Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04-23-2009, 13:59   #30
Kullanıcı Adı
ULUSALCI
Standart
Laiklik (3): Dünyada Farklı Laiklik Uygulamaları: ABD
1500'lü yıllardan itibaren İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda tarafından kolonileştirilen Kuzey Amerika, yaklaşık 4 asır sonra İngiltere'ye karşı bağımsızlık ilan edilmesi ile birlikte yeni bir döneme girdi. Irk ve inanç noktasında herhangi bir birliğe sahip olmayan Amerikalı göçmenler, 'mutluluk peşinde koşma'yı bir ideal haline getiren tarihi metinlere imza atarak, bir arada barış içerisinde yaşama adına yeni bir birlik tesis ettiler. Ortaya çıkan bireysel haklar eksenli sosyal yapılanma, Avrupa'dakinden çok daha farklı bir devlet-vatandaş ilişkisini sonuç verdi.




Toplumsal Tecrübeler ve Doğurdukları Düşünce Yapısı

Kimi bakış açılarının toplumların düşünce dokularına sinmesinde, yaşanan tecrübelerin çok ciddi bir payı olduğu hatırlanacak olursa, Fransız halkının 'Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik' sloganı arkasında birleşebilmesini mümkün kılan nedenler daha iyi anlaşılabilir. Gerek monarşinin, gerekse Kilise'nin tahakkümü altında asırlarca ezilmiş olan bir halk için bu üç kelimenin ifade ettiği manaların derinliğinin, böyle bir tecrübe yaşamamış olan bir topluma göre çok daha fazla olacağı muhakkak.

Ancak kulağa son derece hoş gelen bu ifadelerin ardında, bir o kadar yanıltıcı paradigmal sorunlar da yok değil. Düşünceye ket vuran paradigmal sorun, yaşanan acı tecrübeler sonucunda sahip çıkılan ve yüceltilen kavramları, söz konusu acı tecrübelerin müsebbibleri ekseninde tanımlamakta yatıyor. Örneğin, Fransa söz konusu olduğunda, özgürlük ve eşitlik mücadelesi monarşi ve Kilise'ye karşı verilen bir savaşla şekillendiğinden, özgürlük konsepti, monarşi ve Kilise karşıtlığı ile harmanlanarak oluşuyor. Bunun sonucunda da, Kilise'ye ve onunla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili olan herşeye karşı şüpheyle ve ihtiyatla yaklaşmak, özgürlük ve eşitlik adına bir öngereklilik halini alıyor.

Böylelikle, toplumsal dönüşümü mümkün kılan herhangi bir anlayış değişikliği, 'dünden bugüne' gelirken düşünsel bir açılım sağlamış olsa da, 'bugünden yarına' gidebilme noktasında bir engel oluşturabiliyor. Bu düşünce özürü, elbette Fransa'da günümüzde yaşanan toplumsal sancılara has bir durum değil. Büyük toplumsal dönüşümler yaşayan pek çok toplumda benzeri paradigmal dirençler gözlemlemek mümkün.


Düşünce Geleneği ve Laiklik

Özgürlük ve eşitlik konseptlerini Kilise karşıtlığı ekseninde oluşturan Fransız düşünce geleneği ile, dini ayrımcılığa maruz kalan çok sayıda protestanın sığınak belleyerek okyanus aşıp geldiği Kuzey Amerika'da 'bireysel haklar' ve 'farklılıklar' üzerine bina edilen Amerikan anlayışı arasındaki farklar, bu iki ülkedeki laiklik uygulamalarının birbirinden farklı olmasını da kaçınılmaz kılıyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde, laiklik kavramını eşitlik ekseninde tanımlayan bir anlayış hakim. İnsanların laikliğe sahip çıkmaları, herhangi bir dine ya da dini kuruma karşı korunmak istemelerinden ziyade, devletin herkese eşit uzaklıkta olması düşüncesinden ileri geliyor.

ABD Anayasası, aynı zamanda bu anlayışı temsil eden bir tarihi döküman olarak da görülebilir. ABD Anayasında, laiklik ile 'inanç, ifade ve basın özgürlükleri'ni düzenleyen maddede (1,2) şu ifade yer alıyor:

"Kongre, dini bir kurumu destekleyen, ya da dinin özgürce icra edilmesini yasaklayan hiçbir kanun yapmayacaktır." (First Amendment of the Bill of Rights to the U.S. Constitution)
Dikkat edilirse, söz konusu maddede birbirine bir anlamda zıt gibi görünen, ancak eşitlik çerçevesinde değerlendirildiğinde birbirini tamamladığı anlaşılan iki yasak söz konusu. Anayasa, devletin yasama organını, hem dini bir kurumu desteklemekten, hem de dinin özgürce icra edilmesini yasaklamaktan men ediyor. İlgili madde, böylelikle, bir yandan devletin herhangi bir dini kurumu destekleyerek o dine mensup olanlar ile olmayanlar arasında eşitsizliğe yol açmasını engellerken, diğer yandan her türlü dini inancın özgürce uygulanabilmesini teminat altına alarak laikliğin (ya da Amerikan geleneğindeki ifadesiyle sekülarizmin) inançlar karşısında bir tehdit oluşturmasının önüne geçiyor.

Amerikan anlayışında, 'dini kurumlara karşı devletin korunması' ya da 'dinin kontrol altına alınması' gibi kaygılar söz konusu değil. Bu durum da, Amerikan halkının tarihi boyunca herhangi bir kilise baskısı yaşamamış ve dolayısıyla özgürlük konseptini 'kilisenin ellerinin bağlanması' güvencesiyle oluşturmamış olmasının bir sonucu. Laiklik anlayışının 'inanç, ifade ve basın özgürlükleri' ile aynı maddede düzenlenmiş olmasına dikkat edilecek olursa, bu durum daha iyi anlaşılabilir.

Bu şekilde ele alındığında, laiklik ve inanç hürriyeti birbirine epey yakın kavramlar gibi görünse de, bütün bunlar (Türkiye'deki muhafazakar kesim tarafından çoğu zaman yanlış anlaşıldığı gibi) bu iki kavram arasında bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Aksine, laiklik ve inanç hürriyeti, birbiriyle el ele gitmeyen, hatta kimi despotça laiklik anlayışları söz konusu olduğunda birbirleriyle çatışan kavramlardır. Bireysel hakları çıkış noktası kabul eden ve laikliğe o noktadan varan anlayışlar, insanların inanç özgürlüklerini genişletmek için değil, devletin herhangi bir dini referans kabul etmesi durumunda, o dine mensup olmayanlara (ya da o dini farklı bir şekilde yorumlayanlara) karşı eşitlik ilkesinin bozulacak olması nedeniyle laikliğe sahip çıkarlar.

ABD'nin yasama organı olan Kongre'yi, hem 'dini bir kurumu desteklemekten', hem de 'dinin özgürce icra edilmesini yasaklamaktan' aynı anda men eden söz konusu maddenin hangi ölçüler doğrultusunda yorumlandığına değinmek, yukarıdaki soyut ifadeleri daha anlaşılır kılabilir.


Laiklik İlkesinin Yorumlanması

Kongre'yi 'dini bir kurumu desteklemekten' men eden ifade (Establishment Clause), (bugün itibariyle) ABD Yüksek Mahkemesi'nin, 1971 yılında gördüğü bir davada (Lemon v. Kurtzman) oluşturduğu içtihat doğrultusunda yorumlanıyor. Hükümetin uygulamalarının anayasaya uygunluğu, üç maddelik bir test (3 Prongs of Lemon) ile sınanıyor. Bu teste göre, hükümetin herhangi bir uygulamasının laiklik ilkesiyle çelişmemesi için:

1- Yasal bir seküler amacı da olması;
2- Dini güçlendirici ya da sınırlandırıcı yönde temel bir etkiye sahip olmaması; ve

3- İdare ile dini aşırı derecede iç içe geçirecek bir netice vermemesi

gerekiyor.

Yüksek Mahkeme'nin 2005 yılında, aynı günde aldığı iki farklı karar, söz konusu test için iyi bir örnek olabilir.

Yüksek Mahkeme, Van Orden v. Perry davasında, Texas eyaletinin başkenti Austin'deki Eyalet Yüksek Mahkemesi'nin kütüphanesinin bahçesinde yer alan ve Musa'nın Tur Dağı'nda Tanrı'dan aldığı On Emri içeren bir anıtın varlığını anayasaya uygun buldu. Karara gerekçe olarak, söz konusu anıtın 'Amerikan tarih ve kültürüne ait (dini anlam ifade eden ve etmeyen) çok sayıda başka anıtla birlikte bir müze ortamında' bulunması, herhangi bir yaptırım gücüne sahip olmayıp 'pasif' bir yapıda olması gibi nedenler gösterildi.

Ancak Mahkeme, aynı gün sonuçlandırdığı bir diğer davada (McCreary County v. ACLU), Kentucky eyaletindeki iki mahkeme salonuna asılan 'aynı metnin', mahkeme salonu konseptinin müzeden çok daha farklı olduğu ve dolayısıyla salona asılan metnin 'seküler bir amacı' olmadığı gerekçesiyle anayasaya uygun olmadığına karar verdi.

Yüksek Mahkeme'de yaklaşık 25 yıl görev yaptıktan sonra emekli olan hakim Sandra Day O'Connor'ın 1984 yılında benzeri bir davaya yazdığı mutabık karardaki kimi ifadeleri bu durumu izah ediyor:

'Devletin herhangi bir dini desteklemesi, o dine mensup olmayanlara, dışlanıyor oldukları, politik ortamın tam üyesi olmadıkları yönünde, o dinin mensuplarına ise, ayrıcalıklı oldukları ve politik ortamın iltimaslı üyeleri oldukları yönünde bir mesaj veriyor.'
Yine O'Connor'ın, tarafsızlık konusunda (McCreary davasındaki mutabık kararında) yazdıkları, devletin herhangi bir dini olduğu gibi, dinsizliği de desteklememesi gerektiği konusunda fikir verici mahiyette:

'Analizimizin mihenk taşı, [Anayasa'nın] idareye, dinler arasında ve din ile dinsizlik arasında tarafsızlığı zorunlu kılması prensibidir.'
Bütün bunlardan hareketle, ABD laikliği söz konusu olduğunda 'kamuya açık alanlarda dini semboller' gibi konuların bahsinin dahi geçmediği söylenebilir. ABD hukuku, tam tersine, dini olan ya da olmayan her türlü sembolü, 'ifade özgürlüğü' çerçevesinde değerlendirerek, bireysel haklar adına çok daha kuşatıcı bir anlayış ortaya koyuyor.

Fransız anlayışı ise, dini olmayan her türlü sembolü 'ifade özgürlüğü' çerçevesinde değerlendirirken, dini sembolleri yasaklayan, dahası, dini saygı ya da zorunluluktan ileri gelen her türlü öğeyi de 'sembol' olarak algılayan (ya da yaftalayan), bu haliyle de, İhtilal'in ardından iki asrı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, 'Kilise bir gün geri döner mi?' korkusuyla eşitlik adına insanları 'aynılaştıran' yasakçı bir yapıyı hakim kılmaya çalışıyor.

ABD'de ifade özgürlüğünü sınırlandırıcı mahiyette kararlar daha çok söz konusu ifade 'devlet tarafından' ve 'vergi ödeyenlerin parasıyla' gerçekleştirildiğinde çıkıyor. Bu önemli farklılık sayesinde de, politik sistem, devlete karşı insanları değil, insanlara karşı devleti sınırlandıran bir laiklik anlayışını üstün tutmuş oluyor.


İnanç Özgürlüğü İlkesinin Yorumlanması

Kongre'yi, 'dinin özgürce icra edilmesini yasaklamaktan' men eden ifade (Free Exercise Clause), insanların inançlarının gereklerini yerine getirmeleri konusunda devlet tarafından herhangi bir engellemeyle karşılaşmamaları adına çok net bir anayasal garanti sunuyor.

Bu konudaki anayasal garantiler kapsamında, 'inancın gereği olması koşuluyla' kimi inanç mensuplarına başkalarına yasal olmayan kimi konularda izin dahi verilebiliyor.

Örneğin, 2006 yılının Şubat ayında, Yüksek Mahkeme, özellikle Güney Amerika'nın Amazon bölgesinde yaşayan kızılderililerin şamanist ritüellerde kullandıkları halüsinojen ve psikotropik bir bitki olan ayahuasca'nın kullanılmasını yasaklamanın (anayasayı farklı şekillerde yorumlayan sağ ve sol düşüncedeki tüm hakimlerin oyuyla) 8-0 alınan bir kararla anayasaya uygun olmadığına karar verdi.

Bu karar, işin içinde dini bir amaç olduktan sonra ABD'de her türlü yasanın çiğnenebileceği anlamına gelmiyor elbette. ABD'de bu konuda hakim olan içtihat, 'devletin sorumluluğu altına giren konular haricinde' dini uygulamaların kısıtlanmasının anayasal olmadığı şeklinde.

Devletin sorumluluğu dendiğinde de, öncelikle 'bir başkasının hukukuna tecavüz edilmemesi' akla geliyor. Örneğin, 'İnancım gereğidir' deyip insan kurban etmeye kalkmanın anayasal olabileceğini düşünebilmek elbette mümkün değil. Dahası, Yüksek Mahkeme, 1993 yılında aldığı bir kararla, 'eğer eti yenmeyecekse' dini ritüellerde hayvan kurban edilmesini dahi anayasaya aykırı buldu.

Bu örneklerden de anlaşılabileceği gibi, ABD'de insanların inanç özgürlüğü, 'bir başkasının hukukuna zarar vermemek şartıyla' sonuna kadar korunuyor. Dahası, inanç özgürlüğü dendiğinde de, 'çoğunluğun' değil, 'herkesin' inancı korunma altına alınıyor. Büyük çoğunluğu müslüman olduğu söylenen Türkiye'de 'helal damgası' bile halen tartışılabiliyorken, ABD'de koşer ve helal damgalı yiyecekler hiç kimsenin hukukuna tecavüz edilmediği için (doğal olarak) serbest. Türkiye ise, Frankofil laiklerin işgali altında olduğu için, hiç kimsenin hakkını hiçbir şekilde ihlal etmeyen helal damgası üzerine fırtınalar koparılarak, insanların inanç özgürlükleri kısıtlanabiliyor.1,2



1 Türkiye söz konusu olduğunda, bu konunun dikkate alınması gereken bir diğer yönü daha var.

Türkiye'de (sözgelimi) Alevilerin devlet bütçesinden pay alması konusu gündeme geldiğinde, ciddi bir hata yapılarak konu laiklik ekseninde değil, Aleviliğin İslamiyet'in bir parçası olup olmadığı çerçevesinde tartışılıyor. Din ve devlet işlerini ayırma konusundaki ciddi hassasiyete rağmen doğrudan başbakanlığa bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı ve bu kurum tarafından atanan imamların maaşlarının devlet kesesinden (yani herkesin vergisinden) verilmesi de bir diğer çelişki. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı, din ve devlet işlerinin, devlet lehine 'tek taraflı olarak' ayrıldığı ve devletin dini kontrol altında tuttuğu bir laiklik anlayışını ima ediyor. Söz konusu kurum, her ne kadar İslam dininin Sünni bir yorumunun halka ulaşmadan önce devlet eliyle 'zararlı yönlerinden arındırılması' gibi önemli bir misyona sahip olsa da, devasa bütçesinin çekiciliği Sünni olmayan kesimleri de devletten benzeri taleplerde bulunmaya sevk ediyor.

ABD'de hakim olan laiklik anlayışına göre, Başkan'a bağlı bir dini kurumun tasavvur edilmesi elbette çok zor. Bir inancın hangi din altında kategorize edileceği gibi teolojik bir soruyu yanıtlamak da, aynı şekilde devletin görevleri arasında yer almıyor.

Bu durumun, önemli bir yönü daha var.

ABD'de tek bir kişinin dahi 'Benim inancım böyle' şeklinde bir beyanda* bulunarak inanç özgürlüğünün korunmasını talep etmesi, anayasal haklarının güvence altına alınması adına yeterli. Bir başka deyişle, kişinin yasal anlamda korunabilmesi için, geniş kitlelerce kabul gören, herkesçe bilinen inançlara mensup olması gerekmiyor. Dahası, bir kişi Hıristiyan inancı içerisinde köklü bir mezhebe dahi mensup olsa, 'Ben İncil'i farklı bir şekilde yorumluyorum' şeklinde bir beyanatta bulunarak inancı gereği belli muafiyetler talep edebilir. Farklı inancını yaymak üzere kendi kilisesini (ya da farklı isimdeki mabedini) de kurabilir.

Bu çerçevede, kendisini Alevi, Sünni ya da başka bir şekilde olarak tanımlayan farklı bireylerin inançlarını kategorize etmeye kalkan devlet, açıklanması zor bir işe kalkışıyor. Bu konuda yapılan yanlışların başka yanlışları doğurduğu da söylenebilir. Devlet, açık açık 'Biz çoğunlukta olan Sünnileri kontrol edebilmek için Diyanet İşleri'ne bütçeden kaynak aktarıyoruz' diyemediği için, diğer kesimlerin bu türden kaynak aktarımlarını destek olarak algılayarak kendileri için de benzeri bir talepte bulunmaları doğal.

* Kişisel Beyan: Kişisel beyan, kişinin devletle herhangi bir münasebeti esnasında, resmi yetkiliye, belgeli olmayan, doğruluğu sadece kendi ifadesine dayanan bilgi sunmasıdır. Örneğin, ABD sınırından içeriye herhangi bir yiyecek ya da bitki sokmak yasaktır. Gümrük yetkilileri genellikle kişisel beyana bağlı sorgulama yaparlar ve ancak şüpheli bir durum söz konusu olduğunda incelemeye gidilir. Gümrük yetkilisine yanlış bilgi vermenin cezası da 25,000 dolar gibi yüklü bir rakamdır. Ancak yakın bir arkadaşımın girişte şahit olduğu bir olaya göre, taşra kurnazlığına sahip olduğunu tahmin ettiğim bir Türk, çantasından büyük bir pastırma çıkınca, 'Ben bunu yemiyorum, biz bunu ayinlerimizde kullanıyoruz' gibi sözler ederek cezadan (ve dolayısıyla pastırmayı kaptırmaktan) kurtulmuş.

Başka örnekler de vardır elbette... Ancak burada hatırlamamız gereken bir durum var. 'Kişisel beyan' Batı ülkelerinde fazlasıyla önemlidir. İnsanlar kanuna karşı yalan söylemekten fazlasıyla çekinirler. Türkiye'de hakim olan devlet kültürü ise, vatandaşına kesinlikle güvenmeyen, en ufak bir başvuruda dahi ikametgah seneti, nüfus cüzdan örneği isteyen bir yapıya sahip. Bu durumda, 'ikametgah senedi' nedir bilmeyen, her devlet dairesinde adresini 'kişisel sözlü beyan' ile bildiren ABD'li, Türk devlet kültürünü anlamakta zorlanacağı gibi, bir Türk de, vatandaşın keyfi için kendi yaptığı kanunu uygulamayan Amerikan devlet anlayışını idrak etmekte zorlanabilir.

2 Farklı Hakların Uzlaştırılması: Yazı dizisinin ilk bölümünde sözü edilen 'farklı hakların uzlaştırılması' kavramına yabancı olmamız, 'bireysel haklar' söz konusu olduğunda karşılaşılan kimi uygulamaları yanlış değerlendirmemize neden olabiliyor. 'Kürtaj hakkı' konusunda yaşanan hukuki süreç, ilk yazıda soyut olarak belirtilen bu kavram hakkında iyi bir örnek olabilir. Bir insanın kürtaja hakkı olup olmadığı - basitçe ifade edilecek olursa - (kürtajın, kişinin kendi bedenini ilgilendiren bir konu olması nedeniyle) 'gizlilik hakkı' (right to privacy) ile fetüsün 'hayat hakkı' (right to life) çerçevesinde gerçekleşiyor denebilir. ABD Yüksek Mahkemesi'nin bu konudaki mevcut içtihadı ise, American Health Association'ın bilirkişi raporu gereği, fetüsün hayatiyet kazandığı haftadan önceki kürtajların, (kişinin gizlilik hakları gereği) anayasaya uygun, daha sonraki kürtajları ise (kişinin hayat hakkı gereği) anayasaya aykırı olduğu şeklinde.

'Kişisel beyan' ve 'farklı hakların uzlaştırılması' kavramlarını kısaca açıkladıktan sonra konuya tekrar dönecek olursak, daha sağlam bir zemin üzerinde tartışmış oluruz diye düşünüyorum. Evet, Türkiye'de kimi inanç sahiplerine 'kişisel beyan'la ayrıcalık tanınacak olsa, %99'u müslüman olduğu söylenen ülkemizde çok sayıda (sözgelimi) 'anlık Budist' türeyebilir. Ancak ben ABD'de, 'daha rahat marihuana kullanabilmek için devlete yalan söyleyen birini ne gördüm, ne de duydum. Bu elbette hiç olmadığı anlamına gelmez. Sadece bu konunun hukuk biliminin devlet kültürüyle ve halka hakim olan zihniyetle son derece yakından ilgili olduğu anlamına gelir. Yasalardan muafiyet, 'kanun önünde herkesin eşit olması' ilkesi ile 'inanç özgürlüğü' ilkesinin karşı karşıya geldiği bir konu. Yani buradaki hukuki soru şu: Kanun önünde herkesin eşit olması adına kimi inanç özgürlüklerini kısıtlayarak belli inanç mensuplarının dini görevlerini yerine getirmelerini engellemeye hakkımız var mı?

Bu sorunun cevabını farklı devlet ve hukuk felsefelerine sahip olan insanlar doğal olarak farklı yanıtlar vereceklerdir. ABD'de hakim olan anlayış, 'devletin sorumluluğuna giren' (state's compelling interest) 'hayat' gibi konular söz konusu olmadığı müddetçe hiçbir inancın kısıtlanamayacağı yönünde. ABD'de neden böyle bir anlayışın hakim olduğunu anlamak için 'devlet' kavramından ne anladıkları 'ayrıca' incelenebilir elbette. Ancak bu konu, (bir yorumda dile getirildiği gibi) 'devletin dinleri eşit bir oranda kısıtlamak suretiyle' herkesi eşit kılmasıyla uzaktan yakından ilgili değil. Çünkü konunun 'bu yönü', eşitlikle değil, özgürlükle ilgili. Diktatörler tarafından yönetilen kimi laik ülkelerde de herkesin eşit olduğu bir gerçek, ama esarette, sefalette eşitlik, eşitlik olsa bile özgürlük değildir.
ULUSALCI isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla