|
-4-
Mithat Paşa'nın Sürgün Günleri
7.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı
Demek mülkün bekâsını kendi vücuduna bağlı sanıyormuş; O gider gitmez koskoca Osmanlı ülkesi batacak, biliyormuş? Halbuki umduklarının hiç biri olmadı. Ne içde halk onun peşinden ayaklanıp kendisini aradı, ne hatta en yakın arkadaşlarından bile bir ses çıktı. Ama dışarda ve tabiatı ile İngilterede kıyamet koptu. Gazeteler, Mithat Paşa uzaklaştırıldıktan sonra Osmanlı İslâhatından hiçbir şey beklenemeyeceğini yazar oldular. Böyle olacağını zaten biliyor ve bekliyordum. Mithat Paşa nasıl İngiltereye bel bağlamışsa, İngiltere'de Mithat Paşa'ya bel bağlamıştı. Bize tavsiye ettikleleri ıslâhatın Osmanlı Devletini daha çabuk batıracağını benim kadar İngilizler de biliyorlardı ama, acaba Mithat Paşa gerçekten biliyor muydu?..
Eğer İslâhat, Osmanlı ülkesini kurtaracak bir tedbir ise, Tersane müzakereleri sırasında Kanun-u Esası ilân edilmiş ve yapılması düşünülen İslahat büyük devletlerin hepsine yazı ile bildirilmişti. Bu takdirde İngiltere'nin, Rus sefirinin ağzına bakarak bizden Bulgaristan'a istiklal, Sırp ve Karadağlılara da toprak vermemizi istememeleri gerekirdi. Çünkü bütün tavsiyelerini yerine getirmeyi kabul etmiş ve yapmak yoluna girmiştik. Halbuki Ruslardan fazla İngilizler bizi bu yapılamaz fedakârlıklara zorlamakta idiler. Biz, bu haysiyet kırıcı tekliflerini red ettiğimiz için İstanbuldan Elçilerini çekiyorlar, savaş haline giriyorlar ve lütfen üzerimize kuvvet göndermemek dostluğunu gösteriyorlardı!... Bütün istediklerini yapmak karşılığı gösterebildikleri dostluk, bundan ibaretti!...
Ama kendi adamları saydıkları Mithat Paşa uzaklaştırılınca, «İslâhat» birdenbire ehemmiyet kazanıyor ve güya bu işi başarabilecek tek adamın işten uzaklaştırılmasını Osmanlılığın ölümü imiş gibi gösteriyorlardı. Ben, su içen kuzuya kurdun ne söylediğini işitmiştim. İngilizlerin Mısır'a nasıl iştahla baktıklarını biliyordum. Keşke Sadrâzam'ım Mithat Paşa da benim kadar bilmiş olsaydı.
«Haddini Bilmek Ne Müşkül.»
Hiç bilmiş olsa, doğru İngiltereye gider, oradan da mektuplar yazarak halâ devlet işlerine karışır mıydı?.. Bilmiş olsa, ve daha mühimi haddini bilmiş olsa, İngiliz Hariciye Ve-kili'nin masasına kolunu yaslayıp Osmanlı Sefiri Musurus Paşayı Vekil ile birlikte karşılar mıydı?, Ah, bilmek ne kadar zordur, hele haddini bilmek ne müşkül!.
Fakat hemen söyleyeyim, «Padişah» demek, bağışlamak demektir, cezalandırmak demek değil!. Dinimiz de bunu emreder; bir insanı doğru yola getirmek, bin hayır işlemekten üstündür.
Mithat Paşa, gerçi baştan sona «yanlış içinde» 'değildi. Sadece zaman, zaman yanlışlıklar yapmıştır.. Meziyetleri olan bir devlet adamı idi. Bazı işlerin üstesinden gelmesini biliyordu. Vali olarak iyi imtihan vermiş, gittiği yerlerde devletin yüzünü ağartmıştı. Devletin en üst kademesinde kullanılmasında bazı mahzurlar çıkmışsa da, başarılı olduğu seviyede kullanılmasında kendisinden istifade edilebilirdi İngilizlere satılmış olabileceğine inanmıyordum! Bu sebeple çağırdım ve kendisini Suriye Valisi yaptım. Sonra da İzmire getirdim.
Eğer amcamın ölümüne karışmış bir kişi olduğunu bilseydim, hiç bir zaman kendisini Avrupadan geri çağırmaz ve kendisine yeni vazifeler vermezdim. Fakat bu mevzuda açtırdığım bir tahkikat, Mithat Paşanın bu işe karışmış olduğunu gösteriyordu. Hâl' edilmiş bir Padişahı, şahsî sebeplerle öldürmek veya öldürenlere yardım etmek, ya da bildiklerini gizlemek, hem devlete, hem hanedana karşı işlenmiş ağır bir suçtu! Göz yumamazdım. Muhakeme edilmesine izin verdim.
Konsolosluğa Sığınan Vezir!
Keşke izin vermeseydim ve keşke Avrupadan hiç çağırmasaydım. Kendisinin pek önem verdiği adalet'in karşısına çıkacağım anlar anlamaz, buna herkesten önce kendisinin taraftar olacağı yerde soğuk kanlı bir cani gibi davranarak ve bir Osmanlı Veziri olduğunu aklına bile getirmeden doğruca İngiliz Konsolosluğunun yolunu tuttu. İngiliz Konsolosu, o günlerde izinli olduğu için, onu bulamayınca, Fransız Konsoloshanesine sığındı.
Başka hiç bir delil olmasa, bir Osmanlı Veziri ve Valisi olarak mahkeme huzuruna çıkacağı yerde, bir yabancı konsoloshaneye sığınmayı düşünmüş ve bunu yapmış olması, başlı başına suçlu olduğunun reddedilmez vesikasıdır. Devletimizin bütün tarihinde böyle bir emsal gösterilemez!
Dosta düşmana, Osmanlının başını yere eğen bu olay bana bildirildiği zaman, kahroldum! Çünkü bu yaptığı, işlediği iddia olunan cinayetten de ağır ve bağışlanmaz bir davranıştı. Hemen Adliye Vekili Cevdet Paşa'yı işin takibine memur ettim, îşin aslım elbette bilen İngilizler, pek arkalamadılar. Fransızlar da küçük bir direnişten sonra teslim etmeyi kabullendiler.
Mahkeme safahatı ve neticesini anlatmıştım. Mithat Paşa'nın emmim sultan Abdülâziz'in ölümünde suç ortağı ol-masını da bağışlarım da, bir Osmanlı Veziri ve Sadrazamı olarak yabancı bir devletin hizmetinde bulunmasını asla ba-ğışlayamam! Çünkü tutuklanacağı sıradaki tutumu ve İngiliz Konsolosluğuna sığınmak istemesi, kime güvendiği ve kimin hizmetinde olduğunu açıkça ortaya koymuştur! Böyleyken, valilikleri sırasında devlete ettiği hizmetleri hatırlayarak idam cezasını hapse çevirdim.
Onun ölümünden, beni sorumlu tutmak istiyorlar. Tutsunlar. Yarın huzuru Rabb-ül âlemin'e vardığımızda yü-züm ak, alnım açıktır. Olsa olsa Allahım, devletine ihanet den bir Sadrazamı bağışladığım için bana hesap sorabilir. Ben, Rabbim'in bu yoldaki cezasına razıyım!
Namık Kemal
9.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi
Kemal Bey, (Namık Kemal) benim mağdurlarım arasında sayılır. Belki biraz da öyledir. Fakat aslında o, kendi kendisinin mağduru idi!..
Kendilerine «Yeni Osmanlılar» dedirten birkaç kişi arasında en çok gözümün tuttuğu, Kemal Bey'dir. Fakat çok karışık ve çapraşık bir insandı. Aile hayatı ile hususi hayatı nasıl birbirini tutmazsa, kalem hayatı ile düşünce hayatı da öylece birbirini tutmazdı. Herkesin aşağı yukarı ne yapabilip ne yapamayacağım kestirebilirdiniz de, Kemal Bey'in ne yapabilip ne yapamayacağım bir türlü kestiremezdiniz; çünkü bunu kendisi de bilmezdi! Mizacında birbirine zıt iki ayrı insan yaşayan nadir kişilerden biri olduğunu söyleyebilirim. Onu yakından tanıyanlar, Saray'la iyi geçindiği günlerde «Osmanlı Tarihi» yazdığım, arası bozuldumu «Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten» (28) diye ejderha kesildiğini çok iyi bilirler. Çabuk tesir altında kalan — belki de — çok samimi bir insandı. Birkaç saat içinde onu kendiniz gibi düşündürebilirdiniz de, kaç saat veya kaç gün bu düşünceyi taşıyacağım bilemezdiniz.
«Namık Kemal Hanedana Bağlıydı.»
Kanun-u Esasî'nin kaleme alındığı günlerde o da bir taslak hazırlamıştı. Mithat Paşa'nın çok yakın dostu olduğu halde, bu konuda bir türlü anlaşamıyorlardı. Önceleri buna çok şaştım; ama sonraları sır çözüldü, her şeyi anladım:
(28) Namık Kemal'in Hürriyet kasidesinden. ,
Mithat Paşa temelde Al-i Osman'a karşı, Kemal Bey Al-i Osman'dan yana idi. Hanedana büyük saygısı vardı. Bütün İslâhat düşüncelerini bu hanedanın iradesi içinde gerçekleştirmek istiyordu. Buna karşılık Mithat Paşa, bir fırsatını bulup hanedân'ı devirmek ve yerine kendisi geçmek fikrindeydi. Tuhaftır, Mithat Paşa'nın bir akşam «Âl-i Osman'ın yerine Al-i Mithat» gelse ne lâzım gelir?» dediğini ertesi günü gelip bana haber veren Kemal Bey'dir!
Kanun-u Esasî'nin komisyonda görüşüldüğü günlerde idi; Saray'a gelmiş ve hemen «huzur»a çıkmak istemiş. Bana Sait, Paşa haber verdi, işlerim vardı, bir başka gün kabul etmek istedim, direnmiş, «Hemen görmeliyim, maruzatım ehhemdir» (29) demiş. Kabul ettim.
Pek perişan bir hâli vardı. Yüzü sararmış, elleri titriyordu. Gerekli tazimden (saygı) sonra :
— Aman hazırlanan Kanun-u Esasiye müdahale ediniz, yoksa maazallah Devlet-i Osmaniye'nin sonu gelecek, dedi.
Kendisini biraz teskin ettikten sonra, olup biteni anlattı. Mithat Paşa, yakın arkadaşı olduğu için kendisini baskı altına almış, direnmeye yüzü tutmuyormuş... Ayrıca Süleyman Paşa ile de fikir birliği kurmuşlar, Padişah'ın bütün haklarım Meclis'e devrediyorlarmış!.. Bu dediklerini başa-rırlarsa, maazallah Devletin sonu gelirmiş!. Ne yapıp yapıp bu teşebbüslerini ben önlemeliymişim!.
Bu dediklerinden benim de haberim vardı. Bu teşebbüsleri biraz da üzüntü duyarak takip ediyordum. O günlerde, «Kanun-u Esasî»nin ilânı noktasında samimi idim. Muhterem pederim Sultan Abdülmecit'in fikirleri beni zaten bu noktaya getirmişti. Bu konuda Mithat Paşa ile hiçbir ihtilâfımız yoktu. Fakat ben Saray'ın, Meclis'e yardımcı olmasından yanaydım. Mithat Paşa Saray'ı bir kenara koymak istiyordu. O gün gördüm ki Kemal Bey de tıpkı benim gibi düşünüyor. Bundan çok memnun olduğumu saklayamam..
(29) Ehhem: Çok mühim.
«Namık Kemal Vatanperverdi.»
Bununla beraber, Kemal Bey'i biraz daha söyletebilmek için bu sözü edilen maddelerin hangi maddeler olduğunu sordum. Büht-ü hayretle (şaşarak) gözlerini açtı :
— Aman Efendimiz — dedi — bu Meclis türlü anâsır'dan (çeşitli milletlerden) meydana gelecek. Her şeyin iyisini düşünmek kadar, kötü gelirse tedbirini de ihmâl etmemek gerekir. Osmanlı mülkü sizin şahsınızda birleşmektedir. Hakiki sahibi Allah ise siz Yeddi Emini'siniz. Bir ihtiyaç vukuunda Meclisi toplamak nasıl yeddi şahanenizde ise. müzakereler sona erdiğinde tatil etmek de elbette yeddi şahanelerinde olmak hikmet-i devletdendir.
Neden korktuğunu anlamıştır. İtiraf ederim ki vatanperver bir insandı. Mülkün bakâsını her şeyin üstünde görüyordu. Nasıl oldu da beni tahtımdan devirip biraderim Murad'ı yeni baştan tahta çıkarmak hevesine kapıldığını anlayamadım. Biraderim Sultan Murad'ın kendisi gibi mason olduğu için mi, yoksa biraderime her şeyi daha kolay kabul ettirebileceğini düşündüğünden midir, hâlâ yerine koyamıyorum.
Bir gün Tarih, kendilerine «Genç Türkler», «Jön Türkler» dedirten kimselerin neden Mason olduklarını elbette araştıracak ve ortaya koyacaktır. Benim tahkik ederek öğrenebildiklerimin hemen hepsi Mason'dular ve yine hemen hepsi, «İngiliz Locası»na bağlıydı! Bu localardan maddi yardım görüyorlardı. Bu yardımların «insanî» mi, «siyasî» mi olduklarını tarih elbette öğrenecektir!
Daha önce de söylediğim gibi, Kemal Bey'in Magosa'ya gidişi, Midilli'ye gönderilişi hep kalemine ve vatanseverliğine kıyılamadığı içindir. Yoksa çok daha ağır cezalara çarptırılması icap eden işlere girip çıkmıştır, İstanbul'da kalması mahzurluydu. Çünkü, çevresine toplananlar onu kışkırtıyorlar, diledikleri gibi kullanıyorlardı. Nitekim bu yüzden hapsettim, sürgün ettim ama, muhabbetimi bir gün bile eksiltmedim. Nerede olmuş olursa olsun, kendisi ve ailesi refah içinde yaşamıştır. Bana olan minnet ve şükranını anlatan mektupları Yıldız evrakı arasında saklıdır. Aranırsa, elbette bulunur. Çünkü bu kusurunu, rahmetli, kendisi dahi bilirdi. Allah rahmet eylesin!
Yanlış Söylentiler
10.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı
Mithat Paşa'nın cülûs'umden (30) önce benimle pazarlık yaptığı söyleniyor. Güya Mithat Paşa, daha biraderim Sul-tan Murad taht'da iken benimle konuşmuş ve padişah ola-bilmekliğim için bana bazı şartlar koşmuş! Bu şartlar, Ka-lun-u Esasî'nin ilânı, Ziya Bey ve Kemal Bey'in Saraya alınması, Biraderim Sultan Murad iyileştiği takdirde benim tahttan feragat etmem gibi maddelermiş!. Bununla da ye-tinilmemiş de biraderim Murad'ın iyileşmesi halinde tahtdan feragat edeceğime dair benden bir de tezkere alınmış!. Ben bu tezkereyi ele geçirmek için Mithat Paşa'yı perişan et-mişim!.
Bunların aslı yoktur. Gerçek şudur ki, Sadrazam Rüştü Paşa ile Mithat Paşa benimle biraderimin hastalığı sırasında bir görüşme yapmışlar, fakat bunların hiçbirini ne şart olarak ileri sürmüşler, ne de hattâ ;sözkonusu etmişlerdir. Bu görüşmede, yalnız biraderimin rahatsızlığı bana bildirilmiş ve tahta geçeceğim tebşir edilmiştir. Ancak Mithat Paşa, biraderimin Kanun-u Esasî'ye mütemayil bulunduğunu, bu yolda bazı hazırlıkların olduğunu söyleyerek benim bu konudaki fikirlerimi öğrenmeğe teşebbüs etmiştir. Ben de Kanun-u Esasi'nin ilânından yana olduğumu kendilerine söyledim. Gerçekten o yıllarda böyle düşünmekteydim ve nitekim Mithat Paşa'yı uzaklaştırdıktan sonra da hem Kanun-u Esasî'yi ilân ettim, hem Meclisi — savaş içinde olduğumuz halde — topladım ve bütün savaş boyunca Meclis çalışmalarım sürdürdü.
30) Cülus: Taht'a çıkış.
Padişahından Senet İsteyen Vezir, Mecnun Olmalıdır... Gerisi yalandır. Ben, nasıl bir padişah olmalıyım ki, Vezirime senet imzalayayım?.. Vezirim nasıl bir mecnun ol-malıki, Padişahına şart koşabilsin!. Bunlar, düşüncesi kıt kimselerin sonradan yakıştırdıkları şeylerdir. Mithat Paşa, harîs ve atılgan bir Vezirdi ama, deli değildi. Ziya Bey'in, Kemal Bey'in Saray'a yerleştirilmesi, cülus edecek bir padişaha şart koşulmaz. Bunlar o çeşit maddeler değildir. Hem sonra Ziya Bey ile Kemal Bey Saray'a alınsalardı, bunlar benim ellerimi kollarımı mı bağlayacaklardı? Bir sözümle kendilerini işlerinden çıkaramaz mıydım ki, böyle akıllara sığmaz bir şart dermeyan edilsin!.
Sırası gelmişken söyleyeyim, Ziya Bey, nimete ve mevkie doymaz bir adamdı. Kemal Bey ne kadar samimi ise, Ziya Bey de o kadar harîs ve hesabı idi. Kendisini Vezirlik mertebesile Suriye Valiliğine tayin ettiğim halde, memnun değildi; gözü Sadrazamlıktaydı. Mithat Paşa'nın her balamdan o kadar benzeri idi ki, Mithat Paşa, Avrupa'ya uzaklaştırıldıktan sonra İstanbul'daki arkadaşlarına Ermeni cemaati yolu ile nasıl paralar, hediyeler göndermişse, Ziya Bey de (Paga) Suriye'den (yaranına) hediyeler gönderiyor, yazdığı yazıların İstanbul matbuatında imzasız çıkmasını sağlamağa çalışıyordu. Suriye vilayetinin işlerini ne dereceye kadar gördüğünü bilemem. Fakat İstanbul'da bazı kimselere günde on-onbeş mektup gönderdiğini yakından bilirim...
«Allah Taksiratını Bağışlasın.»
Bir ara İzmir'e geldi ve burada yabancı bir gazete muhabirine — sözüm ona — bir beyanat verdi. Bu beyanatında — laubali bir eda ile — Kanun-u Esasi ile idare edilen memleketlerde padişahların, milletin bir «hizmetçisi» olduğunu söyleyecek kadar edeb dışı davrandı. Hangi idare olursa olsun, bir Hükümdar milletinin hizmetindedir, ama hizmetçisi değildir! Kanun-u Esasi ile idare edilen memleketlerde de hükümdar, millete ait işlerinin bir kısmını kurduğu Meclise gördürür ama, hizmetçilik etmez! Şımarık Ziya Bey — böyle söyleyerek — yüzyıllar boyu Osmanlı mülkünün gözbebeği gibi sakındığı Padişahlığı aşağılatmağa çalışmış ve ona hakarete cesaret etmiştir! O zaman Sadrazam Mithat Paşa idi. Mesele çıkarmamak için bunlara bile göz yumdum, işitmezlikten geldim.
Yalnız, İstanbul gazetelerinde Ziya Bey'in (Paşa) Milletvekili çıkması için İstanbul'da taraftarları tarafından birkaç bin imza toplandığını gördüğüm zaman Sadârete bir tezkere ile, «Hükümdarına kargı edeb dışı davranışları görülmüş bir kimsenin Meclise alınmasını doğru bulmadığımı» bildirdim. Bunu, benim müstebidliğime vesika diye göstermek istiyorlar. Acaba pek hayranı oldukları İngiltere Kralı, Kraliyet'e hakaret etmeyi meslek edinmiş birinin Meclise alınmasını alkışlarla mı karşılar, yoksa vetosunu basar mı?.. Mithat Paşa, Maliye Veziri Galip Paşa'nın azlini benden niye o kadar İsrarla istemişti? Halbuki Galip Paşa, sadece fikirlerini dobra dobra söylemeye alışmış bir devlet adamı idi ve edeb dışı söz söylemek yaradılışına aykırı düşerdi.İşte Ziya Bey için söyleyeceklerim : Allah taksiratını bağışlasın!.
«Kızıl Hayvan!»
l.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi Sarayı
Musahibim evvelki gün fransızca 'küçük bir kitap getirdi. Adı : «Piyer Kiyar'ın Hatırasına»dır. Methiye ve hicviyelerden yapılmış bir kitapçık. Övülen, Piyer Kiyar, yerilen de ben..
«Piyer Kiyar'ı, ismen bilirim. Yirmi üç yıl önce İstanbul'a gelmişti. Ermeni mekteplerinde fesad muallimi idi. Üç dört sene kaldıktan sonra da def olup gitti.
Tuhaf!. Bana : (Kızıl Hayvan - Bete Rouge) lakabını takan Piyer Kiyar'mış.. Sözü bilirdimse de ortaya atanını bilmezdim. Taşıdığım yabancı ülke nişanları kadar, yine o yabancı ülkeler tarafından bana yakıştırılmış böyle birçok unvanlarım vardır! Ben, bunlarla iftihar etmekte haksız değilim, İşte bakınız, «Kızıl Hayvan» payesinin verilme sebebini bu kitaptan öğrendim. Ve öğreten de Aharonyan, Çobanyan adındaki iki Ermeni hatibinin hararetli nutuklarıdır! Musahibimin getirdiği kitapta ünlü, ünsüz bir sürü Fransız Edebiyatçısının da nutuk tarzında hicviyeleri var ise de «Kızıl Hayvan» isminin niçin konmuş olduğunu, insan dış düşmanlarından değil, iç düşmanlarından işitmek ve öğrenmek ister. Böylesi daha belgeli ve güven verici olur. Aharonyan efendi de, Mösyö Çobanyan da ağız birliği edip allandıra ballandıra anlatıyorlar ki : Piyer Kiyar, Ermeni okullarına öğretmen olarak 1893 yılında İstanbul'a gelmiş, Ermeni gençlerine felsefe ve edebiyat tarihi ile birlikte «Türklerin boyunduruğundan kurtulmak için çalışmak» dersleri vermiş!.. Ermeni öğrencilerinin felsefe ile edebiyat tarihi derslerinden ne kadar yararlandıkları belli değildir ama, ihtilâlciliği öğretmek ve inandırmakta o kadar başarı kazanmış ki; «Sason» meselesinde, «Zeytun» meselesinde, yâni. Ermeni kanının dökülüp, Ermeni ocağının sönmüş olduğu her meselede, bu Piyer Kiyarı minnet ve şükranla anmak, Ermeni cemaatına kutsal bir vazife olmuş!.
Pîyer Kiyar Ele Geçiyor..
Zabıta bir aralık, Ermeni hesabına çalışan bu Fransız-dan şüpheleniyor ve tutukluyorsa da, Fransız sefaretinin müdahalesi üzerine ben serbest bırakıyorum. Gerçekten de bu mesele ve sefaretin bu yoldaki müdahalesi hatırıma geldi. Piyer Kiyar, hapisten çıkmış ama, kendisini emniyette göremediğinden, — ki, yemin ederim şahsı için bizim taraftan hiçbir tehlike mevzubahs değildi ve bunu kendisi pek iyi bilirdi — İstanbul'u terk ediyor. Ve o kadar sevdiği Ermenileri de demek ki, önce Allah'ın koruması ve esirgemesine, sonra da benim şefkat ve merhametime bırakıp gidiyor. Bunu söyleyenler, birçok Fransızla beraber, mösyö Aharonyan ve Çobanyan efendilerdir.
Mazlum Ermeni milleti adına heyecanlanmış ve ayaklanmış bu fedakâr mücahit, yani Piyer Kiyar, İstanbul'daki — mikdarı her halde çok olmayacak — aylığını bırakıp Fransa'ya dönmek zorunda kalıyor; ve Ermeni kıyımını haber seriyor! O vakte kadar koca Avrupa'nın bu faciadan haberi yokmuş ve hükümetler de bizden yana çıkıp işi susmakla geçiştiriyor muş.. Bunu söyleyen ben değilim; birçok Fransız ve Ermeni hatibi ile muharrirleri... Hattâ, İstanbul'daki saygı toplantısında Hüseyin Cahit Bey bile bulunmuş ve işitmiş!.
Piyer Kiyar Avrupa'ya gittikten ve Ermenilerin yürek paralayan maceralarını hiçbir şeye aldırış etmeyen men-faatçı insanlık dünyasına haber verdikten sonra bile Ermenilere olan muhabbetini tatmin edememiş ve bu sevdanın hızı ile (Illustration) un muhabirliğini kapıp gittiği Yunan Ordusunda gönüllü bulunmuş ve Türklerle savaşmış da!... Bu da o kitapta yazılı!.
Şimdi, (Kızıl Hayvan) diye aşağılanan bu insan, tüm ademoğlundan sorar ki, Meselâ izmirli Übeydullah Efendi kalkıp tâ Hindistan'a gitseydi ve orada azınlığı değil, çoğunluğu yapan Müslümanların, bizim Ermeniler kadar da temel haklara sahip olmadığını görüp, üzüntüsünden ve kederinden bu çaresiz kalmış Müslümanlara : «Sizin de yoksul olmamak, zulüm görmemek, hakarete uğramamak gibi bir hakkınız vardır» deseydi ve demekte ısrar etseydi, en çok in-sansever, haksever ulularından geçinen Hindistan Valisi bizim Türk hocasının sarığına teşekkür mü ederdi?...
|