|
Alevilerin Fethullah Gülen Görüşü
Tesettür meselesinin bazıları tarafından politize edilerek ayağa düşürülmek istendiğine esefle şahit oluyoruz. Ne yazık ki, bazı kesimlerde çok ciddî bir din düşmanlığı var ve bunlar dine, dindara saldırmak için adeta fırsat kolluyorlar. Şu anda da başörtüsünü bahane ederek, ülkemizin yakaladığı nisbî istikrarı bozmaya ve kavgaya zemin hazırlamaya çalışıyorlar. Tesettür üzerinden politika yapmanın ve din aleyhtarlığının yanı sıra, bir de ihtisas alanlarına karşı saygısız davranarak işi daha da içinden çıkılmaz bir hale sürüklüyorlar.
Başörtüsü Dinin Açık Emridir
Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm’ın beş şartı arasında da yer almaz. Fakat, Kur’an’ın açık emridir. Farziyeti, hem Kur’an’la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de on dört asırlık İslâm tarihindeki uygulamalarla sabittir. Nur Suresi’nin 31. âyetinde mü’min kadınların başlarını, boyunlarından ve göğüslerinden açık bir yer bırakmayacak şekilde örtmeleri emredilmektedir. Dinin bu konudaki emirleri mezkur ayetle de sınırlı kalmamıştır. Düşünün ki, Peygamber Efendimiz’in pak zevceleri, hükmen mü’minlerin anneleridir. Peygamberimizden sonra onlarla evlenmek mü’min erkeklere haram kılınmıştır. Böyle iken, Ahzab Suresi’nin 59. âyetinde, sadece mü’min kadınlara değil, Peygamber Efendimiz’in mualla zevcelerine de “Dış örtülerini, cilbablarını üzerlerine salsınlar” emri bildirilmiş; Sünnet-i sahihanın ve İslâm tarihindeki bütün uygulamaların ortaya koyduğu üzere, el, ayak ve -Hanefi Mezhebi’nde yüz dışında- bütün vücudun bol bir elbise ile örtülmesi emredilmiştir.
Arz edildiği gibi, başın tamamını içine alacak şekilde tesettür emri, yalnız Kur’an-ı Kerim’le değil, -aksine hiçbir ihtimal vermeyecek şekilde- Sünnet-i sahiha ve İslâm tarihindeki uygulamalarla da sabittir. Haddizatında, dinin her emri Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından bizzat gösterilmiş, başta Ashab-ı Kiram ve Tabiîn olmak üzere, asırlar boyu mü’minlerce tatbik edilerek iyice yerleşmiştir. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de “namaz” emredilmiştir; fakat, şartları, rükunları ve sünnetleriyle bir bütün olarak tarif edilmemiştir. Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla, Allah Rasûlü, kendisine vahiy gelene kadar Hazreti İbrahim’in çok perdeler arkasında kalmış bakiyye-yi diniyle amel ettiği gibi, önceleri kendi firaseti ile bilebildiği şekliyle namaz kılmış; daha sonra hiçbir rüknünde, şartında, hatta hudû, huşû ve huzurunda herhangi bir kusura meydan vermemek için, Cibril-i Emin’in imamlığına tabi olmuş ve namazın Allah nezdindeki mahiyet-i nefsü’l-emriyesi ne ise, işte o şekilde bu önemli ibadeti tesbit etmiştir. Cibril Aleyhisselam kendi mahiyetinin vüs’atiyle, Peygamber Efendimiz’in ruhunun enginliğine duyuracak şekilde namazı kıldırmış; bir keresinde vaktin evvelinde, diğerinde de sonunda kıldırmak suretiyle vakitleri de dahil namazın her hususunu açıkça göstermiştir.
Evet, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, hayatı boyunca, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği ve Cebrail Aleyhisselam’ın gösterdiği şekilde namaz kılmıştır. Namazın farz kılınmasından sonra, Ashab-ı Kiram efendilerimiz de on sene kadar O’nun arkasında namaza durmuş; O’na tabi olmuş, namazla alâkalı her meseleyi bizzat O’nda görüp O’ndan öğrenmiş ve sonraki nesillere de aynıyla öğretmişlerdir.
Ezcümle, Rifâa İbnu Râfi’ (radıyallâhu anh) diyor ki: Biz mescidde iken bedevî kılıklı bir adam çıkageldi. Namaza durup, hafif bir şekilde (aceleyle) namaz kıldı. Akabinde Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a selam verdi. Efendimiz onun selamını aldıktan sonra, “Git namaz kıl, sen namaz kılmadın!” buyurdu. Adam döndü (tekrar) namaz kılıp geldi, Rasûlullah’a selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz onun selamına mukabele etti ve “Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!” dedi. Adam bu şekilde iki veya üç sefer aynı şeyi yaptı, her seferinde Rasûl-ü Ekrem, “Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!” dedi. Halk korktu ve namazı hafif kılan kimsenin namaz kılmamış sayılması herkese pek ağır geldi. Adam sonuncu sefer, “Ben bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Bana (hatamı) göster, doğruyu öğret!” dedi. Allah Rasûlü şöyle cevap verdi: “Namaz için kalkınca, önce Allah’ın sana emrettiği şekilde abdest al. Sonra tekbir getirerek namaza dur. Kur’ân’dan bir miktar okuyarak kıraatini tamamla ve rükuya git. Rükû halinde itmi’nâna er (âzâların rükûda mûtedil halde bir müddet dursun). Sonra kalk ve kıyam halinde itidâle er; akabinde secdeye git ve secdede itminana er; sonra otur ve bir müddet oturuş vaziyetinde dur, ikinci secdeni tamamladıktan sonra kalk... İşte bu söylenenleri yaparsan namazını mükemmel (kılmış olursun). (Bundan bir şey) eksik bırakırsan namazını eksilttin demektir.”
Görüleceği üzere, Allah Rasûlü, “Bir ferdin namazı ne ki!..” demiyor; tek kişi de söz konusu olsa, ona namazını talim ediyor. O günden bu yana da, namaz Rasûl-ü Ekrem’in tatbik buyurduğu keyfiyette ikame ediliyor. Bu konuda hiç inkıta olmamış. Belli dönemlerde bazı ülkelerde namazı terk edenler çıkmış, bir devirde ezan yasaklanmış; kimi zaman mescitler kapatılmış, onların yerine depo, hapishane, hatta ahır yapılmış. Fakat, o türlü devirlerde bile namaz bütün bütün terkedilmemiş, onun hiçbir rüknü unutulmamış. O, Asr-ı Saadetten günümüze kadar aslî suretiyle hep uygulana gelmiş.
Evet, o günden bugüne mü’minler Peygamber Efendimiz’in talim buyurduğu üzere namazı ikame etmeye çalışıyorlar. Hal böyleyken, bir kimse kalkıp yoga ve meditasyon türü hareketler yapmak suretiyle namaz kıldığını söylese herkes gülüp geçer ona. Çünkü, artık namaz bellidir; uygulana uygulana günümüze kadar gelmiştir.
Nitekim, bütün dini emirler için aynı husus söz konusudur. Kur’an bir meseleyi emir buyurmuş; Allah Rasûlü de onu hem tebliğ hem de temsil etmiştir. Yapılması gerekenleri bizzat kendisi göstererek öğretmiştir. Oruç, zekat ve hacca ait meseleler de o dönemde emredilmiş, uygulanmış ve sonraki devirlerde de aynıyla tatbik edilegelmiştir.
İşte, tesettür mevzuu da, daha o dönemde vuzuha kavuşturulmuş, Rasul-ü Ekrem’in rehberliğinde Ezvac-ı Tahirat ve hanım sahabilerce tatbik edilmiştir. O dönemdeki dinin özüne bağlı uygulama nesilden nesile geçerek asırlarca devam etmiştir/etmektedir. Bundan bin küsur sene evvel yazılan bir tefsire bakılsa, “Devr-i risalet penahide meselenin şekli şöyleydi!” denildiği görülecektir. Yüz yıllar boyunca ortaya konan eserler, bu meselenin esasları üzerinde de durmak suretiyle ilk günden bu yana devam edegelen uygulamanın hiç inkıtaya uğramadığına delil teşkil etmektedir. Bazı dönemlerde, bir kısım bölgelerde meselenin nüansları göze çarpmaktadır; başörtüsünün nasıl olması gerektiği, omuzların nasıl örtüleceği, yüzün açık olup olmayacağı... gibi mevzularda farklılıklar görülmüştür. Köy ya da kent hayatı açısından başörtüsünün şekliyle uğraşanlar olmuştur: Tarlada daha rahat çalışma, sıkılmama, güneşten korunma... gibi hususlar göz önünde bulundurularak bazen farklı örtüler kullanılmıştır. Fakat, başın kapanmasının gerekliliği mevzuunda dünden bugüne hiçbir farklı mütâlaa ortaya konulmamıştır; müfessirler, muhaddisler ve fakihler arasında tesettürün esasıyla alâkalı farklı ve aykırı görüş belirten olmamıştır.
Fantastik ve Garezkâr Muhalefetin Bir Değeri Yoktur
Günümüzde -belki de bir kısım kimselere şirin görünmek ve fantastik düşüncelerle kendilerini ifade etmek için- başörtüsünün Kur’an’ın emri olmadığını iddia eden ilâhiyatçılar da vardır. Fakat, bu mevzuda Kur’an’ın beyanı o kadar açıktır ki, tarih boyunca hiçbir müfessir farklı mülâhazada bulunmamıştır. Binaenaleyh, Peygamber Efendimiz ve Sahabe-i Kiram başta olmak üzere, Din’i bugünlere kadar taşıyan ve meselenin mütehassısı olan, on binlerce müfessir, muhaddis ve fakihin yanında, on dört asırlık İslâm tarihinde bütün Müslüman nesillerce ittifakla uygulanabilmiş bir hükme, günümüz ilâhiyatçılarından birkaçının, bazı garezlere bağlı muhalefeti hiçbir değer ifade etmez.
Meselenin dinî buudu böyle iken kalkıp başörtüsünü farklı adlar altında da olsa başka kaynaklara bağlamak, bu mevzuda tuhaf ve birbiriyle tutarsız iddialar ortaya atmak çok gülünç kaçmaktadır. Tesettüre, bazı mülâhazalarla karşı olan çıkabilir, ama bunun İslâm’da olmadığı iddiası ileri sürülemez. Hele hele, en basit meselelerde bile, aklın ve bilimin icabı olarak işin uzmanına müracaat edilirken, Allah’ın marziyatının, bizden neler isteyip neler istemediğinin ifadesi olan din konusunda rastgele konuşulamaz. Bu, en hafif ifadesiyle gayr-ı aklîliktir, gayr-ı ilmîliktir, had bilmemektir. Dahası, ülkemizde din işlerini tanzimle vazifelendirilmiş Diyanet Teşkilatımız ve ona bağlı çalışan Din İşleri Yüksek Kurulu var; onlar hem bu konuların mütehassısıdır, hem de salahiyet sahibi kılınmışlardır. En azından, onlara müracaat edilmeli ve onların sözleri dinlenilmeli değil midir?!.
Heyhat ki, pek çokları işin aslını faslını bilmeden rahatlıkla konuşabiliyorlar. Hatta bazıları, cehaletlerine rağmen sükut etmemelerinden dolayı çok komik duruma düşüyorlar. Mesela; bazı kimseler “Başörtülüler, saçları yemeklerin içine düşmesin diye örtünüyorlar!” diyebiliyorlar. Milletin imkanlarıyla bir kısım payeler kazanmış, bazı yüksek mevkilere gelmiş ve belli seviyeleri ihraz etmiş kimseler, bu kadar gülünç sözleri telaffuz edebiliyor ve herkesi kendilerine güldürüyorlar.
Yazık değil mi o makama, o payeye!.. Bu mesele, öyle ulu orta konuşulacak bir mevzu değil ki!.. Bu meseleyle alâkalı, Kur’anın muhtevasını baştan sona kadar bilmiyorsan.. Rasûl-ü Ekrem’in konuyla ilgili irşadını okuyup öğrenmemişsen.. Sahabe ve Tabiin dönemlerinde ortaya konulmuş peygamber telakkisinden haberdar değilsen.. nasıl oluyor da, hüküm beyan ediyorsun?!. İhtisas sahana girmeyen bir konuda hüküm vermekle de kalmıyor, akla zarar yakıştırmalarla cinni de insi de kendine güldürüyorsun; şeytana da ifrite de melabe oluyorsun. Allah aşkına, sen müdhike olmak için o mertebelere gelmedin ki!.. Çok ayıp ediyorsun!..
Başka birisi diyor ki, “İran’daki devrim olacağı ana kadar “türban” diye bir şey yoktu; devrimden sonra buraya geldi.” Hayret!.. İnsan, insaf eder biraz!.. Sen hiç neneni görmedin mi, nenenin anasını görmedin mi? Bu milletin kadınları dünden bugüne hep örtü kullanıyorlardı. Siz onun adını değiştiriyorsunuz; bazen tahkir kasdıyla “sıkmabaş” diyorsunuz, bazen de korkunç bir imaj vermek için “türban” kelimesini suiistimal ediyorsunuz. Örtüye “türban” diyerek, -şayet bilgisizliğinizden değilse- meseleyi çarpıtıyor ve örtünün bir tehlike gibi algılanmasına çabalıyorsunuz. Başörtüsüne “türban” demek suretiyle terminolojiye ait bir hata daha işliyor, nüansları görmeme şeklindeki ayrı bir körlüğe düşüyorsunuz. Başörtüsü İran’dan gelmiş bir âdetmiş!.. Hayır, İran’dan, Turan’dan gelmedi; senin annen, nenen, nenenin annesi… Onlar tâ kadimden bu yana başlarını böyle örtüyorlardı.
Sonra örtü bize münhasır da değil. Yahudi ve Hristiyan hanımlar da örtünüyorlardı. Şu kadar var ki, bu, bazılarının iddia ettiği gibi, başörtüsünün bize Yahudilerden ve Hristiyanlardan geçtiği manasına gelmez. Tam tersine, her İlâhî Din’de, her peygamberin tebliğinde başörtüsünün yer aldığını gösterir. Fakat, bugün öyle bir cehl-i mük’ap (iç içe, üç boyutlu cehalet) yaşanıyor ki, dünyaca kocaman kocaman adamlar “Falan yerden gelmiş, filan yerden alınmış!..” diyebiliyorlar. Bari yiğitçe “Başörtüsü, Kur’an’ın emrine ve Peygamberin uygulamasına dayansa da, ben inançsız olduğumdan dolayı onu kabul etmiyorum!..” deseler. Böyle bir itiraf, hiç olmazsa mertçe bir davranış olur. Ötede böylelerine nasıl muamele edilir; o da, Allah’ın bileceği bir husustur. Ne ki, hiç olmazsa, inandıkları gibi konuşmuş ve mertçe davranmış olurlar; tabii karşılığında da, Cenâb-ı Hakk’ın ahiretteki muamelesine katlanırlar.
Cehaletin Böylesi...
Bir diğeri de diyor ki; “Türban şehadet kelimesinin yerine konuldu!” Bu çok ağır bir ithamdır. İnsan, bu türlü meselelerde konuşurken, muhataplarıyla bir gün yine yüz yüze gelebileceğini hesaba katarak üslubuna çok dikkat etmelidir; köprüleri bütün bütün yıkmamalı, dikkatsiz ve temkinsiz konuşmamalıdır. Bir kere, hiçbir Müslüman hiçbir ibadeti kelime-i şehadetin yerine koymaz. Çok basit bir Müslüman bile hiçbir zaman başörtüsünü kelime-i şehadete denk saymaz. Kelime-i şehadet, -eski ifadesiyle- imanın rükn-ü aslîsidir; olmazsa olmaz şartıdır. Allah’a kurbet kazanma, Cennet’e girme ve ebedî saadete mazhar olma meselesi “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah” ikrarına bağlanmıştır. Kelime-i şehadet, öyle büyük bir beyandır ki, peygamberlere, kitaplara, meleklere, kadere ve öldükten sonra dirilmeye inanmadan ibaret olan imanın diğer beş rüknünden hiçbiri bu rükn-ü aslînin yerini tutamaz. Bu rükünler de çok önemli iman esaslarıdır, bunları mutlak inkar eden dinden çıkar. Fakat, bunların bütünü bir araya gelse, yine de kelime-i şehadetin yerini dolduramazlar. Kaldı ki, başörtüsü meselesi İslam’ın o beş esası içinde de yoktur; o muamelât kısmına ait ayrı bir farzdır; Allah’ın başka bir emridir.
Söz gelmişken, bir hususu belirtmek lazım: Bir insan başı açık gezdiğinden dolayı küfre girmez. Zaten, şimdiye kadar hiç kimse “Başı açık gezen küfre girer!” demedi. Böyle söyleyen birini hiç duydunuz mu? Çarşıda, pazarda, sokakta, mecmuada ya da gazetede, “Başı açık dışarı çıkan kafir olur!” dendiğine şahit oldunuz mu? Kur’an’ın bir emrini yerine getirmeme başkadır; Kur’anı ve Kur’an’a ait bir hükmü inkar etme daha başka bir meseledir. “Kur’anın şu ayetini kabul etmiyorum!” diyen küfre girer, dinden çıkar; girerse girer, çıkarsa da çıkar; kimseyi alakadar etmez.. bu, o şahsın tercihidir. Çünkü, dünyevî hükümler açısından, bugün laiklik var, demokrasi var, hürriyet var, düşünce hürriyeti var, inanç hürriyeti var... İnsan, ne olmak isterse onu olur; buna kimse bir şey diyemez. Ne var ki, “Başı açık gezen kafir olur” diyen de duymadık; çünkü, dinde öyle bir hüküm yok.
Ebu Hanife hazretleri, Fıkh-ı Ekber’inde, tâ o dönem itibarıyla, bu türlü mesâili cem’ ederken, günah-ı kebair işleyen, oruç tutmayan, namaz kılmayan kimseler hakkında diyor ki “İn şâe afâ ve in şâe azzebe - Allah dilerse affeder, dilerse de azap eder!” İmandan sonra en önemli bir rükündür namaz; “Namaz kılmayanın hükmü merduttur.” demişler. Fakat, namaz kılmayan ve oruç tutmayan da dahil, günah-ı kebair işleyen insanlar için “Allah dilerse bağışlar, dilerse cezalandırır.” diyor. İmam Azam Ebu Hanife hazretleri, bu sözü kendine ait bir cüret ve cesaretle söylemiyor; onu Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in hadis-i şerifine dayanarak ifade ediyor. Evet, bir emrin gereğini yerine getirmeyenleri Allah ister bağışlar isterse de azaba düçar kılar; o Allah’ın bilebileceği bir husustur.
İşte, ilahî bir emri uygulamayan kimseler hakkında mü’minin akîdesi budur; dolayısıyla da, bu esasa göre, başı açık gezen kafir olmaz. Fakat, Kur’ana ait bir hükmü inkar eden ve “Ben bunu kabul etmiyorum; dâl bil’ibare, dâl bil’işare, dâl bid’delale veya dâl bil’iktiza, delaleti ne olursa olsun, ben bunu kabul etmiyorum” diyen kimse iman dairesinde sayılmaz. Ona da kimse bir şey demez; herkes istediği gibi düşünebilir, dilediği gibi yaşayabilir. Ne var ki, Usulüddin açısından, dinin emrini inkar eden kimse artık mü’minler arasında mütalaa edilemez.
Zannediyorum, az önce de değindiğim gibi, bütün bu tartışmalar alan ihlalinden kaynaklanıyor. Diğer sahalarda uzmanlık, ihtisas ve araştırma bir esas kabul ediliyor; fakat, ne gariptir ki, dini mevzulara aynı hassasiyetle yaklaşılmıyor. Mesela; bir kimse, tıbba dair ahkam kesse; “Midemde şöyle bir ağrı var!” diyen adama hemen “Psikosomatik bir rahatsızlık, efendim; sizde çok kuvvetli bir sinir var, ondan dolayı mideniz durmadan asit ifraz ediyor.” cevabını yapıştırsa, ona ne denilir?!. Oysa, bu çok basit bir meseledir; gayrı halka da mal olmuş bir ihtimaldir ve bugün -doğru bir davranış olmasa da- herkes bunu kullanmaktadır. Fakat, böyle bir meselede bile, bir gastroentrolog, “Be adam, haddini bil; bırak da ona ben karar vereyim!” dese seza değil midir?
Bir başkası, “Şu Kuzey Irak’taki bombalamalar yanlış yapılıyor, orada şöyle değil de böyle bir strateji uygulamak lazım; mesela, mağaralara arkadan değil de önden yaklaşılmalı!..” dese, acaba ona nasıl mukabele edilir? Kaldı ki, bu da büyük ölçüde hemen herkesin aklının erebileceği türden bir iştir. Uçağınız var, onların göstergeleri var, haritalarınız var, hedeflerin fotoğrafları ve koordinatları var; sonra istihbari bilgiler de veriliyor... Bunca yardımcı argümanla bir vazife yapılıyor. O işten azıcık anlayan insanlar bile o mevzuda bazı şeyler söyleyebilirler. Fakat, yine de, o konuda uzman olmayanların konuşmaları kıymetsiz ve yakışıksız sayılır.
İşte, din de bir uzmanlık mevzuudur ve onun sahasına giren bir meselede de ancak işin uzmanları hüküm serdetmelidirler. Sen Kur’anı bilmiyorsan, Sünnet-i Seniyyeden habersizsen, “Edille-i şer’iye kaçtır?” diye sorulduğunda cevap veremeyecek haldeysen, hatta temelde bunları inkar ediyorsan... fakat, yine de kalkıp ahkam kesiyorsan, sana da “Haddini bil, a be küstah” dense çok mu söylenmiş olur? Hani bir lahikada geçtiği gibi; adam hem “Kur’anın 140 küsur suresi...” diyor hem de İslam’a dair hükümler veriyor. İşte bu mantığa “pes” doğrusu!.. Allah’ın Kitabının içinde kaç tane sure olduğunu bilmiyor ama ahkam kesiyor. Madem, başka sahaları ihlal edenlere “Ayıptır, haddini bil!” denilmesinde bir mahzur görülmüyor, bu meselede de haddini bilmezlere “ayıp” denmesi gerekmez mi? “Ulu orta konuşmakla çok ayıp ediyorsunuz?” sözü yerinde olmaz mı?
Aslında, bu konuda öyle ayıplar yapılıyor ki, “ayıp” sözü de yapılanları ifade etmeye yetmiyor. Hemen herkes ulu orta konuşuyor. Sen profesör olabilirsin. Fakat, Kur’an hakkında, din mevzuunda ihtisasın yoksa, o alanda senin adın cahildir. Senin sahanda, fiziğinde, kimyanda, matematiğinde, astrofiziğinde, jeolojinde, antropolojinde ben kalkıp bir şey iddia etsem, “Sen sus bre cahil!” der misin, demez misin? Öyleyse, sen de bana bir hak veriyorsun; “Allah aşkına, peygamber hatırına, inandığın bilim insanlığı hürmetine, sen de bilmediğin mevzuda söz söyleme a be cahil!..” dememden dolayı gücenmemeli ve haddini bilmelisin.
|