti yakalarsak, o zaman ‘’bilgi toplumu’’ olmaya hak kazandık demektir. Doğu’ya da kapalı olmayan Batı’ya da açık olan zihniyet yarınımızın güvencesidir, vesselam.
alperen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla