|
Tabiat gerçeği (oluş)
"Her bir çiçek bin naz ile, öğer Hakk'ı niyaz ile
Bu kuşlar hoş avaz ile, ol padişahı zikreder" (48)
Tasavvufun evren ve tabiat anlayışında genel olarak, yaratılmış olan herşeyin insan için yaratıldığı inancı hâkimdir. Ancak insanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir tabiat oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed'in gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. Yani insandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi de Hz. Muhammed'dir.
Allah'ın bu evrendeki varlıkları ve oluşu, kendi dışında birşey olarak yaratıp tabiî akışına bıraktığı, veya kendi iradesi dışında var olan bu evrene yön vermeye çalışan bir güç olduğu şeklindeki görüşler doğru değildir. Bu evrendeki madde ve mânâ, Allah'ın yaratıcı kudretinin ortaya çıkışıdır. O, bütün oluşu plânlamış, gerçekleştirmiş ve "levh-i mahfuz"una kaydetmiştir. Dolayısıyla bütün zamana ve mekâna hâkimdir ve geçmişte ne olduğunu, gelecekte ne olacağını en iyi şekilde bilmektedir. Şu anda mikrokozmostan makrokozmosa kadar her türlü oluş da aslında onun taptaze yaratışıdır; bu yaratışın içinde de kendisi vardır, dışı da kendisidir. Dolayısıyla evrende olup bitenler mekânik tekrarlar değil, her an yenilenip değişen bir yaratıştır. Evren bir varlık yığını değil, devamlı oluşan, devamlı değişen bir olaylar yapısıdır.
Devamlı değişen evrenin çok büyük ve çok küçük değişmelerini biz fark edemiyoruz. Biz, varlıkların ve olayların sadece sebepler-sonuçlar yüzünü görebiliyoruz; hep ölmekte ve dirilmekte olan, Allah'a bağlı yüzünü çoğu kez göremiyoruz. Sebeplere bağlı yüzde determinasyon, Allah'a bağlı yüzde ise hürriyet vardır.
Varlıkların özünde ve maddesinde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur. Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah'tır; varlıklar ve olaylar sadece birer vesiledir. Kur'ân'da Hz. Muhammed'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı." (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.
Allah, "rabbü'l-âlemîn"dir (Kur'ân-ı Kerim 1/1; 6/1; 18/1; 34/l; 35/1); evrende var olan herşeyin terbiye edicisidir. O, bütün âlemleri kademe kademe olgunlaştırır. Her varlık Allah'ın kuludur ve her varlık Allah'a gidecektir (Kur'ân-ı Kerim 6/38). Allah bütün âlemlere karşı lütuf ve inayet sahibidir (Kur'ân-ı Kerim 2/251). Allah, âlemlere (yarattıklarına) zulmetmek istemez (Kur'ân-ı Kerim 3/108). Kur'ân-ı Kerim de âlemler için bir öğüttür (Kur'ân-ı Kerim 6/90).
Yunus, Allah'ın evreni yaratışını şöyle şiirleştirmiştir:
"Hak bir gevher yarattı kendinin kudretinden
Nazar kıldı gevhere, eridi heybetinden
Yedi kat yer yarattı ol gevherin tozundan
Yedi kat gök yarattı ol gevherin buğundan
Yedi deniz yarattı ol gevher damlasından
Dağları muhkem kıldı ol deniz köpüğünden." (109)
Evrenin, dört ana maddeden değişik oranlarda terkiplerle yaratıldığı "felsefe"sine Yunus'ta da rastlıyoruz:
"Dörd türlü nesneden hâsıl bilin benim işte delil
Od ile su, toprağ u yel bünyad kılan yezdan benim."(179)
Varlığın sürekli oluş halinde bulunması, tasavvufî yaşayışın temellerinden birini teşkil eder. Varlık, olmakta olan bir imkânlar serisidir. Her şey her an olmaktadır; geçmiş-gelecek Allah'ın yönettiği aslî oluşun zihindeki ışımalarıdır. O halde bunlar değil, içinde yaşanılan şu an önemlidir; onu iyi anlamalı ve değerlendirmelidir. Allah statik bir varlık değil, oluş hareketinin tam içinde her an tecelli etmektedir. Evrendeki hiçbir oluş da tesadüfî ve saçma değildir. Her yaratış mükemmeldir ve hiç bir varlık, olay ve uzuv da sebepsiz, fonksiyonsuz değildir. Kur'ân, hayattan kaçan değil, hayata katılan insan olmamızı istiyor. İnsan Allah'ın halifesidir; varlıklardan kaçarak ve olaylardan çekinerek de halifelik olmaz.
Bütün tabiat, bütün olaylar Allah'ın tecellisidir. Biz bunu hayvanlardaki içgüdüsel yaşayışta berrak olarak görüyoruz. Adeta bütün canlılar Allah'ın kendilerine öğrettiği bilgilerle, onun kendilerinden beklediği işi yapıyorlar. İnsan dünyaya bir görevle gönderildiği gibi, her varlığın da bir görevi vardır. Nahl sûresinin 68-69. âyetlerinde şöyle deniyor: Rabbin bal arısına "Dağlarda, ağaçlarda ve insanların senin için yapacakları kovanlarda yuva edin; sonra meyve ve çiceklerin her birinden ye de Rabbinin bal imalinde öğrettiği ve kolaylıklar gösterdiği yola süluk et", diye ilham etti.
Tabiattaki bütün varlıklar, bir taraftan Allah'ın kendilerine öğrettiği bilgilerle kendilerine verilen görevleri yaparlar, bir taraftan da durmadan Allah'ı anarlar, onu tesbih ederler. Bu bakımdan Allah'ın sürekli olarak bütün varlıkları takip ettiği, iş yaptırdığı düşünülürse, varlıklar içinde Allah'ı en az tesbih eden insandır, denilebilir. Çünkü Kur'ân'da "Allah herşeyi hakkıyla murakebe etmektedir" (Kur'ân-ı Kerim 33/52) ve "O Allah, nerede olursanız olun sizinledir." (Kur'ân-ı Kerim 57/4) denilmektedir.
Allah'ı tesbih, herşeyin ana görevidir ve her şey, bu tesbih ve hamdı sürekli yapmaktadır (Kur'ân-ı Kerim 13/15; 24/41-42). Suda, havada sür'atle hareket eden her şeyin yaptığı, bir nevi ibadettir (Kur'ân-ı Kerim 36/40; 79/3). Melekler arzın çevresini kuşatmış, Rablerini tesbih ederek devamlı onun emirlerini bekler (Kur'ân-ı Kerim 39/75). Cinler ve insanlar da Allah'ı tesbih etsinler, ona ibadet etsinler diye yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 51/56). Hattâ Kur'ân bile bir tesbih bir zikirdir (Kur'ân-ı Kerim 21/24,51; 43/44).
Bu gerçekten hareket eden mutasavvıflar, tabiatın zikrine karşı çok duyarlıdırlar. Bunu, Mevlâna'nın sayısı yüzleri bulan bahar şiirlerinde, ney sesinin, hattâ çekiç seslerinin bile onun hassas ruhunu uyandırıp hemen semâ (dönme) halinde Allah'ı tesbihe başlamasında görüyoruz.
Tabiatın çoşku halindeki ibadetini hissetme ve ona katılmayı Yunus'un hassas ruhunda da görüyoruz.
"Benim adım dertli dolap, suyum akar yalap yalap
Böyle emreyledi Çalap, derdim vardır inlerim."
dizeleri hemen her insanımızın diline yerleşmiştir.
"Ben bu dağın ağacıyım, ne tatlıyım ne acıyım
Ben Mevlâ'ya duacıyım, derdim vardır inilerim."
Şol dülgerler beni yondu, her âzam yerine kondu
Bu iniltim Hakk'tan geldi, derdim vardır inilerim."
"Yine yaz günleri geldi" diye başlayan şiirinde de bülbülle kaynaşmakta, onun derdine ortak olmaktadır:
"Kudret haznesi açıldı âleme rahmet saçıldı
Hulle donları biçildi, söyle bülbülcüğüm söyle."
Bir başka zaman, kendi derdine bütün tabiatı yardıma çağırmakta, onlarla kaynaşıp bir olmaktadır:
"Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın?
Aktın yine kanlı yaşım, yollanmı bağlar mısın?
Haramî gibi yoluma aykırı inen karlı dağ
Ben Yarimden ayrı düştüm, sen yolumu bağlar mısın?
"Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?"
Yunus'un
"Geh eserim yeller gibi, geh tozarım yollar gibi
Geh akarım seller gibi, gel gör beni aşk neyledi?
Akan sulayın çağlarım, dertli ciğerim dağlarım
Şeyhim anıben ağlarım, gel gör beni aşk neyledi."
dizeleri de, çoşku anında tabiatla nasıl bütünleştiğini gösteriyor. Elbette Yunus'un, tabiatın ve zaman içindeki her şeyin Allah'ı zikretmesine katılarak söylediği şu dizeler, onun tabiat anlayışında önemli yer tutar:
"Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Seherdeki kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Su dibinde mâhi ile, sahralarda âhi ile
Abdal olup yâ hû ile, çağırayım Mevlâm seni
Gökyüzünde İsâ ile, Tur Dağı'nda Mûsâ ile
Elindeki âsâ ile, çağırayım Mevlâm seni."
Yunus, sevdiği, katıldığı tabiatın Allah'ın tecellisi olduğunu, esas olanın Allah'ın sevgisi olduğunu ve bunun her şeyden üstün olduğunu da şöyle şiirleştirir:
"Benim ayım ışığına bulutlar gölge kılmaya
Hiç gidilmez doluluğu, nuru yerden göğe ağar
"Sözüm ay-gün için değil, sevenlere bir söz yeter
Sevdiğim söylemez isem, sevmek derdi beni boğar." (157)
Allah'ın yarattığı ve her an içinde olduğu bu evrenin bir görünen maddî tarafı ("mülk"); bir de görünmeyen mânâ tarafı ("melekût") vardır. Allah, her şeyin melekûtunu sıkı sıkıya elinde bulundurur (Kur'ân-ı Kerim 36/83).
Lirik bir şair olarak Yunus Emre gerçi tabiatın mülk tarafı içinde de kendine sıcak bir yer bulur ama, onun esas önem verdiği maddeden ziyade anlamlardır; inanmadır, barıştır, sevgidir.
Tabiat meselelerinde "dünya" ile "arz"ı birbirinden ayırmak gerekir. Arz yerküresidir; musibet ve felâket değildir, bizim beşiğimiz, nimetlerimizi aldığımız yerdir, topraktır, sudur. Yunus'un bir şiirinde:
"Ben ayımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar." (157)
diyor. Topraktan yaratılmışız. Öldükten sonra tekrar toprağa gireceğiz ve Kıyâmet günü topraktan çıkarılacağız (Kur'ân-ı Kerim 53/32, 71/14-20). Allah, yeryüzünü bizim rahatça faydalanacağımız şekilde geniş ve yaşamaya uygun yaratmıştır.
Ancak arzın bir başka yüzü de "dünya"dır. Yeryüzünde bir çok şeylerle sınanırız. Bu sınavı kaybetmek "dünya"dır (Kur'ân-ı Kerim 10/24, 18/7, 45-46, 16/107-108). Dünya bir oyun, geçici bir eğlencedir (Kur'ân-ı Kerim 44/38-39, 29/64, 6/32). Bu dünya hayatına göre yaşamak sadece insanları helak etmez, arzın felaket ve fesadına da sebep olur (Kur'ân-ı Kerim 17/16). Dünyada doğru yaşamak çok gayret ve dikkat gerektirir. Bu dünyadan amaç nefsi öldürmek değil, ıslah ve terbiye etmektir. Bunun yanında Allah'ın helâl kıldığı bütün dünya nimetlerinden yararlanılacak, ancak hadler aşılmayacaktır (Kur'ânı Kerim 5/3,87,90-91; 7/32; 20/81; 66/1; 4/10,29; 23/51; 2/168-267).
Dünya bir sınav yeridir. İnsan dertlerle, belâlarla, açlıkla, toklukla, azlıkla, çoklukla sınava çekilmektedir. Her insan inansa da, inanmasa da muhakkak sınava çekilecektir (Kur'ân-ı Kerim 29/2-3; 47/31). Dünya bir sınav yeri olduğu için hem çok güzel ve iyi, hem çok çirkin ve kötü şeyler vardır.
Allah yeryüzünde, belli sınırlar içinde bütün canlıların rızıklarını verir, bu nedenle o rızkı aramak gerekir (Kur'ân-ı Kerim 20/131; 18/78; 3/196-197; 42/27; 11/6). Bu canlılar içinde insan, kendi ihtiyacı olandan daha fazla mal biriktirerek cimrilik eder. Bu arada farkına vararak veya varmayarak başkalarının haklarına tecavüz eder. Malı bulamayacağından veya tükeneceğinden korkar. Bu korkuyu veren aslında şeytandır. Allah'a inanan, onu seven, ona güvenen, elindeki mallardan ihtiyacı olanlara bol bol verir (Kur'ân-ı Kerim 59/9-10; 90/11-17; 9/34-35,111; 3/92,133-134; 2/52,261-268; 17/16,31,100; 93/11). Zaten Allah'ın bize bol bol verdiği nimetleri bizim bir elde toplamamız ve ihtiyacımızdan fazlasını uzun süre elimizde tutmamız, aklen ve vicdanen de doğru değildir.
Yunus'ta bu Kur'ânî anlayış doğrultusunda yazılmış dünya şiirleri bir hayli fazladır. Müjgan Cumbur bir yazısında bunları ayrıntılı olarak incelemiş, onun dünyaya bakış tarzını ve buna karşı tavrını tam olarak ortaya koymuştur.
"Bu dünyaya gönül veren sonucu pişmân olısar
Dünya benim dedikleri hep ona düşman olısar."(157)
diye şiirine başlayan Yunus, gıybet-yalan söz söylenmemesi, gammazlık edilmemesi, dostun düşman tutulmaması konusunda öğüt veriyor. Başka bir şiirinde dünyayı bir ulu şehire, insan ömrünü de çabuk kurulup kaldırılan bir pazara benzeten Yunus, bu şehire gelenin muhakkak gideceğini, burada önce çok tatlı şeyler görüleceğini ama daha sonra bunların acılaşacağını ve burada yaşanan her şeyin bir hayal olduğunu anlatır:
"Bu şarın hayalleri, türlü türlü halleri
Aldanmış gafilleri câz u ayyâra benzer
Bu şarda hayallerin haddi vü şûmârı yok
Bu hayale aldanan, otlar davara benzer."(159)
Bu dünyada elde edilen günahlar çoktur, ömürler boş yere geçtiği gibi birçok da günah kazanılır.
"Bu dünya bir gelindir, yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakıbanı doyamaz."(70) Ancak bu güzellik çoğu insanlarda bir gaflet haline dönmüştür, Hakk için bir şey vermez. Oysa insanlar için, bu dünyadaki yoksulluk daha iyidir.
"Çalabım bu dünyayı kahır için yaratmış
Gerçeğin gelenlerin kahrını yutmak gerek." (171)
diyen Yunus, bu dünyanın tehlikelerine karşı tutunabileceğimiz tek eteğin aşk eteği olduğunu belirtir. Bu dünya bir misafirhanedir. İnsanın asıl vatanı burası değildir. Allah, bizi bu dünyaya getirmeden bir vade belirlemiştir ve ne kadar eğlenirsek eğlenelim bu vade dolacaktır. Onun için varacağımız asıl yurdumuza göre gönlümüzü sağlamlaştırmamız, buna hazırlanmamız gerekir (172).
"Eğer gerçek konuk isen, aç gözün uyanık isen
Sen bu söze tanık isen, geri kalır mülk ile mal.
Gözün görürken ye yedir, yoktur diye etme özür
Bu dünyada hâsıl nedir, ye iç pazar eyle, ver al!"(81)
Bu dünyada kısa bir süre için konuk olarak bulunan kişinin servet yapmaya kalkmaması gerektiğini belirten Yunus, buradan öbür dünyaya bunların gitmeyeceğini ve orada sultan ile kulların bir olacağını, kurtuluşun ancak cömertlikte bulunduğunu belirtir.
"Bunda korkmaz isen Yunus anda korkuturlar seni
Eğer dirliğin Hakk ise, Sırat'ı geçesin sehel."(81)
Bâki olmadığı için bu dünyanın bize gerekmediğini, çünkü bu dünyada bin yıl yaşasan bile bunun bir saat gibi geldiğini; burada zâlimlik edip haram mal toplayanın, yalan-yanlış-gıybet söyleyenin öbür dünyada yüzlerinin kara olacağını, halbuki doğru yaşayanın orada Cennet'e gireceğini belirten şâir, sözü kendine getirir:
"Yunus miskin mestanesin, sen seni gör, ko bunları
Dünyada riyalı dirlik, kişiye iyi ad değil."(82)
Kişinin kendi dirliğine bakıp başkalarının ayıbını gözetmemesini söyleyen Yunus, "Eyâ gönül açgıl gözün, fikrin yavlak uzatmagıl" diye başlayan şiirinde kendini sorguya çeker. "Bu dünyadan yavuz ad ile gitme, ayak uzatıp yatma, ibadetini yap, söylediğini yap, sözü işittiğin gibi şöyle" gibi öğütler veren şair, şöyle devam eder:
"Dünya çerb ü şirin-dürür, âdem gerektir yiyesi
Kem nesneye tama' edip, kösüp kömürüp yutmagıl.
Nefse uyup beş parmağın birden iletme ağzına
Kes birisin ver birine, gerek ola unutmagıl.
Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı
Yarın göresin sen onu, er nazarından gitmegil." (172)
Fazla malı haksızlık yapmadan kazanmak ve korumak zordur. Üstelik bu mallar öbür dünyaya götürülemeyeceği gibi, bu dünyada da birçok günahlara sebep olur. Bu nedenle, maldan mülkten geçip onları doğruluk yolunda harcamak gerekir.
"Kem-durur yoksulluktan nicelerin varlığı
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.
Batmış dünya malına, bakmaz ölüm haline
Ermiş Kârun malına, zehî iş düşvarlığı.
Gel imdi miskin Yunus, nen var yola harceyle
Gördün elinden gider bu dünyanın varlığı."(138)
Yunus, dervişlere öğüt verirken sûrete ve şekillere aldanmamalarını; bunun dünya-severlik olduğunu, bir gönülde hem Hakk hem de dünya sevgisinin olamayacağını, yaratılmışlardan vaz geçip kendi içlerindeki Hakk'a, doğruya yönelmelerini ister.
"Yaban yolu gözetme, yol evde taşra gitme
Can yolu can evinde, can râzını can duyar." (56)
Yunus'un dünyaya bakışı, arzularını gerçekleştirmek için değildir. Dünyanın altınında, gümüşünde değildir o; dünya sadece bir gezinti yeridir, bir köprüdür. Câhiller bunun geçici bir sınav yeri olduğunu bilmezler, ona sıkı sıkıya sarılırlar. Yunus bunlara şöyle hitap eder:
"Dünyaya inanırsın, rızka benimdir dersin
Niçin yalan söylersin, çün sen' dediğin olmaz." (68)
Dünyayı seven, anlamların farkına varamaz; o nihayet eski bir saraydır; insan eskiye hasret duymamalıdır. Bu dünyaya bağlı kalan kanatsız kuşa dönmüştür.
"Ağudur, bal değil dünya muradı
Nice bir ağuya parmak banasın." (188)
Allah bu dünyayı bize verdi, ama bâki olarak kimseye vermedi. Câhil olanlar bu dünyaya aşırı bağlanarak "agulu aş"ını yerler. Âriflere ise, bu dünya hayal ve düş gibi gelir; onlar kendilerini Allah'a verince bu hayal ve düşten de geçerler (158).
"Sorun Tapduklu Yunus'a, bu dünyadan ne anladı?
Bu dünyanın kararı yok, sen neyimiş ben neyimiş."(71)
Dünyayı bu şekilde anlayan Yunus, tabiatı bilmede de bazı müşküller olduğunu bilir. Bütün evren içten dışa, Allah'ın sonsuz âyetleriyle doludur, ancak bunu çoğu insanlar bilmezler. Evrende sebepler çoğu kez gözümüzü bağlar, bizi kendilerine esir ederler. İnsanın bu esaretten kurtulması için evrenin sebeplerinden sıyrılması gerekir.
En küçük zerreden en büyük varlığa kadar hepsinde bütünü, bir'i, Allah'ı görmek gerekir. İnsanların büyük çoğunluğu için, eş-Şibli'nin dediği gibi, hakikat çok uzaktadır; ortada sadece zanlar, hayaller, kuruntular vardır. Yunus ise onu kendi içimizde, kendi özümüzde bulur. Ama çoğu kez insanın gönlündeki gerçeğe ulaşması, tabiat içinde dağlar, çöller aşmaktan daha zordur.
|