|
Tevekkül Sahiplerinin Amelleri
İlim hali, hâl de ameli doğurur. Bazen tevekkül´ün mânâsının, bedenen çalışmayı, kalben tedbiri terketmeyi, atılan paçavra ve çengele takılan et parçası gibi yere serilmek olduğu zannedilir! Oysa böyle zannetmek, cahillerin işidir. Böyle zannetmek, şer´an haramdır.
Çünkü şeriat tevekkül, sahiplerini övmüştür. Acaba dince mahzurlu sayılan şeylerle dînî makamların birine nasıl varılır? Buradaki perdeyi kaldırmak için şöyle deriz. Tevekkül´ün tesiri, kulun hareketinde, ilmiyle hedeflerine doğru gidişatında belirir. Kulun kendi ihtiyarıyla çalışmasına gelince, bu çalışma, kesb gibi kulun yanında bulunmayan faydalı bir şeyi celbetmek veya azık gibi kulun yanında mevcut olan, faydalı bir şeyi korumak, yırtıcı hayvan, hırsız ve saldırganı defetmek gibi daha kulun başına gelmeyen bir zararı bertaraf etmek veyahut da hastalıktan tedavi olmak gibi kulun başına gelen bir zararı kaldırmak içindir. Bu bakımdan kulun hareketlerinin hedefi, şu dört durumun dışına çıkamaz: Fayda verenin celbi ve korunması, zarar verenin bertaraf edilmesi veya fenlerin her birinin derecelerini şer´î delillerle beraber zikredelim:
Birinci Durum
Fayda verenin celbi hakkındadır. Bunun hakkında deriz ki: Fayda verenin celbinde kullanılan sebepler üç derecedir:
Biri kesin, ikincisi güvenilir bir zan ile zannedilen, üçüncüsü nefsin tam güvenmediği ve mutmain olmadığı bir vehim ile vehmedilendir.
1. Derece
Kesin olan birinci derece, ALLAH´ın takdir ve meşiyetiyle, değişmez bir şekilde, müsebbeblerin bağlı oldukları sebepler gibidir. Tıpkı aç olduğunda veya yemeğe ihtiyacın olduğunda yemeğin önüne konması gibidir. Fakat ona el uzatmayıp ´Ben tevekkül sahibiyim. Tevekkül´ün şartı da çalışmayı terketmektir. Eli yemeğe uzatmak da bir çalışma ve harekettir. Onu dişlerle çiğnemek de böyledir. Yukarı çeneyi aşağı çene üzerine kapatmak ve yutmak da böyledir´ demen gibi! Senin bu hareketin katıksız bir deliliktir. Tevekkülle hiçbir alâkası yoktur; zira eğer ALLAH, yemeksizin, sende doymayı veya ekmekte, kendiliğinden gelip ağzına girmek için bir hareketi veya senin için çiğneyip ve midene varması için ´ bir meleği müsahhar kılmasını beklersen, ALLAH´ın sünnetini (kanununu) bilmiyorsun demektir. Böylece yere tohum serpmeden ALLAH Teâlâ tohumsuz ekin bitirmesini veya Hz. Meryem´in (a.s) doğurduğu gibi, hanımından cinsî münasebette bulunmaksızın çocuk beklersen, bütün bunlar da deliliktir.
Bunun benzeri çoktur ve saymakla bitmez. Bu bakımdan bu makamda tevekkül, amelle değil, hâl ve ilimledir.
İlm´e gelince, ALLAH Teâlâ´nın yemeği, eli, dişleri, hareket kuvvetini yarattığını, sana yediren ve içirenin O olduğunu bilinendir.
Hal´e gelince, kalbinin sükûnete kavuşması ve itimadının ALLAH´ın fiili üzerine olmasıdır, el ve yemek üzerine değil! Sen, elinin sıhhatine nasıl güvenebilirsin? Oysa çoğu kez elin kuruyup felç olabilir. Sen kendi kudretine nasıl itimat edebilirsin? Oysa derhal aklını yerinden oynatan bir şey olup, hareket kuvvetini iptal edebilir. Yemeğin hazır olmasına nasıl güvenirsin? Oysa ALLAH Teâlâ senden o yemeği alan birini veya seni o yerden kaçırtan bir yılanı, seninle yemeğin arasına giren bir engeli musallat kılabilir. Böyle ihtimaller olduğundan ve ALLAH´ın fazlından başka bunların ilâcı da bulunmadığından ötürü ancak O´nunla sevin ve ancak O´na güven! Kişinin hali ve ilmi bu olduğunda elini yemeğe uzatsın, muhakkak o tevekkül sahiplerindendir.
2. Derece
İkinci derece, kesin olmayan fakat çoğu kez müsebbebin onlarsız meydana gelmediği ve onlarsız meydana gelme ihtimali uzak olan sebeplerdir. Tıpkı şehirlerden ve kafilelerden ayrılıp halkın çok az yolculuk yaptığı sahralara azıksız düşen bir kimse gibi... Böyle yapmak tevekkülde şart değildir. Aksine sahralarda beraberinde azık götürmek selef-i salihînin sünnetidir. Daha önce dediğimiz gibi, azığa değil de ALLAH´ın faziletine güvendikten sonra, tevekkül sahipleri tevekkülden çıkmış olmaz. Fakat azıksız sahralara dalmak da caizdir. Bu ise, tevekkül makamlarının en yücesidir ve İbrahim b. Ahmed el-Havvas böyle yapardı.
Soru: Fakat azıksız sahraya dalmak, nefsi helâk etmek ve teh-likeye atmak hususunda adım atmak sayılmaz mı?
Cevap: Böyle yapmak iki şartla haram olmaktan çıkar.
Birinci şart; kişi nefsini alıştırmış, bir hafta ve bir haftaya yakın bir zaman yemeksiz sabretmeye nefsini tâlim ettirmiştir. Öyle ki bu müddet zarfında nefis kalp sıkışması ve gönlün teşevvüşü olmaksızın ve ALLAH´ın zikrinde bir zorluk çekmeden sabredebilir.
İkincisi, öyle bir durumdur ki bitkilerle gıdalanabilir. Basit olan her şeyden gıdasını alabilir. İşte bu iki şart mevcut olduktan sonra, kişi çoğu kez çöllerde ancak haftada bir insana rastlar veya bir obaya, bir köye veya kifayet edici bir bitkiye varır. Nefsiyle mücâhede ederek bununla hayatını idame ettirebilir. Mücâhede etmek tevekkülün direğidir.
Havvas buna itimad eder, onun benzeri tevekkül sahipleri de buna güvenirdi. Havvas´ın buna güvendiğinin delili şudur ki o iğne, makas, ip ve su testisini yanından ayırmazdı. Derdi ki: ´Bunları bulundurmak tevekküle zıt düşmez´.
Bunun sebebi şuydu: O, çöllerde suyun kumun yüzeyinde olmadığını bilirdi. Suyu testisiz ve ipsiz kuyulardan çıkarmak da ALLAH´ın sünnetine muhaliftir. İp ile testinin, bitki gibi çölde çokça bulunmadığı malumdur. Suya da günde birkaç defa, abdest için, ihtiyaç vardır. İçmek için de günde veya iki günde bir defa suya ihtiyaç vardır; zira yolcunun yolculuğun harareti sebebiyle yemek yemese dahi suya ihtiyacı olur. Kişinin bir tek elbisesi olur. O elbise çoğu kez yırtılır. Avret mahalli görünür. Çölde her namaz vaktinde iğne ve makasın bulunmaz. Kesmek ve dikmek hususunda da çöllerde bulunan şeyler iğne ile makas yerini tutmaz. Bu bakımdan bu dört şeyin mânâsında olan da ikinci dereceye iltihak eder. Çünkü oluşu, kesin olmayan bir zan ile zannedilir; zira elbisenin yırtılmaması veya başka bir insanın çıkıp ona elbise vermesi veya kuyu başında ken-disine su veren birinin bulunması mümkündür. Fakat yemeğin çiğnenmiş bir vaziyette hareket ederek onunn ağzına girmesine ihtimal yoktur. O halde iki derece arasında fark vardır.
Kişi, dağların kuytularından birine su ve bitki olmadığı bir yere herhangi bir yolcunun uğramadığı bir mahalle çekilip ALLAH´a tevekkül ederek oturursa, bu kişi böyle yapmakla günahkâr olur, kendi nefsini helâk etmiş olur. Nitekim rivayet ediliyor ki zahidlerden biri şehirlerden ayrıldı. Bir dağın tepesinde bir hafta durdu ve ´RABBİM´benim rızkımı getirinceye kadar hiç kimseden birşey istemeyeceğim!´ dedi. Böylece bir hafta oturdu. Nerdeyse ölecek raddeye geldiği hâlde kendisine rızık gelmedi. Bunun üzerine ellerini kaldırarak şöyle dedi: ´Ey RABBİM! Eğer beni diri bırakacaksan,
bana ayırdığın rızkı gönder! Yoksa ruhumu al! Beni yanına götür!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle ilham etti:
İzzetim hakkı için sen şehirlere girip halk arasında oturmadıkça sana rızık vermeyeceğim!
Bunun üzerine, kişi şehre gidip oturdu. Bir kişi yemek, öbür kişi su getirdi. Yeyip içti ve nefsinde bundan korktu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle (ilham) etti:
Dünyadaki zühdünden ötürü hikmetimin berhava edilmesini istedin! Bilmez misin kuluma kullarımın eliyle rızık yedirmem, kendi kudret elimle yedirmekten daha sevimli gelir bana!
Madem durum budur, bütün sebeplerden uzaklaşmak, hikmeti zorlamak ve ALLAH´ın sünnetini bilmemektir. ALLAH Teâlâ´nın sünnetinin gereğini yapmakla beraber ALLAH´a, sebeplere başvurmak ve itimat etmek, daha önce husumetten ötürü vekil hususunda belirttiğimiz misalde olduğu gibi tevekküle zıt düşmez.
Fakat sebepler zâhir ve gizli diye iki kısma ayrılır. Tevekkülün mânâsı, gizli sebeplerle iktifa edip zâhirî sebeplere ihtiyaç duy-mamak, bununla beraber, sebebe değil, sebebin müsebbibine güvenmektir.
Soru: Çalışmaksızın şehirde oturmak haram mıdır, mübah veya mendub mudur?
Cevap:Böyle yapmak haram değildir. Çünkü çölde seyahat eden bir kimsenin nefsini helâk edecek derecede olmaksızın seyahati haram olmadığına göre, çalışmadan şehirde oturmak nasıl haram olur? Kişi burada nefsini helâk etmiyor ki onun fiili haram olsun! Rızkının ummadığı bir yerden kendisine gelmesi, uzak bir ihtimal değildir. Fakat bazen gecikir. Rızık gelinceye kadar sabretmek de mümkündür. Fakat kapıyı üzerine hiç kimsenin girmeyeceği bir şekilde kapatması haramdır. Eğer boş durup bir ibadetle meşgul olmadığı halde kapıyı açarsa, çalışmak ve buradan çıkmak onun için otarmaktan daha evlâdır. Fakat onun böyle yapması, ölüm emarelerinin görülmesi müstesna haram da değildir. Ne zaman ölüm emareleri görünürse, o zaman çıkmak, halktan istemek ve çalışmak gerekir. Eğer kalbi ALLAH ile meşgulse ve kapıdan gelip de kendisine azık getirene iltifat etmiyorsa, ALLAH´ın lütfunu bekleyip onunla meşgul ise, bu durumu çalışmaktan daha üstündür. Bu da tevekkülün makamlarından biridir. Bu makam, şahsın ALLAH ile meşgul olup, rızkına önem vermeme makamıdır. Çünkü rızık şüphesiz kendisine gelecektir! Âlimlerden bazılarının söylediği, bu makama göre doğru olur. Şöyle ki: Eğer kul rızkından kaçsa bile rızık onu arar. Ölümden kaçsa bile ölümün gelip yakasına sarılması gibi... Eğer kul, ALLAH´tan ´bana rızık verme´ diye dilekte bulunsa, bu dileği kabul olunmayacağı gibi böyle söylemekle de âsi de olur! ALLAH Teâlâ lisan-ı ulûhiyetle ona ´Ey cahil kulum! Seni yaratıp da nasıl sana rızık vermeyeyim? diye haykırmaktadır.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: ´İnsanlar, her şeyde ihtilaf ettiler. Ancak rızık ile ecel bundan müstesnadır! Çünkü insanlar toplu olarak ALLAH´tan başka rızık veren ve öldüren olmadığına kanaat getirmişlerdir´.
Hz. Peygamber (s.a) ´Eğer sizler gereği gibi ALLAH´a tevekkül etmiş olsanız muhakkak ki kuşlara rızık verdiği gibi size de rızık verir. Kuş sabahleyin karnı aç olarak yuvadan ayrılır, akşam tok olarak döner, muhakkak sizin dualarınızla (tevekkül ettiğiniz tak-dirde) dağlar yerinden oynar´ diye buyurmuştur.
İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey insanlar! Kuşlara bakın! Ne tohum eker, ne ekin biçer ve ne de azık edinir! ALLAH Teâlâ gün be gün onun rızkını böyle olduğu halde verir! Eğer ´Bizim karnımız onunkinden daha büyüktür´ derseniz, hayvanlara bakın! ALLAH Teâlâ, o hayvanlar için şu mahlukâtını rızık toplamaya nasıl sevketmiştir?´
Ebu Yakub es-Susî19 der ki: ´Mütevekillerin rızkı, yorulmaksızın, başka kulların eli ile verilir. Oysa o vasıta olan kullar, meşgul ve yorgundular!´
Seleften bir zat şöyle demiştir: ´Bütün kullar ALLAH tarafından rızıklanırlar. Fakat bazıları dilenciler gibi zilletle rızkını alır, bazıları da tüccarlar gibi beklemek ve yorgunlukla... Bazıları da sanatkârlar gibi kir ve pasa katlanmakla... Bazıları da sûfiler gibi izzetle alırlar; zira sûfîler aziz olan ALLAH´ı müşahede ederler. Rızıklarını O´nun kudret elinden alırlar ve vasıtaları görmezler´.
3. Derece
Üçüncü derece, kesbetmenin tafsilatında ve değişik yönlerinde ince tedbirlere başvuran bir kimse gibi, müsebbibe götüren sebeplere zâhirde güvenmeksizin başvurmaktır. Bu ise, tevekkül derecelerinin hepsinden insanı çıkarır. Halk tabakasının tümü bu derecededir.
|