Biliyorum ki biz tarih dizisi falan yapamayız. Çünkü her şeyden önce, bakış açısının, perspektifin kurgusunu beceremeyiz. Münakaşalardan sonra o dizinin birinci bölümüne şöyle bir baktım. İlk motifler; harem, kelle uçurmak, entrika. Buradan girmiş. Böyle girersen işin içinden çıkman zor olur tabii. Fonunu böyle oluşturdun; şimdi üzerine ne koyarsan koy, ilk etkilerin gölgesinde kalır. Bu bir biyografi değil ki. "Muhteşem" bir tarih kesitini vereceksin. O böyle verilmez. Özeli fon yapınca, onun gölgesinde kalır her şey. Kazanılan bir zaferi işleyip vermeye zaten teknik imkânların yetmez. Ama özeli, kare kare nokta nokta yüreklere işletmişsin; işte o kalır! Peki nerede "muhteşem" yüzyıl?
Ana kameranın konulduğu yer yanlış.
Ana kamera, seyirciyi oturttuğun ana bakış açısıdır. O açı da, Topkapı Sarayı'nın haremini gösteriyor. Şurayı burayı fethetmesi teferruat; seyirci, saraya dönüşü bekleyecek ilgi duymak için. "Hürrem ne dedi, ne gibi entrikalar çevirecek, ne olacak?" Böyle düşünülerek seyredilecek. Çünkü elimizdeki tek orijinal ve kolay malzeme Topkapı Sarayı! Yabancılar Napolyon'un Rusya seferini nasıl vermişlerdi? Biz yapamayız ki o işleri. Bizimkilerin yapacağı, saraydaki insan hikâyelerini zayıf rivayetlere ve hayal gücüne göre anlatmak. Tabii o zaman da tepki alır. Bunlar düşünülmeliydi. ... Sadece Osmanlı için söylemiyorum. Toplum bazı kişilikleri iyi yönde idealize eder. Bunun ekseriya bir zararı yoktur ve bu tavrın karşısında özenli olmak gerekir. Ben bilirim, o bilmese de olur ve zaten öyle bir bilgiyi taşıyamaz. O bilgi olmadan da doğruları anlatmak mümkün, onu niçin sarsarak zayıf ilgilerinden de yoksun bırakayım? Çok önemli bir meseledir bu. Bir fikrî olgunluk meselesidir. Bu meseleyi halledememiş olanın çok şey bilmesi de bir işe yaramaz. "Bilgide bilgeliği kaybeden" çok bilmese daha iyi olur.
Ahmet Selim.
|