Tekil Mesaj gösterimi
Alt 07-13-2008, 19:42   #12
Kullanıcı Adı
Kemalist59
Standart Küresel Kapitalizmi Savunmak
BİR TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ PROJESİ:


Mustafa Kemal’in yaptıklarını incelerken, kullandığı yöntemi de anlamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında görülecektir ki Mustafa Kemal daha gençlik yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmakta olduğunu ve bu coğrafyada Türk Milletine hayat hakkı verilmeyeceğini anlamıştı. Yani problemi belirlenmişti. Elde olan, savaşlarda yok olmuş bir milletin kalıntıları ve inançlı bir avuç aydın ve subaydı. İşte bu, problemi çözmek için eldeki başlangıç koşullarıydı. Savunulabilir ve yaşatılabilir bir devlet ulusal olmalıydı ve sınırları da Anadolu’ydu. İşte bu da sınır koşullardı. Mustafa Kemal önereceği modelin sınırlarını daha başından belirliyordu. Türklerin varlıklarını sürdürebilmelerinin ön koşulunun da Anadolu’da Türk çoğunluğa dayanan bir ulusal - devlet kurmak olduğunu görüyordu. Mustafa Kemal buradan hareketle Misak-ı Milli’yi daha 1907’de belirlemişti, devletin yönetim şeklinin Cumhuriyet olması gerektiğini de farkındaydı. İşte Milli Misak sınırlarında kurulacak ulusal devlet ve Cumhuriyet rejimi Mustafa Kemal’in modeliydi. Artık adım adım sınamalarla problemi çözmeye başlayabilirdi. Bu süreç dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki Mustafa Kemal’in yöntemi bir mühendisin karşılaştığı bir problemi çözerken kullandığı yönteme çok benzemektedir. Bir mühendis problemini çözerken şu süreçlerden geçer.

1- Önce problem belirlenir.
2- Problemin başlangıç ve sınır koşulları belirlenir.
3- Problemin çözümünü kolaylaştıracak bir matematiksel modelleme yapılır.
4- Bu model kullanılarak adım adım sınamalarla problemin çözümüne yaklaşılır.


Buradaki ikinci madde çok önemlidir. Bir kuramın ya da modelin başlangıç ve sınır koşullarını belirlemek. Mühendisliğin olduğu gibi bilimsel yöntemin de bir ön koşuludur. Nitekim bir kuramın bilimsel olup olmaması baştan geçerli olduğu sınırların belirlenmesine bağlıdır. İşte bu yüzden evrensel olduğu iddiasındaki ideolojiler daha en baştan bilimsellik özelliklerini kaybetmişlerdir. Şimdi Kemalist İdeolojiyi 5 ana başlık altında tanımlayarak, Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek bu tek sistemi anlamaya çalışacağız.


1- ULUSAL İDEOLOJİ:


Bir kuramın bilimsel ve uygulanabilir olması için sınırlarını baştan belirlemesi gerektiğini daha önce belirtmiştik. İşte Kemalizm; evrensel oldukları iddiasındaki kapitalizm ve sosyalizmden farklı olarak kendi sınırlarını ilk adımda Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti ile yani Misak-ı Milli ile, ikinci adımda ise Avrasya coğrafyası ile belirlemiştir. Bir kuramın sınanabilmesi için geçerli olacağı iddia edilen sınırların önceden belirlenmesi gerekir. Kemalizm bu sınırları başından çizdiği için bilimsel anlamda sınanması ve eğer varsa yanlışlarından arındırıması da olanaklı olacaktır. Oysa evrensellik iddiasındaki ideolojiler bir çıkmazla karşılaştıklarında kendi ideolojilerini bu yeni durumu da kapsayacak şekilde genişletmek eğilimindedirler. Bu şekilde ideolojilerini bir inanç şekline dönüştürür hatta ideolojileri ile çelişen durumları görmemezden gelme kendilerine göre yorumlama çabasında olurlar.


Evrensellik iddiasındaki ideolojiler kuramlarının her yerde ve her koşulda geçerli olacağı yanılgısı içinde bulunduklarından toplumların tarihsel, coğrafi, kültürel, ekonomik özelliklerini göz ardı ederler. Kapitalizm de sosyalizm de Avrupa merkezli (sözde) evrensel ideolojiler olarak azgelişmiş ülkelerin sorunlarını çözememişler hatta açıkça bunların sömürülmesine yol açmış ya da desteklemişlerdir. İki örnek verelim. Emperyalizmin ideologlarından Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezini göz önüne alalım Fukuyama, insanlık tarihinin belirli aşamalardan geçerek, kapitalizm de son bulduğunu kapitalizmin evrensel bir düşünce olarak tüm insanlığın sorunlarını çözeceğini iddia etmektedir. Fukuyama’ya göre artık insanlık tarihi, son aşamasına gelmiştir. Son iki yılda dünyada meydana gelen krizler, yoksulların giderek daha da yoksullaştığı bir dünya Fukuyama’nın bu tezini yanlışlıyor. Fukuyama eğer kapitalizm Batı Dünyasının sorunlarını çözecek deseydi belki haklı olabilirdi ama kapitalizmin evrensel bir sorun çözücü olduğunu iddia etmekle büyük bir yanlış yapıyor. Çünkü kapitalizm 15. yüzyıldan beri sömürgeci ve 18. yüzyıldan beri de emperyalisttir. Yani kapitalizm teknik gelişmelerden ve girişim ruhundan çok, öncelikle sömürüye, az gelişmişlerin sömürülmesine dayanır. İngiltere’nin sanayi devriminin öncülüğünü yapmasında dönemin buhar gücüne dayanan bilimsel teknolojik gelişmelerinin yanında, başta Hindistan milyonlarca doğulu insanın sömürülmesinden elde edilen artı değer vardı. Emperyalizmin kapitalist ekonomik sistemin doğal bir özelliği olduğunu belirlediğimizde azgelişmiş daha doğrusu geri bıraktırılmış ülkelerin kapitalist yoldan kalkınamayacağını da görürüz. Çünkü kapitalist sistem bu ülkelerde kendine bağımlı hastalıklı yapılar oluşturur ve bu ülkelerin başta doğal kaynaklarını, tüm zenginliğini sömürür. Bu azgelişmiş ülkeler hiç bir zaman batılı anlamda kapitalist bir gelişmeyi yaşayamazlar, çünkü onların sömürecekleri başka toplumlar yoktur. Bütün bunlar kapitalizmin evrensel bir kurtuluş olamayacağını gösteriyor.


Başka bir sözde evrensel ideoloji olan sosyalizme geldiğimizde de benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Marksist kuram bütün toplumların önce köleci ardından da sırasıyla feodal - kapitalist - sosyalist evreleri geçirerek sonunda komünizme ulaşacağını iddia eder. Burada da aynı kapitalizmin ideologlarınınkine benzer evrenselci ve determinist bir bakış açısı vardır. Madem ki tüm toplumlar aynı evreleri geçirecekler ve sonunda mutluluğa ulaşacaklar o zaman her toplumun kapitalizmi yaşaması gereklidir. Gerçekten de Marx’ın yazdıkları incelendiğinde tüm kuramın kapitalizmin yaşandığı hatta en ileri aşamasına geldiği toplumlara göre oluşturulduğu görülür. İşte bu hastalıklı bakış açısı azgelişmiş ülkelerin sömürülmesini desteklemiştir. Marx ABD işçi sınıfının gelişmesi için Meksika halkının sömürülmesini açıkça savunmuştur. Nasıl olsa eninde sonunda Meksikalılar da kapitalizmin sonrasında sosyalizmi yaşayacaklardı. İşte burada emperyalizmi doğru tanımlayamama ve evrensel olma iddiasının bilimsellikten uzaklığı görülmektedir. Marx ve diğer Avrupa merkezci sosyalistler kapitalizmi yaşayan toplumların sosyalizme ve daha sonra da komünizme kendiliğinden evirileceğini yani toplumsal gelişmenin yasasını bulduklarını iddia etmişlerdir. Oysa şu basit gerçeği görememişledir. Kapitalizm 15. yüzyıldan beri sömürgecilik ile birlikte gelişmiştir ve kapitalizmin sömürdüğü, pazarını, hammaddesini, işgücünü kullandığı kendine bağlı bir azınlık yarattığı bu ülkelerde gerçek anlamda ulusal bir kapitalizm gelişmediği için doğal olarak bunun sonucunda sosyalizme doğru bir evirilme de olmayacaktır. Bu ülkeler de ancak milliyetçi - halkçı, anti emperyalist hareketler başarılı olabilecektir. Yani Marx ve Fukuyama amaçları farklı bile olsa aynı çizgiye düşmüş tüm dünyanın aynı aşamaları izleyerek gelişeceği yanılgısıyla azgelişmişlerin sömürülmesini desteklemişlerdir.


Sosyal demokrasiyi ele aldığımızda da farklı bir tablo ile karşılaşmayız. Avrupa merkezli sosyal demokrasi hiçbir zaman azgelişmişlerin sömürülmesine karşı çıkmamıştır. Bernstein gibi Bernard Shaw, gibi pek çok sosyal demokrat sömürüyü desteklemişlerdir. Çünkü sosyal demokrasi bir paylaşım ideolojisidir. İşçi sınıfının kazanılandan daha çok pay alması için çalışır bu yüzden de azgelişmişlerin sömürülmesiyle elde edilen artı değerin kapitalist sınıfla paylaşılmasına karşı çıkmaz bunu destekler. Kuramsal temelde sosyal demokrasi ile Kemalizm arasında hiçbir benzerlik yoktur.


Oysa Kemalizm öncelikle emperyalizmi doğru olarak tanımlamıştır. Temel kriter olarak ulusal bağımsızlığı almıştır. Kemalizm azgelişmiş geri bıraktırılmış bir toplumun kapitalist ya da sosyalist yoldan kalkınamayacağını görmüştür. Karma ekonomik sistem ve Kemalist devletçilik işte bu anlayışın bir ürünüdür. Kemalizm sözde evrensel ideolojilerin karşısında ulusal bir seçenektir. Kemalizm ulusal bir ideoloji olmanın sonucu olarak temel yapı birimini de ulus devlet olarak belirlemiştir. Ulus devlet bir yandan da bu coğrafyada bağımsız ve barış içinde yaşayabilecek devlet ölçeğidir. Bu coğrafyada imparatorluklar, federasyonlar, ya da küçük devletçikler varlıklarını sürdüremez, emperyalist baskılara dayanamazlar.


Kemalizmin ulusal bir ideoloji; bir model olduğu yönünde Suna Kili şunları söylüyor. “Atatürk Devrim modeli anamalcı ya da Marksist gelişme modellerinin kopyası değildir. Kuşkusuz bu modellerden esinlenmiş, bunların toplum ve ülke koşullarına uyan, toplumun değişmesini sağlayacak olan yönlerini benimsemiştir. Devrimi oluşturan, devrim sürecinde alınan her karar, her uygulama her düşünce ulusal boyutlarda ele alınmış, ulusal çözümler olarak düşünülmüştür. Bu niteliği ile Atatürkçü gelişme yöntemi kendine özgü ulusal bir model olmuştur... Atatürk Devrimi her yönüyle ulusal bir devrimdir. Sınıfa dayalı devrim değildir. Atatürk bütün sınıfları, tüm ulusu içine alan, kavrayan bir kurtuluş, bağımsızlık eylemi oluşturmuştur. Gelişmekte olan ülkeler ekonomik nedenlerin en önemli olduğunu kabul etmelerine karşın, Marksist belirlenimciliği (determinizm) benimsememektedirler. Ulusçu görüşe göre siyasal güçler ekonomik denetlemeye yeterlidir ve devlet yok olup gitmeyecektir. Dadası yaşamın tinsel yönleri olduğu varsayımıyla marksist özdekçilik (materyalizm) reddedilmektedir. Marx’ın sınıf incelemesi yetersiz bulunmaktadır. Tarih proleter ve burjuva savaşımından daha çok konuyu içerir. Bir toplumda kırsal bölgede yaşayanlar, aydınlar, askerler de önemlidir....


Kemalizm evrensel ideolojileri reddederken onların temel argümanlarının da yanlışlığını ortaya koymuştur. Dünyadaki temel çelişkinin sınıflar arasında değil sömüren ve sömürülen ülkeler arasında olduğunu savunmuştur. Merkez - çevre kuramı olarak adlandırılan ve daha sonraki yıllarda azgelişmiş ülkelerin kalkınması için geliştirilen bu kuramı ilk sistemleştirenlerin de Kemalist Kadro hareketi olması önemlidir. Kemalizm ile merkez - çevre kuramı arasında bağlantıyı Emre Kongar; şöyle kuruyor. ”Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır. ve bunu nihayet getirinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir. Bu satırlar gerek merkez - çevre kuramının gerekse karşı emperyalist devrimi modelinin uygulayıcısı olan bir liderin bilincini eylem sırasındaki düşüncelerini göstermektedir. Yine Atatürk savaştan sonra 1933’te şunları söylemiştir. Şark’tan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vukuu bulacaktır. Bu milletler bütün güçlükler ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı egemen olacaktır. Bu sözler Türk Devrimi’nin liderinin merkez çevre kuramının devrim modelinin uygulaması sonundaki durumu paylaştığını gösteriyor. Gerçekten de Atatürk, Batı emperyalizmine karşı ilk başarılı sıcak savaşı vermiş bir lider olarak yukarıdaki sözlerine candan inanıyordu.” Yine Attila İlhan’da bu noktaya değiniyor. “Mustafa Kemal, ana çelişkiyi Türkiye’nin mazlum halkı ile emperyalizm arasında görüyordu. Böylece mazlum uluslarla emperyalizmler arasındaki çelişkiyi ön plana alıyordu.”


2- JEOPOLİTİK İDEOLOJİ:


Kemalizmin jeopolitik yönü çok güçlü bir ideoloji olması Mustafa Kemal’in büyük bir stratej olmasından kaynaklanır. Mustafa Kemal; emperyalizmin yani dünya ticaret oligarşisinin ulusal yapılanmaların kurulmasına engel olduğu bir coğrafyada ulusal ordu - ulusal ekonomi - ulusal kültür üçlüsüne dayalı bir ulusal devlet kurmayı başarmıştır. Mustafa Kemal; Bu coğrafyada emperyalizmin sömürüsüne karşı koyabilecek ve Osmanlı içinde hep ezilmiş Türk Milletini mutluluğa ulaştırabilecek tek sistemin bu olduğunu biliyordu.


İngiltere’nin bu bölge için planı, bölgeyi küçük küçük devletçiklere ayırıp sonra bu devletçikleri federasyonlar altında birleştirmek bu federasyonları da bir dörtlü konfederasyon altında toplamaktı. Bu amaçla İngiltere Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve Ön Asya’da (Anadolu) federasyonlar kurmak bunları da Sultan Halife altında bir dörtlü konfederasyon altında toplamaya çalışıyordu. Emperyalistlere göre bu yapı kesinlikle anti ulusal olmalı, ekonomik liberalizmi dışa bağımlılığı benimsemeli ve rejimi asla Cumhuriyet olmamalıydı. İngiltere’nin ve dünya ticaret oligarşisinin bu planı Sevr Antlaşması ile hayata geçmek üzereydi Anadolu’da bir Kürt, bir Ermeni, bir Pontus devleti kurulması yine Anadolu’dan Yunanistan, Fransa, İngiltere ve İtalya’ya topraklar verilmesi söz konusuydu.


İşte Mustafa Kemal bu büyük jeopolitik planı parçalamış ve Anadolu’da bir ulusal devlet kurmuştur. Çünkü başka bir modelle bu coğrafyada Türk Milleti’nin yaşaması mümkün değildi. Diğer iki önemli adım ise Türklerin uluslaşması ve Cumhuriyet rejiminin kabulüydü işte bunları sağlamanın ön koşulu Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti’ni kurmaktı.


Mustafa Kemal bölgenin jeopolitiğini çok iyi analiz etmişti. Bu bölgede ulusal yapıların işbirliği ile emperyalizme karşı konulabileceğini biliyordu. İşte bu yüzden Balkan ve Sadabat Paktlarını kurmuştu. Emperyalizmin bölgeye girmesine birlikte engel olabileceği Rusya’yı stratejik bir ortak olarak değerlendiriyordu. Ama öte yandan Rusya’nın Akdeniz’e inmek isteğinin ve Anadolu’yu sömürme isteğinin SSCB zamanında devam edeceğini de çok iyi biliyordu. Üstelik SSCB imparatorluğu bölgede ulus devlet aşamasına geçilmesine engel oluyordu. Yine Mustafa Kemal çok farklı dinsel ve etnik yapıların var olduğu bu bölgede antiemperyalist bir işbirliğinin ancak ulusal ve laik devletlerin bir araya gelmesi ile sağlanabileceğini de görüyordu. Bütün bunlardan Kemalist ideolojinin oluşumunda bölgenin ve dünyanın jeopolitiğinin etkili olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikası şu unsurlara dayanıyordu. Büyük komşu SSCB ile çatışmama politikasını uyguluyor ama bununla birlikte Orta Asya Türk ulusları ile ilişkileri geliştirme ve dahası SSCB’yi bir anlamda Türkiye ile iyi geçinmeye mecbur eden bir yaklaşımla İran ve Afganistan’la işbirliği yapıyordu. İran ve Afganistan Rusya’nın güneye inmesi önünde iki önemli engeldir. Bunun yanında Balkan Paktı ve Saadabat Paktı ile hem ülke savunmasını ülke toprakları dışında başlatmayı hem tarihsel olarak yakın ilişkilerimiz bulunan bu coğrafyada etkin olarak, kalıcı bir barış ortamı sağlamayı ve en önemlisi emperyalist dış güçleri bu bölgelerden uzak tutmayı amaçlıyordu. Bununla birlikte geniş anlamda dünya dengelerini iyi analiz ederek gerekli stratejik adımları atıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığını anlayan Mustafa Kemal dengeleri iyi kullanarak Hatay’ı Anavatan’a bağlamış yine Boğazlar üzerinde Türk Hakimiyetini kurmuştur.


Atatürk’ün ülke ve bölge jeopolitiğini göz önüne aldığı belirten Baki Öz şöyle devam ediyor. “Atatürk, çağı ve ulusların gelişmelerini özenle izliyor ve değerlendiriyordu. Artık uluslararası düzeyde İngiltere’yle Fransa’nın yerini Sovyetlerle Amerika alıyordu. İkisi de Önasya’yla yakından ilgileniyorlardı. İkisinin de Doğu Akdeniz ve Çevresi’ne yakın ilgileri vardı. Sıcak denizlere açılmak ikisinin de tarihsel misyonuydu. Gelişen iki süper devletin yarış alanı böylece Türkiye ve çevresi idi. Bu koşulları çok iyi değerlendiren Atatürk, Sovyetlerle 1925 dostluk antlaşmasını, Montrö Boğazlar sözleşmesini yaptı. ve Birleşmiş Milletlere girerek ülkesini güvence altına almaya çalıştı. Balkanlarda olsun Ortadoğu’da olsun güçlü dirençli, uluslararası gelişmeleri herhangi bir yana dayanmadan göğüsleyebilecek, gelişen savaş olasılıklarını bölgenin dışında tutabilecek güçte ve anlayışta bir devlet yoktu. Balkan ve Sadabad paktlarının yapılmasının nedeni buydu. Doğumuz ve batımızdaki devletleri bir pakt içerisinde toplamak, onları barış doğrultusunda yönlendirmek, bölgeyi savaş olasılığından korumak, bölgeye zarar vermeyecek bir dış siyasa yürütmelerini sağlamak.”


Aynı konuda Anıl Çeçen’in yorumu ise şöyle “Mustafa Kemal askerlikten gelme bir önder olduğu için askeri eğitimin temeli olan jeopolitik bilimin verilerini çok iyi biliyor ve bu bilinçle Türkiye’nin dünya haritasında bulunduğu konumu etkin biçimde değerlendiriyordu. Batı ile doğu, Avrupa ile Asya, Hıristiyan dünyası ile İslam dünyası arasında sıkışmış bir konumda bulunan Türkiye’nin gelecekte bağımsız bir ülke olarak varolabilmesi için hiçbir politika ya da ideolojinin izleyicisi olmaması gerektiğini biliyor, Türkiye’nin konumuna ve gerçeklerine göre yeni bir sentezci yaklaşım deniyordu. İşte onun bu özgün çıkışı daha sonraları Kemalizm kavramı ile tanımlanacaktı.”


Mustafa Kemal’in Misak-ı Milli sınırlarının çevresinde de bir barış bölgesi yaratmak istediğini ve bu coğrafyadan emperyalist batılı güçleri uzak tutmak istediğini biliyoruz. Attila İlhan bu konuda şunları söylüyor. “Mustafa Kemal, Balkan Paktıyla batısını Saadabat Paktı’yla güneyini ve doğusunu güvence altına almış böylece hissettirmeden Osmanlı’nın eski toprakları üzerinde söz sahibi olmuştur”. Anıl Çeçen de şu yorumu yapıyor. “Her bölgenin Türk ve müslüman halkının bağımsızlığını elde etmesinden sonra oluşturulacak bir uluslararası birliğin Avrasya uluslarının bağımsız geleceği açısından zorunlu bulunduğuna inanmıştır. Bu doğrultuda eski Osmanlı ülkelerini bağımsızlık savaşı vermeye çağırmıştır. Arnavutları, Boşnakları Batı Trakyalıları kurtuluş savaşlarında desteklemiştir”


Bilal Şimşir de Mustafa Kemal’in Türkiye’de ortaya çıkmış olmasına vurgu yapıyor. “Bu bir raslantı değildir. Jeopolitik bakımdan Türkiye doğu ile batının Asya ile Avrupa’nın kesiştiği nokta demektir. Aynı zamanda Türkiye artık tarihe karışmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun metropolüydü ve bu özelliği dolayısıyla Batı’nın sömürgeleştirme stratejisinde merkezi bir yer tutuyordu. 1920’lerde Doğu - Batı çatışması Türkiye’de veya Anadolu’da düğümleniyordu artık. Batı stratejisinde Türkiye, Doğu’yu sömürgeleştirme yolunda aşılması gereken son engeldi. Tarihsel arenaydı 1920’ler Türkiye’si. Bu arenada tüm ezilen ulusların da geleceği az çok belirlenecekti. Böyle bir yerde böyle bir zamanda ortaya çıkan Mustafa Kemal Atatürk’ün, tüm ezilen uluslar için de bir umut ışığı olması doğaldı”.


Kemalizmin jeopolitik açıdan da değerlendirilmesi Türkiye’nin bugün karşı karşı olduğu sorunlara çözüm getirilmesinde önemli bir rol oynayacaktır.


Kemalist59 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla