Savaştan zaferle çıkan millet, Lozan’daki anlaşma masasından Misak-ı Millî sınırlarını da kaybederek ayrıldı… Musul ve Kerkük ile, askerlerimizin başına çuval geçirildiği Süleymaniye’yi de Lozan’da kaybettik
80 YILLIK YALAN
24 Temmuz 1923’ten bu yana 80 yıl geçti… Bazı çevreler, tam 80 yıldır, İsmet İnönü tarafından imzalanan Lozan Antlaşması’nın “zaferle” sonuçlandığını iddia etse de, Lozan’da bir “hezimet” yaşandığı, tüm dünya tarafından biliniyor… Çünkü Türkiye; sadece Kerkük, Musul ve Süleymaniye’yi değil, Kıbrıs ve Ege’deki 12 Ada”ları da Lozan’da verilen tavizlerle kaybetti.
BİR DE KUTLUYORUZ!
Bugün, Lozan Antlaşması’nın 80. yıldönümü… Bu vesileyle kutlama mesajları yayınlanıyor… Oysa; Süleymaniye’de 11 Türk askerinin başına çuval geçirilmesi ile sonuçlanan süreç, 80 yıl önce Lozan’da başladı… Lozan’da verilen tavizler olmasaydı; bugün Kerkük, Musul ve Süleymaniye’de başımızı ağrıtan gelişmeler yaşanmayacak, üstelik zengin petrol yataklarını da biz işletiyor olacaktık…
Bugün 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’nın 80. yıldönümü. Lozan’da galip bir milletin temsilcisi olarak taviz üstüne taviz veren zihniyetin temsilcileri ilginç kutlamalar yapıyorlar. Ancak 80 yıl önce masada verilen kayıplar baş ağrıtmaya devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Amerikan askerleri tarafından “rehin” alınarak başlarına çuval geçirilen 11 askerin tutuklandığı Süleymaniye kenti Lozan’da muallakta bırakıldığından ötürü kaybedildiği ifade ediliyor.
SÜLEYMANİYE, MUSUL VE KERKÜK LOZAN’DA KAYBEDİLDİ
Laikçi ve sahte Atatürkçü dernek, vakıf ve kuruluşlar düzenledikleri panel ve konferanslarda “zafer” olarak gösterilen Lozan Antlaşması’nın birçok açıdan kayıp olduğu belirtiliyor. Bugüne kadar hep tartışma konusu olan Lozan’ın “zafer” değil “hezimet” olduğu bir defa daha gün yüzüne çıktı. Günümüzde Türkiye için en problemli bölge olan Musul, Kerkük ve Süleymaniye kaybının 80 sene önce Lozan Antlaşması’yla başladı. Eğer Lozan’da Kuzey Irak’ta kalan çok önemli topraklar kaybedilmemiş olsaydı Türkiye bugün karşılaştığı birçok problemle karşılaşmayacaktı.
Hatay’dan Kıbrıs’a, Musul-Kerkük’ten 12 Ada’lara kadar birçok taviz verdiğimiz antlaşma, dönemin Dışişleri Bakanı İsmet İnönü, Sosyal Güvenlik Bakanı Rıza Nur ve Trabzon Milletvekili Hasan Saka’dan oluşan TBMM heyeti ile müttefikler arasında 20 Kasım 1922’de başlayıp 24 Temmuz 1923’te sonuçlandırılmıştı. Lozan görüşmeleri bir kısım çevreler tarafından inatla zafer olarak nitelendirilse de kaybettirdikleri ile sürekli tartışma konusu oldu.
EK 17 MADDESİ HÂLÂ SIR
Toplam 142 maddeden oluşan, ancak gizli tutulan Ek 17 maddesi hâlâ sır özelliği taşıyan Lozan Antlaşması’nda, kapalı kapılar ardından ne pazarlıklar yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Lozan’da İngiliz Delegasyonu Başkanı Lord Curson, İngiliz Avam Kamarası’nın ‘Lozan’da Türklerin istiklalini neden tanıdınız’ şeklinde yapılan itirazlara “
Asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski şan ve şöhretlerine kavuşmayacaktır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinde söndürmüş bulunuyoruz” şeklinde cevap vermişti.
LOZAN’DA KAYBETTİKLERİMİZ
Lozan’da kaybettiklerimiz maddeler halinde şu şekilde sıralanabilir:
• 1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklal Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınamadı
• Misak-ı Mili sınırları içindeki Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngilizler’e, Hatay Fransızlara bırakıldı.
• 12 ada İtalyanlar’a, İmroz, Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a, 1571’den beri Türklere ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.
• 1923’ten itibaren 6 sene boyunca Türkiye, Dış Ticaret yönetimine müdahale edememiş ve bu süre içerisinde Avrupa’nın açık pazarı haline getirilmiştir.
Türkiye’nin Lozan’da tam bağımsızlığına kavuştuğu iddia edilirken, ağır bir borç altında bırakılarak yabancı şirketlere imtiyazlar verilmiş ve tam bağımsızlık bir kenara itilerek batı bloğunda yer almaya zorlanmıştır.
ABD’LİDEN ŞOK İDDİA
Kurtlar sofrasının kurulduğu Lozan’da yabancı devletler kendi lehlerine avantaj sağlayacak adımları atarlarken, Türk Delegasyon başkanı İsmet İnönü’nün ise görüşmelere sarhoş katıldığı ABD Müşahidi John Grew tarafından açıklandı. Jonh Grew hatıralarını anlattığı kitabında, “Atatürk ve İnönü” (Bir Amerikan Elçisinin Hâtıraları) adlı kitabında; Lozan Konferansı’ndaki İsmet İnönü’yü şöyle anlatıyor: “Tarih 18 Ocak 1923. Bu akşam Türkler ilk olarak sarayda büyük bir akşam ziyafeti verdiler. Çhild ve ben ziyafetin sonuna kadar kaldık sonra gitmek istediğimizde İsmet ikimizin de ellerinden tutarak engel oldu ve bizi bitişikteki odaya çekti. İçki getirtti. Peşi peşine o kadar hızlı ve düzenli şerefimize kadeh kaldırıyordu ki, kendisine ayak uydurmaya imkân bulamıyordum. Her kadehten sonra elini dizine koyup arkaya doğru yaslanıyor. Ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere bile kahkaha ile gülüyordu. Bir aralık elimizi tuttu ve yaşamanın harikulade bir şey olduğunu söyledi. O kadar neşeliydi ki; o an elimizde bir belge olsaydı derhal imzalayacak gibiydi.”
John Grew hatıralarının yer aldığı kitabının 25. sayfasında da şunları anlatıyor: “İyi bir akşam yemeği sırasında Türklerin söyledikleri hiçbir söze fazla önem vermemek gerek. Nitekim başka bir yerden duyduğuma göre İsmet, yine iyi bir şampanyanın keyiflendirici etkisi altında Curzon’a İngilizler’in Musul’u elde tutmalarında hiçbir sakınca görmediklerini 3 kere söylemiş.
Mısıroğlu: Türkiye’nin felâketleri Lozan’la başladı
“Lozan Zafer mi Hezimet mi?” isimli dev eserin yazarı Tarihçi Kadir Mısıroğlu, Türkiye’nin karşılaştığı bir çok felaketin Lozan’la birlikte geldiğini söyledi. “Lozan mutlak hezimettir” diyen Kadir Mısıroğlu, Musul-Kerkük ve Süleymaniye’yi Lozan’da kaybedilenler arasında gösteriyoruz ancak aslında 1926 yılında Ankara Anlaşması’yla kaybedildi. Konuya ilişkin Lozan’da lehte ve aleyhte bir karar alınmadı, muallakta bırakıldı. Daha sonra İngiliz ve Türk taraflarının ikili görüşmeleri neticesinde Ankara Antlaşması ile dönemin Irak manda idaresine bırakıldı” dedi.
LOZAN MUTLAK BİR HEZİMETTİR
Lozan’ın imzalandığı tarihlerde İngiltere’nin bugünkü Amerika niteliğinde olduğunu hatırlatan Mısıroğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kazanılması gerektiği halde sonraya bırakıldığı için kaybın başlangıcı Lozan’la olmuştur. Ama tam kayıp 2 sene sonra gerçekleşti. Maddi kayıplar arasında birincisi Kıbrıs ikincisi ise Musuldur. Bir devlet adamı çıksa da Lozan’ı şöyle elinin tersi ile itse ve kafa tutsa çok iyi eder. Türkiye’nin bütün felâketleri Lozan’la başlamıştır. Kıbrıs’ın bugün sıkıntılara yol açacak derecede bırakılması bir başarı olur mu? Çizilen hudutlar ortada iken nasıl zafer olarak nitelendirilebilir? Lozan’la Misak-i Milli hudutları makasla kesilmiştir. Yanı başımızdaki adalar, 8 kilometrelik uzaklıkdaki yerleri Yunan’a bırakan bir anlaşma değer kaydeder mi? Lozan’la Türkiye tabuta konuldu, hem de ayakları dışarıda kalacak şekilde. Adalar, Kıbrıs, Musul, Halep alınmamıştır. İmza atanlar bile zamanla pişman oldular, ama iş işten geçmişti. Aradan 80 yıl geçtikten sonra birileri hâlâ çıkıp “Zafer kazandık” diyor. Bu ya “ahmaklıktan” ya da “hainlikten” dolayıdır. Lozan mutlak bir hezimettir.”
20 Kasım 1922’de başlayan Lozan görüşmeleri, hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi. Türkiye’yi temsilen baş murahhas olarak İsmet İnönü görevlendirilmişti. Türkiye’yi temsil için İnönü’nün seçilmesi bile daha baştan bu görüşmeden istediğimiz neticenin alınamayacağının belirtisiydi. Çünkü İnönü bir askerdi. Diplomasinin içinde yetişmediğinden diplomatik tecrübesi yoktu. Ayrıca gerek kulağının yeterince işitmemesi gerekse yabancı dil bilmemesi eksi bir özellikti. Daha da kötüsü, kendisini korkuları ve evhamları yönlendiriyordu.
Buna mukabil İngilizleri temsil eden Lord Gürzon, her türlü hile, blöf ve diplomatik yöntemleri çok iyi bilen kurnaz bir kimse idi. İnönü’nün yetersizliğini ve Türk heyetinin her halükarda anlaşma yanlısı olmasını çok iyi kullanmış ve pek çok aleyhimize olan maddeyi anlaşma metninin içine koydurmayı başarmıştı. Halbuki Türk heyeti Lozan’a muzaffer olmuş bir ülkeyi temsilen gidiyorlardı. Milli mücadele kazanılmış, işgalciler yurdumuzdan kovulmuştu. Halkımız henüz silahlarını bile kaldırmamış, zaferin motivasyonu ve heyecanı içinde idi. İngiltere’de ise durum bunun tam tersi idi. Savaş yanlıları hükümetten uzaklaştırılmıştı ve İngiliz halkı artık savaşmayı istemiyordu. Gerek Türk halkının heyecanını gerekse İngiliz kamuoyunun savaşa soğuk bakmasını gayet iyi bilen İngiliz heyetinin anlaşma sağlanamaması durumunda Türkiye’ye karşı savaş açması çok uzak bir ihtimaldi. Fakat Lord Gürzon, Türk heyetinin savaşı göze alamadığını bildiği için “anlaşılamazsa tekrar savaş çıkabilir” söylemi ile blöf yapıyordu. Dr. Rıza Nur’un uyarılarına rağmen İsmet Paşa bu siyasî ifadelerin ne kadarının gerçek ne kadarının blöf olduğunu tam anlayamıyor, Ankara’nın da isteğiyle her halükârda anlaşma sağlanmasını istiyordu.
Lozan anlaşması sonucunda sahip olduğumuz topraklar, I. Dünya savaşının bitiminde, yenik sayılmamıza rağmen elimizde bulunan topraklardan daha azdır. I. Dünya savaşından sonra yapılan Mondros anlaşması sonucu Türklerin silahını bırakması, İtilaf devletlerinin iştahını kabartmış, yaptıkları anlaşmayı bizzat kendileri bozarak Anadolu’yu işgal etmişlerdir. Bunun üzerine Anadolu’da teşkilatlanan ve esareti asla kabul etmeyen yiğit vatan evlatları, millî mücadeleyi başlatmış, iki yüzlülük ve sözünde durmazlık tabii vasfı olan düşmanlarımıza gereken dersi vermiştir.
Milli Mücadele’yi ne için yaptığımız sorusuna cevap teşkil eden ve asgari haklarımızın ifadesi olan Misak-ı Millî (Millî Yemin), Erzurum ve Sivas kongrelerinde tespit edilip son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde oy birliği ile kabul edilmiştir. Misak-ı Milli’ye göre istiklâlimizi her açıdan elde etmeli, Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı her yer hudutlarımıza dahil edilmeli idi. Millî Mücadele’yi bu uğurda yaptığımız ve bu hedef için kan akıttığımız göz önünde bulundurulursa Lozan’da Misak-ı Millî’den verilen tavizler insanın içini ürpertmektedir.
Lozan’daki kayıplarımızı maddî ve manevî kayıplar olmak üzere iki yönde inceleyebiliriz. Maddî kayıpların en önemlileri Misak-ı Millî’ye dahil olup da alamadığımız topraklardır. Şimdi bunları sırasıyla inceleyelim:
1. Musul ve Kerkük: Musul ve Kerkük, üzerinde Türk ve Kürt vatandaşlarımızın yaşamasından başka iktisadî açıdan da çok önemli bir mevkide idi. Zengin petrol yataklarına sahip olması, sömürgeci İngiltere’nin Musul üzerinde direnmesine sebep oldu. Türk tarafı da Musul üzerinde hem toprak hem petrol açısından ısrar ediyordu. Şayet Türk tarafı, Musul petrollerini İngiltere’ye bırakmak kaydıyla, toprak üzerinde yeterince ısrar edebilseydi, öncelikli gayesi petrol olan İngilizlerin Musul ve Kerkük topraklarını bize bırakmaları söz konusu olabilirdi. Doğu illerimizin huzurunun teminatı mahiyetinde olan Musul, maalesef petrollerinin %10’u Türkiye’ye kalmak mukabilinde terk ediliyordu. Daha sonra bu %10’luk pay da doğru düzgün tahsil edilememiştir.
2. Batı Trakya: O zaman için halkının büyük bir çoğunluğu Türk olan Batı Trakya (Paşaeli) maalesef Yunanlılara bırakılmıştır. Yunanlılar da, o bölge halkına pek çok zulmü reva görmüştür. Batı Trakya, Yunanlılara bırakılırken de hiç makul olmayan bir harita çizilmiştir. Edirne’ye 5 km mesafede bulunan ve Edirne’ye giden trenin geçmek mecburiyetinde olduğu Karaağaç istasyonu Yunanlılara bırakılmıştı. Edirne’ye gitmek için bile Yunan topraklarından geçme mecburiyeti gibi bir garabete sebep olan Türk heyeti, bu yanlışı gidermek için Edirne’nin bir mahallesi kadar ancak olan Karaağaç istasyonunu geri alma mukabilinde Yunanlılardan alacağı bütün savaş tazminatından vazgeçmiştir. Anadolu’da taş üstünde taş bırakmayan, İsmet Paşa’nın ifadesi ile 300.000’den fazla binayı yakıp yıkan Yunanlıların, yaptığı katliamlar bir yana, açtığı milyonlarca dolarlık zarar, adeta İsmet Paşa’nın düşmana hediyesi ile Karaağaç mukabilinde Yunan’ın yanına kâr kalmıştır. İsmet Paşa’nın Yunanlılara gösterdiği bu alicenaplığı İtilaf devletleri bizlere göstermemiş ve Osmanlı’nın bütün borçlarını Türkiye’ye yüklemişlerdir.
3. Halep ve Hatay: Misak-ı Milli’ye göre güney hududumuzun Halep’in 40 km güneyinden geçmesi gerekmekteydi. Zaten o zaman için nüfusun ekseriyeti de Türk idi. Fakat maalesef Halep’ten başka Hatay ve İskenderun da Lozan’da hudutlarımızın dışında kalmıştır. Hatay 1938 yılında tekrar topraklarımıza katılarak zararın bir kısmı telâfi edilmiştir.
4. Batum: I. Cihan harbinden sonra Ruslarla imzaladığımız Brest-Litowsk anlaşması sonucu halkın reyiyle anavatana dahil olan Batum aynı zamanda Misak-ı Millî hudutları içerisinde idi. Fakat maalesef Lozan’da Ruslar’a bırakıldı.
5. Adalar ve Kıbrıs: Rusya’ya karşı girişilen ve 93 Harbi diye bilinen felaketi atlatabilmek için II. Abdülhamid, Rusya’nın karşısına İngiltere’yi dikmeyi başardı. Tabi bu felaketten kurtulmanın bedeli de Kıbrıs’ı, hükümranlık hakkı Osmanlı’ya ait olmak üzere muvakkaten İngiltere’ye bırakmak oldu. Yani İngiltere, Kıbrıs’tan belli bir vakit bir nevi üs olarak faydalanacaktı. Fakat I. Dünya Harbi başlayınca İngiltere tek taraflı olarak Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı. Bu ilhakı Osmanlı Devleti tanımadı. Lozan’a kadar Kıbrıs’ta belirsizlik sürdü. Lozan’da İngiltere’nin baskısı karşısında Türk heyeti Kıbrıs’ı İngilizlere bıraktı. Bununla da kalınmayıp Kıbrıs’ta Türk nüfusunu azaltmaya yönelik maddeleri de kabul etti. İsmet Paşa’ya daha bu da kâfi gelmeyip II. Dünya savaşında Türklere sığınan Rumları en iyi şekilde ağırlamaktan başka onları Türk gemileri ile Kıbrıs’a taşıdı. Böylece Kıbrıs’ta Rumlar nüfus bakımından Türklere üstün geldiler ve diplomatik sahada önemli bir avantaj elde ettiler. Ayrıca bu gelen Rumların çocukları, serseri palikaryalar, Kıbrıs’ta pek çok Türk kanı dökmüşlerdir.
Lozan’ın belki de en trajikomik meselesi “Adalar” meselesidir. Zira Ege sahillerinden çıplak gözle bakılınca bile görülebilen, bize bu kadar yakın bulunan adalar, İsmet Paşa’nın umursamaz tavrı sebebiyle İtalyanlara bırakılmıştır. Musul meselesindeki ısrarın onda biri bile adalar için yapılamamıştır. Şu anda Yunanlılarla olan kıta sahanlığı probleminin temelinde Ege kıyılarındaki bu on iki adanın alınamayışı vardır. Lozan’da kaybettiğimiz adaların II. Dünya savaşında gerek Almanlar gerekse İngilizler tarafından Türkiye’ye teklif edilmesine rağmen İsmet Paşa’nın korkuları burada da devam etmiş, neticede adalar alınmamıştır. Türkiye’nin cesaret edip de almadığı bu adaları, II. Dünya harbinde harabeye dönmüş bulunan Yunanistan korkmadan kabul etmiştir.
Lozan’ın en büyük yanlışlarından biri de ülkemizdeki boğazlarda söz hakkına sahip olamayışımız idi. Bu yanlışı daha sonra Atatürk Montrö Boğazlar sözleşmesi ile çözmüştür. Sağlığında Hatay’ı da sınırlarımıza katan Atatürk’ün hedefinde Misak-ı Milli’de olup da Lozan’da kaybettiğimiz bütün yerleri geri alma ideali var idi. Atatürk’ün ömrü II. Dünya savaşına kadar kifayet etse idi belki de Türkiye’nin sınırları şu ankinden farklı olabilirdi. Fakat unutmamak gerekir ki, Lozan’daki kayıplarımızın baş mimarı olan İnönü’yü görevlendiren ve İnönü’nün fikir babalığını yapan M. Kemal Paşa’dır. Mustafa Kemal, Lozan’da mutlaka anlaşma sağlanmasını istiyordu. Bunun için bir takım tavizlerin verilmesine mani olmuyordu. Verilen yerlerin geri alınacağına inanıyordu. Her yaptığını Kemal Paşa’ya danışan İsmet İnönü’nün baş murahhas seçilmesi bu yüzdendi. Ayrıca Lozan görüşmeleri sırasında I. Meclis’in vekilleri Lozan’daki şartları şiddetle reddediyorlar, İnönü ve ekibini sert bir dil ile eleştiriyorlardı. I. Meclis’in, şartları aleyhimize olan Lozan’ı onaylaması mümkün değildi. Bunun üzerine bir karışıklık çıkartıldı. Lozan’ı sert dille eleştiren Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Meclis Muhafız komutanı Topal Osman tarafından katledildi. Bu gelişmelerin ardından daha Lozan görüşmeleri tamamlanmadan alelacele I. Meclis feshedildi. Toplanan II. Mecliste ise Mustafa Kemal’e itiraz edecek hiçbir kimse bulunmuyordu. Netice de Lozan’ın hükümleri II. Meclis tarafından onaylandı.
Lozan’ın böyle gayri şeffaf ve anti demokratik bir şekilde kabulünden başka bir de, gayri hukukî olarak, Lozan’ı eleştirenler susturulmuştur. Çıkarılan “takrir-i sükun” gibi kanunlarla ve İstiklâl mahkemelerinin marifetleriyle aleyhte söz söyleyenlerin dilleri kesilmiştir. O zamandan beri resmî kaynaklar ve resmî tarih, Lozan’ı Sevr ile kıyaslayarak bizlere bir zafer gibi sunmuştur. Halbuki Sevr, Lozan gibi bir anlaşma değil, sadece bir proje taslağı idi. Milli Mücadelenin yegane hedefi ve asgari haklarımızın ifadesi olan Misak-ı Millî dururken, kabul edilmemiş, proje taslağı olmaktan ileri gidememiş bir şeyle Lozan’ı kıyaslayıp onu zafer diye takdim etmek önemli bir yanlıştır. Zira I. Dünya savaşının nihayetinde yenik sayılarak yaptığımız anlaşmalar sonunda bile elimizde bulunan topraklar, Lozan’dan sonraki topraklarımızdan fazladır.
Diğer taraftan Lozan’daki kayıplarımız, sadece toprak ve maddî kayıplar ile de sınırlı değildir. Bir de manevî kayıplarımız vardır ki bunlardan en önemlisi, İslam ümmetini tek çatı altında toplayan Hilafet müessesesinin ilgasıdır. Ayrıca azınlıkları Osmanlı’ya karşı kışkırtan, Millî Mücadelenin karşısında duran ve pek çok fesadın kaynağı olan Patrikhanenin kaldırılması gerekiyordu. Nitekim İsmet Paşa da bu görüşte idi. Fakat Patrikhanenin affedilmesi ve İstanbul’da kalması İsmet Paşa tarafından Lord Gürzon’a bir doğum günü hediyesi olarak takdim edildi.
Bizleri arkadan vuran azınlıklar, Lozan’da her açıdan Türklerle eşit haklara sahip oldu. Azınlıklar, inançlarını istedikleri gibi yaşayabilecekler, çocuklarını kendi okullarına gönderebilecekler, kendi dillerinde eğitim yapabilecekler. Türkçe’yi ana dili gibi bilse bile mahkemelerde kendi dillerinde konuşabilecekler, tatil günlerinde mahkemeye çağrılamayacaklar. Bunun gibi pek çok madde ile adeta azınlıklar Müslüman Türk tebadan daha fazla hak elde ediyordu. Zira sonradan yapılan değişikliklerle tatil günü Cuma’dan Pazar’a alınmış, Yahudilere hürmeten Cumartesi de tatil yapılmıştı. Buna mukabil devlet memurlarına Cuma namazı için bir saatlik izin bile çok görülmeye, müslüman çocukların istedikleri okula gitmeleri, gittikleri okulda inançlarının gereğini yapabilmeleri yasaklanmaya başlandı. Düşmanlarımızı bile şaşırtan bu durumu Necip Fazıl ne güzel ifade eder:
“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Azınlıklara verilen bunca imtiyaza rağmen Lozan’da Türk heyeti, takdir edilecek bir siyasetle azınlıkların “gayri müslim unsurlar” olarak kalmasını başardı. İngilizler, Kürtlerin de azınlık statüsünde yer alması için uğraş verse de bizim heyetimiz “müslüman azınlık yoktur” sözünün arkasında durabilmiş ve müslümanların tamamını, vatanın asıl unsuru olarak kabul ettirmiştir. O zaman İngilizlerin doğu bölgelerimizi karıştırmak için öne sürdüğü bu teklifi dirayetle reddeden Türkiye, maalesef şimdi AB’ye girebilmek için AB’nin dayattığı “Kürtler ve aleviler azınlıktır” görüşünü kabul etme temayülünde. O zamanki batıcı zihniyete sahip Türk heyetinin bile görebildiği ve reddettiği bu fesat kazanını acaba şimdikiler göremiyor mu?
Siyasî tecrübesizliğin neticesinde yapılan pek çok yanlışlarla da olsa Lozan anlaşması imzalanmıştır. Artık onu geri döndüremeyiz. Fakat işin kötü tarafı şu ki, bizlerdeki tarih şuuru yavaş yavaş yok olmaya başladı. Misak-ı Millî sınırları içinde olup da Lozan’da kaybettiğimiz yerlerimizi geri alma ve Lozan’da verdiğimiz tavizleri telafi etme şuuru yeni yetişen nesillerde görülmemeye başladı. Bu büyük bir fecaattir. Bundan daha da kötüsü AB’ye girebilmek için Lozan’da bile vermediğimiz tavizleri verme yoluna gitmektir.
British Foreign Minister (1924, March 3rd) :
"We must put an end to anything which brings about any Islamic unity between the sons of Muslims. As we have succeeded in finishing off the Khilafah so we must ensure that there will never arise unity for the Muslims whether it be intellectual or cultural unity."
- The Islamic State, T(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)iuddin An-Nabbahani, Al-Khilafah Publications
* * * * *
Lozan Zafer mi, Hezimet mi?
Kadir Mısıroğlu, cilt: 1, sayfa: 272-273
<< Ingiliz heyetinin başkanı Lord Gurzon, Lozan'da Ismet Paşa'nın müşaviri sıfatına haiz bulunan [Istanbul Hahambaşısı] Hayim Naum efendiyi çağırarak daha onceki taahhütlere uygun olarak hilafet ilga edilmediği takdirde sulhun gerçekleşemeyecegini söylemiştir. Esasen bu mesele ile öteden beri meşgul bulunan Hayim Naum Efendi, Ismet Paşa ile Lord Gurzon arasında bu mesele etrafındaki haberleri getirip götürmek suretiyle ciddi bir gayret sarfetmişti.
.....
Heyetin başkanı Ismet Inönü, tek başına 'hilafeti kaldırma' sözü verecek mevkide değildi. Hatta o günlerde TBMM'de hilafet lehine bir hava doğmuştu. Bizzat Mustafa Kemal Paşa hilafeti methediyordu. Mesela, Lord Gurzon'un tam Lozan'i terk ettiği gün, meşhur Balıkesir Hutbesini irad etmişti. Binaenaleyh, Hayim Naum'a müspet bir cevap veremedi.
Ismet'le işi bitiremeyen Hahambaşı hemen atlayıp Türkiye'ye dönüyor. O esnada Izmir Iktisad Kongresinde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşüyor. >>
*****
Harp Hatıralarım
Ali Ihsan Sabis, cilt: 5, sayfa: 358
<< Hatta, iddiaya gore Hayim Naum'a bir de yazılı 'taahhüt' veriliyor. Ve akabinde 'yorgun olduğu' ileri sürülerek ordu terhis ediliyor. >>
*****
Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay
Feridun Kandemir, sayfa: 96-97
<< Ismet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da Ingilizlerle bir nev'i gizli arabuluculuk rolü oynayan Istanbul'un Hahambaşısı Hayim Naum Efendinin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu fikrini tamamiyle benimsemiş bulunuyordu. Peki, ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat'i ifadeler ve Islam alemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu? >>
*****
Cumhuriyet'e Giden Yol
Abdurrahman Dilipak, 1991
sayfa: 330-335
Lozan'da Ne Oldu?
Her şey Lozan görüşmeleri sırasında oldu. Bir çok kaynaklarda "gizli bir andlaşma ile Ismet Paşa'nın Ingilizlere Hilafeti kaldırma sözü verdiği" belirtiliyor. Yakın Tarih Ansiklopedisinde de bu tez bir çok belge ile teyid edilmektedir.
Haim Nahum Efendi'nin bu yeni oluşumlarda büyük rolü olduğu görülüyor.. Daha sonra Mısır'a giderek Nasır'ın danışmanları arasında yer alacak olan Nahum efendi, projesini Amerika'da hazırlamış, Amerikan ve Fransız entelijansı ile birlikte sonuçlandırmıştır.. Nahum efendi Ismet Paşa'nın Lozan'da yanından ayrılmamış ve Mustafa Kemal Paşa ile de Izmir Iktisat Kongresi esnasında gorüşerek bu konuda görüş alışverişinde bulunmuştur.
Izmir Iktisat Kongresi yeni Turkiye Cumhuriyeti icin bir dönüm noktasıdır. Ali Ihsan Sabis bu görüşmeden sonra askerlerin yorgun oldugu gerekcesi ile terhis edildiğini yazar. Lord Gurzon görüşmelerin sonunda Hilafetin kaldırılması ile sulhün mümkün olabileceği mesajını verecektir.
Karabekir'in hatıralarında belirttigine gore Nahum Batılı ülkelere "Türklerin Islami bünyesini değiştirerek onların Protestanlığı kabul etmelerinin kolaylaştırılacağını" anlatmıştır. Gerçekten de Lozan sonrası gelişmeler cok ilginçtir. Batılılara ve azınlıklara bir cok imtiyazlar verilirken, okullardaki Islam tarihi, Osmanlı tarihi kaldırılarak Yunan Medeniyeti tarihi konmuş, Maarif Vekaleti Batı klasiklerini tercüme ettirerek, ardından ders kitaplarını Yunan ve Batı düşüncesi doğrultusunda yenileyerek bu emele hizmet edilmiştir.
Yakın Tarih Ansiklopedisi'nin 3. cildinde yer alan(sayfa:62) bir belgeye gore, Haim Nahum Gurzon'a "Siz Turkiye'nin mulki tamamiyetini kabul edin, onlara ben Islamiyet'i ve Islam temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum." demiştir.
Inönü Lozan kahramanıdır ve Halife sınır dışına gönderilmiştir. Tek Parti iktidarının Istiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükun gibi iki önemli silahı vardır artık. Ve Turkiye Cumhuriyeti yeniden biçimlendirilmektedir. Bu kez Kurtuluş Savaşı ruhuna karşı yeni bir utopya, devlet zihniyetine hakimdir.
Olaylar bundan sonra arkası arkasına gelişir. 3 Mart 1340 (1924) Tevhid-i Tedrisat.. Dini çevrelerde bir kıpırdanış. 20 Nisan: Turkiye devletinin dini din-i Islamdır.. Sistem Cumhuriyet, Din Islam, zahiren önemli bir değişiklik gözlenmiyor.
1 Şubat 1925 Şeyh Said isyanı. Ingilizler bir yandan Şeyh Said'i destekler görünüp öte yandan Ankara'yı Şeyh Said'e karşı kışkırtır. Devlet-şeriat hesaplaşması örgütlenmektedir... 29 Haziran 1925'de Diyarbakır'da 47 idam. 4 Mart 1925 Takrir-i Sükun kanunu... Ve ardından devrimler başladı. Şapka kanunu, Türbe ve Zaviyelerin kapatılması.
2.5.1928'de, 1924 Anayasasının 2. maddesi değiştirilerek "Türkiye devletinin dini din-i Islamdır" ibaresi çıkarıldı ve yerine de herhangi bir hüküm konmadı. Din yoktu artık. Allah adına yapılan yeminlerdeki "Vallahi" yerine "Namusum üzerine söz veririm" ibaresi kondu.
Aynı zamanda Anayasa'nın 26. maddesi de degiştirilerek TBMM'nin görevleri arasındaki seriat hükümlerinin yerine getirilmesine ilişkin hüküm de yok edildi.
.......
"Batı'ya kalkan tren" hızını almıştı.
"Hilafet'in kaldırılmasına dıştan ve içten akisler" derleyen Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı'nın Nisan sayısında bu konuya oldukca geniş yer ayırıyor. Ikbal gibi Islam şairleri o zaman Mustafa Kemal'i "Mücahid-i Islam" olarak selamlıyordu. Sonra "Eyvah"ı yazacaktı ama olan olacaktı bu arada.
Kabaklı'nın bu derlemesini özet olarak buraya aktarıyorum:
<< Türklerin hilafeti ansızın ve beklenmeyen bir tarzda kaldırmaları başta Ingilizler olmak üzere bütün Batı'dan alkış toplamıştır. Bu bakımdan Mustafa Kemal Paşa'ya yöneltilen pek çok övgüler arasında General Sheiril Mustafa Kemal Paşa'yı ünlü Protestan reformcu Martin Luther'e benzetmektedir. >>
Ingiliz yazarı Ph. Gravet "Saltanat ve Hilafet'in kaldırılmasını Türkiye'yi bir Avrupa devleti haline getirmek isteyen devrimci değişikliklerin ilki" olarak yorumluyor.
Hind müslümanları ve Avrupa müslümanları Hilafetin kaldırılması karşısında hayal kırıklıklarını ifade ederlerken "Briton and Turk, London 1941"de şu görüşler yer almaktaydı: "Türk Cumhuriyetcileri, müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimuslim devlet icin (Ingiltere gibi) her zaman güçlükler çıkartacak bir kurumu (Hilafeti) ortadan kaldırmakla Britanya Imparatorluğu'na olağanüstü bir iyilik yapmıştır."
* * *
Çeşitli kaynaklarda verilen bilgilerden, meselenin sadece "Hilafeti kaldırmak" meselesi olmadığı, bunun ötesinde, Mustafa Kemal ve avanesinin Türkiye'yi resmen hristiyan yapmayı bir süre düşündükleri görülüyor. Hayim Naum'un da bu maksadla Mustafa Kemal'le birkaç kez görüştüğü anlaşılıyor.
