Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02-02-2010, 20:22   #9
Kullanıcı Adı
Beyaz Tebeşir
Standart
Arkadaşım bak. Laikliğin tam ve kesin çizgiler ile belirlenmiş şekli yoktur. Laiklik ülkelerin idare ve iradesi ile tam şeklini alır. Bu yüzden, aslında Laikliği diğer ülkeler ile kıyaslamak manasız.Zira bizim ülkemiz, irticai faaliyetlere son derece müsait bir ülkedir. Aslında buna yanıtım aşağıdaki yazıdadır.

Dini hemen her alanda referans olarak kullanma çabasının altında aslında toplumsal yaşamın her alanında gördüğümüz iktidar mücadelesi yatar. İktidar mücadelesi toplumun en küçük birimi olan aileden başlayarak, pek çok toplumsal birimde görülebilir. Bu mücadelenin en uç noktasını ise siyasal iktidarı ele geçirme isteği oluşturur.
Siyasal iktidar kavgası yani otoriteyi ele geçirme mücadelesi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir: Tarihsel süreç içinde insanlar bazı zorunlu ihtiyaçlarını karşılama (güvenlik ve barınma gibi) amacıyla bir araya gelmeleriyle birlikte toplumlar kendilerini yönetecek birilerini aradılar. Başlangıçta yöneticilik vasfına ve ehliyetine sahip bu kişiler birebir Tanrı ile özdeş tutulurken zamanla yarı tanrısal bir kimlik taşımaya başlamışlardır. Eski Mısır’da firavunlar Güneş Tanrısı Ra’nın oğlu olarak bilinirdi (Japon İmparatorlarının bugün bile hâlâ “Güneşin Oğlu” olarak anılmasının temelinde de bu yatar). Orta Asya Türk devletlerinde de Hakanların “Gök Tanrı”dan “Kut” aldığına inanılırdı. Bu geleneğin Selçuklularda da devam ettiğini görüyoruz. Daha sonraları da krallar ve imparatorlar iktidarlarını meşrulaştırmak için her zaman dini referansa ihtiyaç duymuşlardır. Avrupa’da krallar Kilise tarafından kutsanırken, Müslüman devletlerde bu iş –bazı farklılıklar taşısa da- Şeyhülislam gibi dini unvana sahip kişiler tarafından yapılmıştır. Yavuz’la birlikte Osmanlı Padişahlarının “Halife” unvanını kullanmaları da aslında siyasal iktidarlarını güçlendirmekten başka bir amaç taşımaz.
Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edildiği IV. yüzyıldan, aydınlanma çağının başladığı 18. yüzyıla kadar geçen bin 500 yıllık süre içinde Avrupa tarihi çoğunlukla din savaşları tarihi olarak karşımıza çıkar. Bu savaşların kökeninde de din adı altında bir iktidar mücadelesi vardır. Bu mücadele “Tanrının Yeryüzü Krallığını” kimin yöneteceğini belirlemeye yöneliktir. Oysa J.J. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde belirttiği gibi Hıristiyanlık öğretisi insanlara dünya hayatı ile ilgili hiçbir vaatte ve hiçbir telkinde bulunmamaktadır. Tanrı Krallığı da bu dünyada değil öbür taraftadır. Dolayısıyla İncil toplum düzenine dair bir şey empoze etmeye çalışmaz. Hatta tamamen dünyevi zevk ve ihtiraslardan uzak durmayı önerir. Bu bakımdan Reform ve sonrasında Aydınlanma dönemiyle birlikte Kilisenin sorgulanması sonucunda Kilisenin otoriteyi elinde tutma çabasının aslında İncil’e dayanmadığı, Kilisenin gücünü elinde tutanlar tarafından tamamıyla siyasi bir amaçla hareket edildiği anlaşılmıştır.
Hıristiyanlığın toplumsal yapı içinde bireysel bir kurum olduğunun anlaşılmasıyla laiklik, “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde tanımlanmıştır. Ve bu tanım tam anlamıyla Hıristiyan kültürüne uygun düşmektedir. Bu nedenle inançlı bir Müslüman için din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasının hiçbir anlamı yoktur. Kanımca evrensel anlamda en uygun ifade, “İktidarın (egemenliğin) kaynağının gökyüzünden (Tanrıdan), yeryüzüne (halka) indirilmesi” şeklinde olmalıdır. Ki bu tanım yüzyıllardır süregelen iktidar mücadelesini de çok iyi bir şekilde özetlemektedir.
Beyaz Tebeşir isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla