Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04-21-2009, 15:24   #5
Kullanıcı Adı
Alem_i Ervah
Standart
Kerâmet’in Çokluğu Velâyetin Yüksekliğine mi delâlet eder?

Bu mektup Mirza Hüsameddin’e yazılmıştır. ALLAH dostlarının bazısından kerâmetlerin çok, bazılarından ise az zuhur etmesinin hikmeti, Tekmil ve irşad makamının en mükemmel şeklini ve buna münâsip halleri beyan etmektedir.

Âlemlerin Rabbi Allâh-ü Teâlâ’ya hamd olsun. Salât ve Selâm, Peygamberlerin Efendisine ve Onun tertemiz âline olsun.

Şu zayıf (bitkin) hatıra şöyle geldi: Benimle dostlar arasına sûri uzaklık (Bedenen, şeklî uzaklık) girince ve yüz yüze görüşmek anka kuşu gibi olunca, (anka kuşu; ismi olan ama kendi olmayan bir kuştur. Yani görüşmek mümkün olmayınca) onlara zaman zaman bazı ilim ve mârifetleri yazmam münâsip oldu.
İşte buna binâen bazı zamanlarda bu kısımdan bir şeyler yazıyorum. Umarım ki, bu iş bıkkınlık verici olmaz.

Ey mahdum! Aziz dostum. Velâyet bizim aramızda bir bahis konusu olunca, avam halkın da nazarı kerâmetlerin zuhûruna yönelik olunca, bu konuyla ilgili birkaç kelime zikredeceğim. Bunların iyi dinlenip anlaşılması gerekir.

Bilesin ki;
Velilik, fenâ ve bekâdan ibarettir. Keşifler ve kerâmetler ise, ister az olsun ister çok olsun bunun levâzımındandır. Ancak kerâmeti çok olanın velâyeti daha tamam ve nasîbi daha çok demek değildir. (Yani kerâmeti çok olan velinin makâmı, kerâmeti az olandan daha büyük demek değildir) Aksine, çoğu zaman velâyeti tamam olanın (büyük velilerin) kerâmeti az oluyor.

Kerametlerin çokça zuhur etmesinin iki dayanağı, sebebi vardır.
1- Urûc (yükselme) vaktinde yukarıya yükselişin daha çok olmasıdır.
2- Nüzül (iniş) vaktinde aşağıya inişin az olmasıdır. Hatta kerâmetlerin çokça görülmesindeki en büyük sebep, urûc tarafı ne şekilde olursa olsun, nüzûlün az olmasıdır. Çünkü nüzül sahibi (iniş halindeki veli) sebepler âlemine iner, eşyanın varlığını sebeplere bağlı olarak bulur. Ve sebepler perdesi arkasında da, sebepleri yaratan (Müsebbibü’l-esbab olan ALLAH)ın fiilini görür.

Daha nüzül etmemiş olan kimse veya nüzül etmiş ama, henüz sebeplere ulaşmamış olan kimsenin bakışı, sadece sebepleri yaratan (ALLAH-ü Teâlâ)’nın fiilinde kalır. Çünkü sebepler onun nazarından tamamen kalkmıştır. Ve onun nazarı sadece sebepleri sebep kılan ALLAH-ü Teâlâ’nın fiiline takılmıştır.

Hiç şüphe yok ki Hak Sübhânehü, bu iki veliden her birinin zannına göre ayrı ayrı muâmele eder. Bu yüzden, sebepleri görenin işini sebeplere terk eder. Sebepleri görmeyenin işini ise, sebepleri araya koymadan görür. “Ben kulumun, Bana olan zannının yanındayım” kuds-î hadisi, bu mananın şâhidi ve destekçisidir.

Uzun zamandır (bir mesele) aklımı kurcalamıştı. Bu ümmetin kâmil velilerinden kerâmetlerin görülmemesinin sebebi nedir? Hâlbuki onlar geçmişte çoktu. Seyyid Muhyiddîn Abdülkâdir Geylânî hazretlerinden (kerâmetler) zuhur ettiği gibi (bu ümmetin velilerinden neden kerâmet görülmüyor?) Allâh-ü Teâlâ sonunda bu muammâ hâlin sırrını bana izhâr etti.

Ve bildim ki; Seyyid Muhyiddîn Geylânî hazretlerinin urûcu, bir çok evliyânın yükselişinden daha yüksek idi. (Geylânî hazretleri) nüzül bölümünde, sadece ruh makamına kadar indi ki, o makam, sebepler âleminin üstündedir.

Hasan-ı Basrî ile Habîb-i Acemî arasında geçen hikaye buna (iki makam arasındaki farkı anlatmak bakımından) uygundur. Yani geride geçen manayı kuvvetlendirir ve teyid eder. Hasan-ı Basrî’den şöyle naklolundu:
Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün nehrin kıyısında durmuş karşıya geçmek için gemi bekliyordu. Bu sırada Habîb-i Acemî geldi ve ona, orada beklemesinin sebebini sordu. Hasan-ı Basrî hazretleri de: “gemi bekliyorum” dedi. Habîb-i Acemî: “gemiye ne gerek var, sende yakîn yok mu?” (yani ALLAH’ın, gemi olmadan, esbaba tevessül etmeden seni karşıya geçireceğine inancın yok mu?) dedi. (Bunun üzerine) Hasan-ı Basrî’de: “sende ilim yok mu?” (ALLAH’ın sebeplerle iş gördüğünü bilmiyor musun?) diye cevap verdi. (Netice de) Habîb-i Acemî, gemi kullanmadan su üzerinde yürüyerek nehrin karşı kıyısına geçti. Hasan-ı Basrî ise durup gemiyi bekledi.

Hasan-ı Basrî hazretleri sebepler âlemine inmiş olduğu için, ona sebepler vâsıtasıyla muâmele edildi. Habîb-i Acemî ise, sebepleri tamamıyla gözünden silmiş ve bir kenara atmıştı. Dolayısıyla ona da sebeplerin aracılığı olmaksızın muâmele edildi. Ancak fazîlet ve üstünlük Hasan-ı Basrî’ye aittir. Çünkü o ilim sahibidir. Ayne’l-yakîn (görerek inanmak) ile ilme’l-yakîn (bilerek inanmak) arasını cem etmiş ve eşyayı da olduğu gibi bilmiştir.

Zîra ALLAH’ın kudreti, işin aslında hikmet perdesinin arkasında gizlenmiştir. (Yani ALLAH-ü Teâlâ hikmetinin gereği, yaptığı işleri sebeplerle görür, kudretini de bunun ardına gizler.) Habîb-i Âcemî ise sekir (mânevî sarhoşluk) sahibidir. Onun gerçek fâile (ALLAH-ü Teâlâ’ya) sebeplerin tesiri olmadan yakînî inancı vardır. Ama bu görüş, işin aslına, özüne mutâbık değildir. Çünkü sebeplerin vasıta olması, gerçekte var olan bir durumdur.

Tekmil ve irşad muâmelesine gelince o, kerâ-metlerin görülmesi muâmelesinin aksinedir. Çünkü irşad makamında nüzül daha fazla olursa, irşad da o nisbette mükemmel ve daha tam olur. Zîra irşad makamında, Mürşid ile mürid arasında münasebet hâsıl olması gereklidir. Bu münasebet de, nüzûle bağlıdır. (mürşid ile mürid arasında tam bir münasebet kurulabilmesi için, mürşidin sebepler âlemine inmesi lazımdır)

Bilmiş olasın ki; Yükseliş ne kadar çok olursa, inişte (ona nisbetle) o kadar çok olur. Bundan dolayı, Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in yükselişi herkesin üzerinde olmuştur. İniş esnasında da herkesten daha aşağıya inmiştir. İşte bu sebeple Onun dâveti en mükemmel davet olmuş ve bütün mahlûkâta peygamber olarak gönderilmiştir. Çünkü Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi Vesellem inişin nihayetine ulaşması sebebiyle, her şeyle bir münâsebeti vardır ve Onun fayda verme yolu en mükemmel bir şekilde olmuştur.

Çoğu zaman, bu (mânevî) yolun ortasında olanlar, yolun sonunda olup da geri dönüşleri olmayanlardan daha fazla, bu yolun taliplerine faydalı olur. Çünkü mutavassıt olanların, müntehî olanlara nisbetle, mübtedî olanlarla daha fazla münasebeti vardır. (Yani mânevî yolun ortasında olanların, bu yola yeni girenlerle; yolun sonuna varıp geri dönmeyenlerden daha çok münasebeti vardır) Bu manadan dolayı Şeyhülislam Herevî kuddise sirruhu şöyle dedi: “Şayet, (Ebu Hasan) Harkânî ile Muhammed Kassab aynı yerde olsalardı, sizi Harkânî’ye değil, Muhammed Kassab’a gönderirdim. Çünkü o, size Harkânî’den daha fazla fayda verir.” Yani Harkânî müntehî idi. bu sebeple müridin ondan faydalanması az olur.

Burada Harkânî geri dönmemiş müntehilerdendi, yoksa mutlak müntehî (mutlak anlamda mânevî yolun sonuna gelmiş) değildi. Zira mutlak olarak yolun sonuna gelmiş birinin tam fayda vermemesi söz konusu değildir. Çünkü ALLAH Resûlü Muhammed Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in intihâsı, herkesten daha ileridir. Hâlbuki Onun verdiği fayda herkesinkinden fazla olmuştur.

Dolayısıyla (bir mürşidin) fayda vermesinin az veya çok olması, geri dönüş ve inişe bağlıdır. Müntehî olup olmamasına değil. Ve de gerçek şudur ki, onun fayda vermesi herkesten daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki; tam veya eksik fayda verme durumu, muhatapların seviyesine inmek ve onlarla aynı düzeyde durabilmekle alakalıdır, sona ermek veya ermemekle alâkalı değil.

Burada bilinmesi gereken bir incelik vardır. Nasıl ki velâyetin hâsıl olmasında, o velâyet sahibi için kendisinin velî olduğunu bilmesi şart değilse -ki bu meşhurdur- aynı şekilde kendisine âit kerâmetlerin olduğunu bilmesi de şart değildir. Hatta çoğu kere insanlar onun kerâmetlerini anlatırlar da, onun kendi kerâmetlerinden hiçbir haberi olmaz. İlim ve keşif sahibi olan velîlerin, kendi kerâmetlerinden haberlerinin olmaması mümkündür. Hatta onların misal âlemindeki sûretleri, pek çok farklı yerlerde görülür ve bu sûretlerden, uzak mesâfelerde bir takım acayip işler ve garip haller zuhur eder, halbuki bu sûret sahiplerinin bunların hiçbirinden haber yoktur.

Fiil ancak O’ndandır, Gayrısı ise mazhardır.
Alem_i Ervah isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla