Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02-12-2009, 19:48   #3
Kullanıcı Adı
FarukARSLAN.
Standart 3
Sultan Abdülaziz Öldürülmüştür.

Ortada, uydurulmamış, herkesin bildiği, belli bir olay vardı ki o da rahmetli amcamın kanlı ölümü idi. Sultan Abdülâziz intihar mı etti, yoksa onu şehit mi ettiler?...
Ben hâlâ o inançtayım ki Aziz amcam intihar etmiş değil, öldürülmüştür. Önce, doktor raporu o kadar lastiklidir ki dünyanın her yerinde en büyük tıp bilginleri tarafından tartışılabilir.
intihara kalkışan bir kimse, iki kolunun damarlarını birden nasıl kesebilir?. Bunu daha o zaman, doktorlar ortaya koymuş, yazarlar kitaplarına geçirmişti.
Ahmet Mithat Efendi merhumun «Üss-i inkılâp»ındaki şüpheli satırlar, Mithat Paşa'nın mahkemesinden de, mahkûmiyetinden de önce basılmış ve yayınlanmıştı; hem de dört yıl önce... Ahmet Mithat Efendi ise, paşanın düşmanı değil, yetiştirmesi, yakını idi.

Mahkeme, açık yapıldı. Muhakeme usulleri dışına çıkıl-mamıştır. Tanıklardan başka, bazı suçluların itirafları da var. Cinayet ve temyiz mahkemelerinin bu kadar önemli bir davada hak ve adaletten uzaklaşacak kadar vicdansız ve pervasız üyeleri ve kurulları bulunduğunu ileri sürmek, içlerinde Mithat Paşa'nın da bulunduğu bütün milleti aşağılamaktır!

Adalet mercilerinden geçmiş olan bir hükmü, bir de vezirler, devlet adamları ve din bilginlerinden kurulu bir fevkalâde Heyet'e inceleterek fikirlerini istedim. Hiç kimseyi madde ve manâ olarak baskıya almamış olduğum da içlerinden bazılarının, büyük bir özgürlükle fikirlerini söylemiş olmalarından bellidir. Dikkat olunursa, bunların arasında şahsıma bile söz dokunduranlar oldu. Böyle olduğu halde, toplanan oylar, hüküm giyenlerden yana bir çoğunluk sağlayamamıştı. Ben bu konuda mahkemelerden de, vezirler, devlet adamları, din bilginlerinden kurulu fevkalâde Heyet'den de insaflı kalarak hükümlülerin hayatlarına merhamet ettim : idam hükmü hiçbiri hakkında uygulanmadı.Şimdi, mahkeme kararından da, doktor raporundan da daha kuvvetli bir akıl delilini de ben öne süreyim : Sultan Azizi hâl' etmek fikri, en önce Serasker Hüseyin Avni Paşa'ya gelmişti. Mithat Paşa ile bu işe karışmış öteki devlet adamları, olaya âdeta sürüklenerek karışmışlardır.

Hüseyin Avni Paşa

Serasker'i, padişaha düşman eden sebeb, bir aralık rütbe ve nişanlan alınarak memleketi olan İsparta'ya sürülmüş olmasıdır. Kinci Hüseyin Avni Paşa bunu unutmadı; ve eline geçen ilk fırsatta intikamını aldı. İsraflar, falanlar hep be-hânedir. (Martin-i Hanri) tüfeklerinin satın alınması sırasında Hüseyin Avni Paşa, hazine zararı karşısında köpüren titiz bir kişi olmadığını âleme göstermişti!..
Ama Hüseyin Avni Paşa kinci olduğu kadar ihtiyatlıydı. Sultan Aziz, intihar etmek değil, yaşamak, ve kendisinin aranacağı bir günü görmek isterdi. Topkapı'dan Sultan Murad'a gönderdiği o acıklı mektup da bunu ispatlar. Hâl' edilmiş hiçbir hükümdar yoktur ki, halkın kendisini nedametle aramakta olduğunu görüp işitmeden ölmeyi istesin.

Sultan Murad'ın hastalığı daha ilk gün, biat töreni sırasında hissedilmiş ve görülmüştü. Sultan Aziz, belki gafil avlanmıştı ama, kendisinden yana olanlar pek çoktu. Kısa bir süre içinde, Abdülâziz'in lehinde toplumdan büyük tepki doğacağını kurnaz Serasker hâl' sırasında gördü. Tehlikeyi ne suretle olursa olsun kaldırmak, onun için bir zorunluktu. İşte Sultan Aziz'in şehadet sebebi budur! (23)
Amcam Abdülâziz'in kendisini öldürmeyip «öldürüldüğü» böylece tahakkuk ettikten sonra, mahkûmlar arasında masum bulunup bulunmadığı ikinci derecede kalır.

(Bu satırları yazdıktan sonra hatırıma geldi, unutmamak için kaydediyorum. Hüseyin Avni ve Mithat paşalarla, ken-dilerile işbirliği yapmış arkadaşları Beşiktaş'taki" «Muvak-kithane»de, Harbiye Okulu öğrencilerinin gelişini heyecanla beklerken, belirli saatin gelip geçmiş olduğunu sanarak, «Ah, Süleyman Paşa, bizi ele verdi, hiyanet etti.» diye birbirlerile konuşmuşlardı. Bu olay, hiç kimsenin inkâr edemiyeceği bir gerçektir.)
Evet, mahkûmlar arasında masum bulunup bulunmadığı meselesi, suçun yaratılmadığı, hükmün zorlanmadığı belli ol-

(23) Abdülhamit ve Murad birbirlerini hiç sevmezlerdi. Abdül-hamid'in hâl' edilmesinden sonra tahta çıkan kardeşi Sultan Reşat, Mâbeyn Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi'ye şu olayı anlatarak bu düşmanlıkların Sarayda nasıl kullanıldığını açıklamıştır.
«Bir gün Şehzade Abdülhamid Efendi ile beraber, Sultan Aziz'in huzuruna çıktık. Hamit efendi, büyük birader Murad efendinin Sultan Aziz'i ne suretle fasl-u mezemmet (arkasından konuşmak) etmekte olduğunu nakletti. O da bana: «Sen de işittin mi?» diye sordu. Ben cevaben «Biraderin ağzından efendimizin senasından başka birşey işitmedim, dedim. Dışarı çıkınca Hamit efendi: «Tu senin suratına, beni rezil ettin» dedi.

Bir gün de Murad'ın dairesine gittiğimde kendisini Sultan Aziz hakkında pek hiddetli bir halde gördüm; yanında duran hançeri göstererek: «Bir gün gidip şu hançerle o koca karnını deleceğim» dedi. Ben de «Pek iyi edersin birader, sen onu öldürürsün, kısas olarak seni de öldürürler; Hamit efendi tahta çıkar. Bu suretle sevmediğin Hamit efendiye hizmet etmiş olursun» dedim.

duktan sonra, ikinci derecede kalır. Yanlış varsa, hâkimlerine aittir.
Mithat ve Mahmut Paşaların bir gece, adlan belli subaylar ve askerler tarafından Taif kalesindeki mahpeslerin-de boğulmuş olduklarını iddia ediyorlar. Doğru olsa bile, bu işe ben ne katıldım, ne de rızam vardır. Hatırıma gelen bir olayı buraya olduğu gibi aktarmak, tarihi ve tarihle birlikte ileri sürdüklerimi aydınlatmak ve pekiştirmek isterim.

Şerif Abdülmuttalibin ihbarı

Hükümlüler Taife gönderildiği zaman Mekke Emiri, Şerif Abdülmuttalip idi; ve Şerifin, Amcamın hâl' işine karışmış olanlara karşı açık bir düşmanlığı vardı. Ayaklarına zincir vurduğunu işitmiş ve kötü tutumundan vaz geçmesini kendisine hemen emretmiştim.
Şerif Abdülmuttalip bilindiği gibi, Hicaz Valisi ve Komutam Osman Paşa tarafından tutuklanarak Emir'likten azl edildi. Şerif o zaman bana yazdığı dilekçede «Mithat ve Mahmut paşaları Mısır'a kaçırmak için bazı yabancılar tarafından girişimler olduğunu, kendisinin bu girişimleri önlediğini ve başına gelenlerin de bundan ileri geldiğini» söylüyordu. Şerif Abdülmuttalib'in hiçbir sözüne ve davranışına inanmazdım. Bununla birlikte, iddiası, dikkate alınmayacak kadar önemsiz değildi. Bu Paşalar kaçarlarsa, muhafızlarını şahsen sorumlu tutacağımı ve hiçbir mazeret ve behane kabul etmeyeceğimi Osman Paşa'ya hatırlattım, îrademi tebliğ eden, o zamanki Başkâtibim Rıza Paşa idi. Rıza Paşa, özü, sözü doğru bir adam olduğundan, bu münasebetle hükümlüler üzerinde fazla baskı yapılmaması ve eziyete konulmamasının da bu arada hatırlatılmasını, insanlık adına benden rica etti. Takdir ile kabul ettim. Sarayın evrakı arasında müsveddesi hâlâ mevcut olsa gerek...

Şimdi düşünüyorum :Olabilir ki muhafızlar kendi başlarından korkarak böyle bir olup-bitti'yi ortaya koymayı, kendi menfaat ve selametlerine uygun görmüşlerdir. Yalnız hemen belirteyim: bana gelen raporlarda her ikisinin de normal olarak öldükleri bildiriliyor ve doktor raporları ile de bildirileri belgeleniyordu.
İşte Mithat Paşa hakkında söyleyeceğim sözler bunlardır. Tekrar ederim ki, nefsimi değil, namımı haksız yergilerden korumak için bu satırları yazdım. Dünyada daha ne kadar kalacağım belli değildir. Ölüm bana o kadar yaklaşıyor ki, âdeta adımlarının sesini duyuyorum. Bu gerçeklerin herkesçe bilinmiş olacağı bir günün geleceğine inansam, pek rahat bir vicdan ve huzur içinde gözlerimi kapatacağım.-Daima iman etmiş olduğum Allah'ın huzuruna adalet ve lüt-fundan emin olarak çıkacağım.


Balkan Hadiseleri
5.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

Doğu Rumeli konusunda benim zaaf göstermiş olduğumu pek çok iddia ettiler. «Zaaf göstermek», var olan kuvvetten faydalanmamak demektir. Hangi kuvvet vardı da Doğu Rumeli'deki egemenlik hakkımızı savunmak için kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sahibinin çıktığını bugüne kadar duymadım.

Bulgar Prensi Du Battenberg Filibeyi bir baskınla işgal ettikten sonra Hükümetimiz olaydan haberdar olabildi. O da, Rus sefirine gelen bir telgrafdan, Telgraf Nazırı İzzet Efendi'nin bana bilgi vermesi ile sağlanabildi. Sadrâzam. Sait Paşaydı. Tahttan ayrıldıktan sonra okuduğum bazı beyan ve yazılarında Sait Paşa'nın olayları kendi lehine bozduğunu hayretle ve üzülerek gördüm.

Sait Paşa, Bulgarların saldıracaklarını daha önceden bilmediği gibi, olay İstanbul'a aksettikten sonra da bir süre tereddüt ederek —Devlet Şurası Başkam Akif Paşa'nın açıklamaları üzerine— inanabildi. O sıralar bu mesele için Fili-beye Asker göndermek hem güç, hem de tehlikeliydi. 93 seferinin perişan ettiği Ordu daha toplanamamıştı. Hazine tamtakırdı. Askerin ihtiyaçlarının karşılanması, memurların aylıklarının verilmesi için bile güçlükle para bulunuyordu. Vilâyetler vardı ki ordaki jandarmalar, yirmi aydan, otuz ay-danberi aylık almıyordu. Böyle bir zamanda, sırf nâmdan ibaren kalmış olan bir hükümranlık hakkı namına, sonu karanlık ve meçhul bir savaşa girmeyi ben tehlikeli gördüm.

Balkan Hadiseleri
Güya, Saray'ı korumakla görevli ikinci tümenden bir kaç tabur ayırmamak için bu meselede benim azimsizlik gösterdiğimi söylediler. İkinci Tümenin bir kaç taburu gidip gitmemiş... Bunun, sonuç üzerine nasıl bir etkisi olabilirdi?... Daha toplu ve bize bakarak daha hazırlıklı olan Sırp ordusunu yenen o vakit ki Bulgar ordusunu, ikinci tümenin bir kaç taburu darma dağın edecekti?...
Büyük devletlerin bu konudaki niyet ve tutumları da apaçıktı. İlk tahminler, darbenin Rus tarafından gelmiş olduğu noktasında iken, sonradan görüldü ki Rusya bu meselede Bulgarlara karşı ve düşman durumundaymış...
Koca imparatorluğu şiddetli sarsıntılardan korumak için arasıra küçük fedâkârlıklar lâzımdı. Doğu ve Batı'nın aleyhimize yürüdüğü bir sırada ben her tarafa meydan okuyamazdım. Eğer Bulgar'ların Filibe'ye girmeleri üzerine hesapsız kitapsız meydana atılsaydım, Bulgarlarla Sırplar düşman de-

ğil, dost ve müttefik olurlar ve yalnız Doğu Rumeli meselesini değil, Makedonya meselesini de beraber hallederlerdi.
Bulgarların Doğu Rumeli'ye saldırısı üzerine, Balkan dengesinin bozulduğu iddiası ile Alasonya hududunda yığınak yapan Yunanlılar da Yanya havalisi ve Adalar üzerindeki isteklerini kabul ettirmek için onlarla birleşir ve İşkodra'ya inmeyi amaç edinmiş Karadağ'ı bu fırsattan yararlanmaktan alakoymak kimsenin, kârı olmazdı.
«Gavriyel Paşa» adlı bir Bulgarin Doğu Rumeli valiliğinden uzaklaştırılmış olmasından ötürü gözüm kızsa da işe girişseydim, 1328 (1912) yılındaki felâketi o zaman, yâni or-dusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir sırada, kendi elimle hazırlamış ve felâketi davet etmiş olurdum.
Sonradan kopan Balkan Savaşı, benim kalbimi çok kanattı. Yalnız bir şeyle avunuyorum ki ben 1301 (1885) yılı Eylülünde hazımlı ve ihtiyatlı tutumumla bu faciayı 28 yıl geciktirmişim...

Sait ve Kâmil Paşalar.


Sait Paşa'yı yakından tanıyanlar, tereddüt etmeden kabul ederler ki Paşa, bu gibi önemli meselelerde açık bir fikir söylemez, daima: «Şöyle yapılırsa bu, böyle yapılırsa şu mahzur vardır,» demek alışkanlığındaydı. Oysa ki, oyalanmak değil, kesin bir karara varmak sırasındaydık. Kâmil Paşa'yı ilk defa Sadaret mevkiine getirmekle, Doğu Rumeli meselesini geçiştirdim.
Kâmil Paşa'nın bu Sadaret'ini benim Doğu Rumeli konusundaki temayülümü hissederek savaştan yana olmamasına bağlayanlar yanılırlar. Kâmil Paşa'yı daha önceleri gözüme kestirmiş ve sadarete getirmeyi kararlaştırmıştım.
Sait Paşa'nın, Kâmil Paşa'yı kendisine rakip gördüğünü anlar ve Vekiller meclisinde, arkasından hafifsemeye çalış-

tığını işitirdim. Suriye Valisi Hamdi Paşa'nın ölüm haberini selâmlık resmînde aldım. Suriyenin ehemmiyeti sebebiyle valilik için kimin uygun olacağını Üryânîzade Ahmet Esat Efendi'den sormuştum. Efendi. Evkaf Nazırı Kâmil Paşa'nın o yörede memuriyeti ve iyi şöhreti olduğunu söyleyerek Suriye Valiliğine tâyini reyinde bulundu.
Kâmil Paşanın Vekiller arasından uzaklaştırılması için, yine Vekiller arasında bir ceryan olduğunu anladım, İşte Kâmil Paşa'nın Sait Paşa'nın yerine geçme sebebi budur.
Sait Paşa, gerek Sadrazam'ken, gerek değilken, kendi-sile ne zaman istişare etsem, kesin bir kanaat söylemezdi. Sorumluluktan, kamuoyundan, tarihten ve bunlar kadar, benden korkardı. Bu korku ve kuşkular onda, kafi bir söz söylemek kabiliyetini yok etmişti.
Sait Paşa'yı tahta çıktığım güne kadar tanımazdım. O sıralar, Ticaret Nazırı Damat Mahmut Paşa tavsiye etti: Mektupçusuymuş... Gerçekten muktedir bir kâtiptir. O zamanlar pek meşhur olan Ziya Paşa'dan, Kemal Bey'den ve benzerlerinden aşağı kalmayan bir kâtip... Babiâli'nin «Arz» larını bizzat inceler ve günlük işlerle de uğraşırdı. Hükümet gücünün Saray'da toplanması, onun fikriyatını yaptığı bir düşüncedir. Babıâli Hükümetin, Saray da Saltanat'ın merkezi olduğuna göre, saltanatın hükümete üstünlüğü gerekirmiş. Bunu söyleyen bizzat rahmetli Sait Paşadır.Fakat ben Saltanattan çekildikten sonra yayınladığı hatıralarında hiç de böyle söylemiyor; ama benim sözüm, Ba-bıâlînin kayıtları ile de pekiştirilmiştir. «Hazine-i evrak». dan aşırılmış vesikalar varsa, Yıldız Saray'ından giden evrakla tamamlanabilir.Tunus, Mısır meselelerinde de hep kem-küm ile günler ve aylar geçirmişken, hatıralarında kusuru bana yüklüyor. Halbuki, bana kusur suretinde isnat ettiği şeylerle ben iftihar ederim. O meseleleri, birer savaş vesilesi yapmak fikrinde değildim. Ben, daima harbin aleyhinde bulundum.

Tunus'da direnseydim, belki Suriyeyi, Mısır'da inadım tutsaydı, muhakkak Filistin ve belki Irak'ı kaybederdim. Yalnız Sait Paşa'nın nimeti inkâr değil, hakikati da tahrif etmesine teessüf ediyorum.

Sözde hâkimiyetleri koruyacağım diye, gerçek hakimiyetleri tehlikeye koymak akıl kân değildir.

«Sait Paşa Bazen Cesurdu.»


O kadar kararsız ve vehimli olan Sait Paşa, bazan da cesur olurdu; Mısır meselesinde bir aralık İngiltereye savaş açmakta ve karadan asker göndermekte direndi, İngilizlerin Mısırı ele geçirmelerinde Fransızların muarız olmasına bel bağlamıştı... Ben engelledim. Bununla beraber, Gazi Ahmet Muhtar Paşa da hazır olduğu halde, durumun bir kere de «Meclis-i Vükelâ» da konuşulmasını tavsiye ettim. Muhtar Paşanın kafi ve haklı mukavemeti üzerine bu tehlike savuşturuldu; Fransa da bugüne kadar, ne elini uzattı, ne sesini çıkardı.

Bu Devlet, inşallah korktuğum neticelere uğramaz; iradesi metin olmayan biraderim hazretleri, devlet işlerile bizzat ve yakından uğraşamadı. Bundan sonra gelecek birader ve oğullarıma nasihat ederim ki artık, uzun, kısa savaşlarla uğraşmasınlar. Bir kere daha demiştim; zaferle biten savaşlar da, mağlubiyetle biten savaşlar kadar milleti yorar. «Şan ve şeref» gibi şeyler, her yanı mâmur, günü ve geleceği güvenli memleketlerde hoş görünür. Harabelerde aç ve çıplak dolaşanların «şan ve şeref» iddiasında bulunmaları ve bu «şan ve şeref» peşinden koşmaları kadar hem gülünç, hem feci bir şey yoktur.

Saltanatımın son dönemlerinde bir Balkan Birliği ortaya koymayı tasarlamıştım. Paris Sefiri Münir Paşa bu konuda gizli, açık çalışıyordu. Balkan devletleri iki tehlike karşısında idiler: Rusya, Avusturya..

«Daha Kuvvetli Bir Rusya Doğabilir!»


Durumun ilerde ne şekil alacağı bilinmez. Rusyanın Birinci Dünya Savaşında parçalandığı görülüyorsa da kaderi daha iyice belirmemiştir. Bir yılı aşkın zamandanberi içini saran ihtilâlden kurtulursa, -daha büyük olmasa bile- daha kuvvetli bir Rusya meydana gelir. Şimdi orada olan, fikir mücadelesidir. Fransa ihtilalindekinden daha şiddetli bir fikir mücadelesi... Ben Balkanları bu iki ortak tehlike karşısında uyarmaya çalışıyordum.

Bosna - Hersek meselesinde kuru bir namdan ibaret olan hakimiyetten vaz geçmek gibi sözde bir fedakârlığa karşılık, yararlı tavizler alacaktım. Romanya Kralı Karol, başta güvensizlik gösterdiyse de yavaş, yavaş yola geliyordu. Başlayan konuşmalar tam meyvesini vereceği zaman, Temmuz inkılâbı ortaya çıktı. Hattâ Münir Paşa İstanbul'a gelmişken, şehre uğramadan döndü. Benden sonra, iç ayrılıkları yatıştırmaya çalıştılar ve bu ittifakı sağlamadan dünyaya meydan okudular. (24)

İşte benim o kadar istediğim ve çalıştığım ittifak, hiç istemediğim bir biçimde gelişti, yâni aleyhimize dönüştü. Ve günün birinde dört Balkan Devleti birden üzerimize atıldılar ( 25)10 Temmuz 1908.1912 Balkan Savaşı.


Hüseyin Avni Paşa
6.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

Bugün Mithat Paşa için yazdıklarımı bir kere daha okuyunca, bunları söylerken susarak geçiştirdiğim bir noktayı yazıp yazmamak hususunda ciddî bir tereddüde düştüm. Allah'tan ve tarihten saklanacak bir şey yoktur!. Ne kadar saklansa, ne kadar örtülüp gömülse bir gün bütün teferruatı ile ortaya çıkar. Benim gibi, otuz bu kadar yıl Osmanlı Devleti'ni idare etmiş bir padişah, kendisi için zehir gibi acı bir hakikat da olsa, bildiklerim ortaya dökmelidir.
Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın İngilizlerden para aldığını bilirdim. Bir devlet adamı, başka bir devletten para alıyorsa, onun hizmetini de görüyor demektir. Demek ki rahmetli amcam Sultan Abdülâziz'in düşürülmesi ve biraderim Murad'ın tahta çıkarılması yalnız Hüseyin Avni Paşa' nın kin'ini değil, bir başka devletin de hırsını doyurdu!...
Daha önce de yazdığım gibi, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülâziz tarafından nişanları ve rütbeleri alınarak memleketi olan İsparta'ya sürgün edildiği zaman, beş parasızdı, üstelik hastaydı. Amcamın iradesi evinde kendisine tebliğ edildiğinde, şaşkına dönmüş ve elinde, avucunda bir şey olmadığını düşünerek, o güne kadar kendisine bir varlık sağlamadığı için çok pişman olmuştu. O günlerde «Ah elime bir daha fırsat geçerse, ben yapacağımı bilirim,» dediğim işitenler çoktur.

Hüseyin Avni Paşa'nın meziyyetleri olduğu gibi, elbette kusurları da vardı. Kendisine çokça güvenir, bildiklerini kimsenin bilmediğini sanırdı, iyi bir asker olduğunu kabul ederim. Fakat ihtiyatsızlığı, boşboğazlığı, gururu ile kötü bir devlet adamı idi, ama - itiraf ederim - sürgüne gönderildiği tarihe kadar namusluydu. Sürgünde çektiği yoksulluk ve acıların sebebini, namusunda aramak gafletine düştü; bütün talihsizliği budur!

«Padişahı Eski Seraskerini Bağışlamıştı, Ama...»


Ispartada dar günler geçirdiğini, yoksulluk çektiğini işitiyorduk. Bizim gibi Amcam'da bunları işitmişti. Sanırım bu yüzden kendisine acıdı ve yaptıklarını bağışlayarak İstanbula dönmesine izin verdi. Az sonra Aydın Valiliğine tayin edildiyse de, sürgünde geçirdiği on bir aylık zaman içinde hastalandığını ileri sürerek Avrupa'ya, kaplıcalara gitmek istedi, gitti.
Padişah'ı, eski Seraskerini bağışlamıştı ama, eski Seraskeri padişahını bağışlamamıştı! Hüseyin Avni Paşa, kininin homurtuları içinde yaşıyor ve bunu kimseye belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. Avrupa'ya gidince, kaplıcalardan çok, devlet kapılarını çaldı; Fransa ve Ingiltereye gittiği zaman da İngilizlerin kucağına düştü.
Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum; Hüseyin Avni burada iken mi İngiliz Sefareti ile uyuşup anlaştı, yoksa oraya gittikten sonra mı İngiliz Hariciyesi, Paşa'nın kininin homurtularını duyup onu tuzağa düşürdü, bilemem. Ancak çok sonra Londra Sefirimiz Musurus Paşanın bana bildirdiğine göre, Hüseyin Avni Paşa, İngilterede bir elden, yüklüce bir para almış ve Sefirimiz bu olayı pek geç öğrenebilmiş!. Bu haber bana ulaştığı zaman. Hüseyin Avni Paşa ölmüştü. Fakat bir Osmanlı Seraskerinin yabancı bir devletten para alması küçümsenecek bir iş değildi ve üzerinde ehemmiyetle durdum.
Zaten Avrupa dönüşü, gerek Saray'a, gerekse yakın dostlarına getirdiği ağır hediyelerin, sürgünden yeni dönen ve yoksulluk çeken bir Paşanın varlığının çok üstünde olduğu, o günler gözümden kaçmamıştı. Rahmetli Amcamın buna nasıl dikkat etmemiş olduğuna hâlâ şaşarım; hem de kendisine,

değeri çok yüksek, tarihî, murassa bir çift şamdan getirmiş olmasına rağmen!. Bu bir çift şamdanın Paristen üç bin altına satın alındığını da sonradan tahkik edip öğrenmiştim.

Mithat Paşa İngilizlere Güveniyor.

Musurus Paşa'nın bunu bana bildirdiği günler, Mithat Paşa'yı Sadrazam tayin ettiğim günlerdi. Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa'nın yoldaşıydı. Birlik olup Amcamı tahttan indirmişlerdi. Mithat Paşa da Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden yana bir politika izliyor ve her halinden, İngilizlere güvendiği görülüyordu. Büyük bir güvensizliğe kapıldım. Mithat Paşa'yı suçlayacak hiç bir delilim yoktu. Fakat Amcam Abdülâziz Han'ın İngiliz parmağı ile devrildiği apaçık ortadaydı. Sadrazamım da, bu işi yapanların başında geliyordu. İyi niyetle de olsa, Devletimin düşmanına sırtını dayamış ve onların sözünden çıkmayan bir insana mülkü teslim etmek cinnet olurdu. Dikkatle hareketlerini takibe başladım.
Hayatımda hiçbir şey beni bu derece sarsmamıştır. Bir mülkün Sarasker ve Sadrazamlık mevkiine yükselen bir kimsenin, yabancı bir devletden para almış olmasını havsalam kabul etmiyordu. Eğer Mithat Paşa da ayni yolun yolcusu ise, devlet tuzağa düşmüş demekti. Halbuki Devlet'in başında büyük gaileler vardı. Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydik. Ruslar, savaş açmak üzereydiler. Tersanede toplanan yabancı devletler, Ruslarla birlik olmuş, Sırbistan ve Karadağa toprak verilmesini Bulgaristana muhtariyet adı altında İstiklâl tanınmasını istiyorlardı. Girit karşıktı. İstanbul bile her gün yeni bir karışıklığa sahne oluyordu; Mithat Paşa takımının Fatih ve Beyazıt medreselerinden ayaklandırdığı çömezler, Saray kapısına kadar geliyor ve «Yaşasın Kanun-u Esasî, Yaşasın Mithat Paşa» diye bağırıyorlardı. «Kanun-u Esasi» çıktığına, Mithat Paşa Sadrazam olduğuna
göre, bunlara ne gerek vardı?.. Her gün yeni bir fitne, ortalığı altüst etmekteydi.

Umumî Vaziyet Karanlık

Giderek Mithat Paşanın tutumu da bana güven vermemeğe başladı. Bu dönemde bir savaştan o kadar çekindiğim halde, adini adım savaşa gittiğimizi görüyordum. Tersanede toplanan büyük devletler Hariciyye vekillerinin konferan-, sı, Devletimize verilmiş bir ültimatomla son buldu. Ya dediklerini harfi harfine yapacak, ya da Rusya ile savaşta karşı karşıya kalacaktık. Mithat Paşa, İngilizlerle Fransızların bizimle birlik olacaklarını söylerken, İngiliz Hariciye Vekili Salsbery, elcilikten gönderdiği özel bir memurla bana, «Ruslarla savaşı kabul ettiğimiz takdirde, hiç bir yardımda bulu-namıyacaklarını» açıkça bildiriyordu.
İyice bunalmıştım, fakat sabrederek olayların önüne geçmeğe çalışıyordum. Mithat Paşa, büyük devletlerle uyuşmaya yanaşmıyordu. Heyeti Vekile'de büyük devletlerin tekliflerini red etmeyi kararlaştırdılar; Bu savaş demekti. Kendisini hemen Saray'a çağırttım ve böyle, vebali ağır bir kararı büyük devletlere bildirmeden önce, Devlet ileri gelenlerinden bir umumi meclis toplamasını kendisinden istedim, İsteksizce kabul etti ve böyle yaptı.
Öyle yaptı ama, elaltından da istediği kararı almak için hazırlıklar yapmayı ihmâl etmedi. Nitekim kendisinden sonra ilk sözü, emmim Abdülâzizin Hâl'inde işbirliği yaptığı, eski Sadrâzam Mehmet Rüştü Paşa aldı ve «Erbab-ı namus için tek yol vardır, ben konferans tekliflerinin katiyen reddedilmesine taraftarım,» deyip çıktı.
Bir toplulukta, eski sadrâzam gibi bir devlet büyüğü işi kahramanlık edebiyatına dökerse, gerisinin nasıl sökeceği bellidir. Karar, Mithat Paşanın istediği gibi çıktı. Osmanlı

Devleti böylece, savaş halinde olduğu Sırbistan ve karadağ' dan, başka, Rusya, İngiltere, Avusturya - Macaristan, Almanya, Fransa ve İtalya ile de savaş haline girmiş oldu.

Sadrazam Ordu Mevcudunu Bilmiyor...


Sadrazamdan (26) ve Serasker Paşa'dan (27) ordunun ne durumda olduğunu sordum. Bana iki yüz bin askerin silâh altında olduğunu ve düşmandan gelecek her saldırıyı kar-, şılayacak güçte olduklarını söylediler. Bu sırada Gazi Ahmet Muhtar Paşa'dan bir telgraf aldım. Kumandasındaki askerin otuz bin olduğunu bildiriyor ve bu kadar küçük bir kuvvetle düşmanın yüzbinlerce kişilik saldırısına dayanamıyaca-ğını söylüyordu. Hemen Sadrazamı ve Saraskeri saraya çağırttım ve kendilerine telgrafı gösterdim. Sadrâzam, ordu mevcudunu bilemeyeceğini söyleyerek işin içinden çıktı. Serasker kemküm ediyordu. Bu kadar sorumsuz ve kolayca suçu başkasının sırtına yükleyebilecek kişilerle bir savaşa girmenin delilik olacağına inandım. Fakat halk Mithat Paşaya bağlanmıştı ve kendisinden bir mucize beklemekteydi. Onu uzaklaştırmak bir devlet hatası olacaktı.
Emrindeki askerin mikdarını bile bilmeyen bir Sadrazamla zafere değil, ancak yenilgiye gidilebilirdi. Bununla beraber sabrettim ve onun eksiklerini kendim tamamlamağa çalıştım.

Mithat Paşa, aklına geleni yapmak istiyordu. Övgülerle inhasını sağladığı Maliye Nazırını, bir süre sonra işten uzaklaştırmak istedi. Kanun-u Esasi'ye göre, sebep sordum. Başarılı bir devlet adamı olduğunu, ancak - iş icabı - uzaklaştırılması gerektiğini söyledi. Ben, başarılı bir kimseninSadrâzam Mithat Paşa.Serasker Redif Paşa.işinden uzaklaştırılmasının Kanun-u Esasî'ye uygun olmayacağını bildirdim. Bu sefer de aldığı bir kararla devlet hazi-nesine 35.000 lira zarar getirmiş olduğunu ileri sürdü. Yazdı-ğı üç tezkere, birbirini tutmuyordu; işin aydınlığa kavuştu-rulmasını istedim. Öfkelenip küplere binmiş ve bana izahat verecek yerde, tezkereyi getiren memura : «Bundan sonra 'Maliyeye gelenlerin hepsini «Mabeyn-i Humayun'a, (Saray) göndereceğim, oradan karşılık verilsin,» demiş. Bir Sadrazamın bir Padişaha böyle cevap verdiği, bilmem özendiği İngiltere ve Fransada görülmüş müdür?.. Buna rağmen sabrettim.

Başına Buyruk Sadrazam.

Mithat Paşanın konağında hemen her akşam kemal Bey, (Namık Kemal) Ziya Bey, (Ziya Paşa) ve Rüştü Paşa'larla diğer arkadaşların toplanıp içtiklerini ve ileri geri konuşmalar yaptıklarını öğreniyordum. Bir seferinde Mithat Paşanın «Hanedan-ı Osmaniden artık hayır gelmez. Cumhuriyete gitmekten başka çare kalmadı. Bunu nasıl sağlamalı dersiniz? Bu meseleyi sizin gibi bir kaç kişi anlar. Âlemde bugüne kadar 'Al-i Osman' denilmiş, bundan sonra da 'Al-i Mithat' denilse ne olur?. Siz ne dersiniz?» dediğini de yine o mecliste hazır bulunan bir kimseden öğrendim.

Nihayet Zaptiye Nezaretinden bir tezkere geldi. Mithat Paşanın konağında her akşam yiyip içenlerden birinin «Mithat Paşa İstiklâliyeti aldı. Bu sayede Murad'ı bermurad ederiz» dediği bildiriliyordu. Daha önce de biraderim Sultan Murad'ı kadın kılığına girip saraydan kaçırmaya kalkmışlar ve bu işe yeltenenlerin, Mithat Paşa gibi Mason oldukları ortaya çıkmıştı, İngiltere, her türlü fitneyi, masonluk kanalından yürütmeğe devam ediyordu.Mithat Paşa, bir yandan Saray buhranı yaratmak, bir yandan ülkeyi savaşa sürüklemek felâketi içinde bulunması yetmiyormuş gibi, bir yandan da müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilâyetlere azınlıktan Valiler tâyin etmek, ordunun temeli olan Harbiye Mektebi'ne Rum talebe almak gibi akıl almaz işlere koşulmuştu. Bunlar, o gibi işlerdi ki, ma-zaliah devleti temelinden yıkabilirdi. Ben bu kararnameleri imzalamadım. Bunun üzerine bana bir mektup gönderdi. Edeb'den ve edebiyat'dan uzak bu mektubunda hatırımda kaldığına göre «Kanun-u Esasî'yi ilândan maksadımız, Saray'ın istibdadına hâteme (son) vermek zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmektir,» diyordu. Bütün işlerimi bıraksam da Mithat Paşanın yanlışlarını düzeltmeğe çalışsam, bunu başaramıyacağımı iyice anladım. Osmanlı mülkü temelinden sallanıyordu. Bütün bunların üstünde de Sadrâzam'ın, ister masonluğundan gelsin, ister daha hususi sebeblerden gelsin, körükörüne İngilizlere bel bağladığım görüyordum. Artık duramazdım; Kanun-u Esasî'nin bana verdiği hakka dayanarak kendisini Sadrazamlıktan uzaklaştırdım ve sınır dışı ettirdim. Brendiziye gitti. Gitti ama Saray'dan ayrılırken : «Bu millete Allah Rahmet eylesin» demek hodgâmlığını (bencilliğini) da gösterdikten sonra...
FarukARSLAN. isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla