Fethullah Gülen Hocaefendi İle—Edirne'de Fethullah Gülen Hocaefendi'yle beraberliğiniz olmuş, ilk defa nasıl tanıştınız?

1960'lı yılların başında Tunagür hoca buradayken ben İstanbul'daydım. Fethullah Hocaefendi'ye çok muhabbet gösterdiğini duydum. İstanbul'da okurken izinlere gelir Edirne'de camilerde müezzinlik yapardım. Bu izinlere geliş gidişlerimde Fethullah Gülen Hocaefendi'nin adını duymaya başladım. O zaman Üçşerefeli Cami'de imamlık yapıyormuş. Ben de arasıra Üçşerefeli'ye gider onun vaazlarını dinlerdim. Üçşerefeli Camii vilayetin merkezinde olduğundan onun vaazlarına gidenler dikkatimi çekiyordu. İsimlerini pek hatırlayamayacağım ama unutamadığım biri vardı. Hâkim Servet Bey adında bir zat vardı. O ve arkadaşları, meslektaşları cuma günleri özellikle Hocaefendi'yi dinlemeye giderlerdi. Bunlar benim dikkatimi çekiyordu. Fakat ben Hocaefendi'nin yanına sokulamıyordum o ilk zamanlar. Zaten İstanbul'da okuyordum. Bir türlü yanına sokulup tanışmak kısmet olmadı. İzinlere geldikçe onu takip ediyordum. O zamanlar Ahmet Kızılkök adında bir arkadaşımız vardı. Hacı Osman Nuri amcanın oğluydu. Biraz hareketli ve afacan biriydi. Hacı Osman Nuri amca, oğlu Ahmet hakkında Hocaefendi'ye giderek "şu çocukla biraz ilgilenir misiniz" demiş. Ben de Ahmet'i hep Hocaefendi ile görüyordum. Bir müddet sonra Hocaefendi'nin askere gittiğini duydum. O askerdeyken ben İstanbul'daydım. Fakat çok geçmedi 1963 yılı sonlarında ben Edirne'ye geldim.
—Esas Hocaefendi ile ilk defa yüz yüze karşılaşmanız ne zaman oldu? Askerden sonra mı görüştünüz?
Yıl 1964 idi. İyi hatırlıyorum. "Bisan" marka bir bisikletim vardı. Çok da yeniydi. Temiz ve gıcır gıcırdı. Edirne merkezde bulunan Eski Cami'nin alt kısmı o zamanlar otobüs durak yeri idi. Ben de bisikletimle dolaşıyorum. Orada biraz durdum. Ne maksatla gittiğimi bilmiyorum. Vesaitler gelip gidiyordu. Bir minibüs geldi ve ben de orada duruyordum. Hiç unutmuyorum. Taunus marka mavi bir minibüs yanaştı ve durdu. Yolcular inmeye başladı. Ben de sanki gözüm yolculara takılıp kalmış gibi inenleri seyrediyorum. İne ine kim insin dersiniz? Bir baktım Fethullah Gülen Hocaefendi...
Askerden önce kendisine olan muhabbetim ve biraz sempatik davranması nedeniyle o anki duygularımı tam ifade edemeyeceğim ama kendilerini bir anda görünce "Hocam!" diye seslendim. Daha minibüsten yeni inmiş bir iki adım atmıştı. Sesimi duyunca şöyle yarım daire geri döndü ve bana doğru baktı. Hiç unutmuyorum. Üzerinde kareli gri ceket ve gri pantolondan oluşan bir takım elbise vardı. Elinde tek fermuarlı koltuk altında taşınan siyah bir çantacığı vardı.
Hayrola Hocam nereden geliyorsunuz dedim. "Terhis oldum, askerden geliyorum, burada ilk sizi görüyorum" dedi. O esnada biraz ayaküstü hasbihal ettik ve ben yanından ayrıldım.
O sıralarda Suat Yıldırım hocam da Edirne'de müftü imiş. Fakat ben daha o sıralarda görevli değildim. Hocaefendi ile Suat Bey görüşüyorlar, ikisi de bir evde kalmaya karar vermişler. Rahmetli Mehmet Yerli ağabeyimizin tek atlı bir arabası vardı. Mehmet Yerli ağabeyimiz Hocaefendi'yi askerden önce de iyi tanıyor, vaazlarını takip ediyor ve muhabbeti çokça idi. Askerden döndükten sonra da Hocaefendi'nin peşini bırakmayanlardan biriydi.
Suat Bey'le beraber bir evde kalıyorlarmış. Mehmet Yerli ağabeyimiz bana "hocamlara filan yerde bir ev bulduk, fakat ikinci katta gürültülü bir yerdi, oradan başka bir yere taşındılar" dedi. Ali Paşa'dan Kaleiçi muhitine çıkarken sağ tarafta köşede küçük bir evdi. Eşyaların taşınmasında Mehmet ağabeyimiz yardımcı olmuş. Darülhadis Camii'nin yanında, Tunca settinin hemen yakınında bir ev bulmuşlar. Suat hocamla beraber oraya taşınmışlar. Ben de merak ediyorum. Kalktım gittim yanlarına. İlk gidişimden itibaren sıkça gitme lüzumu duymaya başladım. Çünkü Suat hocamla beraber Fethullah Gülen Hocaefendi bizim için bulunmaz bir fırsattı.
Hocaefendi'den Ders Okuduk

İstanbul'daki hafızlık eğitiminden sonra 1963 sonlarında Edirne'ye döndüm. Hocaefendi askerliğini bitirmiş, 1964 yılında Edirne'ye tekrar gelmişti. Baktım Arapça okutuyor. Mülteka ve kafiye. Ben yine de gelince belli bir yerlerden başladım. İsrafil Konuk var burada Erzurumlu. Hocaefendi'nin hemşerisi olur. Darülhadis Camii'nde Kur'an-ı Kerim okuyoruz, öyle bir manalandırıyoruz ki kırık mana denilir buna. Hoca olduk gibilerinden İsrafil'e vuruyorum ben. "Yahu İsrafil hocam, hoca olduk gittik, bak ne güzel de manâ veriyoruz" diye takılıyorum. İstanbul'da okuduğumun çok faydasını gördüm. Fakat o zamanlar mevlitlere gitmeye başlayınca halkın teveccühü, Selimiye'nin meşguliyeti vesaire derken Arapçayı unuttum gitti.
—Sizin göreve başlamanız ne zaman oldu?
Fethullah Gülen Hocaefendi Darülhadis Camii yanındaki evde kalırken ben de o sıralarda görev aldım. İlk görev yerim Edirne'nin biraz kenarında olan Saraçhane mahallesinde bulunan Çakır Ağa Camii veya İsmail Ağa Camii diye bilinen camide oldu. 1964 yılında orada göreve başladım.
Hocaefendi ve bazı arkadaşları ara sıra topluca benim camiye namaz kılmaya geliyorlardı. Ben aslında müezzindim ama imam bazen bana görev verirdi ve namazı kıldırırdım. Hocaefendiler de geldiği zaman arkamda namaz kılarlardı. Cumartesi Pazar günleri olduğundan biraz da kalabalık gelirlerdi. Esnaftan insanlar da vardı yanında. Namazdan sonra mesire yerlerine, Meriç ve Tunca kıyılarına giderlerdi. Fakat ben onlardan biraz geri kaldım. Sanki onlarla gitmek istemezdim. Hakkı Topçu ağabeyimiz vardı. Halen sağdır kendileri. Ona dedim ki "abi ben gelemeyeceğim, benim mevlidim var" dedim. Cemaat caminin önünde konuşurken Hocaefendi'nin benim bu gelmek istemeyişimi hemen duydu. Şöyle geriye doğru döndü ve "Azalt azalt" dedi. Yani mevlide gitmeyi azaltmamı istiyordu. Ama ben sesimi çıkarmadım. Onlar gittiler mesire yerine. Ben de mevlidime gittim. Onların gittiği yeri bildiğimden mevlitten sonra arkalarından gittim. Kendilerini buldum orada. Eğer bir eser okunacaksa benim okumamı arzu ediyorlardı. Ben okuyordum, cemaat dinliyordu.
Ihlamuru Çok Severdi
—Hocaefendi'de o zamanlar gördüğünüz ve ilginizi çeken hususiyetleri nelerdi?

Fethullah Gülen Hocaefendi'ye gidiş gelişlerim, mevlitlerden sonra, akşamları, yatsıdan veya öğleden sonraları hep devam etti. Hocaefendi asker öncesi Üçşerefeli Cami'de idi. Askerden sonra ise Darülhadis Camii'ne gelmişti. Salih hoca vardı. Darülhadis'in kadrolu imamı idi. Fakat rahatsızdı kendileri, sıhhati elvermiyordu görev yapmaya. Hocaefendi onun vazifesini devam ettirmeye çalışıyordu. Salih hocanın maaşından da cüzi bir şeyler veriliyordu kendisine. Hatırladığım kadarıyla 80 lira kadar bir maaştı bu. Fakat bu maaş almaya giderken de ben onu yalnız bırakmazdım. Herhalde bana biraz fazla teveccüh gösteriyordu. Ben de arkasından kalmazdım. Bazen bana "memlekete anneme babama biraz harçlık göndereceğim, buluşalım" derdi. Ben göreve gider gelirdim ve postanenin önünde buluşurduk. Tabii şöyle bir yönü vardı. Bayanlarla konuşup görüşmekten utanır, çok çekinir, sıkılırdı. Ben havale kâğıdını alıyordum. Bir kenarda beraber dolduruyorduk. O rakam hala hatırımdadır. 40 lira gönderiyordu memlekete, annesine babasına. Orada işimiz bitti mi beraber çıkardık.
O ıhlamuru çok severdi. Ben de çayı çok severim. "Hadi gidelim birer ıhlamur içelim" derdi. Bense o zaman kokusundan mı hoşlanmıyordum nedir bilemiyorum fakat "hocam ben ıhlamuru sevemiyorum, çayı severim" derdim. Her fırsatta karşılaştığımızda yine çarşıda "gel birer ıhlamur içelim" diye bana takılırdı.
İnce Ruhlu ve Düşünceli İdi
Derken bir gün Ahmet Kızılkök arkadaşımızın nişanlılık veya evlilik hazırlıkları başladı. Ahmet arkadaşımıza bir hediye almamız gerekiyordu. Hocaefendi ile çarşıda buluştuk. Uygun bir hediye alıp Ahmet'in evine götüreceğiz. Ne alalım, ne götürelim diye vitrinleri dolaşıyoruz. Tablo, çaydanlık takımı, vazo veya bardak takımı gibi şeyler gözümüze çarpıyor. Fakat bunlar sanıyorum Hocaefendi'ye az geliyordu. Hediye deyip geçmek istemiyordu. Bazen şunun fiyatını sor bakalım derdi. O zamanlar fırınlı aygaz ocakları yok. Dörtlü sade ocaklar var. Onlardan soruyoruz. Ben sordum. 8 veya 9 lira dedi. Fiyatını öğrendik. Fakat alalım da diyemiyor. Bu sefer yine "hadi ıhlamur içmeye gidelim" demez mi... İyi tamam, hadi gidelim. Eve gidiyorduk. Bir iki sefer böyle vitrinlere bakmamız oldu. Fakat benim aklım çok sonra çalıştı, daha doğrusu jeton çok geç düştü. Hocaefendi o ocağı almak istiyordu fakat herhalde parası yeterli değildi. Kendi kendime tamam biz bunu alalım, karar verdik.
Bir ikindi vaktinden sonra buluşup hediyeyi alıp Ahmet Kızılkök arkadaşımıza götüreceğiz. Hediyenin üzerine bir kâğıda "Nadi Ersoy-Fethullah Gülen" diye yazmış. Dedim hocam "böyle olmaz". Ben yukarda siz aşağıda, olmaz öyle dedim. Ben önce Fethullah Gülen sonra Nadi Ersoy yazıyorum dedim. Neyse hediyeyi paketlettik ve Ahmet'e götürdük. Karanfiloğlu'nda bir evde oturuyorlardı. Hatta o ev hala duruyor. Osman Nuri amcayla biraz sohbet ettikten sonra hediyemizi oraya bıraktık ve kendi kaldığı eve döndük.
Selimiye'ye İmam Olmamı İstiyordu
—Neden hep müezzinlik yaptınız, imamlık düşünceniz olmadı mı?

Ben Çakır Ağa Camii'ndeki vazifeme devam ediyordum. Hocaefendi, bir ara bana gösterdiği teveccühten olsa gerek yedi yol ağzında büyük çınarın altında otururken "Suat Bey'e söyleyeyim de sizi Selimiye'ye imam olarak alsın" dedi.
Ben imamlık mesleğini severim, onu yapanlara karşı saygım vardır. Fakat imam olmak istemiyordum. İmamlığa yatkın biri değilim, kendimi o mesleğe layık görmüyordum. Ne bileyim işte sakalım yok, sürekli kravat takarım, saçlarım uzun ve biryantinli, gözlüklerim desen havalı. Her gün bir elbise değiştiriyorum, İstanbul'dan özel terzi getirttiğimi meslektaşlarım biliyor. Terzi geliyor birkaç gün buralarda kalıyor ve benim elbiselerle ilgileniyor. Hocaefendi de bu durumlarımı zaten biliyor. Çok havalı veya fiyakalı görünüyorum. Ama buna rağmen yine de Hocaefendi'nin bana teveccüh göstermesi dikkatimden kaçmıyordu. Mesela özel berbere gidip saçlarımı şöyle kes, böyle tara, işte şöyle kıvırcık olsun gibi acayip hassas biriyim. Kıvırcık saçları da severdim doğrusu. Bütün bu hallerime rağmen, süslü püslü dolaşan bir müezzin ve görevli olarak niye bana bir şey demiyor diye merak ediyordum.
O "Suat Bey'e söyleyeyim sizi imam yapsın" deyince biraz üzüldüm. Eyvah şimdi saçlarım uzun, kestirmem gerekecek, belki sakal da bırakmam gerekecek. O kadar rahat hareket edemeyeceğim diye düşünmeye başladım. O zaman etrafta sakallı imamlar veya Hocaefendiler görüyordum. Ben hiç sesimi çıkarmadım. Amma nasıl oldu bilemiyorum. Herhalde benim vaziyetimi anladı veya teklif etmedi, o mesele öyle kaldı.
—Peki, neden size karşı Hocaefendi'nin olumsuz bir tavrı olmadı mı?
Fethullah Gülen Hocaefendi bana neden bu kadar değer verdi. Hakkım olmadığı halde neden bu kadar teveccüh gösterip beni aynen kabul etti. İşte şimdi yıllar sonra ben şifreyi çözdüm. Hocaefendi Edirne'den gittikten sonra durumu çaktım. O yıllarda diyorlardı ki "aman onun yanına sokulma, bak sosyete kesimi seni seviyor, her gün mevlitlere gidiyorsun, onunla (Hocaefendi) görünürsen böyle yerlere gidemezsin, seni dışlarlar, yakalanacaksın, şöyle olacak böyle olacak." Hep bana böyle dediler. Ben yine Hocaefendi'den kopmadım ayrılmadım. Hamdi ağabeyler ev tutalım dediler, kabul ettim, ev tuttuk ve beraber kaldık Hocaefendi ile. Tamam, çay içmeyse çay içme, onları ben davet ettim, yine davet etmeye de hazırım. Demek ki Hocaefendi bizim dış görünüşümüze bakıp dışlamamış. Olduğum gibi kabul etmiş.
Titiz ve Temizdi
—Hocaefendi'nin dış görünüşü itibariyle, giyinişi, temizliği ve davranışları hakkında o ilk yıllardaki izlenimleriniz nelerdi?
Ben Hocaefendi'den mi öğrendim ütü yapmasını ve düzenli olmayı bilemiyorum. Fakat hakikaten çok titiz ve düzgün giyinir, dışarıda milletin içinde çıkarken çok dikkatli olurdu. Gri bir pantolonu vardı. İki günde bir sıkça yıkardı onu. Tuvalete girerken paçalarını yukarıya kadar sıvar, böyle çok titiz ve hassas davranırdı. Yine de sıçramış veya yürürken yolda bir pislik değmiş olabileceği endişesiyle pantolonunu sıkça yıkardı. Ütüsü yoktu ama ütülü dursun diye pantolonunu yatağın altına koyardı. Allah Allah! bu hale şaşıyor ve üzülüyordum. Ama yine de o pantolon yatağın altında gerçekten ütülü gibi çıkardı. Ayağına giydi mi gerçekten ütülü gibi dururdu. Bilemiyorum, kumaşından mıdır, kalitesinden midir nedir. Kırışık ve hoş görünmeyen şeylerden son derece çekinirdi. Onun bu dikkatli yaşayışı ve düzenli görünüşü bana da sirayet etti gibi geliyor bana. Onu devamlı temiz, titiz ve düzgün görüyordum.
Mesela bir şey aktarayım. Birisi ona fildişi renginde, iri örgülü bir takke hediye etmiş. Başına takmış, bir yakışıyor ki sormayın. Yahu dedim hocam "nerden buldunuz bu takkeyi, çok güzel yakışmış." Ben öyle deyince hemen başından çıkardı "al senin olsun" dedi. Yok dedim, hocam şimdi bu takke benim saçlarımı bastırır, görünüşünü bozar ama size o kadar güzel yakışıyor ki sizde kalsın dedim. Onun cüssesi, yapısına çok uyuyordu, yakışıyordu. Zaten ne alsa, ne giyse kendisine yakıştırmayı bilirdi.
Ben de o takkenin bir benzerini saçlarımı bozmayacak şekilde naylondan bir takke yaptırdım. Kenarlarını da özel örgüyle kıvırttım terziye. Giydim baktım, artık Hocaefendi'ye şimdi benzedim dedim. Bakalım bu takkeyle beni görünce ne diyecek diye merak ediyorum. Çok fedakâr yanları dikkatimi çekiyordu. Hele "hocam şunu nereden aldın" demeye gör. Hemen alır size verir. Ben şahsen kendimi zorluyorum, böyle bir şey yapamam.
Taşlık'taki Evde Beraber Kaldığımız Günler
Hocaefendi Kırklareli'ndeyken Edirne'yi boş bırakmadı. Haftada bir gelir giderdi. Bizim bir Hamdi Esenkal ağabeyimiz vardı. Taşlık mahallesinde bakkaldı kendisi. Emekli öğretmen Raif Esenkal ağabeyimizin kardeşi olur. 15 sene kadar oldu vefat edeli. Ben o zaman Yeni Maarif bölgesinde oturuyordum ve evli değildim. Hamdi ağabey bir gün "Hocaefendi'nin tayini çıktı biliyorsunuz, haftada bir Edirne'ye gelip gidiyor, burada sohbetlerine devam ediyor. Cuma günü ikindiden sonra Edirne'ye gelecek, burada arkadaşların yanında kalması uygun olmaz, ona bir ev tutsak, ne dersin" dedi. Ne demek dedim. Elbette tutarız hem de kirasını da ben veririm dedim. Aynen böyle dedim. Kabul ettim ve kirayı ben vereceğim dedim. Neyse Hamdi Esenkal ağabeyimizin orada bir ev tuttuk. Haftada bir akşamüzerleri o eve geliyordu kendisi. Ben de aynı evde kalıyorum. 1965 yılının sonbaharından itibaren o evde kalmaya başladım ben.
Edepli Olmayı Ondan Öğrendim

Bekâr olduğum için evin çeki düzenini ben yapıyordum. Gece saat 01:30'lara kadar sohbet ve muhabbet ediliyor. Misafirler gittikten sonra yatma zamanı gelirdi. Ancak yine biz kendi aramızda sohbete devam ederdik. Evin iki odası vardı. Birinde sohbet ediliyor, birini de onun yatması için ayırmıştım. Ben de aynı odada yatardım aslında. O odaya nikelaj bir karyola, yeni bir halı, tüller, perdeler, gaz sobası, yani herşeyi tam yaptırdım. Karyolayı ben Hocaefendi'ye ayırdım. Ben de yere bir yatak yaptım, yere yatacağım. Yataklar hazırlandı. Yine muhabbete devam ediyoruz. Artık dayanamadım. "Hocam saat kaç oldu, artık yatalım, yatmanın zamanı geldi, ben yatacağım" dedim.
Afedersiniz benim bazen böyle çıkışlarım olurdu. Ama o aramızdaki samimiyetin ve yaşça da yakın olmamızın bir neticesi idi. Hocaefendi benim art niyetimin olmadığını bilir. Emri vaki değil de benim bir üslubumdu herhalde. Bilemiyorum nereden alıyordum bu cesareti. Ona "hocam yetti artık, uyku zamanı geldi, yatalım artık" derdim. Siz karyolaya, ben de yere yatacağım dedim. Yok yatmaz. Karyolada yatmak istemiyor. Kenarda oturuyor. Derken yerdeki yatağa yatmaya razı oldu amma tam yatacak, yorganı çekecek üstüne. Ben de karyolanın kenarında oturmuşum herhalde. Bir türlü yorganı üstüne çekip uzanıp yatamıyor. Bir baktım yüzü kıpkırmızı, alnındaki damarı çatlayacak gibi. Ikınıyor, sıkılıyor, öte kıvranıyor, beri kıvranıyor. Bir türlü uzanıp yatamıyor. Hemen farkına vardım, durumu anladım ben. Benden çekiniyor. Aynı yerde yatmayı, benim yanımda ayaklarını uzatıp yatmayı edebine sığdıramıyordu. Dedim hocam bir dakika! Siz buradaki karyolada yatın, ben de yerdeki yatakları alayım dedim. Ve yatağı yorganı kaptığım gibi diğer odaya geçtim. Allah dedim. İnşallah rahat yatmıştır. Onu o odada bıraktım.
Sabah oldu. Namazlarımızı kıldık, tesbihatları yaptık. Birkaç bahis okuduk eserlerden. Bu arada ders dinlemeye gelenler oldu. Kısa bir sohbetten sonra onlar dağıldılar. Biz kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçtik. O zaman aygaz ocakları yoktu. Pompalı gaz ocakları vardı. Ocağı yaktık. Tarhana pişiriyoruz. O tarhana pişiriyor, ben ocağı pompalıyorum, bazen o gaz pompalıyor, ben tarhana karıştırıyorum. Birkaç hafta böyle devam ettik.
Hocam Şu Benim Evlilik İşine Bir Baksanız?
—Hocaefendi'ye kendi özel meselelerinizi açtığınız olur muydu?

Hocaefendi hafta sonları Edirne'de kalır, hafta başında da Kırklareli'ne dönerdi. Haftalar böyle geçerken bir gün yine aynı evde sohbet ediyoruz. O günlerde ben şimdi evli olduğum eşimle tanışmıştım. Bir sabah tarhana karıştırırken konuşuyoruz. Tam fırsatını buldum. Çünkü ders veya sohbet ederken yanında başkaları olduğundan özel bir soru sormak hoş değildi. Dedim ki "hocam ben bir kızla tanıştım, benden ayrılmıyor ve bu kız peşimi bırakmıyor. Acaba istihareye yatmanız mümkün mü" dedim. Bir şey demediler, olumlu karşılar gibi bir durumları vardı. Neyse o hafta Kırklareli'ne döndü. Ertesi hafta geldi. Yine kahvaltı hazırlama faslındayız. İkimiz de ayaktayız, tarhana kaynatıyoruz. Sordum ben. "Ne oldu hocam bizim bu kız işi, size bir şey sormuştum, istihareye yattınız mı" dedim. Biraz gülümsedi bir şey demedi. Ben de üstelemedim.
Daha sonraki hafta geldiğinde yine sordum. Yine bir şey demedi. Üçüncü hafta geldiğinde yine sordum. Fakat o günlerde Hocaefendi bir dertten muzdaripti. Alerji gibi bir rahatsızlık durumu vardı. İnsanların yanında bir şey yapmazdı ama yalnız kaldığında kollarını ve vücudunu kaşırdı. Çok ızdırap çektiği halinden belliydi. O hali gözümün önünden gitmiyor. O zaman siyah bıyıklı, esmer bakışlı bir hali vardı. Üçüncü hafta yine sordum. "Hocam bizim iş ne oldu, bir şey söylemiştim size, hatırlamış olmanız lazım" dedim. Bu sorum üzerine gülümsedi, bıyıkları şöyle kavis yapar gibi oldu. Ben sevindim tabii. Herhalde olumlu bir şey gördü, galiba şimdi söyleyecek dedim. Bana verdiği cevap ne olsa dersiniz?
"Sorma Nadi Efendi, üç hafta boyunca kaşındım" dedi. Ben de "eh be hocam, bu kadar olur, bir hafta, iki hafta, üç hafta geçti, bir baksanız olmaz mı şu işe" dedim. Nasıl bağırıyorum ona, görmek lazım. O anı Hocaefendi mutlak surette hatırlar. Şimdi oturup düşünüyorum, nasıl öyle çıkışmışım, nasıl öyle söylemişim bilemiyorum.
Evlilik ve Çocuklar
—Peki, daha sonra evliliğiniz nasıl oldu, ne zaman evlendiniz?
Neyse zaman zuhur geçti ben bu hanımefendi ile 1967 yılı Haziran ayında evlendim ve çoluk çocuğa karıştık. Evlendiğimiz günlerde de Arap-İsrail savaşı vardı. O günleri unutamıyorum. Tanıştığımız hanımefendi ile bir buçuk yıla yakın sözlü kaldık. 4 Nisan 1967'de nişanlandık ve 7 Haziran 1967'de de evlendik, düğünümüz oldu. Benim evlendiğim yıldan bir yıl önce 1966 yılı Mart ayında Hocaefendi Kırklareli'nden İzmir'e tayin oldu. Evliliğimizden sonra dört tane kızım oldu. Hepsi evlendiler ama biri ayrıldı. Beş tane torunum var.