Tekil Mesaj gösterimi
Alt 09-12-2007, 00:49   #3
Kullanıcı Adı
Kafes
Standart Forum Kahramanlarindan Olusan Hikaye Olusturma
Arkadaslar bundan sonra burasi sadece hikayenin bolumleri icin ayrilacaktir, hikaye hakkindaki yorum ve elestirilerinizi lutfen asagidaki linkten yapiniz:

http://www.akpartiforum.com/index.php?topic=14354.0


Hikayedeki kahramanlar ve kim olduklari asagidaki gibidir, eklemeler yapilacaktir:

HOGE_MERA: İsmail

Sweet_Cat: Sedefcan

ASLAN MASHADOV: Hakan
Nazende: Nazende
Akkparti: Ateşböceği

AKTunahan: Tuna Kozcu

RAVZA RUVEYDA: Ravza
AKMetalci: Cenk
Seyda: Seyda

OnlyBullet34: Cemati Bey

Parabol: Beril




Hikaye yenilenen her bolumuyle buradan yayinlanacaktir.






ve basliyoruz...









Sonbahar bir kez daha gelmişti. Yaprakların sararıp, rüzgarın da yön vermesiyle havada uçuşup yere konmaya başladığı bir devreydi. Böyle bir zamanda sessiz ve kuru bir havada yürümek kimin hoşuna gitmezdi ki..Bir de hava temiz olsaydı; neden bu kadar kirletmek zorundaydı insan ait olduğu dünyayı.. Bilinmezdi.

Bir sonbahar çocuğu olan Sedefcan pencereden dışarıya bakmaktaydı. Birden dikkatini sokakta garip davranışlarda bulunan dilenci çekti. Hiç te öyle alışageldik bir dilenci değildi. Okuma yazma bildiği elindeki kalın kitaptan yüksek sesle okuduğu parçalardan anlaşılıyordu. Ayrıca ses tonu gayet kibardı. Yanında kimse bulunmamasına rağmen etrafında bir çocuk topluluğu onu dinliyormuş gibi davranıyor, hiç olmayan ve olmayacak bu öğrencilerinin başlarını okşuyordu. Belli ki bu beyefendi haketmediği ekmeği yemeyi sevenlerden değildi. Hiç dilenci olmak istememişti ki..

Sedefcan bu beyefendinin yüzünü daha yakından görmek istedi. Bakış açısı buna müsade etmiyordu ve bu yüzden olsa gerek pencereden uzaklaşarak üstüne bir ceket aldıktan sonra terliklerini de giyerek dışarıya fırladı. Karşıdaki bakkala giriyormuş gibi yaparken adamı incelemeye başladı. Gördüğü manzara karşısında şaşırmıştı. Bu adam çok gençti.

Yirmi-altı yaşında ya var ya yoktu. Adı İsmaildi. Çok köklü bir ailede büyümüş, iyi bir eğitim almış, çok düşünceli bir o kadar da hassas bir gençti. Kimseyi kırmak istemezdi fakat kendi fikirlerine de körü körüne bağlıydı. İşte bu yüzdendir ki ailesine daha fazla tahammül edememiş, ideallerini yaşamak uğruna evini terketmişti. Olaylar istediği gibi gelişmemiş, başı kötü insanlardan kurtulmamış ve hep oyuna getirilmişti. Şok niteliği taşıyan bu hayal kırıklığı onu deliliğin yamacına bırakmıştı. Aklını kaybetmiş, hastalanmış, hayattan tamamen kopmuş bir nevi şizofren bir tutum takınmış ve farklı bir boyutta yaşamaya başlamıştı.

Sedefcan hemen eve geri döndü. Biraz şaşkındı; fakat düşünmesi gereken daha önemli işleri vardı. Zaten son zamanlarda her çeşit insan türüyor diye kendini avutarak olayı yok saymayı seçti.


......


“Artık buraya gelır misin lütfen abla. Seninle alışveriş yapmak zorunda kaldığıma hala inanamıyorum!” diye sakince söyleniyordu Hakan. Nazende, onu umursamaz bir tavır takınarak: “Ama kardeşim bu benim suçum değil ki.. Sevgili anneciğimiz zorladı seni bu duruma.. Biliyorsun, o artık çok yaşlı.. Onu üzmemeliyiz. Hem gününün bir saatini ailene ayırsan n’olacak canım..” diye avutmaya çalıştı kardeşini.

Hakan çok garip bir ailenin küçük çocuğuydu. Doğduğuna çok pişman, bir o kadar da gelecekten umutluydu. Annesi Ateşböceği Hanım onu elli altı yaşındayken dünyaya getirmişti. Yakında yetmiş dördüncü yaş gününü kutlayacak olan Ateşböceği Hanım, yirmilik kızlara taş çıkartacak kadar dinç ve güzeldi. Hakanın babası Muzaffer Bey, kaderine küskün, yüzü hiç gülmeyen, çok az konuşan, ölmek için yaşayan bir beyefendiydi. Gençliğinde Ateşböceği Hanım’ın oyununa gelmiş, onunla evlenmiş ve hayatının kendi elleriyle zehir olmasına izin vermişti. Ateşböceği Hanım, çok güçlü bir kişiliğe sahipti; fakat ne yazık ki hiç güzel bir meziyeti yoktu. Mahallenin bütün dedikodusu ondan sorulurdu. Mahallenin en küçük bebeğinden en yaşlı ninesine kadar herkesin hayatına karışırdı. Ne yapar ne eder, onların hayatlarına kendi istediği şekilde yön verirdi. Mahalleli onu halt etmeye çoğu kez uğraşmış; fakat başarılı olamamıştı. Tek çareyi onun ölmesini beklemekte bulan mahalleli, Ateşböceği Hanım’ın ölmeye hiç niyeti olmadığını anlayınca mahalleden taşınmaya başlamıştı. Ne yazık ki Muzaffer Bey ve Hakan, mahalleli kadar şanslı değildi. Onlar için cehennem dünyadaydı sanki. Nazende için olay biraz farklıydı. Aslında o, Ateşböceği Hanımın çocuğu değildi. Daha ufak bir bebekken onu büyük bir aşkla seven genç ailesi gittikleri bir tatil köyünde geçirdikleri dehşet kazada hayatlarını yitirmiş, o sırada aynı tatilköyünde tatil yapmakta olan Ateşböceği Hanım da Nazende’yi evlat edinmişti. Ateşböceği Hanım’ın böyle bir davranışta bulunması çok şaşılacak bir durumdu, fakat bunun açıklaması da vardı.

Ateşböceği Hanım, o sıralarda elli beş yaşına yaklaşmıştı ve yaşlanmaktan çok korkuyordu. Yabancı bir firmanın güzellik ürünlerinin ününü duymuş, büyük bir hırsla ürünleri arıyordu. Çok kibar ve ince bir insan olan Nazende’nin annesi ise Ateşböceği Hanım’a kendi elindeki bütün yabancı güzellik malzemelerini hediye etmiş, onun gönlünü almış, tatil boyunca onu yalnız bırakmamıştı. İşte bu yüzden Ateşböceği Hanım, kendini ona borçlu hissetmiş ve Nazende’yi evlat edinmişti. Ayrıca Nazende’nin de büyüyünce annesi gibi kibar ve asil bir insan olacağını kestirmiş, çocuk doğurma çilesine katlanmadan böyle güzel bir çocuk sahibi olmayı akıllıca bulmuştu.

Nazende alışverişini tamamlamıştı. Kardeşi Hakan’a arabayı getirmesi için seslendi. Hakan otoparka parketmiş oldugu son model arabısını ablasının rahatça arabaya binebileceği mesafeye getirdi. Hakan’ın araba sahibi olması bir mucizeydi. Çünkü durumları çok iyi değildi ve Ateşböceği Hanım’ın harcamalarından diğerlerine para zor yetişiyordu. Fakat Ateşböceği Hanım, Nazende’yi kıramamış, onun sokakta güvenli ve mutlu bir şekilde vakit geçirmesi uğruna kendi öz oğlu Hakan’ı onun bir nevi şoförü olmaya zorlamıştı. Dolayısıyla, Hakan ehliyet sınavına girmiş ve bu arabanın sahibi olmaya hak kazanmıştı.


......


Mesajın doğruluğundan emin olmak için bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha okudu. Doğruydu. O ölmüştü. Bu gerçek olabilir miydi? Babası ölmüştü. Başı yere gelmez, mal varlığı en üst düzeyde, zinde, güç sahibi bu adam dahi göçüp gitmişti. Önce bunu kabullenmek istemedi, daha doğrusu; kabullenemedi. Sonra derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştı. Aslında babasını pek sevmezdi. Onu çok sert ve bir o kadar da adaletsiz biri olarak görürdü. Annesine karşı davranışlarını hiç bir zaman sindirememiş ve onu örnek almayacağına dair yemin etmişti.

Babasının ölüm haberini ailesine ulaştırmak için iş yerinden ayrılarak evin yolunu tuttu. Annesinin yüzünün alacağı ifadeyi şimdiden tahmin edebiliyordu. Sevinemeyecekti. Sevinemezdi, çünkü istemese de bu hayata alışmıştı o kadın. Bu yaştan sonra bu değişimi kaldıracak ne gücü vardı, ne de iradesi. Eşi tarafından yok edilmiş kişiliği bir daha gelmemek üzere onu terketmişti.
Tuna, bir elini direksiyondan çekerek telefonuna uzandı. Ablasını arayacak ve ona eve gelmesini söyleyecekti. Ablası Ravza, uzun seneler önce babasının zulmüne katlanamayarak evi terketmişti. Dinine çok bağlı bu genç kız, bir kaç dindar arkadaşıyla beraber bir ev tutmuş, hizmet yoluna girmişti.

Eve vardığında köşkün mutfağının ışığının yandığını farketti. Annesi mutfakta yemek hazırlamaktaydı. Tahmin ettiği gibi daha ablası gelmemişti. Nasıl davranacağını kestiremiyordu. Bir an eve girip girmemek arasında tereddüt etti. Belki de önce ablasına danışmalıydı.

Zaman geçmek bilmiyordu. Saniyeler saat olmuştu sanki. Ve sonunda ablası arkada belirdi. Araba camından ablasını farkeden Tuna, hemen arabadan indi ve ablasına döndü.

“Hoşgeldin abla, nasılsın?” dedi; ses tonunu duygusuzlaştırmaya çalışarak.

“Hayırdır, Tuna. Acele ile beni buraya çağırdın. Bir olay mı var?” diye sordu Ravza, endişeli gözlerle.

“Evet abla.. Babam öldü..” diyiverdi Tuna, daha fazla dayanamayarak.

Ravza önce hiç bir tepki vermedi fakat sonra düşünceli bakışlarını öteye çevirdi:

“Annemin daha haberi yok olsa gerek..” diyebildi sadece.


......


Uzun, siyah deri bir ceketi vardı. Boyu uzuncaydı. Saçları omuzlarına kadar uzanıyordu ve her adımında rüzgarın da yardımıyla havalanıyordu. Boynundaki garip kolyesi dikkat çekiciydi. Belirgin bir sembol değildi; fakat onun için bir manası olduğu aşikardı.

Taksim’deki küçük barınağına ulaştığında gözleri parıldadı. Kapıyı usulca açtı. Bu karanlık, bakımsız, beton yığını mekanını çok seviyordu. Anahtarını bir ayağı sakat masanın üstüne fırlattıktan sonra kendini de eski bir koltuğa attı. “Ahh, evim.. Seviyorum seni” derken sol tarafındaki bira fıçısına uzanmaya çalışıyordu. Birasını yudumlarken, yarın gerçekleşecek olan ilk ufak konserini düşünüyordu. Kendi çabalarıyla iki yıldır devam ettiği elektro gitar kursu meyvelerini vermiş, bu alanda uzmanlaşmıştı. Pek de anlaşamadığı birkaç kişiyle altı ay önce bir grup oluşturmuşlardı. Ekol Cafede verecekleri canlı performansları için çok çalışmışlardı. Bütün bu düşüncelerle olduğu yere sızdı..

Adı Cenkti. Kayıp bir ruh olarak tanımlardı kendini. Hayatını istediği gibi yönlendirememişti. Hayallerini gerçekleştirecek gücü ya bulamamıştı ya da kader buna izin vermemişti. Müziği çok seviyordu. Özellikle metal tarzına olan sevdasını hiç yatıştıramamıştı. Bu konuda uzmanlaşmak istemiş, ne yazık ki kendi değerlerini paylaşan kimseyle karşılaşmamıştı. Herşeye lanet etmiş, değerlerinden vazgeçmiş ve evini terkedip İstanbula gelmişti. Bir kaç sene zorlandıktan sonra, orta düzey bir yerde iş garantilemiş ve kendini geçindirecek maaşa sahip olmuştu. Kimsenin onu anlayamayacağına körü körüne inanıyordu. Kimseye güvenmiyordu. Acı çekmekten zevk alan bir hale gelmişti. Sanki içinde barındırdığı iki kişi vardı ve o ikincisine dönüşmüştü. Hem acı çekip, hem de acı çektiriyordu.

Cenk bu karanlık dünyasında yapayalnızdı. Kader miydi acımasız olan yoksa insan mıydı beceriksiz?


......


Gülümsedi. Mutluydu. Başarmıştı. Üç sene boyunca üzerinde çalıştığı bestesi ödül almıştı ve ona kaset teklifleri geliyordu. Profesyonel olarak müzikle uğraşacak olmaktan çok memnundu. Hem de bunu elinde sağlam bir işi varken yapabilecekti.

Çok fazla ilgi alanı vardı. Hayatın her karesini hakkıyla ve dolu dolu yaşamak istiyordu. Sürekli düşünen bir beyni ve bitmek tükenmek bilmeyen tutkuları vardı. Fakat bu ona sorun yaratabiliyordu. Önce neye odaklanması gerektiğine karar veremiyor, çoğu zaman en basit işlerde bile başarısız oluyordu. Ama o buna karşı savaşıyordu, ve ödülünü her seferinde alıyordu.

Arkadaşları tarafından aranan bir simaydı, Şeyda. Herkesin olmassa olmazıydı. Yakışıklıydı, nazikti, efendiydi. Nabıza göre şerbet vermesini bilenlerdendi. Fakat çoğu zaman tek başına kaldığında huzursuzlanır, hayatta istediği yerde olup olmadığını düşünürdü. Hayal kurmayı çok severdi. Öyle ki hayallerini gerçekmiş gibi yaşar ve bazen bir kaç saatini böyle harap ettiği de olurdu. Bundan dolayı olsa gerek; hiç yalnız vakit geçirmemeye karar vermişti. Sürekli bir şeylerle uğraşmaya ve aktif olmaya çalışıyordu. Hele bu kaset işinin olmasına da öyle sevinmişti ki. İşinin yanı sıra hobi olarak uğraştığı müzik alanında profesyonelleşmişti. Artık pek boş vakti olacağa benzemiyordu!

......
Kafes isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla