Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02-12-2009, 20:34   #9
Kullanıcı Adı
FarukARSLAN.
Standart -9-
«Tarih Değil Hatalar Tekerrür Ediyor.»

Hem bari orduyu politikadan çekebilseydik... Yeniçerilerin bire kadar kırılmasının üstünden kırk yıl bile geçmeden Hüseyin Avni Paşa'nın ordusu Amcam Abdülaziz Hanı tahtından indirdi. Hanedana karşı olanlar, Hanedandan yana olanlar diye bölündü yeni baştan ordu, 93 Muharebesini kaybettik. Biraderim Muradı da beni de tahttan indiren aynı ordudur. 93 Muharebesini niçin kaybettiysek, Balkan Harbini de onun için kaybettik. Tarih değil, hatalar durmadan tekerrür ediyor. Bugün bir vatan kaybediyorsak, sebebi yine odur.
Osmanlı Tarihini anlayanlar bilirler ki, bu ülke kuvvete dayanarak değil, adalete dayanarak kurulmuştur. Eğer Osmanlı Orduları gittikleri yere adalet yerine zulüm götür-selerdi, bu imparatorluk kurulmadan çekirdek halinde parçalanırdı. Adalet meşruiyetin temelidir. Meşruiyyet, hükmetmenin mesnedidir. Kuvvet, meşruiyyetin müeyyidesidir. Bu halde kuvvet meşruiyyete, hükmetme adalete dayanmak zorundadır. Her kim ki adaletsiz hükmetmeye, meşruiyetsiz

kuvvet kullanmaya kalkarsa, yıkılır. Ordu, gayesi içinde elindeki kuvveti kullanırsa meşru, gayesi dışına kayarsa gayr-i meşrudur. Belki bazı şeyleri yakar, yıkar ama, sonunda kendisi de yıkılır. Ve maalesef bu enkazın altında bazan bir devlet de çöker.

Gaflet İçindeki Münevver...
28.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi

Hatırıma gelmişken şunu da kaydedeyim : Düşmanlarım benim sansür memurlarımdan çok şikâyet etmişlerdir. Ben evham ve korku içinde yaşarmışım da bu yüzden pireyi deve görürmüşüm. Benim memurlarım da böylece gazetelerin haberlerini, yazılarını anlaşılmaz hâle koyarlarmış!..
Hayır, ben «evhamlı» olmamaya dikkat ettiğim kadar, «gafil» olmamaya da dikkat ettim. Çünkü gaflet, evhamdan da büyük zarar getirir. Mekteplerimde okuttuğum, Avrupa'ya gönderip dünyayı öğrenmelerini sağladığım insanların bazıları, kabiliyetsiz çıkıyorlar, Avrupa'da neye bakıp neyi görmeleri gerektiğini kestiremedikleri için memlekete zararlı fikirlerle dönüyorlardı. Kendilerini, yanlış yetiştirdiklerinden dolayı cezalandıramazdım. Ama başkalarını da yanlış yetiştirmelerine izin vermek hakkım değildi.

Bir küçücük kasabamızda yüzde ellinin üstünde gayr-i müslim varsa orada kaymakamın ve memurların gayri müslimlerden seçilmesini adaletin icabı görüyorlardı da, koskoca 250 milyonluk Hindistan'ın İngiltere Parlamentosunda bir tek temsilcisi olmadığını düşünmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. İngiltere'de Meşrutiyeti görmüşler ve hayran olmuşlardı. Ama İngiltere'de Meşrutiyeti kimin kullandığına bakmamışlardı bile...


Bu cahilane fikirlerini gazetelerde yazmak, memleketi böylece altüst etmek istiyorlardı; bırakmıyordum. O zaman «Zalim» diye bana hücum ediyorlardı.

Avrupa'ya giden bazı gençler, orada lâboratuvarda ne olup bittiğine başlarını bile çevirmeden kadınların erkeklerle dans ettiklerini görüyorlar, içki içtiklerine hayran ka-liyorlar ve memlekete gelince, Avrupa Medeniyetinin üstünlüğü diye bunu öğütlemeğe çalışıyorlardı; yanlıştır diyordum. O zaman beni örümcek kafalı olmak suçluyorlardı.

Vatan Hainlerine Karşı Sansür


Yine Avrupa'ya gönderdiğim gençlerin bazıları, Fransız İhtilali'ni okuyup öğreniyorlar, bu ihtilalin neden koptuğunu araştırmadan buna özeniyorlar ve memlekete geldikleri zaman, halkı ayaklanmaya çağırmayı vatanseverlik sayıyorlardı; izin vermiyordum. O zaman, tıpkı ülkemin düşmanları gibi bana «Kızıl Sultan» diye hücum ediyorlardı. Ben bu fikirlerin memleketimde yayınlanmasına engel oluyordum.

«Sansür» işte budur! Çeşitli çalkantılar içinde ayakta durmağa çalışan ülkeme, şifa yerine zehir sunmak isteyenlerin önüne geçmenin adı «Sansür»dür.

Yazdım, yine yazacağım. Söyledim, yine söyleyeceğim; benim ülkemde hangi fikir adamı, hangi edebiyatçı, hangi bilgin faydalı bir yazı yazmış, konferans vermiş yahut kitap çıkarmış da ben bunu önlemişim? Bırakınız önlemeyi, ben buna destek olmamışım? Bu kendini bilmez, yaşadığı ülkeyi bilmez, görüp okuduğunu bilmez bazı kalemler, bazı kelimelerle beni taşlamak hevesine düşmüşler ve memurlarım ülkenin vahdetini ve huzurunu korumak için bunları engel-lemişlerse, kendilerine memleketim namına teşekkür ederim. İyi etmişler, berhudar olsunlar!..

«Zulümle Değil Şefkatle»


Bahçıvan çiçeklerini nasıl muzır böceklerden korursa, ben de memleketimi sözde fikirlerden korudum; onların, devletimi kemirmesine müsaade etmedim. Fakat bu gençlere, yanlış fikir sahibidirler diye zulümle değil, şefkatle muamele ettim. Pek çokları ile teker teker uğraştım, onlara doğru yolu göstermeğe uğraştım; onların gençlik ateşini memleketin hayrına çevirmeğe çalıştım, İçlerinde muvaffak olduklarım da oldu, olmadıklarım da... Harcadığım emekler helâl olsun. Bu gayretlerimi, vicdanları satın almak için değil, vicdanları aydınlatmak, için kullandım.
Dünyaya nefesle, âhirete nefisle bağlı olduğum su günlerde apaçık söylüyorum ki, benden sonra devlete el koyanlardan hiçbiri, benim kadar fikre saygılı olmasını bilmedi-ler. Hürriyet, hürriyet diye devlete oturdular, fakat gelir gelmez Hürriyeti yalnız kendileri için istediklerini de ortaya koydular. Onların anladıkları hürriyetin, bana sövüp sayma, kendilerini alkışlama hürriyeti olduğu eserlerle ortadadır. Köprü üstünde muhalif muharrir öldürmek hürriyeti de buna dahil!..Allah memleketimi bu çeşit hürriyetlerden korusun!..

31 Mart Hadisesi
31.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi

Tarihi koyarken elimde olmadan titredim. Gerçi, yeni tarih hesabile o güne daha on üç gün var. Bu isim, rakam olmaktan çıkmış, bir tarih dönemine nişan olmuştur. Otuz-bir Mart Hadiselerinin ortaya çıkacağını, önceden pek az kimseler hissettiler. Fakat hakikati, sebebi ve sebep olan hiçbir kimse temamile bitmemiştir. Bu meselenin kapalı kalmasını asla istemem. Hiçbir yönünü saklamadan, değiştirmeden yazacağım.
Otuzbir Mart Hadiseleriyle benim kesinlikle ilişiğim yoktur. Hattâ kendiliğinden gelmiş ibu fırsattan yararlanmaya bile tenezzül etmedim. Eğer hadiselere girmek isteseydim ve istifadeyi düşünseydim, bugün Beylerbeyi'nde değil, Yıldız Sarayı'nda bulunurdum.
10 Temmuzda pek zayıf oldukları halde, benim hoşgörümü zaafıma veya kuvvetimden yararlanmak yolunu bilmediğime bağlayarak (İttihat ve Tarakki Cemiyeti) yukardan atıp tutmaya başladı. Bakston'a verilecek ziyafet meselesinde Kamil Paşa'nın haklı itirazı Babıâli ile (İttihat ve Tarakki) Genel Merkezinin arasını açtı. «Nigenban-ı Meşrutiyet» (Meşrutiyet bekçileri) olmak üzere Üçüncü Ordudan getirilen Avcı taburları ve bu taburlardan İkinci Fırkanın bir taburunu birdenbire tepelemeğe kalkışması, İstanbul'daki askerlerin kalbini kırmıştı. İttihat ve Tarakki, her gün biraz daha düşüyordu. İki taraf gazeteleri ise, hususiyetle İslâmları birbirine düşürmekteydi.
Kâmil Paşa, kat'i tedbirlere baş vurmanın yeri ve zamanı geldiğini söyledi. Edirne'de bulunan 2.ci Ordu Kumandanı Ferik Nazım Paşa da, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin her işe karışmasından ve Cemiyete bağlı subayların tavır ve tutumlarından iyice usanmıştı. Kat'i tedbirler alınmasını bana yazı ile bildiriyordu. Avcı taburlarını geri çevirmeyi ve buradaki askerleri yatıştırıp azaltmayı kararlaştırmıştık.

Tertip Başka Takdir Başka

Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, kabiliyetli bir asker ise de yumuşak bir adamdı. Ayrıca da Cemiyete kendisini iyice kaptırmıştı. Nazım Paşa'nın o günlerde efkâr-ı umumiyede bir yeri vardı. Vaktile Erzincan'a sürülmüş olması, siyasî bir sebebe bağlı olmamakla beraber, Paşa'yı halka sevdirmişti, istediğim, huzuru,, durumu eski haline getirmek ve Millî Murakabenin rahatça işlemesini sağlamaktı. ,.
Nazım Paşa ile olan bu macerayı unuttum ve Harbiye Nezareti'ne getirilmesini kabul ettim. Bahriye Nazırı da Cemiyet'e gönlünü kaptırmışlardandı. Bu nezarete de, vekâleten Hüsnü Paşa'nın getirilmesini uygun buldum. Bazı gazetelerle Milletvekilleri ve Ayan azaları bunu, Meşrutiyete bir darbe gibi gördüler. Kâmil Paşa Kabinesinde bulunan İttihatçı Nazırlar hemen çekildiler. Adliye Nazırı Man-yasî zade Refik Bey, az sonra ölümle neticelenecek bir hastalıkla evinde yatıyordu. Cemiyetin bazı ileri gelenleri ve özellikle Selânikli Rahmi Bey'le aralarının açık bulunduğunu işitiyordum. Manyasîzade fikir bakımından Kâmil Pa-şa'ya yatkındı. Bu yatkınlığından yararlanmak istemediğim halde, Cemiyet ileri gelenlerinden Kâmil Paşa zade Sezai Bey'le, binbaşı Enver Bey, evine kadar gidip ölüm döşeğinde istifasını imzalattılar.

Bir Zırhlının Tehdit Ettiği Millet Meclisi


Nazım Paşa, ilkin «Nigenbân-ı Meşrutiyet» taburlarını yanyana göndermeye teşebbüs etti. Fakat o gün toplanan «Meclisi Mebusan» (Millet Meclisi) Kâmil Paşa Kabinesini düşürmeğe karar verince, her teşebbüs öylece kaldı. Bu celsenin nasıl yapıldığı malûmdur. Başta Enver Bey olduğu halde bir sürü subay ve er, resmî ve sivil elbise ile Millet Meclisi'nin içini tutmuşlar, ve bir Zırhl'yı Millet Meclisi'nin hizasına getirmişlerdi.
Millet Meclisi'nin aldığı kararı bana Reis Ahmet Rıza Bey getirdi. Ve Milletin bu arzusunu bana tebliğ ederken, böyle hürriyet aşkı içinde yapılmış müzakerelerin ve kararların «Zaman-ı hümayunumuza şeref bahş» olacak tarihî başarılarından biri olduğunu da çocukça bir safvetle söylemeyi unutmadı.
Milletin bu mevzuda ne kadar istekli olduğunu bilmem. Fakat Kâmil Paşa'nın böylece düşürülmesi hayırlı değildi ve hayırlı olmadı.
Millet Meclisi'nin çoğunluğuna dayanan Cemiyet, Hüseyin Hilmi Paşa'nın Sadaretini istiyordu. Güçlükleri çoğaltıp sürdürmemek için kabul ettim. Benden emin değildiler. Bu sebeple Dahiliye Nezareti'ni de (İçişleri Bakanlığı) pek güvendikleri Hüseyin Hilmi Paşa'ya verdiler.
Kâmil Paşa'yı tutanlara, öteki muhalifler de katıldı. İki taraf açıktan çekişmeye başladılar. Gazeteler, Meşrutiyeti değil, İttihat ve Tarakki ileri gelenlerile, Kâmil Paşa ve Kâmil Paşa'dan yana olanların şahsî gaye ve ihtiraslarını düşünüyorlardı.
Hürriyet, bizim kabiliyetlerimizi tamamile gösterdi. Nerelere gücümüz yettiğini, nelerin karşısında durakaldığımızı Meşrutiyet sayesinde ve üç dört ay içinde tamamile öğrendik. Tehlike açıktan açığa görünüyordu.


Fitne Patlıyor..

Bu sırada «İttihadı Muhammedi» heyeti ortaya çıktı. Bir bu eksikti. Bu cemiyeti kurmuş olan Derviş Vahdeti, Kıbrıslı bir serseri imiş... Kâmil Paşa'nın oğlu Sait Paşa bu sırada en çok çalışıyordu. İsmail Kemal Bey'le öteki muhalifler de Sait Paşa ile beraberdiler.
Asker arasına büyük bir fitne salındığını haber aldım. Bir ihtilâlin kopmasını, hususiyle askerin bu işlere karışmasını, hem şahsım için, hem Devletim hesabına çok tehlikeli görüyordum. Hüseyin Hilmi Paşa'ya keyfiyeti bildirdim. Hattâ bir gece, Harbiye Nazırı ile Hassa Ordusu Kumanda-

m Gazi Muhtar Paşa zade Mahmut Paşa'yı Saray'a çağırdım; Sadrazamla birlikte vaziyeti uzun uzun müzakere ettik.
'Ahvalin vahametini takdir ettiklerini ve gerekli tedbirleri hemen alacaklarını söylediler. Fakat tedbirler alındıkça durum büsbütün karışıyordu. Ortada aciz vardı. Gazeteler, Cemiyetler, kulüpler, körükleye, körükleye «31 Mart» yangınını ilân ettiler.
Vak'anın mesuliyetini paylaşmamak için ben karışmadım. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti yürekten isteseydi, ayaklanmayı iki saat içinde bastırırdı. Çünkü adamlarımın tahkik ve teminlerine göre, ilk hareket üç-beş askerden çıkmış... Bunları kandıran, «Hamdi Çavuş» adlı bir Arnavud'u bulan ve para veren de Kâmil Paşa zade Sait Paşa idi!..


«Hem Padişahtım, Hem İftiralarla Tahkir Ediliyordum.»

Sait Paşa'yı Meşrutiyet'ten sonra yalnız bir kere huzuruma kabul etmiştim. Sebebi de o sırada Sadrazam bulunan babasına, aleyhimde yayınlanıp köprü üstünde satılan «Mah-keme-i Kübra» adlı bir hicviye ile benzeri yayınların hükümetçe resmen yasaklanmasını hatırlatmaktı. Sait Paşa'yı bir yaverim sıfatile çağırıp Sadrazama «îrâde» tebliğ ettirmiştim.
«Mahkeme-i Kübra» bir zamanlar Avrupa'da basılmıştı. Muharriri de, Harp Okulu öğretmenlerinden —ismini şimdi hatırlamıyorum— bir binbaşı olduğunu soruşturarak öğrenmiş ve kendisini sürmüştüm, İstanbul'da da basılıp dağıtıldığını oğlum Ahmet Efendi büyük üzüntü içinde ve ağlayarak haber verdi. Kâmil Paşa'nın oğlunu işte bu üzüntü içinde çağırdım. Kim olsa böyle davranırdı. Böyle davranması hakkı ve vazifesi idi. Hem padişahtım, hem de en ağır iftiralarla açıkça tahkir ediliyordum. Milletimi candan bağışlarım. Üç beş adamın yaygarası, sevgili Milletimin hayatı değildi.
Altı yüz seneden beri «Baba» demeğe alıştıkları bir Padişaha, benim sadık memleketimin ruhu sövüp sayamaz!..
Sadede gelelim : Hüseyin Hilmi Paşa ile arkadaşlarında beceriksizlik olmasaydı, «31 Mart» vak'ası bir saatten fazla sürmez, belki de hiç olmazdı. Yangın bacayı sardıktan sonra, Hüseyin Avni Paşa Kabinesi istifa etti. Ayasofya Meydanına toplanmış olanlar, Kâmil Paşa'nın Sadrazamlığını, Nazım Paşa'nın Harbiye Nazırlığım istediler. Hırsları körükle-memek için, tarafsız Tevfik Paşa'yı Sadrazamlığa, Gazi Et-hem Paşa'yı da Harbiye Nezaretine getirdim.


Ahmet Rıza Bey'i Adamlarım Korudu..

İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin nerede saklı olduklarını biliyordum. Babıâliden gece ve gizlice Makrıköydeki evine araba ile götürülen Ahmet Riza Bey'i muhafaza için, güvendiğim adamları görevlendirmiştim.
Ali Kabulî (36) Bey'in katlinde parmağım göründüğünü, sonradan gazetelerde okudum. Bu iftirayı da nefretle red ederim. Eğer intikam almak gerekseydi ve ben de buna tenezzül etmiş olsaydım, Ali Kabulî Bey gibi, İnkılâp'da dördüncü, beşinci dereceyi bile tutamamış ve daha doğrusu hiçbir şey yapamamış bir suçsuz adamı mı öldür/türdüm.

Gazi Muhtar Paşa'nın oğlu Mahmut Paşa'yı, Cemiyet ne olur - ne olmaz diye bana karşı aldığı tedbirler arasında Hassa Kumandanı tayin ettirmişlerdi. Bununla beraber, 31 Mart gürültüsü sırasında Mahmut Paşa'yı ölümden kurtarmış olan benim. Bu gerçeği, Yıldız ve Kadıköy telgrafha-nesindeki vesikalar ispatlar.
31 Mart'ın gerekçesini, «İttihat ve Tarakki Cemiyeti» ile, bu Cemiyete dayanan Hükümetin tecrübesizliği ve tedbirsizliği hazırladı. Başta Kâmil Paşa zade Sait Paşa ile İsmail Kemal Bey oldukları halde, bir takım İttihat Tarakki muhalifleri bu durumdan yararlandılar.

(36) Ali Kabulî bey (ölümü 1909) 31 Mart olayında öldürülmesi ile adı duyulmuş bir deniz subayıdır. «Asâr-ı Tevfik» zırhlısı kumandanıydı, isyancılar, şeriata ve padişaha düşman olduğunu askerlere fitleyerek gemiden aldırdılar. Yıldız Sarayına, Abdül-hamid'in penceresi önüne getirdiler. Yıldız'daki saat kulesinin yanında isyancı askerler tarafından Abdülhamid'in gözleri önünde öldürüldü.



Mizancı Murat Asılsaydı, Acırdım.

Matbuat, bilmeyerek ve tehlikeyi hissetmeyerek ateşi körüklüyordu. Nisan'ın birinci günü yayınlanan gazeteler, genellikle ayaklananların şakşakçısı olmuş ve Murad Bey'in «Mizan»! en ileri giderek, subaylarını öldüren erlere «Gazilik» dağıtmıştı. O günkü «Mizan»ı okuyan inanır ki, bu ayaklanmanın düzenleyicisi ve elebaşısı Murad Bey'dir. Halbuki, tertipçilik şöyle dursun, ayaklanmanın olacağından bile Mizan yazarının haberi yoktu. O kendi kendine öyle bir süs vermiş ve her şeyde olduğu gibi, bu işte de öğünüp durmuştu. Eğer bu mesele için Murad Bey, asılanların arasına karıştırılmış olsaydı, pek günah olacaktı.
Ben Murad Bey'i hiçbir zaman sevemedim. Şimdi sağ mıdır, değil midir bilmem. (Ölümü 1912) Başkalarının ispat ettikleri gerçekten çok, kendi hayaline inanır ve tapar bir idamdı. «Mizan» gazetesini ilk defa İstanbul'da çıkarırken, Muhacirin Komisyonu Reisi Yusuf Riza Paşa aracılığı ile bana yaklaşmıştı. Yusuf Riza Paşa, o zamanki Sadrazam Kâmil Paşa'nın can düşmanı idi. Murad Bey, Kâmil Paşa'ya karşı yaptığı şiddetli hücumlarla Riza Paşa'nın maksadını ye düşmanlığını iyice okşuyordu.

Ermeni Meselesinin en buhranlı bir döneminde bana, Baş Mabeyincim Hacı Ali Bey aracılığı ile bir «Muhtıra» verdi. Huzuruma kabul ederek uzun uzadıya konuştum. Daha önce de birkaç kere görüşmüştüm. O akşamki tutumundan, bana akıldânelik etmek istediği açıktan açığa anlaşılıyordu. Sonradan yayınladığı muhtıradan başka mâruzâtı da vardı. Keşke bunları da neşr etmiş olsaydı! Murad Bey'in hayâl ile muhali gerçekleştirmek için pek çok şeyler ileri sürdüğü görülür ve elbette bana hak verilirdi.
Murad Bey, iyi niyet sahibi bir adamdır. Yalnız kendisine çokça güveni ve hüsne de ifrat ölçüsünde düşkünlüğü vardı. Bu kusurları yüzünden hiçbir işde muvaffak olamadı.
31 Mart patırtısına Murad Bey'i hadiseler değil, kendi kendisi karıştırdı. Üçüncü Ordu'dan gelen subaylarla, sonradan Cemiyete katılanları, asker - sivil herkesi tahkir eden tutumu ile dünyayı kendi başına yıktı.
Vukuatın ve acemi bir idarenin her gün bir başka bir çimde hazırladığı yanıcı maddeler, bir gün elbette patlayacaktı. Hatta 31 Mart'a kadar gecikmesi bile şaşılacak şeydir. Hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığım bu zamanda yemin ile temin ederim ki ben, bir fenalık olmamasına elimden geldiği kadar çalıştım. Tehlikenin gecikmesinde, bu hayırlı çalışmaların tesiri olduğunu sanırım.


Halk Sinirleniyor, İttihatçılar Gözdağı Veriyorlar..

Halk sinirlendikçe, İttihat ve Tarakki'nin ileri gelenleri kasılmayı ve gözdağı vermeyi arttırıyorlardı. 31 Mart'dan bu- iki ay önce, «Perapalas» otelinde verilen pek parlak ziyafette Meclis'i Mebusan Reisi Ahmet Riza Bey, İttihat ve Tarakki'ye karşı gelenleri kahr edip yok edeceklerini şatafatlı bir nutukla açıktan açığa ilân etmişti. Basın'ın bu nutuk etrafında kopardığı gürültü, 31 Mart'ın acıklı aksi değil midir?...

Cemîyet'in gazeteleri, etrafı ölümle, yangınla korkutu-yorlardı. Kuvvetlerine güveni olanlar, hiçbir zaman korkutmak tenezzülünde bulunmazlar. Birdenbire iktidar mevkiine hakim olan efendiler, bu ürkütme edebiyatı ile bir kere daha zaaflarını ilân ediyorlardı. Küçük ve ehemmiyetsiz olaylar bir kenara bırakılırsa, 31 Mart Vakasının başlıca sebepleri ve müessirleri yazdığım hadiselerdir.

Ayaklananlar arasında, Saray'a uzaktan yakından ilişiği olanlardan hiç kimsenin bulunmaması da gösterir ki, ben o meselenin içinde değildim. 10 Temmuzdan sonra verilmiş bir iki jurnalin kâğıtlarım arasında bulunması, güya benim Meşrutiyetten sonra böyle şeylerle uğraştığımı ispata yetermiş!..

Tütün kıyıcısı Mustafa Efendi, bir iki defa, şunun bunun kâğıtlarını getirmişti. Sadece, durumu anlamak ve öğrenmek için kabul ettim. Başkâtip Cevat Bey'in, Mustafa Efendi'yi, böyle şeylerle beni meşgul etmemesini ihtar ile ayıpladığını ve çekiştiğini işitmiş ve Cevat Bey'e hak vermiştim.

Hareket Ordusu'nun Selanik'ten hareket ettiğini ilkin Osmanlı Bankası haber verdi. Gelecek kuvvetin derme çat-ma şeyler olduğunu ve «Gönüllü» namile peşlerine takılan kafilenin mahiyetini anlamakta gecikmedim.




Güçlü Bir Hassa Ordusu Vardı..

Hassa Ordusu'nun İstanbul'daki er'leri, gerçekten iyi ha-zırlanmış, hem Hilâfet Makamına, hem şahsıma sadık, seç-kin askerlerdi. Hareket Ordusu'nun yolda durdurulmasını, başta Nazım Paşa olduğu halde, sadık devlet ileri gelenleri bana tavsiye ettiler. Kabul etmedim. Edirne'deki ordunun, kısmen Hareket Ordusuna katılmış olduğunu da haber yer-

diler, hiç telâş etmedim. Çünkü yaptıklarımda, beni korkutacak bir şey yoktu. Ayastafonos'dan İstanbul üstüne yürüdükleri zaman, İstanbul'daki askerlerin kışlalardan çıkarılmamasını ve mukabelede bulunulmamasını şiddetle istedim ve tenbih ettim. Başla içinden çıkıp da meselâ Kâğıthane sutlarına yayılsalardı, bu askeri, Selânik'in derme çatma askeri mi yenerdi?...
(Ben, askerlerimin arasında kan dökülmesini istemedim. Görüyordum ki, artık bana Milletin güveni yoktur. Ortalık yatışınca, kendiliğimden istifa edecektim. Bu isteği daha önce de açıklamıştım, engel oldular. Ahmet Riza beyle ilk görüştüğüm zaman, eski muarızım bana demişti ki :
— Efendim, artık Milletinizle aranızda hiçbir uyuşmazlığınız yoktur. Zat-ı hümayununuz bundan sonra başımızda olarak, Mikado'nun Japonya'ya ettiği hizmetleri kendi mülkünüze yapacaksınız. .(*)

Japonya'yı Osmanlı ülkesine benzetmek ve bunun Padişahından onun imparatoru gibi başarı beklemek ne kadar uygun olur bilmem! Japonya Atlas Okyanusu'nun bir tarafına çekilmiş, adalara yerleşmiş, tek din, tek millet olarak millî birliğini sağlamış büyük bir cemiyet, Dünyada hiç benzemediği bir kıta varsa, o da bizim biçare memleketimiz. Kürtle Enmeni'yi, Rumla Türk'ü, Arapla Bulgar'ı nasıl birleştirirdim?..


Yanlıştan Yanlışa...

Benden sonra idareye el koyanlar, aleyhimizdeki milletlerin arasındaki uyuşmazlıkları ortadan kaldırdılar, bizi tutan ırklar arasına da uyuşmazlıklar yerleştirdiler. Bir «Kilise kanunu» ile Rumlar, Bulgarların kucağına atıldı. Türklerde de milliyet gayreti, din gayretinin üstüne çıkartılarak, Araplar küstürüldü. Bunlar yanlış hareketlerdi.

İçimizi, Milliyet kavgalarile altüst edenler, gariptir ki, dışımızı da «İttihad-ı İslâm» (Panislâmizm) davalarile telaşa düşürüyorlardı.
Mikado Hatso Hito, hiçbir vakit böyle engeller ve Japonya da böyle güçlükler karşısında bulunmadı. Ben, meselâ Doğu Anadolu'da küçük bir yol yaptırsaydım, Rusya kıyamet koparırdı. Bununla beraber yavaş yavaş çalıştım. Oralarda okul gibi, yol gibi imar işlerinin büyük bir bölümü, benim zamanımda ortaya konmuştur. Bu konuda, benden önce gelen padişahların hepsinden daha mutluyum.

Mikado'nun çevresinde toplanan devlet büyüklerini ben bulamadım. Gerek olanlarda ve gerekse benim yetiştirdiklerimde daima bir şey vardı ki, her ilerleme hevesini nefessiz bırakıyordu. Benim, kişiliğimdeki tereddüdü de sebeb olarak ileri sürenler var. Bunun tesiri yoktur, demem. Ayıptan ve kusurdan arınmış bir Allah vardır. Yalnız, ilerlemeye düşman olduğum iddiasını red ederim.

* Japon imparatoru Mikado, ülkesinde «meici dönemi» diye tanımlanan, Batı teknolojisini benimseme ve Japon kültürü ile kaynaştırma hareketine öncülük etmişti.




Padişah, Tarih ve Allah Huzurunda Hesap Verir..


Ben bu hâli o zaman Ahmet Riza Bey'e söyleseydim, belki de telaş ve korkuya kapılıp kendimi savunduğumu sanacaktı. Hükümdarlar, fertler karşısında değil, dünyada tarih, ahirette Allah huzurunda saltanat günlerinin hesabını verirler.
«Mebusan Meclisi« ni ikinci defa açarken, ilk kapanışın sebebini, milletin gerekli olgunluğa erişmemiş olmasına bağlamıştım. Bu sözlerimi o kadar ayıplayarak tenkit edenler, otuz seneyi aşkın bir zaman sonra gelen ve içlerinde, öncekilerle mukayese edilemeyecek kadar okumuş, aydın adamlar bulunan mebuslar, daha mı olgun ve doğru çıktı?
Birinci dönem toplantı, şöyle böyle geçebilmişti; ikincisi karmakarışık. Bu tereddüt o dereceye vardı ki, Trab-lusgarp elden giderken muhalifler, sevinçlerinden meclis salon ve koridorlarında hora teptiler. Sonra da hükümetten yana olanlar, alkışlarla savaşı kabul etti.
Gazeteler bir şey yazmıyorlarsa da yakınlarımdan işittiklerime göre, mebus efendilere, «vagon işleri» gibi büyük kazançlı işler veriliyormuş. Milletin hayatile ilgili işlerin en önemlisini, millî murakabe ile vazifeli olanların bir ticaret, hem de âdı, kanunsuz bir ticaret şekline, hâline getirmeleri de gösterdi ki, ben, Meşrutiyetle idare edilmek için gerekli olgunluk ve doğruluğu, milletimin daha kazanamadığını tahmin etmekte hiç de hata etmemişim!..
İtiraf ederim ki ben, Mebusan Meclisini açmak konusunda, kendi taç ve tahtımın ve şahsımın menfaatlerini de Devletin menfaatleri kadar düşündüm; ancak, istibdadımı sürdürmekten başka bir şey düşünmediğimi iddia veya zannedenler, garezkâr değilseler, haksızdırlar!
Meşrutiyet ilân edildi de ne oldu?.. Devletin borcu mu azaldı?.. Memleketin yolları, limanları, okullarımı çoğaldı. Kanunlar şimdi daha akıllıca, daha mantıklı mı düzenleniyor. Şahsiyet haklan, evvelkinden daha çok mu sağlandı?.. Ahâli, daha mı dört başı mamur? Ölümler azaldı da doğumlar mı çoğaldı?.. Dünya efkâr-ı umumiyesi, daha mı bizden yana?..
İşte bir sürü soru ki, ne kadar çoğaltılsa, hiç birine müsbet karşılık verilemez!
Meşrutiyetle yönetilmeye karşı olduğum ve hele böyle bir fikir ve kanaatim olduğu sanılmasın!.. Doktor olmayan veya kullanmasını bilmeyen adamların elinde «şifalı ilâç» bile «öldüren zehir» olur. Üzülerek söylüyorum ki, hâdisât, pek az zaman içinde beni doğruladılar.


Mahlu Bir Padişah
1.Nisan.1333 (1917) Beylerbeyi

Martın 31'nden Nisanın 13 üncü gününe kadar çok üzüldüm, İstanbul'da düzen baştanaşağı bozuldu. Neferler, rast-geldikleri bazı subay ve sivilleri öldürüyorlar.. Hükümetin kolluk gücü zayıf... Dokuz aylık çılgınlıklar, Saltanat ve Hilâfet nüfuzunu olağanüstü sarsmış... Böyle olmasaydı, zaten devletsizlik ve karışıklık sürmez, belki de,hatta çıkmazdı.

Askerin karşılık vermesini istemediğim gibi, Tüfekçilerimden Halil Bey'in karşı koymak için yaptığı teklifini red ettim. Bu sadık bendemin (kul) ayaklarıma kapanarak ve ağlayarak söylediği şu sözlerini hatırlıyor ve her düşündükçe, efendisine bağlılık yolunu darağacına kadar götürmüş olan Halil Bey'i, bu iyi kalpli, merd Arnavudu, rahmetle ve fatiha ile anıyorum.
— Müsaade buyurunuz Padişahım!.. Uzun yıllar ekmeğinizi yedim. Etim kemiğim, çocuklarımın etleri, kemikleri, sizin ekmeğinizle oluştu! Üç buçuk serserinin taç ve tahtınıza saldırmasına karşı susarsak, yalnız vicdanımız önünde utanmakla kalmaz, kavmimiz (milletimiz) önünde de rezil ve haysiyetsiz oluruz!.

Zavallı Halil Bey!.. Bunları bana o kadar samimiyetle söylemişti ki, kendime hakim olmasaydım, belki de sözlerinin tesirine kapılırdım. Asılırken, acaba bana kırgın değil miydi?..Padişahı ondan razıdır. Allah da razı olsun!Hareket Ordusu, korkak görünen kahramanlara, ya da kahraman görünen korkaklara ne kadar benziyordu. Millî Meclisin Ayastafanosta toplandığını işitmistim. Saltanat günlerimde hâl edilmek tasası beni sık sık huzursuz ederken, gariptir ki, 31 Mart'dan Millî Meclisin karar aldığı güne kadar güven ve rahat içindeydim. Çünkü, davranışlarımdan kuşkum yoktu. Hükümetin halka gözdağı veren gücünü ît-tihat ve Terakki Cemiyeti, Cemiyetin kuvvetini de 31 Mart Olayı kırmıştı. Eğer Saltanat ve Hilafet makamlarının etki gücünü iyi kullanmamış olsaydım, gerek İstanbul'da, gerek Vilâyetlerde kan gövdeyi götürürdü.

Güya ben, Bosna-Hersek'ten başka ayrıca fedakârlıklarda bulunarak, Avusturya'dan şahsım ve saltanatımın devamı için korunmamı istemişmişim! Bu iftirayı nefretle red ederim. Ben, hiçbir zaman devletlerden ve yabancılardan korunma dilenmek tenezzülünde bulunmadım. 31 Mart'da ve bunu izleyen günlerde ne isteseydim; yapabilirdim. Birbirini kıskanan devletler, gözümün içine bakıyorlardı!


Kaçmaya Tenezzül Etmedim.

10 Temmuzdan 31 Mart'a kadar oluşan olaylar, milletin kabiliyet ve istidadını, ne derece olgunlaşıp, ne derece adaletten yana olduğunu göstermişti. Ben isteseydim, hâl kararı verilmeden, o kararın çıkmasını imkânsız kılacak bir durum yaratabilirdim. Buna tenezzül etmedim. Canımı korumak kaygısı ile kararsız ve perişan olduğum sanılırken, ben, sağlam bir yürekle tanrıma sığınmış, olup bitenlerin bana ne getireceğini bekliyordum. Son saate kadar kaçabilirdim de... Ben bir süre Avrupa'ya çekilseydim, aradan çok geçmez, yine dönerdim. Bunu bildiğim halde bile kaçmaya tenezzül etmedim.
Halbuki, 31 Mart günlerinde düşmanlarım, saklanacak, kaçacak şehirler ve evler aradılar. Demek ki, o böbürlendikleri yiğitlik de yalanmış!


Esat Paşa'nın Küstahlığı

Beni hâl'den çok, hâl'in bana ulaştırılma biçimi üzdü. Ayandan, mebuslardan bir heyet seçmişler. Paldır küldür odama kadar geldiler. Bunların içinde bulunan Tiran'lı Esat Paşa, gayet kaba, küstah bir tavırla yüzüme karşı :— Seni Millet azletti:
dedi.

«Hâl» kelimesini bile bana karşı «Azl» (37) şekline koyarak aşağıladılar. Zavallı Millet!.. Kendisini bekleyen acı sonu bilseydi!.. ,

Bu Esat Paşa'nın-kim olduğunu herkes bilir. Fakat bildiğim bazı şeyler vardır ki, az kimselerce bilinir.
Erzurumî Hafız Mehmet Paşa'yı severdim ve şahsına güvenim vardı. Bana, Müşir Derviş Paşa tanıtmıştı. Hafız Mehmet Paşa, Draç Mutasarrıfı iken, bu Esat Paşa'nın küçük kardeşi Gani Bey (38), bir takım uygunsuzluklarda bulunmuş. Draç Sancağının Tiran kazası ileri gelenlerinden olan Gani Bey, Toptanı ailesine bağlıydı. Orda kalmasını uygun görmedim. Tutuklayıp İstanbul'a gönderdiler.
Muhacirin komisyonu reisi Yusuf Riza Paşa aracılığı ile bana bir telgraf göndermişti. Tutukluluğunu kaldırdım ve Saray'da alakoydum. Bu olay, hatırımda kaldığına göre, Filibe ve Yunan hadiselerinden bir iki yıl sonra 303 (1886) ta-rihlerindeydi.
FarukARSLAN. isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla