|
Hadîs-i şerîf, Kur'ân sadâsının melekleri, hattâ hayvanları bile duygulandırdığını ifâde etmektedir. Kimbilir kesâfetten kurtulmuş, nûrâniyete bürünmüş bir gönle Kur'ân, sırlarını nasıl fâş eder?
Hazret-i Ömer'in hâli ise, ne düşündürücü bir misâldir. O:
"Bakara Sûresi'ni oniki senede hatmettim, bir şükür kurbânı kestim!.." buyurmaktadır.
Çünkü O'nun Kur'ân'ı okuyuşu, sadece lafızlarını telaffuzdan ibâret değildi. Bu okuyuş, Kur'ân'ın hikmet ve esrârına vukûfiyyet kesbederek, oradaki ilâhî nükteleri kavrayarak ve yaşayarak bir okuyuştu. Çünkü gerçek mânâda Kur'ân'dan istifâde etmek, ancak böyle mümkündür.
Bu okuyuşa benzer bir misâl de şöyledir:
Ebû Bekir Verrâk isimli bir zâtın küçük bir oğlu vardı. Kur'ân-ı Kerîm öğrenmek için bir hocadan ders okumaktaydı. Birgün mektebden benzi sararmış bir şekilde titreyerek erkenden eve geldi. Ebû Bekir Verrâk, buna şaşırarak oğluna sordu:
"-Hayırdır evlâdım, mektebden niçin erken geldin?"
Oğlu, o küçücük yüreğine yerleşmiş bulunan Allâh korkusu neticesinde sonbahar yaprağına dönen bir çehre ile:
"-Ey babacığım! Bugün hocamız bana Kur'ân'dan bir âyet öğretti. Onun mânâsını idrâk edince, korkumdan bu hâle geldim!.." dedi.
Bu sefer babası:
"Evlâdım, o hangi âyet-i kerîmedir?" dedi.
Küçük çocuk okumaya başladı:
"Eğer inkâr ettiğiniz takdîrde, çocukları ak saçlı ihtiyarlara döndürecek günden nasıl korunabileceksiniz?" (el-Müzzemmil, 17)
Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta oldu. Ölüm döşeğine yattı. Çok geçmeden de rûhunu teslîm etti.
Babası Ebû Bekir Verrâk, bu hâdise üzerine çok duygulandı. Öyle ki, sık sık oğlunun kabrine gider ve ağlayarak kendi kendine şöyle derdi:
"-Ey Ebû Bekir! Senin oğlun Kur'ân'dan işittiği bir âyet ile Allâh korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise, bunca zamandır Kur'ân-ı Kerîm okursun, hâlâ hukûk-i ilâhiyyeden bir çocuk kadar da korkmazsın!.."
İşte Kur'ân, küçücük yürekleri dahi titreten böyle bir esrâr ve hikmetler ummânıdır. Şu âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk'ın ilminin nâmütenâhîliğini, Kur'ân'ın mânevî hacmının saltanat sonsuzluğunu ve ilâhî azametini ne güzel aksettirir:
"(Ey Rasûlüm!) Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkeb olsa), yine Allâh'ın sözleri (yazmakla) tükenmez! Şüphe yok ki Allâh, mutlak gâlib ve hikmet sâhibidir." (Lokmân, 27)
İnsan da, bu deryâdan kalbinin rûhâniyeti kadar nasîb alır. Lâkin bu da, bir karıncanın deryâdan alacağı miktar kadardır.
Beşer için acziyyet, acziyyet, acziyyet...
Tek çâre, Allâh'ın lutfuna sığınmak!..
Hadîs-i şerîfin sırrı ne müthiştir:
"Kim nefsini tanırsa, (o nisbette) Rabbini tanımış olur."
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-:
"Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirini bir miktar mürekkeb ile yazmak mümkündür. Sırlarına ise, misilsiz deryâlar, sâhilsiz denizler kifâyet etmez!.." buyurmaktadır.
Dolayısıyla gerçek Kur'ân hâfızı, onun tilâvetiyle mütelezziz olan, ahkâmıyla yaşayan, ahlâkıyla ahlâklanan ve hikmetiyle kâmilleşendir. Toprağa, bu vasıftaki hâfızlar için "Onun cesedini yeme!" emri verilecektir.
Nitekim Allâh dostlarından Mahmûd Sâmî Ramazaoğlu -kuddise sirruh-, Adana'da bu vasıfda vefât etmiş bir hâfızın, otuz yıl sonra yol geçme zarûreti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin bile pırıl pırıl durduğunu bir şâhidi olarak rivâyet etmişlerdir.
Bütün peygamberlerde olduğu gibi vazîfelerinden biri de Allâh'ın kitâbını okumak olan Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, ümmeti için bir bereket olarak:
"Sizin en hayırlınız, Kur'ân'ı öğrenen ve öğreteninizdir."
"Kur'ân'ı okuyup ezberleyenler, ümmetimin en hayırlılarıdır!.." buyurmuşlardır.
Zîrâ Kur'ân, Allâh'ın, beşeriyyete nezdinden gönderdiği en büyük hediyyesi olan ve mahlûk olmayan ulvî bir kelâmdır. Bu husûsta da Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
"Kur'ân, Allâh'dan başka her şeyden fazîletlidir. Kur'ân'ın diğer kelâma olan üstünlüğü, azîz ve celîl olan Allâh'ın, yarattıklarına karşı üstünlüğü gibi (mikyâssız, misilsiz, hudûdsuz ve sonsuzdur)." (Tirmizî, Dârimî, Beyhakî)
Ancak ilâhî kelâmı uyanık bir gönülle okumak lâzımdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, kendisini okuyanın kalbine göre açılır. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
"Kur'ân okuyan mü'min, turunç meyvesi gibidir; onun kokusu da hoştur, tadı da. Kur'ân okumayan mü'min hurma gibidir; kokusu yok, fakat tadı hoştur. Kur'ân okuyan münâfık reyhana benzer; kokusu hoş, tadı acıdır. Kur'ân okumayan münâfık, Ebû Cehil karpuzuna benzer. Kokusu olmadığı gibi, tadı da acıdır."
Bir başka hadîs-i şerîfde gâfil bir şekilde Kur'ân okuyanlar için:
"Onlar Kur'ân okurlar, (fakat okudukları) boğazlarından aşağıya geçmez!" buyurulduğu vechile, gaflet içinde okunan Kur'ân-ı Kerîm'den, hiçbir bereket hâsıl olmaz.
Böyle bir kırâat, sâhibini cehennem ateşine sürükler. Kur'ân'ı bu şekilde tilâvette bulunan kimseler için Cenâb-ı Hakk:
"Onlar Kur'ân'ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 24) buyurmaktadır.
Bu îkâzdan derin ve ince düşünüş sâhibi olan engin gönüllü kullar, büyük hisseler alırlar. Düşünmek gerekir ki, Kur'ân-ı Kerîm'den:
"..Rabbimiz bunları boşuna yaratmadın; münezzehsin. Bizleri cehennem ateşinden koru!" (Âl-i İmrân, 191) âyet-i celîlesi nâzil olduğunda, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, göklerin yıldızlarını imrendirecek inci tanesi gibi göz yaşları ile sabâha kadar ağlamışlardır.
Bu itibarla mü'minlerin Allâh korkusuyla döktükleri gözyaşları, fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının yıldızları, cennet bahçelerinin şebnemleridir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
"Yâ Rabbî! Yaşarmayan gözden sana sığınırım!.." buyurmuşlardır.
Bunun içindir ki, Kur'ân'ın ses ve sadâsına gönül vermeyen gâfiller, hayâtın dışını bilir, iç hakîkatlerden ve derûnî âleminden mahrûm kalırlar. Onlar, dünyâ lezzetleri ve şehvetlerinin peşinde koşarlar; lâkin hikmet ve neticelerinden gâfildirler.
Onlar, bu dünyâ sofrasından oburca istifâde ederler. Lâkin sofranın sâhibi olan "Razzâk"ı tanımazlar.
Mezarlara yakınlarını gömerler de, toprağın altındaki mâcerâdan habersizce yaşarlar. Onlar, selvilerin lisânından anlamazlar.
Zelzeleler, fırtınalar ve türlü musîbetlerle tokat yediklerinde ise, "tabîat olayları" yaygarası ile kaçacak delik ararlar.
Ne garîbdir ki, ilâhî mülkde yaşarlar, fakat mülkün sâhibine düşman olurlar.
Böyle kimseler, içlerine katran yağan iki cihân bedbahtlarıdır.
Ancak kalbi, Kur'ân nûru ile dolan mü'minler ise, yüce hakîkatleri tefekkür hâlindedirler. Okudukları ilâhî kelâm, onların gönüllerine hâl lisânı ile:
"-Allâh'ın kulusun; O'nun mülkünde yaşıyorsun! O'nun verdiği rızıklarla rızıklanıyorsun; Kur'ân hikmet ve esrârına dal ve Rabbine kalb-i selîmle yolculuk et!.." telkînindedir.
Kur'ân ile dolanlar, Cenâb-ı Hakk'a kulluk şuûru içinde olurlar. Kendilerine verilen nîmetlere şükrederler ve fânî hayâtlarını ebedî hayâtın sermâyesi yaparlar.
Peygamber ve Kur'ân, Rabbin kullarına ihsân buyurduğu iki nûr kaynağıdır.
Bu itibarla Kur'ân, feyz-i Muhammedî'den bir hisse alanlar için yerin göğün lisânı, rûhlara bereket ve rûhâniyet hazînesidir.
Allâh'ın sıfatlarının bütünüyle tecellî ettiği üç varlık mevcûddur; kâinât, Kur'ân ve insan...
Kâinât, fiilî; Kur'ân ise kelâmî tecellî; insan da zübde (tohum) sûretinde bütün tecellîlerin mecmûasıdır. İnsansız bir dünyâ ne kadar sönük olursa, Kur'ân'sız bir insan da tıpkı öyledir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:
"Kur'ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve evsâfıdır. Kur'ân-ı Kerîm'i huşû ile okuyup tatbîk edersen, kendini peygamberler ile, velîler ile görüşmüş farzet! Peygamber kıssalarını okudukça ten kafesi, can kuşuna dar gelmeye başlar!"
Yâ Rabbî! Kalblerimizi Kur'ân nûrundan ve "Habîbin"in muhabbetinden ayırma!
Âmîn!..
|