c) Ücretlerde Farklılık
Ücret mevzuunda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da ücretin çeşitliliği meselesidir. Cenâb-ı Hak, insanları ayrı ayrı istidât ve kâbiliyette yaratmıştır. Kâbiliyetlerdeki bu ayrılığın, görülen işe aksetmesi ne derece normal ise, yapılan işlerdeki ayrılığın da ücrete aynı şekilde aksetmesi o derece tabiîdir. Bütün iş ve meslekler eşit emek, eşit yetenek gerektirmediği gibi iş riskleri de farklı farklıdır; dolayısıyla bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda işçilerin eşit ücret almasının gerekmediği anlaşılır. Meselâ; bir inşaat işçisi özel bir eğitim ve yeteneğe gerek olmaksızın çalışabilir. Fakat aynı inşaatın mühendisi, fayans, mermer veya parke döşeyicisi ise ancak özel eğitim ve beceri ile işini yapabilir.
Dünya, insan için duygu ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirme yeridir. Onun için de İslam'da, duygu ve kâbiliyetlerin inkişaf ettirilmesine göre mükâfat verme prensibi vardır. Kur'an-ı Kerim'in, “İnsana sa'yinin semeresinden başka bir şey yoktur” (Necm, 53/39) mealindeki ayeti fevkalâde istidât ve kâbiliyetin, fevkalâde muâmeleyi gerektirdiğine de işaret etmektedir ki, bu, İslam'ın ücret ve mükâfat mevzûunda değişmeyen bir prensibidir.
Evet, bu ilahî sistem, beyin gücüyle çalışana da, beden ameliyesinde bulunana da emekleri nispetinde karşılık verme ölçüsünü getirmiştir. Dolayısıyla omuzları üzerinde Hazreti Ömer'in kafasını taşıyana verilecek olan mükâfat ile, hiçbir fikir cehdinde bulunmadan sadece bedenî bir iş yapana verilecek mükâfat her halde aynı olmayacaktır ve olmamalıdır da. Gece-gündüz durmadan işini düşünen ve adeta yirmidört saat mesai yapan bir insanla, birkaç saatlik çalışmadan sonra sırt üstü yan gelip yatan insanı birlikte değerlendirmek elbette âdilâne değildir. Onun için, eşit ücret teorisi dünyanın büyük bölümünde, uzun zaman tamamen beşerin tabiatına, fıtratına ters bir istikâmette işlemiş ve asla her zaman kabûl edilebilir bir tatbîkat olma özelliği gösterememiştir.
Öyle ise istîdâd ve kâbiliyetler, kâmet-i kıymetlerine göre ücret almalıdırlar. Ancak, en aşağı seviyedeki insana verilen ücret de, mutlaka onun insanca yaşamasına yetecek ölçüde olmalı; fazlalıklar ise, insanların o mevzûdaki mahâret ve tecrübelerine göre tespit edilmelidir.
4. İŞÇİ-İŞVEREN MÜNASEBETLERİ
Başkasına ait bir işi veya hizmeti bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimseye “işçi” adı verildiği gibi, bir işin sahipliğini ve sermaye gücünü elinde tutan, bir ücret karşılığında başkalarını çalıştıran ve onların çalışma düzenini belirleyen kimseye de “işveren” denmektedir. İşveren bir şahıs olabileceği gibi, vakıf, şirket ya da devlet gibi tüzel kişiler de olabilir.
İşveren ve işçi ayırımının birer sınıf olarak ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetlerin büyük çapta yapılmaya başlandığı dönemlere has bir durumdur ve özellikle de Batı'ya ait bir hadisedir. Çalışma hayatında emeğin kiraya verilmesi ve kiralanması açısından işçi ve işveren tabirleri İslam toplumunda da vardır; ama bu ayrım işçi sınıfı, proletarya, patron ve burjuvazi kavramlarının çağrıştırdığı uygulamalardan tamamen farklıdır.
Müslümanların içtimaî hayatında sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücadele asla söz konusu değildir. Çünkü İslam toplumu, din kardeşliği esasına, herkesin güttüğünden sorumlu bir çoban olduğu kaidesine ve zerre kadar iyilik ya da kötülüğün mutlaka ötede karşılık bulacağı inancına bağlı bir ahlak üzerine inşa edilmiştir. Bu sebeple müslümanlar için işçi tabiri, ferdî bir kavramdır; zira, bu âdil düzende insanlar daimî surette işçi veya işveren olarak kalmayabilirler; dün emekçi iken bugün mülk sahibi olabilirler. Bugün emeğiyle geçinen bir işçi yarın emek-sermaye iştiraki (müdârabe) ya da ziraat ortaklığı (müzâraa) gibi bir beraberlik vesilesiyle işveren sıfatını kazanabilir.
|