Buda !
İslam medeniyeti kendi özgün kodlamalarını yaptıktan hemen sonra , batı medeniyetinin özgün formatlarıyla flörtleşmeye başladı. Abbasi halifesi El Memun'la zirveyi çıkan bu flörtleşme daha sonra İbni Sina , Farabi , İbni Rüşd gibi doğulu olup batıcı-doğulu kafasıyla düşünen müslüman düşünürlerle beraber evliliğe dönüştü. Sanılanın aksine , İslam medeniyetiyle batı uygarlığı kültürel bir savaştan çok kültürel bir etkileşim içindedir. Karşılıklı olarak birbirlerini doğurmuş ve büyütmüşlerdir. Oysa uzakdoğu medeniyeti kendi kadim formatlarını hiç bir zaman batının kodlarıyla bulandırmadı ve bir etkileşim içine girmedi. Bu gün bile doğu medeniyeti denildiğinde batılı aydınların islam medeyetinden çok , uzakdoğu ve Pers-Hint-Çin eksenini anlamaları bundandır. Bu eksenin ''Çin'' ayağını oluşturan coğrafya , tarihte yer değiştirmeden binlerce yıl yalnızca kendi dinamiklerinden bir coğrafyadır ve bu yüzden özgün medeniyetin başlıca durağıdır.Filozof Buda ise bu kadim durağın hem beyni hemde kalbidir işte.Buda, bir Çin prensinin oğlu olarak dünyaya geldi. Pembe renkli mermerlerin süslediği sarayda , süzgün bakışlı cariyeler , hizmette kusursuz köleler ve cennetsi nimetler arasında bir bilinçsizlik cenneti yaşayan genç Buda başka yaşamların olduğundan habersizdir. Bir gün kendi bakıcısıyla el üstünde taşınan ( artık o günün taşıma araçları neyse ) bir şehir turuna çıkıyor. Sokağın bir tarafında sus-pus oturmuş ve dilenen bir yaşlı görünce Buda bakıcısına bu miskinin durumunu sorar ve bedensel çökmüşlüğünü anlamya çalışır. Bakıcısı bunu yaşlılık olarak tanımlar ve bunun insanoğlunun kaçınılmaz sonu olduğunu söyler. Buda, bu kaçınılmaz son beni de mi bekliyor ? diye korkuyla bakıcısına sorar ve alınan cevap evet oluncada hızla saraya dönülür. Buda ateşler arasında inleyerek bu şoku atlatmaya çalışır. Kaç zaman sonra bu şok geçince yeniden bir şehir turuna çıkılır. Bu kez eller üstünde taşınan bir tahta yığınının etrafında toplanmış kalabalığı görünce bakıcısına merakla bunun nedenini sorar. Bakıcısı da bunun bir ölüm merasimi, bu tahta yığınının da tabut olduğunu ve içinde bir ölünün taşındığını söyler. Buda ölümün kendisi için de mi bir kaçınılmaz son olduğunu sorunca cevap yine evet olur.
Artık Buda için saraya kaçıp saklanmak , bunları düşünmemek gibi bir seçenek yoktur. Onun bilinçsizlik cenneti derin bir sarsıntı geçirmiş ve ölümün soğukluğuyla başına yıkılmıştır. Buda, mutlu bir rüyadan korkunç bir kabusa uyanmış , hayalin yalancı mutlu dünyasından gerçeğin acı dünyasına sürülmüştür. Sarayı bırakır ve sonu olmayan yolculuklar , yoksunluklar başlar. Niçin? Aramak için. Neyi? Ruhunu ölümsüzleştirecek olan şeyi. Ölmeyen , değişmeyen , mutlak erdem ve derinliği bulmak için. Her nerede olursa olsun. korkunç içsel acılar , kederli arayışlar ve cevapsız sorular bu yolculukla sürüp gider yıllarca. Buda artık dünyaya yalnızca ayaklarıyla bağlıdır. Dünya ve içindeki iğreti şeyler onu doyurmamaktadır. O ise sonsuz ve mutlak olanın peşindedir.
Bir gün bir ağacın altında uzanırken , birden ruhu tuhaf bir hal alır ve Buda adeta üç boyutlu bir dünyada vecd içinde ruhunun sonsuzlaştığını hisseder. O artık Nirvana'sına ulaşmıştır.Fakat bu acısını dindirmeyecektir. Sevgilinin büyüleyici yüzü onun istekelrini daha bir kamçılamıştır. Daha büyük hasret ve özlemlerle dolu büyük yangınlar Buda'yı beklemektedir. Bir kere bulduğu ama yitirdiği şeyi , hayatının sonuna kadar aradı durdu. Bir ruh boyutunda , başalngıçsız ve sonu olmayan bir döngü içinde.
|