DİL GÜÇTÜR
Çok güzel ifade etmişsiniz. Dört dörtlük bir köşe yazısı olmuş diyecektim ama ben şu kısıma biraz takıldım;
Türkiye’de bir zamanlar dilde uydurmacılık akımının moda olduğu dönemlerde birtakım aklıevveller Türkçeyi Arap ve Fars kökenli kelimelerden arındırmak bahanesiyle dilimiz fakirleşmek noktasına getirmişlerdi. 12 Eylül öncesi uydurukça akımının had safhaya ulaşmasıyla kelime hazinelerimiz kısırlığa mahkûm edilerek kültür sahamızda ciddi manada gedik açmışlardı. Böylece kütüphanelerimizin o zengin hazineleri ile okuyucu kitle arasında derin uçurumlara yol açtılar. Konuşulen dili konuşulamaz hale getirenlerin vebali çok büyük bu konuda.
Dildeki sadeleştirme hareketi aslında çok derin bir mevzu. Bildiğiniz üzere Karahanlılar döneminde islam dinini devlet dini olarak kabul ettik. Asıl manada Arapça ve Farsça kelimelerin dilimize geçişi de o dönemlerde başladı. Bu geçişin birkaç sebebi var. En önemlisi ise şiir yazma geleneğinin yaygın oluşu ve Farsların kullandığı aruz kalıbına olan özentidir. Oysa aruz kalıbı bizim dilimize uygun olmayan bir kalıptı. Çünkü seslerin uzunluk ve kısalığına göre uygulanıyor. Fakat Türk dilinde sesler tabii şekliyle kısadır. Uzun ses bizim dilimizde yok.
Bu nedenle aydın kesim aruz kalıbını şiire tatbik edememiş böylece Arapça ve Farsça kelimeleri şiir diline sokarak bu sorunu aşmaya çalışmıştır. Şiir dilinde kullanılan bu yabancı kelimeler ise zaman içinde gündelik yaşam içine de kullanılmaya başlanmış. 15. yüzyıla gelindiğinde, Arapça ve Farça kelimeler dilimizde öylesine yaygınlaşmış ki, eğitim alamayan Anadolu halkı, aydın kesimi neredeyse hiç anlayamaz hale gelmiştir. Üstelik kendilerini anlamayan halkı aydın kesim cehaletle suçlamış ve anadolu halkı daha da dışlanmıştır. Anadolu halkının yazdığı şiirler, edebi eserler yani halk edebiyatı çalışmaları basit ve değersiz olarak görülmüştür.
Fakat 1860'lı yıllara gelindiğinde işler değişti. O dönemde aydın kesim ardı ardına dergi ve gazeteler çıkartmaya başladı. Ancak anadolu halkı hem okuma bilmiyor, okuma bilenler ise gazete ve dergilerin dilini anlayamıyordu. Satışları beklendiği gibi olmayınca aydın kesim ilk kez bu durumdan rahatsızlık duymaya başladı. Başta Şinasi, Namık Kemal gibi önemli edebiyatçılarımız, Osmanlıcanın ıslahı için yazılar yazmaya başladı. Daha sonra sade Türkçe ile yazılar yazılmasını iseyen akımlar başladı. Genç Kalemler gibi. Ancak bu neslin de büyük bir hatası oldu. Arapça ve Farça kökenli kelimeleri atarken yerine özellikle Fransızca kelimeleri aldılar. Bu nedenle anadolu halkının sorunu da kesin olarak çözülemedi. Aksine Türk dili daha da karışık bir hal aldı. Dil iyice bozuldu. Bugün 13. yy'da yaşamış bir Yunus Emre'nin dilini rahatlıkla anlayabilirken, 18-19. yüzyılda yaşamış bir divan şairinin dilini anlayamıyor olmamızın sebebi de işte budur.
Bu gidişi durdurmak için Cumhuriyetin ilanından sonra bir sadeleştirme hareketi başlatılmıştır. Fakat bu hareket önceki gibi bilinçsiz bir hareket değildi. 1932'de dil seferberliği adıyla başlayan bu hareketle, anadolu halkının konuşma dili, kullandığı sözcükler bir bir fişlenmiş, bu çalışma sonunda 1934 yılında Tarama dergisi yayınlanmıştır.
Elbette bu sadeleştirme çabasının da bazı eksikleri ve getirdiği sıkıntılar olmuştur. Özellikle de aydın kesim halkın diline adapte olmakta sıkıntı çekmiştir. Atatürk bile olabildiğince dile özen gösterirken, geçmişteki alışkanlıklarını zaman zaman devam ettirmiştir. Bugün bir Nutuk'u tam manasıyla anlayamıyorsak sebebi budur. Ama buna bakarak dildeki bu sadeleştirmeyi hor görmek, "dilimiz fakirleşti" demek, bence çok büyük bir yanlıştır. İsmi geçen 12 Eylül döneminde ise dilde bir sadeleştirme yapılmamış, sadece dile yasaklar getirilmiştir.
|