|
Risale-i Nur Cevap Veriyor Bölüm 2
AVRUPAPEREST SİYASETÇİLERLE YAKINLAŞMA
Hocanın Zaman Gazetesi'nde yayınlanan çok garib bir iddiasında «Aslında toplum içindeki firavunlarla dahi uyum içinde yaşamasını bilemeyen böyle bir insanın, şahs-ı manevîyi temsil adına kabiliyetli olduğu söylenemez.» diyor.
İddiaya göre firavunlarla uyum içinde yaşamak, dinî üstün bir meziyet diye nazara veriliyor. Mezkûr iddianın Risale-i Nur'la ne kadar tezadî durumda olduğunu anlamak için şu ikaz ve derslere bakalım:
Hak ve bâtılın karşı karşıya gelmesiyle meydana gelen mübareze kanunu neticesi olarak ebrarın esrardan nefretle uzak durmaları, sahabeler devrinde en ileri derecede olduğundan sahabelerin üstün bir kemalat kazandıkları, sonraları ise mübareze kanunu zayıflamakla ebrar ve esrar arasındaki mesafe azalarak içice girip, ebrarın esrara karışmasıyla şerre nefret edilemez olup ahlâk-ı içtimaiyenin bozulduğunu beyanla asrımızın dikkatini çeken Hazret-i Üstad diyor ki:
«Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemalât-ı insaniyenin en a'lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılab-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. ...... Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu.» (Sözler sh:489) (1)
(1) “Şualar 587p.l'de beyan olunan dördüncü devrenin ana hususiyeti "vaziyeti muhafazaya çalışır" şeklinde ifade edilmiştir. Yani hak-batıl karması ve ehl-i hak ile ehl-i dünyanın ihtilatı ve dostluğunu telkin edip mezkûr manadaki decliyeti muhafazaya çalışılacak demek oluyor.
O halde 4. devrede muhdes hâdiseler, ekseriyetle bu decliyeti muhafaza maksadına göre ihdas olunur ve hâdisenin arkasından da bütün neşriyat yollarıyla aynı maksada vesile edilecek şekilde o hâdiseler tefsir edilerek telkinler sürdürülür.
Şu halde geniş dairede ihdas olunan hâdisenin arkasında ehl-i nifakın neşriyat ve telkinlerinden maksadlarını anlayan ve aldatılamayan ferasetli mü'minler, şer'î usûle uygun ikazatta bulunmaları gerekiyor.
Risale-i Nur mesleğinde bu ikazlar Risale-i Nur'un dersleriyle ve neşriyle yapılır.”
İşte bu derste anlatılan zararlara düşmemek için mimsiz medeniyet ehline yanaşmamak gerektiğine dikkat çeken Hazret-i Üstad şu ikazda bulunuyor.
«Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.» (Mesnevî-i Nuriye sh:126)
Hattâ Bediüzzaman Hazretleri daha çok zamanımıza bakan ehemmiyetli bir mektubunda eğer ehl-i dünyaya yanaşıp temas etmiş olsaydı binler adamlar Risale-i Nur'a girip neşredeceklerini ve mahkemelerle eziyetler de vermeyeceklerini fakat buna rağmen o ehl-i dünyaya yanaşmamak gerektiğini ders verir ve der ki:
«Aziz, sıddık kardeşlerim!
[Hem manevî, hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır.]
Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men' ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!
Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi men'ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İla-hiyeye dayanmaktır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:38)
Ehemmiyetine binaen aynı mes'eleyi teyid eden diğer bir mektubunda şöyle der:
«Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!
Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: "Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun?......
Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi' ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi' olmuyor., tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikati, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:74)
Şefkat tokatları bahsinde, bahsimizle alâkadar üç numune:
«Şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaata riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak afvetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur'an-ı Hakîm'in ruh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
îşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat inşâAllah şefkatli bir tokat yedim. Şübhemiz kalmadı ki; bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da "Bu neden böyle oluyor?" diye esbab arıyorduk. Şimdi kat'î kanaatimiz geldi ki: O hakaik-i Kur'aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temellük, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlarınm meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum ki: Bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu' ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum.» (Lem'alar sh:44)
«Dokuzuncusu: Büyük Hafız Zühdü'dür. Bu zât, Ağrus'taki Nur talebelerinin başında nazırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid'alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid'anın muallimliğini deruhde etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını yedi.» (Lem'alar sh:45)
«Onuncusu: Hafız Ahmed (RH) namında bir adamdır. Bu zât, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârane bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya, zaîf bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti. Belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan maişetine bir suhulet olsun.» (Lem'alar sh:45)
«Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te'hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur'a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te'hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm'da Nur'un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa'ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur'un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i islâm'da Nurların hakikî ihlasma böyle bir şübhe gelecekti ki: ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za'f gösteriyorlar diye Nur'un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te'hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri (şimdi yetmiş seneden beri Naşir) İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-II sh:107)
Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fışkı açık işleyen fasık, hevasına uyan kişi, zalim hükümdar.» (Rumuz-ul Ehadîs sh:267)
Diğer bir hadiste de şöyle buyuruluyor.
Yani: Bir kimse bir sahib-i bid'atı ağırlarsa, İslâm'ın yıkılmasına yardım etmiş olur.» (Beşyüz hadîs sh:481)
Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid'atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid'at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir.
Ehl-i dünyaya yanaşmamakla beraber, menfi tarzda dahi meşgul olmamak hakkında bir sual ve cevabı:
«Üçüncü vehimli sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?
Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünki ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil! Çünki idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde "kalb de bizi sevsin" demeye...» (Mektubat sh:68)
Hazret-i Üstad hükümete müracaat etmemesinin sebeblerinden birini anlatırken der ki:
«Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zendeka hesabına, benim dine merbutiyetinıden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zendekayı okşamak demektir.» (Mektubat sh:74)
Bid'alardan uzak durmak zarurî iken, aksine hareketle ehl-i dalalete safdilane taraftarlıktan gelen musibet-i amme hakkında Hazret-i Üstadın bir ikazı:
«Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnet'in selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebeb ihtar edildi:
Birincisi: Bu asrın acib bir hassasıdır. (Haşiye: Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.) Bu asırdaki ehl-i İslâm'ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i îlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kafiye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer'iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama' ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.» (Kastamonu Lahikası sh:25)
Bu hareket tarzı, bir nevi şerre dua ve davet demektir.
Evet Kur'anda zikredilen bu şerre dua meselesi ise, bilhassa asrımızda bazı safdil müslümanlarm çok garib bir halidir. Şöyle ki:
Yani: "İnsan hayra dua eder gibi, şerre dua veya şerri davet eder.
Sanki o büyük ecre dua ediyormuş gibi, o elîm azaba dua eder. Veya ef aliyle o azabı davet eyler.»
Yani bid'atlara müsamaha gösterir ve ihtilat edilirse, içtimaî hayata sirayet eder ve fitne şiddetlenir.
Evet «Binler müslümanlarm hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.» (Kastamonu Lahikası sh:75)
Gizli ifsad cereyanının bir de hulul plânları vardır. Yani dine dostluk kisvesiyle suret-i haktan görünüp ve dine hizmet perdesi altında yavaş yavaş bid'alara alıştırmakla veya ihtilaflara sebebiyet verip ifsad etmeye çalışırlar. Bu nifak tarzındaki ifsadın hücum tarzından daha fena olduğunu bildirip ikaz eden Hazret-i Üstad diyor:
«Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulul edip, has talebeleri Risale-i Nur'un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.» (Kastamonu Lahikası sh:147)
«Bazı da dost suretinde hulul edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. "Aman, aman Said'e yanaşmayınız! Hükümet takib ediyor" diye zaîfleri vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar.» (Emirdağ Lahikası-I sh:125)
«Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur'dan ve üstadlarmdan ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: "Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur'a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir." gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur'a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.» (Tarihçe-i Hayat sh:690)
NETİCE:
Onüçüncü Lem'anın Beşinci işaret'inde nazara verilen insanın acib hissiyatının garib hallerini ehemmiyetle nazara alıp, kişiler hakkında menfî hükümler vermede çok dikkatli olmak gerektiğinden kişilerin şahsıyla meşgul olmamak ve düşmanlık yapmamak lâzımdır. Ancak kişilerin zahir hal ve hareketlerinde görülen hatalar, yani şer'î ahkâma açık muhalefetler tenkid edilip ahkâm-ı şer'iye muhafaza edilmelidir ve bu bir vazife-i diniyedir. Garazkârlık ve kindarlık kaldırmaz.
Bu zât kendi istek ve tercihiyle geniş dairede hizmet etmek istiyor. Fakat Nurculuk hizmetinin namına konuşmalarını, beyanlarını kabul etmiyoruz. Mezkûr faaliyetleri de kendi tercihleridir. Risale-i Nur'da beyan ve izah edilen Haslar dairesinde Nur-İman hizmetkârlarının takib ettiği hizmet düsturlarına ve İttihad-ı İslâm ve ehl-i imanın uhuvveti prensibine çok defa zıt hareket ediyor. Bu yüzden mezkûr beyanlarına hakiki Nur Talebeleri kesinlikle iştirak etmiyorlar.
|