Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02-12-2009, 20:19   #8
Kullanıcı Adı
FarukARSLAN.
Standart -8-
İstihbarat
20.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi

İngilizleri istediğim ittifaka sürüklemek için Anadolu -Bağdat Demiryolu hattını Almanlara verdiğimi söylemiştim, Bunun, ayrı ve hoş bir hikâyesi vardır. Bunu da anlatmalıyım.

İngilizlerin, Ruslarla ülkemizi paylaşmak için yaptığı teklife Rusların «hayır» demeleri üzerine İngilizler bana, önceleri anlayamadığım —nice aylar sonra fark edebildi-im— bir biçimde yanaşmaya başladılar.
İngiliz Elçisi bir gün huzurda bana uzun uzun Anadolu Suriye ve Hicaz topraklarının tarihin en büyük medeniyetlerine beşik olduğunu sayıp döktükten sonra, buralarda yer altı kazıları yapmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Kesin bir cevap vermedim. Güya buraları kazılacak olsa, belki de fine bile (!) bulunabilirmiş!. Kaldı ki yer altından çıkacak eski paralar, kırık deştiler, heykelcikler define değerindey-miş! Bunlara bakarak belki tarih değişecek, çok kıymetli bilgiler elde edilecekmiş!... Bana eski Mısır yazısının okun-masının dünya medeniyetine ne büyük bir kazanç olduğunu söyledikten sonra, buralarda kazı yapmayı eğer Osmanlı idaresi masraflı buluyorsa, İngiltere Hükümetinin severek kendisine her türlü yardıma hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Adamlarını hemen gönderecekler, kazılara başlaya-caklar, masraflarını kendileri ödeyecekler, üstelik buralar-da bulunacak tarihi eserleri de — hiçbir bedel istemeden — ze bırakacaklarmış!...

İngiltere ile yakın ilişkiler kurmak muradımdı. Bu tek-lifin altında ne yattığını bilmiyordum ama, kabul ettim. He-men Sadrazam Halil Rıfat Paşa'yı çağırdım, İngilizlerin tekliflerini anlattım ve bu gelecek heyetlerin çalışmalarını dik-katle takip etmesini kendisine tenbih ettim.


Rus Elçisi Bariz Bir Tebessümle Dinliyordu...

Gerçekten İngilizler çok geçmeden bir takım bilginleri İstanbul'a gönderdiler. Ben kendilerini topluca kabul ettim ve çalışmalarında başarılar diledim. O akşam verdiğim ziyafete öteki elçiler de davetli idi. Bilhassa Rus elcisinin bu müsadeden memnun olmadığı açıkça görülüyordu. Elçiye, tarihe ve medeniyete İngilizlerin yardım etmek istediklerini söylediğim zaman, Sefir, bariz bir tarzda tebessüm ederek konuşmamı dinliyordu.
Bilginlerin bir kısmı Kayseri'de, bir kısmı Musul'da, bir kısmı da Bağdat'a yakın bir noktada kazılara başladılar. Kazılan yerli amelelerle yapıyorlar, biz de bütün çalışmalarını izleyebiliyorduk. Bu kazılardan birkaç kırık küp, desti, heykelcik ve birkaç lâhit'den (mezar) başka bir şey çıkmadı, İngilizler, küflü bakır paralara kadar çıkardıkları bu eşyaları bize teslim ediyorlardı.
Bu kazılar hakkında bilgi vermek için İngiliz Elçisi sık sık Huzur'a alınmasını istiyordu. Konuşuyorduk. Ben bütün bu fırsatları değerlendirerek yapmayı düşündüğüm ittifakın zeminini hazırlıyordum, istiyordum ki, bu teklifi ben yapmayayım, bana İngilizler yapsınlar. O zaman teklif sahibi onlar olacaklar ve ben uygun bulursam kabul edecek, bulmazsam red edecektim, böylece daha fazlasını koparmaya çalışacaktım.

İngiliz Aldatmacası

Bu arada, yine anlayamadığım bir şey oldu. İngiliz Elçisi bir gün heyecanla huzura girdi ve bana Musul çevresindeki kazılardan birinde çıkmış murassa bir kılıç getirdi. Kılıç kırıktı, fakat sapı çok kıymetli taşlarla işlenmişti. Elçi, bir zelzele sırasında toprağın çöktüğünü, bir parçasının çok derinlere gittiğini, geri kalan parçanın da kazılarda bulunduğunu söyledi.
Elçiye teşekkür ettim ve ihsanda bulundum. Fakat bizim istihbaratımızca böyle bir kılıcın bulunduğu bilinmiyordu. Ya haber alma teşkilatımız işlemiyor, ya da bana bilmediğim bir oyun oynanıyordu. Çarşı esnafından, işden anlar kişilere kılıcı gösterdim. Bunlar, bu kılıcın eski bir kılıç değil, eskitilmiş bir kılıç olduğunu söylediler!

Merakım büsbütün arttı, fakat kimseye bir şey sezdirmedim. Yalnız gelen haberlerden, Musuldaki ve Bağdat'da-ki heyetlerin satıh (yüzey) çalışmalarını bırakıp kuyular açmaya başladıklarını öğrendim. O zaman maksatları ortaya çıktı. Beni, dürüstlüklerine inandırmak istiyorlar, böylece daha rahat çalışma imkânını elde etmek istiyorlardı. Kıymetli taşlarla donanmış ve eski diye bana sunulmuş kılıç da bu güveni bende arttırmak içindi. Aradıkları kırık küpler, küçük heykelcikler değil, Petroldü!
Daha önce Eflâkde (Romanya) petrol bulunduğu için bunun kuyular açarak arandığım biliyordum. Nitekim bir süre sonra İngiliz Elçisi, ayrı bir haber vermek vesilesile huzura girdiği zaman, Suriye ve Hicaz topraklarının büyük bir kısmının çöl olduğunu, buralarda susuzluk çekildiğini, bu yüzden buralarda barınılamadığını söyleyip, eğer muvafık bulursam, «İngiltere Hükümetinin» buralarda insaniyet namına kuyular açtırmaya hazır olduğunu anlattı. Yalnız şartları vardı : Eğer buralarda su bulunur ve vahalar teşekkül ederse, çıkacak suyun kullanılmasını ahaliye bırakacaklardı, fakat suyun sahibi olacaklardı.


Açtıkları Kuyuları Kapattım.

îttifak işi zaten istediğim şekilde yürümüyordu. Teklifi red ettim. Bununla yetinmedim, Musul ve Bağdat'da açtıkları kuyuları da hükümetçe kapattım! İngilizler darılıp kazılari olduğu gibi bıraktılar. Fakat hemen ardından, Cema-leddinî Efganî yolu ile Hilâfet meselesini kurcalamaya başladılar. Hicaz Emîrini ele geçirerek maksatlarına ulaşmak istiyorlardı. Ben de buna karşılık, büyücek bir derviş kafilesini Hindistan Müslümanları arasına gönderdim. İngilizler,, buna Girit gailesini çıkarmakla mukabele ettiler. Daha da ileri giderek, Rusya ve Fransa'yı da yanlarına alarak beni tahttan düşürmeyi denediler. Ruslar, bu İngiliz teklifini sert bir dille red etti. Çünkü İngiltere, tıpkı Osmanlı ülkesinde yaptığı gibi, Rusya'da da Çar'ı meşrutî idareye zorlamak için ayaklanmalar düzenliyordu.
İşte İngilizlerle böylesine çatışmaya düştüğümüz günlerde, Almanya bize dostluk elini uzatmaya başladı. Girit ihtilâfında doğrudan doğruya bizi destekledi ve öteki büyük devletlerden ayrıldı. Yunan Savaşında Ordumuzun başarısı, Almanların gözünü açmıştı. Kayzer, Fransız, İngiliz, Rus. İttifakını önlemek için bana yaklaştı. Ben de hemen Alman Ordularına Hindistan yolunu açabileceğim gözdağını İngilizlere vermek için, Almanlara yaklaştım. Aslında ikimizin de düşünceleri başka, başkaydı. Bu hengâme içinde Kayzer Vilhelm İstanbul'a geldi. Tantanalı bir karşılama hazırladım.
Kayzer de tantanalı nutuklar söylüyor, misafirperverliğimizi övüyor, ve dünya yüzünde dağınık yaşayan üç yüz milyon Müslümanın dostu olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Şam'dan, Çar'a bir mektup gönderdi ve «Türkiye'nin, ölmekte olan değil, bütün canlılığı ile yaşayan bir ülke olduğunu» yazdı ve «müslümanların ve halifelerinin şerefine dokunmaktan uzak dur» ihtarını yapmaktan da çekinmedi.

Akılları — Fikirleri Petrolde

Asıl anlatmak istediğim bu değildir. Ancak Kayzer'in bu davranışları bende çok iyi duygular yaratmıştı, kendisine son derece dostane davranıyordum.


Alman imparatoru ile birlikte memleketimize bazı bilginler de gelmişti. Bu bilginlerin içinde tıpkı İngilizler gibi, kazılara meraklı olanları vardı. Onlar da Musul çevresinde eski eserler aramak istiyorlardı. Kendilerine müsaade ettim. Fakat İngiliz heyetlerinin petrol kokusu aldıklarını bildiğim için, yaverlerimden birini, bir başka nâm ile Musul'a gönderdim ve kazıları yerinde izlemesini tenbih ettim.

Aradan çok kısa bir zaman geçmişti. İmparator hâlâ memleketimizin misafiriydi. Salahattin Efendi'den bir rapor aldım. Alman heyeti de tıpkı İngilizler gibi, kuyular açıyorlar ve sondajlar yapıyorlardı.

Bu samimiyetsizliğe üzüldüğümü itiraf ederim. Çünkü Alman İmparatoru, petrol aramak teklifi ile 'de gelseydi, ben ona bazı şartlarla bu arama ruhsatını verecektim. Çünkü böyle bir araştırma, benim ülkem için de önemliydi. Ama, casus göndermek, eski eser aramak bahanesiyle petrol aramak, Almanların Osmanlılara nasıl baktığını açıkça gösteriyordu. Tahsin Paşa (34) bunu İmparatora duyurmak teklifinde bulundu. Red ettim. «Bırakalım, arasınlar,» dedim, «bulurlarsa, petrolü ceplerinde götürmeyecekler ya.. Buldukları kırık çanakları kendilerine veririz, petrol müsaadesi almamış oldukları için petrolü de biz kullanırız!»
Yaverim Selahattin Efendi, bu işlerden anlar bir adamdı. Kendisini çağırıp Amerika'ya gönderdim. Çünkü Amerika o yıllarda bu işlerde çok ileri idi. Hem bu devletle yakından ilişki kurmamıza yardım edecek, hem de topraklarımızda petrol olup olmadığını anlayacaktı. Maalesef bu teşebbüsüm bir netice vermedi. Salahattin Efendi'nin Amerika'da temas ettiği şirketler, ilgi göstermediler, bir yıl sonra da Yaverim eli boş geri döndü.Salahattin Efendi'nin dönüşte bana, Amerikalıların dünya ihtiyacına yeter ölçüde petrol çıktığına inandıklarım ve yeni kuyulara, petrol fiyatlarını düşüreceği düşüncesi ile, yanaşmadıklarını söyledi. "Fakat İngilizler ve Almanlardan sonra biz de petrol kokusunu almıştık. Japonya'dan bir mütehassıs gurubu istedim. Göndermeyi kabul ettiler. Gerisinin ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü az sonra tahttan uzaklaştım.

(34) Tahsin Paşa Mâbeyn Başkâtibidir, İttihatçılar «Kara Tahsin» derler.


Osmanlı Devletinde İstihbarat
22.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi


Osmanlı'da töre budur : Padişah, tebasının ne düşündüğünü, hangi şikâyetleri olduğunu, bir yandan kendi Valilerinden, Kadılarından Hükümet yolu ile öğrenir, bir taraftan ülkenin dört bucağına serpilmiş tekkelerin şeyhlerinden, dervişlerinden haberler toplar ve buna göre ülkeyi idare eder. Ceddim Sultan Mahmut (Mahmut II) buna gezginci dervişleri de ekleyerek istihbaratı genişletmişti.
Ben tahta çıktığım zaman durum buydu ve böylece devam ediyordu.
Bir gün Londra Sefiri Musurus Paşa'dan Eski Sadrazam ve Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın İngilizlerden para aldığını öğrendim. Devleti Padişah adına idare eden bir Sadrazam kendi devletine ihanet ediyorsa, istihbaratı da elbette kendi işine geldiği gibi Saray'a duyururdu. Tedirgin olmuştum, müteessirdim.
İşte bu günlerde Mahmut Paşa bana geldi ve Jön Türklerden bazıları hakkında haberler getirdi. Getirdiği haberler mühimdi. Kendisine bunları nasıl öğrendiğini sordum. Hususî bir istihbarat teşkilâtı kurmuş, bazı kimselerin yakınlarını para ile elde etmişti. Bu kimseler kendisine görüp duyduklarını haber veriyorlar, o da bunları değerlendiriyordu.

İsterse kardeşimin kocası olsun, Devletin bir paşasının Devletten gizli ve ayrı bir istihbarat kurması doğru olamazdı. Kendisine teşkilâtı hemen bana devretmesini ve bundan böyle bu işlerle uğraşmamasını söyledim. Teşkilâtı bana devretti ama, bundan çok alındı.



Şahsıma Bağlı Müstakil Bir İstihbarat Teşkilâtı Kurdum..

Yabancı devletler, kendi emellerine hizmet edecek kimseleri Vezir ve Sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmiş-lerse, Devlet güven içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat teşkilâtı kurmaya bu düşünce ile karar verdim, İşte, düşmanlarımın Jurnalcilik dediği teşkilât budur!.

Bu jurnalların hakikî olanlarının yanında iftira mahiyetinde olanlarının da bulunduğunu elbette biliyorum. Ama ben hiçbir jurnala, titiz bir tahkikten geçirmeden inanmadım ve onun icabına el sürmedim.

Ceddi Azizim Selim Han (Selim III) «Yabancıların elleri ciğerlerimin üstünde geziniyor, aman biz de yabancı devletlere elçi gönderelim ve onların ne yapmakta olduklarım bir an önce öğrenmeğe çalışalım» diye feryat etmişti. Ben bu yabancı elleri ciğerlerimin içinde duyuyordum. Sadrazamlarımı, Vezirlerimi satın alıyorlar ve mülküme karşı kullanıyorlardı! Ben, nasıl olur da Devlet Hazinesinden beslediğim bu insanların ne yaptıklarını, neye hazırlandıklarını öğrenmeyebilirdim! ..

Evet, jurnal sistemini ben kurdum, ben idare ettim. Fakat vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimeti ile gırtlaklarına kadar dolu oldukları halde, Devletime ihanet edenleri tanımak, takip etmek için!... Kendi devletini yıkmak, kendi Padişahının canına kasd etmek karşılığı, yabancı devletden para alan Sadrâzamları gördükten sonra!...



23.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi


Tahtdan uzaklaştığımdan bu yana benim aleyhimde bir sürü makale yazıldı, birçok kitap yayınlandı. Düşmanlarımın kaleminden kan damlıyor. Neler yapmamışım, neler çektirmemişim münevverlerimize!.
Bunlar, benim zaman-ı idaremde de yazıyorlar, çiziyorlardı ama, bu yazdıklarını, ya Avrupa'da bastırıyorlar, ya Mısır'da yayınlıyorlardı. Şimdi, Babıâli Caddesi bunlarla dolmuş!.
«Düşenin dostu olmaz,» demişler.. Ben zaten kimseden dostluk beklemiyorum. Ama fisebîlûllah düşmanlığı bir türlü kavrayamıyorum. Diyelim ben Padişahken benden korkuyorlardı, onun için yazıyorlardı aleyhimde.. Peki şimdi benim neyimden korkuyorlar da durmadan kalemlerini işletiyorlar?İşte bir köşedeyim. İşte kimse ile alışverişim yok. Benden istedikleri nedir?... Acaba nankör tabiatları —gördükleri iyilikten— vicdan azabı mı çekiyor?..



«Hep, Akıllı İnsan Aradım.»

Ben, akıllı insanların düşmanıymışım!. Bunu utanmadan yazabiliyorlar. Eğer «akıllı» dedikleri, kendileri gibi ise, ben öyle akla hayatımın hiçbir gününde itibar etmedim. Yok, eğer gerçekten akıllı insanlara düşman olduğumu söylemek istiyorlarsa, bir tek örnek versinler, hepsini kabul edeyim. Ben bütün hayatımda akıllı insan aradım. Ne yazık ki bulamadığım için, bazan bu kitapları yazanlar gibilerini de kullandım.


Hiç akla ve bilgiye düşman olsaydım, Darülfünunlar açar, Mülkiye-i Şahane gibi Devlete ve Millete bilgili insan yetiştiren mektepler kurar mıydım? Hiç akla ve bilgiye düşman olsam, horozdan kaçan genç kızlarımızın okuması için Dar-ül Muallimat'lar kurar mıydım?.. Hiç akla ve bilgiye düşman olsam, Galatasaray Sultanisi'ni Avrupa'nın Üniversiteleri ayarına çıkarıp, orada talebelere hukuk dersleri okutur muydum?
Ben, Mülkiye-i Şahane'ye felsefe dersini koydurduğum zaman, bütün talebe «Bizi gâvur yapmak istiyorlar» diye ayaklanmıştı. Ama ben gâvurluğun bilgide değil, cehaletde olduğunu biliyordum. Israr ettim, okudular, adını sadece «Hikmet»e tebdil ettik. Darülfünun'da da bu dersi «Fizik» diye okuttuğum gibi...
Ben yalnız mektepler açarak okumuş insan yetişmesine çalışmakla kalmadım, kendi kendilerini yetiştirmek yolunda olanları da teşvik ettim.Cevdet Paşa'yı Ahmet Mithat Efen-di'yi, Şemsettin Sami Efendi'yi, hattâ kendisini büyük tarihçi sanan Murad Efendi'yi ve daha nicelerini maddeten ve manen destekledim ve eser vermelerini sağladım. Diğer edebiyatçıları nasıl himaye ettiğimi daha önce söylemiştim.

Darüsşefaka, benden önce kurulmuştu. Ama bir türlü yürümüyordu. Devletimin yetimlerine hizmet etmek için kurulmuş bir mektebi, bugünkü hale getiren benim.|Fakat ne kadar gariptir ki, bugün bana düşmanlık edenlerin hemen hepsi, benim açtırdığım mekteplerde okumuş oldukları halde, bana «Akla ve bilgiye düşmandı» demekten maalesef utanmıyorlar.


Okumuş Adamdan Korkmadım.

Hayır, ben hiçbir zaman okumuş adamdan korkmadım. Fakat birkaç kitap okumakla kendisini allâme sayan ahmaklardan çekindim ve onlardan uzak durdum. Avrupa milletlerinin laboratuvarlarına imreneceğine, kılık kıyafetlerine imrenen frenk delisi şaşkınlar, benim yanımda itibar görmediler. Bundan pişman değilim. Hiç, her köyde bir cami ve caminin yanında bir mektep görmek için otuz bu kadar yıl çabalamış bir padişah, bilgi ve akıl düşmanı olabilir mi?
Benim zamanımda basılmış kitaplara baksınlar, bir de sonrakilere.. Avrupa'nın ne kadar büyük filozofu, âlimi, edebiyatçısı varsa bunların en seçilmiş eserleri benim zamanımda basılmış, satılmış ve okunmuştur. Benim korunmak istediğim Avrupa'nın bilgisi değil, Avrupa'nın düşmanlığı idi. Binlerce talebeyi Avrupa'ya göndererek okumalarını ben sağladım. Bunların içinden üç-beş çürük adam çıktı ama, pekçokları Devlet'e hayırlı hizmetlerde bulundular. Ben bunlarla iftihar ederim.
Benim Saltanatım günlerinde insanlar belki fazla gevezelik edememişlerdir ama, fazlası ile okumuşlar, öğrenmişler ve imünevver insan olmuşlardır.Fındık kadar marifet gösteren bir insan, benden ceviz kadar ihsan görmüştür.Nasıl teşvik etmezdim ki, başımıza ne gelmişse, dünyada ölüp bitenlerden haberimiz olmadığı için gelmiştir. Tahta çıkar çıkmaz, o günlerde bazı Avrupa memleketlerine bile girmemiş telgrafı bütün ülkeye yaydım. Otuz bin kilometrelik telgraf hattı benim sürekli takibimle döşenmiş, köylere kadar götürülmüştür. Tahtelbahirin (Denizaltı) tecrübeleri benim kesemden verilmiş para ile İstanbul'da yapıldı.Jö günlerde dünyada, denizin altında giden bir gemiden İngiltere'nin bile haberi yoktu! Benden sonrakiler işin ucunu bırakmışlarsa, elbette bu günah bana yazılmayacaktır.Hayır, tekrar ediyorum ve kırık kalbimle temin ediyorum ki ben iyi, güzel, faydalı hiçbir şeyin düşmanı olmadım; bunlara düşman olanlardan başka


24.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi

Bu sabah Musahibim neden yazdığımız bu hatıratta ken-limi müdafaa eder gibi göründüğümü sordu. «Sizin zamanı levletinizdeki icraatın Osmanlı mülkünün bekası için tutul-nası gerekli tek yol olduğundan kimin şüphesi var?.» dedi.
Yaz öyleyse dedim, cevap vereyim. Benim tarih huzu-runda ve Allah huzurunda hiçbir tereddüdüm yok. Ne yaptıysam, mülkün bekası, ahâlinin refahı ve huzuru için yaptım. Kendi duygularımı bir kenara koydum.Bir insanda ateş böceği kadar aydınlık gördüysem, onun kim olduğuna, niyetinin ne olduğuna bile bakmadan, yıldız muamelesi yaptım ve işbaşına geçirdim. Kusurları bağışladım. Bencillikleri hoş gördüm. Vatan haini olduğuna inandığım insanları bile, şahsen suçlamadım, adaletle muhakeme ettirdim. Hâkimlerin verdikleri cezaları hafiflettim. Bazılarını, «Kul kusursuz olmaz» diyerek bağışladım. Bunu herkes bilmiyorsa, tarih ve Allah- elbette bilecektir. Bu noktada hiçbir huzursuzluğum yok.

Ermeni Kundakçılarını Alkışlayan Münevverlerimiz

Fakat bugün, ülkemin içine düştüğü faciayı görüyorum. Ordumuz bozgun halinde payitahta (başkent) çekiliyor. Bütün İmparatorluğu, bir daha ele geçmez şekilde kaybediyoruz. Bu mağlubiyetin müsebbibleri var, hainleri var, suçluları var, yardakçıları var... Bunlar kendilerini tarihin adaletinden, milletin husumetinden kurtarmak için beni suçluyorlar. «Bu yangını Abdülhamid bıraktı» diyorlar. Koskoca bir ülke kaybetmenin acısı içinde çırpınan vatan evlatlarına, her şeyi doğru görmeleri, doğru değerlendirmeleri için yazıyorum. Kimi suçlayacaklarını bilsinler, kimin yakasına yapışmak gerektiğinde şaşırmasınlar diye.. Tarihin hükmünü beklemeden, dosdoğru düşünebilsinler, bir daha ne yapmaları gerektiğini idrak etsinler diye.. Bir Osmanlı Padişahı ve Halifesine bomba ile kasd eden Ermeni kundakçılarını alkışlamayı vatanperverlik sayan münevverleri görünce, kim olduklarım tanısınlar diye... Hiçbir namuslu Ermeni, padişahına kasd eden eli bombalı ırkdaşına «şanlı avcı» (35) diyecek kadar hayasız olmamıştır!

Üzerime yağmur yerine iftiralar yağıyor. Sait Paşa bile, vicdanının kara mürekkebine kalemini bandırıp beni karalamaktan çekinmezse, ben elbette hakikatleri yazacağım. Kimseyi ne suçluyorum, ne kendimi müdafaa ediyorum, sadece hakikatleri yazıyorum. Her şey anlaşılsın, her şey bilinsin diye..
«Abdülhamid gençleri denize atıp boğdurdu» demek kolaydır.İnsan, kuş değildir ki sahibi çıkmasın.. Benden sonra bunca yazdılar, çizdiler. Bir tek gencin denize atıldığını ispatlayabildiler mi?.. Ama hâlâ söylemeğe devam ediyorlar. Vatan evlâtlarım, benim için her zaman gözbebeğim olmuştur. Nicelerinin suçlarını bağışlamışım, birçok kabahatlerine bilerek göz yummuşum. Nasıl olur da ben, o evlâtlarımı denize artırabilirim. Bunu yapmak değil, düşünmek bile bir cinayettir. Benden sonra olup bitenlere bakıyorum da bu sözleri uyduranların bunları yapabilecek tıynette olduklarım üzülerek anlıyorum. Demek beni de kendileri kadar gaddar sanıyorlarmış!,



Padişahına Gaddar Olan Meslekdaşına Acır mı?

Şimdi hatırıma geldi. Rus muharebesinin sürdüğü günlerde idi. Süleyman Paşa, Tuna ve Balkan ordularının Başkumandanlığını yapıyordu. Bir gün kendisinden bir telgraf aldım. Bu telgrafta, kendisi gibi paşa olan bazı ordu kumandanlarını tutuklayıp mahfuzen İstanbul'a gönderdiğini yazıyor ve bunların vatan haini olduğunu ileri sürüyordu. Her biri için de bir suç bulunmuştu. Kimi ordunun erzakım çürütmek, kimi aldığı emri kendi bildiğine göre değiştirmek vesaire... Paşalar, İstanbul'a gelince bizzat soruşturmalarım yaptım. Gördüm ki bunlar, vaktiyle Süleyman Paşayı, Ab-dülaziz Hanın hâl'i işine karışmasından ötürü tenkit etmişler.. Süleyman Paşa da eline kuvvet geçince, bunları tutuklayıp suçlayarak kurşuna dizilmeleri için İstanbul'a mahfuzen göndermiş! işin tahkikine memur ettiğim Rasim Paşa verdiği raporda, Süleyman Paşa'yı suçluyor ve bu paşaların hiçbir kusurları olmadığını açıkça söylüyordu. Harp günleriydi. Süleyman Paşa'ya ağzımı açıp bir tek şey söylemedim. Gönderdiği paşaları da muhakemeden geçirdikten sonra, gönüllerini alıp başka vazifelere yerleştirdim.

Süleyman Paşa, hâlâ Sadrazam Ethem Paşa'ya telgrafla soruyordu : «Ne oldu?. Paşaları cezalandırdınız mı?.»

Devletin paşalık mertebesine çıkardığı bir namuslu asker, düşmanla işbirliği yapmak, ordusunu kaçmaya teşvik etmek gibi bir vatan hainliği yapmadıkça, nasıl bir kusuru olursa olsun, tutuklanmaz, elleri bağlanmaz. Hele bunlar, vaktiyle yaptığınız bir işden ötürü sizi haklı olarak tenkit etmiş insanlarsa... Ama insan, Devletinin Padişahına karşı gaddar olabilirse, meslekdaşına mı şefkatli olabilir?..

Süleyman Paşa'nın iyi asker olduğunu söylerler. Yenilmiş ve düşmanı İstanbul kapılarına getirmiş bir baş kumandanın nasıl iyi bir asker olabileceğini münakaşa etmek istemiyorum. Ama hiçbir kusuru bağışlamasını bilmeyen kindar bir adam olduğunu bilirim. Ruhlarında şefkat taşımayanların mükemmel olabileceklerine inanmıyorum.

Yazdığım şeyler beni yordu, daha çok ruhum yoruldu bugün. Süleyman Paşa meselesine — Allah izin verirse — yarın devam edeceğim...

(35) Tevfik Fikret.


25.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi

Süleyman Paşa'yı da benim mağdurlarım arasında sayarlar. Güya ben Süleyman Paşa'yı, Mithat Paşa'nın arkadaşı olduğu ve Amcam Abdülaziz Han'ın hâl'inde rol oynadığı için sürgün etmişim!..
Harbiye Mektebi Kumandanı iken, Abdülaziz Han'ın tahttan indirilmesinde büyük rol oynadığı bir hakikattir. Fakat Katlinde bir iştiraki olmadığı meydana çıktı. Bir paşa, bir Padişahın düşürülmesinde rol sahibi ise, yerine gelen Padişahın kendisine güvenmeyeceği ortadadır; başkasına oynadığı oyunu kendisine de oynayabilir. Fakat ben buna rağmen, çoğu zaman insanların kabiliyetlerine ve hizmet imkânlarına bakarak karara vardım. Memleketin kabiliyetli insana çok ihtiyacı vardı. Yapacak iş çok, yapabilecek ehliyetli insan azdı. Bu sebeble Süleyman Paşa'yı ve onun gibileri — işten uzaklaştırmak şöyle dursun — işe sevk ettim.

Sırbistan ve Karadağ cephesinde harp yeniden patlamak üzere idi. Süleyman Paşa'yı «Büyük Asker» diye göklere çıkarmışlardı. Osmanlı mülkünün bu nazik devresinde kendisini buraya, Balkan Orduları Baş Kumandanı olarak gönderdim. Bu sırada Ruslarla savaşa tutuştuk. Savaş aleyhimize gelişiyordu. Süleyman Paşa'nın bir kısım kuvveti ile Tuna Ordusunu desteklemesi faydalı olacaktı, emir verildi.



Zağra ve Pilevne Zaferler!


Süleyman Paşa, kumandası altındaki askeri mecburî yürüyüşle Dedeköy üzerinden Zağraya indirdi. Burasını tahkim ettikten sonra Eski Zağra üstüne yürüdü. General Gurko'nun kuvvetlerini iki günde perişan ederek çekilmeğe mecbur etti. Tam bu günlerde de Gazi Osman Paşa, düşman elinde olan Pilevne üzerine yürüdü ve bir günde ele geçirdi. Rusların yedi bin, bizim — Allah'a şükür — yalnız bin askerimiz kırılmıştı. Üstüste gelen iki zafer haberi, Orduyu da Milleti de şahlandırdı.
Muharebenin o güne kadar iyi idare edilmediği hakkındaki kanaat umumî idi. Saraydaki büyük Kumandanlardan kurulu Harp Divanı'nın kararı ile Sarasker Abdülkerim Nadir Paşa ile Redif Paşa'yı Başkumandanlıktan azlettim ve yerine müşir Mehmet Ali Paşa tayin edildi.
Bu sırada Süleyman Paşa'dan bir telgraf aldık. Hıfzı Paşa kumandasında elde tutulan bir mikdar kuvvetin cep heye gönderilmesini istiyordu. Halbuki bu kuvvetler, cephenin yarılması halinde düşmanı tutacak kuvvetlerdi. Har Divanı Süleyman Paşa'ya durumun bildirilmesini uygun gördü ve bildirdi.


Süleyman Paşa'dan Küstah Bir Cevap..

Süleyman Paşa'dan edeb dışı bir karşılık aldık : «Burada ben muvaffak olmazsam memleket elden gider, o zaman Payitahta da ihtiyaç yoktur» diyordu. Bu şımarık ve küstah cevabı Harp Divanı, ne meslek terbiyesine, ne devlet memuru vekârına sığdıramadığı için, ittifakla Süleyman Paşa'nın azline karar verdiler. Süleyman Paşa'nın Balkan Orduları Baş Kumandanlığı, Gazi Osman Paşa'ya tevcih edilecekti.
Ben, müdahale ettim ve önce durumun Gazi Osman Paşa'ya bildirilmesini, Osman Paşa'nın mütaleası alındıktan sonra karara varılmasını istedim. Tahmin ettiğim gibi Gazi Osman Paşa bulunduğu yerden ayrılmasının çok mahzurlu olacağını anlatarak, bu vazifenin Süleyman Paşa'ya verilmesinin doğru olacağını mütalea olarak bildirdi. Cephede düşmanla dövüşüp zaferler kazanan Osman Paşa gibi bir askerin mütaleası ehemmiyetli idi. Süleyman Paşa'nın son telgrafından da anlaşılacağı gibi, kendi düşüncelerinin daima dünyanın nizamı olduğuna inandığını bildiğim halde, Başkumandanlığa getirilmesini Harp Divanına teklif ettim. Harp Divanı benim isteğimi hoş karşılamadı, fakat bununla beraber Süleyman Paşa, yalnız Balkan Orduları değil, Tuna Ordularının da Başkumandanı tayin olundu.
Şimdi insaf ile düşünülsün; Ben Mithat Paşa'nın arkadaşlarına, Abdülaziz Han Emmim'in tahttan düşürülmesine karışmış insanlara düşman olsaydım, Süleyman Paşa'yı Harp Divanına mı verir, yoksa Balkan ve Tuna Ordularının Başkumandanı mı yapardım?. Acaba benim yerimde hangi Padişah olsaydı, kendisine böyle küstahça ve hattâ hakaret dolu telgraf çeken paşasını bağışlardı? Ben mi kin güdüyorum, yoksa, kendisini tenkit eden paşaları, cephede dövüşen askerin gözü önünde tutuklayıp «kurşuna dizilsin» diye İstanbul'a gönderen Süleyman Paşa mı?..



Ruz-i Mahşerde Bunu Bana Sormayacaklar..

Ben, tırnağının ucu kadar memlekete faydası dokunacak kimselerin boyunca günahlarını gözümü kırpmadan bağışla-mışımdır. Çünkü benim bulunduğum yer, şahsî kayguların çok üstüne çıkılması gerekli olan bir makamdır. Yeryüzünde bunu bana soran olmasa bile, ruz-i mahşerde, her yaptığımın hesabının sorulacağını bilir ve iman ederim. Padişah olarak elbette benim de kusurum olmuştur; fakat hangi kusurum olmuş olursa olsun, kin gütmek, devlet ileri ile duygularımı karıştırmak gibi bir kusurum — elhamdülillah — olmamıştır. Ruz-i mahşerde böyle bir suale muhatap olmayacağım.

Rusların Balkanlarda ilerlemesi ve bazı kalelerimizi ele geçirmesi, Bulgarları azdırdı ve buralardaki Türklere, tarifsiz zulümler, işkenceler ve hakaretlerde bulunmaya başladılar. O derece ki, hemen bütün Avrupa gazeteleri bu insanlık dışı davranışları yazıyorlar ve Bulgarlara lanet ediyorlardı. Ben, bu haberlerin İstanbul ve taşra gazetelerine aksetmemesine büyük bir dikkat gösteriyordum. Çünkü buralarda da Müslüman ahalinin galeyana gelmesi ve buradaki gayri müs-lim ahaliye misliyle mukabele etmesi pek mümkündü. Bu takdirde, bütün Avrupa bir kere daha bizim aleyhimize dönecek, gayr-i müslimleri himaye iddiasile İngiliz ve Fransız Donanması İstanbul önlerinde görünecekti.



Süleyman Paşa'nın Aklı - Fikri Şöhret Yapmakta..


Fakat cepheden Süleyman Paşa durmadan telgraf çekiyor ve mezalimi anlatarak bunların İstanbul ve taşra gazetelerinde yayınlanması için gazetecilerden kurulu bir heyetin kendi yanına gönderilmesini istiyordu. Çünkü aklı fikri şöhret yapmaktaydı. Bunlar, gazetelerde yazıldıktan sonra, ne olup bitebileceğini aklından dahi geçirmiyordu. Bütün ısrarlarına rağmen gazetecileri göndermedim ve haberlerin yayınlanmasını önledim. Kendisine bu husustaki düşüncelerimizi yazdıktan sonra da cevaben hepimizi korkaklıkla, vehimle suçlayacak kadar ileri gitti.

Şimdi düşünüyorum : Bu işde bir hata varsa, acaba mezalimi gazetelere yazdırmayıp zaten ızdırap içindeki ülkeyi yeni kargaşalıklara ve tehlikelere düşürmemek mi, yoksa yazdırıp, tamiri imkânsız felaketlere yol açmak mı?..

Bu kadarcık şeyi düşünemeyecek bir Paşa'yı Orduların Başkumandanı yapmak hatasını ben kabul ederim. Ama Süleyman Paşa'yı, şişiren yardakçıları da paşalarının «Benim istediğim olsun da memleket ne olursa olsun» diyecek kadar hadgâm ve basiretsiz olduğunu kabul etsinler!
Rus Savaşını Süleyman Paşa'nın Başkumandanlığında kaybettik. Harp Divanı, Başkumandan'ın hataları yüzünden savaşı kaybettiğimiz kanaatindeydi. Kumandanları kullanamadığı, askeri kullanamadığı, bu yüzden hem bozguna sebep olduğu, hem savaşı kaybettiği ileri sürülüyordu. Muhakeme edilmesini istediler. Askerî bir işti, karışmadım. Muhakemesi askerler tarafından yapıldı ve kabahatli bulundu. Cezayı bağışladım, kendisini İstanbul'dan uzaklaştırdım. İşte Süleyman Paşa hikâyesinin iç yüzü... Bu onun için ağır bir ceza olmuşsa, benim takdirimle değil, Allah'ın takdiriyle-olmuştur. Başkaca taksiratı varsa Allah bağışlasın...



«93 Muharebesini Tarih Şaşırmadan Yazacaktır.»

26.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi

93 Muharebesi, içimde kırk yıl durmadan kanamış bir yaradır. Önlemek için çok uğraştım, muvaffak olamadım. Sonra kazanmak için didindim, gece uykularımdan, gündüz huzurumdan oldum, kazanamadım. Tarihin şaşırmadan karar verebileceği bir hadisedir bu... On binlerce okka evrak arşivlerdedir. Yazılmış sayısız kitap ortadadır. Bu savaşın içine zorla itilmiş bir Padişahın nasıl çırpındığını, tarih şaşırmadan yazacaktır. Bu sebeple müsterihim.
Düşmanlarım, pek çok şeyleri olduğu gibi, 93 Rus Savaşını da benim sırtıma yıkmağa çalışıyorlar. Onlara göre, bu savaşı ben istemişim. Büyük devletlerin aracılıklarını ben önlemişim! Prestij kazanmak için savaş açmışım. Sonra, hiçbir savaş bilgim olmadığı halde, Saray'dan savaşı idare

etmişim. Birçok kıymetli kumandanları,kıtaları başından uzaklaştırıp, yerlerine cahil kimseleri getirmişim. Orduyu silâhsız, erzaksız bırakmışım, böylece de zorla kendi Ordumu yendirmişim!
Evet, bunları yüzleri bile kızarmadan yazabiliyorlar ve herkesi inandırmaya çalışıyorlar, însan bunları gördükçe, okudukça, «Arşivleri de mi yok ettiler acaba?» diye düşünmekten kendini alamıyor.
Mithat Paşa ve taraftarları — çok yanlış olarak — İngilizlere güvenip o kadar ileri gitmişler, öyle bir savaş tohumu serpmişlerdi ki, buna karşı durmak, neredeyse vatan hainliği haline gelmişti. Savaşı önleyemeyeceğimi anladıktan sonra, savaşa hazırlanmaya başladım.



Serhatden Saraya Döşenen Telgraf

Memleket içindeki yollar yeterli değildi. Haberleşme at sırtında yapılıyordu. Ordu bir kere serhadde gönderildikten sonra, ondan haber almak günler, bazan haftalar mese-lesiydi. Bazı Avrupa memleketlerinde «Telgraf» adile bir haberleşme vasıtası kullanılmaya başladığını duymuştum. Hemen harekete geçtim ve Belçika'dan bir uzman getirttim. Adı Jan Dikru idi. işinin erbabı bir adamdı. Zamanın en kuvvetli bataryaları ile donanmış bir telgrafhane merkezini Saray'da kurdurdum. Her vilâyet kendi sahasındaki telgraf direklerini dikti, teller bağlandı ve hatlar işledi. Telgrafhaneyi bu Jan Dikru idare ediyordu. Kendisini çağırdım ve bizim adamlarımıza 6 ay içinde bütün işleri bir başlarına yürütecek ölçüde öğretecek olursa, kendisine bir Osmanlı nişanı ile 2000 altın vereceğimi söyledim.
Hemen Saray'da bir okul açtı ve üç guruba böldüğü ta lebelerine gece gündüz ders vermeğe başladı, İki buçuk ay sonra gerek Anadolu ve gerekse Rumeli'nin belli başlı vila

yetlerini merkeze bağlayan şebekeyi kendi başlarına idare edecek kabiliyette telgrafçılar yetiştirdi. Hiç değilse böylece haberleşme sağlanmıştı.
Ordu mevcudunun Doğuda seksen bin, Rumelinde iki yüz bine ulaştığını bildirdiler. Sadrazam Ethem Paşa, Serasker Redif Paşa, Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa, Bahriye Nazırı Rauf Paşa ve Tophane müşiri Mahmut Paşaları Saraya davet ettim ve bir Harp Divanı kurdum. Kendilerine ne düşündüklerini sordum. Günlerce süren konuşmalardan sonra bu Harp Divanı şu kararları aldı :— «Tuna Ordusu» adını alan ve Rusları sınırda kar
şılayacak kuvvetlerin basma Abdülkerim Nadir Paşa geti
rilecek.

— Telgraf yolu ile ordularla muhabere imkânı sağ
lanmış olduğuna göre, Saray'da Tecrübeli paşalardan bir
Harp Divanı kurulacak. Bu divan, kendi aralarında iş bö
lümü yaparak Ordunun iaşe, ikmal, teçhizat işlerini dakikası
dakikasına takip edecek, savaşın gelişen yeni şartlarına gö
re, Başkumandanları dakikası dakikasına uyaracak ve iş
lerini kolaylaştıracak.— Osmanlı mülkünün bütün gücünü ve varlığını, Har
bin icaplarına göre ve benim adıma 'kullanacak,Osmanlı mülkünün en yetkili paşalarıydı. Kararlarını kabul ettim.



Ordu İçindeki İkilik


Bu müzakereler sırasında Sadrazam Ethem ve Serasker Redif Paşalar, Ordunun çeşitli kademelerinde subaylar arasında bir huzursuzluk olduğunu bana bildirdiler. Hüseyin Avni Paşa'nın yetiştirmesi bazı paşalar ve subaylar, Ab-dülaziz Hanın düşürülmesini tasvip ederken, bazı paşalar ve subayların tasvip etmemesi ve ayıplaması Orduyu içinden bölmüştü. Bunların birbirine güveni yoktu. Açıktan hiçbir huzursuzluk belli olmadığı halde, her iki tarafta da «bizden», «sizden» sözleri kullanılıyordu.

Müteessir olmuştum. Bu yüzden — maazallah — her şeyi kaybedebilirdik. Çaresini sordum. Abdülkerim Nadir Paşa, sürtüşme ihtimali olan subayları ayrı ayrı cephelerde toplamayı teklif etti. Serasker Redif Paşa, bunun Orduyu karmakarışık edeceğini, askerin tanıdığı subayın kumandasında savaşa katılmasının iyi neticeler vereceğini anlattı. Uzun müzakerelerden sonra bu çeşit sürtüşmeler çıkarsa, bunların kurulacak Harp Divanı'nın alacağı tedbirlerle önlenmesi, işin icabına uygun olacağı kararlaştırıldı.

Ben asker değildim. Askerin haleti ruhiyesini de bilmezdim. Fakat bana Abdülkerim Nadir Paşa'nın teklifi daha uygun geliyordu. Birbirlerini anlayacak insanların yanyana olması, elbette maslahata daha uygun düşerdi. Fakat önümüzdeki zamanın kısalığı, askerin haleti ruhiyesi üzerinde ileri sürülen fikirler dolayısı ile, karara ben de katıldım, İşte bizi Ruslara yendiren en büyük hatalardan biri!



Ordu İçindeki İkilik

Bu müzakereler sırasında Sadrazam Ethem ve Serasker Redif Paşalar, Ordunun çeşitli kademelerinde subaylar arasında bir huzursuzluk olduğunu bana bildirdiler. Hüseyin Avni Paşa'nın yetiştirmesi bazı paşalar ve subaylar, Ab-dülaziz Hanın düşürülmesini tasvip ederken, bazı paşalar ve subayların tasvip etmemesi ve ayıplaması Orduyu içinden bölmüştü. Bunların birbirine güveni yoktu. Açıktan hiçbir huzursuzluk belli olmadığı halde, her iki tarafta da «bizden», «sizden» sözleri kullanılıyordu.

Müteessir olmuştum. Bu yüzden — maazallah — her şeyi kaybedebilirdik. Çaresini sordum. Abdülkerim Nadir Paşa, sürtüşme ihtimali olan subayları ayrı ayrı cephelerde toplamayı teklif etti. Serasker Redif Paşa, bunun Orduyu karmakarışık edeceğini, askerin tanıdığı subayın kumandasında savaşa katılmasının iyi neticeler vereceğini anlattı. Uzun müzakerelerden sonra bu çeşit sürtüşmeler çıkarsa, bunların kurulacak Harp Divanı'nın alacağı tedbirlerle önlenmesi, işin icabına uygun olacağı kararlaştırıldı.

Ben asker değildim. Askerin haleti ruhiyesini de bilmezdim. Fakat bana Abdülkerim Nadir Paşa'nın teklifi daha uygun geliyordu. Birbirlerini anlayacak insanların yanyana olması, elbette maslahata daha uygun düşerdi. Fakat önümüzdeki zamanın kısalığı, askerin haleti ruhiyesi üzerinde ileri sürülen fikirler dolayısı ile, karara ben de katıldım, İşte bizi Ruslara yendiren en büyük hatalardan biri!



Ruslar İstanbul Kapısında

Bundan sonraki savaşın yarısını da Süleyman Paşa'nın, kendisini tutan Paşaları ve Subayları ileriye alması, kendisine karşı olduklarını sandıklarını da türlü yollarla muattal hale koyması aldı götürdü. Rusları İstanbul kapılarına kadar indirdi.
Doğu cephesinde de kendisine çok bel bağladığımız iyi bir kumandan olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın da muvaf-

fak olamaması aynı sebeplerdendir, İşte Rus Savaşı'nın iç yüzü.
93 Muharebesi, ibretle bakanlara çok şey söylemiştir. Onda bir şey görmek isteyenler, çok şeyler görmüşlerdir. Fakat hiçbir şey görmemek için gözlerini yumanlar, papağan gibi ezberledikleri sözleri durmadan tekrar etmişler, «Abdülhamid, Abdülhamid» diye sayıklayıp durmuşlardır.
Ben Abdülkerim Nadir Paşa gibi muzaffer Serdar-ı Ekrem'e orduyu teslim etmeseydim, acaba bana kim hak verirdi? Bu, gerçekten tok gözlü Askerin ihtiyarlık zaafile yanlış kararlar alabileceğini nerden bilebilirdim? Muharebe planına Süleyman Paşa'dan başka kimse itiraz etmedi. Almanların en büyük kumandanlarından Moltke bile, dört kalenin ehemmiyetini kabul etmiş bir askerdi.
Savaş kapıya geldiği gün Seraskeri değiştirmek, akıl kârı mı idi?.. Sonra bunlar, Osmanlının yetiştirdiği en tecrübeli, en okumuş kimselerinden değil iniydi?.. Kimi yerine koysam, Rusları yenebilirdi acaba?.. Süleyman Paşa'nın Başkumandanlığında ne hale düştüğümüz görülmedi mi?.. Gazi Osman Paşa gibi mübarek bir asker bile o kertede mesuliyet almaya yanaştı mı?..
Savaşı neden kaybettiğimizi bilmemiz lâzımdır. Fakat şunu bunu suçlamak için değil, bir daha memleketimizde aynı yanlışları yapmamak için...



Yunan Muharebesinde Bu Hataları Yapmadım..

Ben Yunan Muharebesinde bir daha bu hatalara düşmedim. Ordunun içinden bölünmesinin ne olduğunu biliyordum. Bir Kumandanın nefsine güveni olması gerektiğini biliyordum, İyi hazırlanmış bir orduyu müdafaaya sokmanın, onun kuvvei maneviyesini törpülemek olduğunu biliyordum.


Ordular arasındaki sayı üstünlüğü, bütün bunlardan sonra gelir. Fakat bunu öğrenebilmekliğim için, Rus yenilgisinin acısını, yirmi bu kadar yıl içimde taşımam gerekliydi.
Dünyadan çok ahirete yakın olduğum şu günlerde bir vicdan muhasebesi yaparak düşünüyorum ki, BÜYÜK HATA taa Dedemin günlerinden bu yana yuvarlana yuvarlana gelmiştir. Yeniçeriliği ortadan kaldırmışız ama, Yeniçeriliği bozan sebepleri ortadan kaldırmamışız. Bu ocağı söndürmek bize, —dün kulumuz olan— Mehmet Ali Paşa'nın at oynatarak Kütahya önlerine gelmesine, Ruslarla Aynalıkavak Muahedesinin yapılmasına, Tanzimat Fermanı'nın çıkarılmasına patlamıştır.
FarukARSLAN. isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla