Mevlâna,
Cenab-ı Hakkı delice seviyordu ve ufkunda hiç dinmeyen bir inilti vardı.
Gece-gündüz.
Bütün bütün masivadan tecerrüt edip kendini gönlündeki
aşk-u vuslatın med-cezirlerine sarılınca tamamen bir ateş topuna dönüyordu.
İçten içe ocaklar gibi yanıyor ama asla gam izhar etmiyordu. Yanmayı aşkın gereği görüyor,
ah-u vah etmemeyi de vefa töresi sayıyordu.
Ona göre “seviyorum” diyenler cayır cayır yanmalı ve bunu da maiyet ve kurbetin bedeli saymalıdırlar.
Az yemeli, az içmeli, az uyumalı, konuşacakları zaman da sadece O’ndan söz açmalı
Ve hep “hayret” yaşamalıydılar.
O “sevenin nasıl uyuduğuna şaşılır; evet,
sevene uyku haramdır” derdi.
Bir keresinde cenab-ı Hakkın Hz. Davud’a hitaben:
“ey Davut! Kendini uykuya salıp beni düşünmeyen sonra da aşk iddiasında bulunan yalan söylemiş olur”
sözünü naklettikten sonra
“karanlık basınca âşıklar delirmeli”
demiş ve dediği gibi yapmıştı.
İşte divan-ı kebir’de onun magmalar gibi köpürüp duran his ve heyecan ummanından sadece birkaç damla:
“elsiz-ayaksız kalmış zavallı gönlümde O’nun aşkına direnecek güç kalmadığı için mecnun gibiyim.
Her gün, her gece beni bağlayan aşk zincirinin ucunu geveleyip duruyorum.
Sevgilinin hayali gelip belirince kanlar içinde kalıyorum.
Ben kendimde olamadığım için O’nu gönül kanıyla boyarım diye korkuyorum.
Aslında sen, her zaman aşk ateşiyle yanıp yakılan bu aşığın gecelerini perilerden sormalısın…
herkes gidip uyudu; gönlünü O’na kaptırmış olan ben ise uyku nedir bilmiyorum.
Bütün gece gözlerim göklerde yıldız saymakta;
O’nun aşkı uykumu öyle bir alıp götürdü ki, bir daha geri geleceğini sanmıyorum…”
( ah..nerde bizde..böyle bir ... )