BİAT...
Biat
Yaşı ellilere henüz yeni varmıştı. Fakat daha gerçeklere biat etme
kararlılığını gösterememişti. Bu yaşa gelinceye kadar da hakikatlerle biatlaşma
özlemini de içinden çıkarmış değildi. Bu güne gelinceye dek, belki elli şeye
biat etmişti. Fakat hiç bir tanesinden bir defa olsun vefa görmemişti. Ümit
diye el attığı her şey elini kanatmıştı. “Sefine-i arz süratle yürürken,
dünyanın gayri meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin
batacağına” çok sonralar anlayacaktı. Elleri her kanamada dünyanın fena ve fani
yönünü görüp nefretle bakacağı zaman, yüce nebinin kutsi ifadesinde yer alan,
en büyük hasım olan nefisle mücadelede hep yenik düşüyordu. Mağlubiyetin
zilletinden kurtulmak için, akıl nimetinden kaçmayı kurtuluş telakki ediyordu.
Adeta sivrisineğin ısırmasından kaçıp, akrebin kıskacına sığınıyordu... İçiyor
içiyor insanlık atmosferinden tamamen çıkıncaya kadar. Bir ömür hep böyle
geçti. Çok defalar hakikatle yüz yüze geldi, fakat ağarmış saçlarından utanıp
hakla sarmaş dolaş olamıyordu. Oysa mevlasının müsamaha ikliminden haberi
olsaydı çirkef haline bakmadan gözyaşları ile beraber kendini hakkın rahmet
ummanına bırakıverecekti. Ümitsizliğin, bedbinliğin bütün vücudunu sardığı,
inançsızlığın beyninin bütün hücrelerine kement attığı bir andı. Yanında oturan
çocuktan habersizdi. Elinde küçük bir kitap, merakla bir şeyler ararcasına
kitabı tarayan çocuğun simasındaki tatlı tebessümü kıskanmıştı ki, soruverdi:
— İsmin ne senin yavrum?
— CELALEDDIN.
Gezdiği iklimlerde hiç rastlamamıştı bu isme.
Din kelimesi, celal kelimesi ruhunu kaplayacak kadar muhteşem gelmişti ona.
— Ne demektir Celaleddin? demekten kendini alıkoyamamıştı. Küçüğün verdiği cevap,
sızdırdığı manevi aydınlıkla kendinden geçmişti.
— Bu ismin manasını bilmiyorum ama, babam büyük bir velinin ismi olduğundan bahsederdi. Bazı menkıbeler anlatır, beyitler söylerdi. Aklımda kalan bir tanesini söyleyeyim isterseniz. Bütün hissiyatıyla çocuğa yönelmiş, mürşidinden bir şeyler bekliyordu.
“Gel, kim otursan ol ister Mecusi ister putperest
İster tövbeni bin defa bozmuş olsan yine gel
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil?”
Hakkın sonsuz rahmeti herkese böyle nasip olmazdı. Gözlerinde nedamet kabarcıkları çoktan belirivermişti. İçinde manevi bir elin, ruhunu şekillendirmek için gezdiğini fark ediyordu. Keşke bunu yıllar önce duyabilseydi. Kim bilir nasıl koşacaktı. Belki bizim de bunda çok suçumuz vardı. Bir çocuk kadar, bir şeyler tesadüfen de olsa ruhuna sızdıramamıştık.
Hakikatle biatlaşacağı andı, ama o başka şeyler düşünüyordu. Kendisi gibi yüz
binlerce insanın, bu kutsi hakikatlerden habersiz oluşunun iniltisini haykırmak
istiyordu. Bir nesilden hesap sormak, yakalarını sarsmak istiyordu. İçten gelen
duygular coşkun bir seli andırıyordu. Göz pınarları bendini aşmıştı bile...
Başka da yapacak bir şey kalmamıştı, kendini hepten bırakıvermişti. Asırlık
günahlarına, bir neslin sahipsizliğine, ağlıyordu. Hakkın rahmetiyle rezonans
olmuştu artık.
İkinci sabahın güneşi ile beraber kendi ufkunda da yeni bir güneş tulu etmişti. Müminin
feraset ikliminde yürüyordu. Hadise ve varlıkların yanından geçerken nağmelere
kulak veriyor, kendinden bekleneni eda etmenin gayreti içinde idi. Yeni bir
dünyaya henüz girmişti ama, çok kısa zamanda yüzlerce karanlık dünyalara güneş
olmayı başarabilmişti...
|