Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04-13-2011, 02:51   #5
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Gül Bebek

GÜL, MUHAMMEDİN KOKUSUNA GIPTA EDER

KOKUMU O'NUN TERİNDEN ALDIM DER

Gelişi ile kurak Badiye yaylasını bolluk ve berekete kavuşturan istikbalin şanlı Peygamberi, gül kokulu bebbek, derin seziş ve engin kavrayışlı sütannenin ihtimamında büyüyor. Halime ve kocası, gül kokulu bebeğe hayran ve vurgunlar... O'nu ilk tanıdıkları dakikadan bu tarafa harikuladelikler artarak devam ediyor.

Görünüşe sütannenin engin titizliğinde, hakikatte ise ilahi himayede büyüyen insanlığın sultını sallallahü aleyhi ve sellem, iki aylık iken emeklemeye başladı; üçüncü ayda ayakta durabildi. Dördüncü ayda duvara tutunarak yüküyebildi. Yedi aylık olduğunda sağa-sola gidebiliyordu.

Konuşmaya başlaması da Peygamberliğine müjde taşıyan başka bir hikmet... sekiz aylıkken anlaşılacak kadar, dokuzuncu ayda açık bir lisanla konuştu. Konuştuğumda ilk defa ve yüksek sesle:

-La ilahe illallahü vallahü ekber. Velhümdülillahrabbil alemin / Kendinden başka ilah olmayan alemlerin Rabbine hamdolsun, dedi ve bundan sonra "Bismillah" demeden hiçbir işe başlamadı.

On aylık olduğunda, ok atan öbür çocuklarla beraber O da ok atıyordu. Yayla ahalisi hayrette:

-Sen kimsin ey çocuk? diye soruyorlar.

Harika çocuk:

-Ben arabın en hayırlısıyım. Harbde bahadır, mızrak atmada kuvvetliyim. Güzel ve haybetli görünüşlüyüm. Künyem, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'dir.

İki yaşına geldiğinde, dört yaşındaki bir çocuk gibi gürübüz ve kopumluydu.

Daha o yaşlarda mübarek işlerde sadece sağ elini kullandığı dikkat çekiyor.

Hazret-i Halime anlatıyor:

-Benden iki sene süt emdi. Bu zaman zarfında daima tertemizdim. Ak-pak yavrum, gece ve gündüz muayyen vakitlerde ihtiyacını görür, temizliği gaibden yapılırdı.

Allahü teala ekber kebiren, velhamdülillahi kesiren ve sübhanallahi bükreten ve asilen / Allah, büyüklerin en büyüğüdür. Övgülerle en çok övülmek Allah'a mahsustur. Sabah ve akşam noksan sıfatlardan tenzih ve kemal sıfatları ile tavsif edilerek, tesbih edilmeye layık olan ancak Allah'tır.

Sevgili makamındaki asil çocuğun sütten kesildiğinde bu duayı okuduğunu yine Halime anne haber veriyor. O'na sallallahü aleyhi ve selme, hizmet etme devlet ve nimetine eren aziz sütanne, gözlerinde saadet ışığı; inciden kelimelerle anlatmaya devam ediyor:

Diğer çocuklar gibi kat'iyyen ağlayıp yaramazlık yapmazdı. Cıvıl cıvıl oynayan küçüklerin bu çekici oyunlarına katılmaz ve "biz, oyun için yaratılmadık" derdi.

Sonraki yıllarda bizzat Sevgili Peygamberimiz, doğumlarına dair bir vak'ayı şöyle dile getirmişlerdir.

-Dünyaya geldiğim Pazartesi gecesi Yüce Allah, yedi kat göğü meleklerle doldurdu ki sayılarını kendisinden başka kimse bilmez. Bu melekler, kıyamete kadar tesbih ve takdis ile meşgullerdir. Sevabını ismim söylendiği vakit isteyerek ve severek bana salevat okuyanlara abağışlarlar. / Allahümme salli ala Muhammedin fil evvelin vel ahırin ve fi meleil a'la yevmiddin/

Babasız diye herkesin almaktan kaçtığı yetim sebebiyle, bu yayla evi bolluk ve bereketten yüzüyordu. Ne kadar mes'ud ve ne kadar huzurlu idiler... ama eşsiz çocuk, artık sütten kesilmişti. Bu ise O'nun dönüşü demekti. İki sene ne de çabuk geçmişti. Varlığı sadece o muhterem aileye değil, bütün kabileye ilahi rahmetin inmesine vesile oluyordu. Halime, Haris ve çocuklarına ondan uzak kalmak ve güneş yüzünü görmemek çok zor geliyordu...

Nur yavruyu yüreklerine oturan bu acı duygularla Mekke'ye getirdiler. Halime, ince ve zarif arabçasıyla efendimizi annesine sevgisinin bütün sıcaklığı ile anlata anlata bitiremedi.

Annelir en şanslısı ve en ulvisi, şüphesiz memnun ve mütebessim ve belki de gözlerinde billur damlalar:

-Oğlum yüksek şan sahibidir.

Halime anne:

-Vallahi, yavrunuzdan daha üstün bir insan görmedim, diyerek Amine hatunu doğruladı.

Ve bundan sonra pırlanta çocuğu yine beraberinde götürmek için dökmedik dil bırakmadı.. Mekke sıcaktı, veba hastalığı yaygındı. Çocuk farklı iklimden geliyordu. Allah, muhafaza buyursun sıhhatine bir zara olabilirdi.

Amine ciğerparesine olan derin hasretini birazcık olsun dindirdikten sonra; yerlerde ve göklerde övülen, O'ndaki bu muhabbet ve ikna kabiliyeti sebebi ile yine kadir-kıymet sahibi, insan evladı Halime'ye emanet etti.

Sütanneyi dinleyelim:

-O hazret-i alarak yurdumuza yöneldik. Yolda giderken Habeş hıristiyanlarından bir grup ile karşılaştık. Kainatın seçkini, hemen dikkatlerini çekti. Evladımı bir zaman süzdükten sonra bizi sual yağmuruna tuttular; ve sırtına bakarak mührü ve ceylan gözlerindeki hafif kırmızılığı gördüler.

Oğlunuzun göz ağrısından şikayeti olur mu?

-Hayır, hiç olmadı.

-Bu çocuğu bize verir misiniz? Karşılığında ne isterseniz ödemeye hazırız. Bizim kitabımızda "dünyaya gelecek bir Peygamber kaldı" diyor. O peygamber, ya geldi veya gelmesi yakındır. Çocukta bildirilen Peygambere ait izler görüyoruz. Taklifimize razı olursanız bize büyük iyilik etmiş olursunuz.

Halime ve kocası, bu ıssız yolda karşılarına çıkan adamlardan bayağı korkmuşlardı. Bu sebeple son sür'at oradan uzaklaşarak evlerine gidene kadar hiç durmadan hayvan koşturdular.

Badiye'ye sabah serinliğinde ve büyük yorgunluklarla girmişlerdir.

Halimelerde huzur şimdi yine elle tutulacak kadar canlı.

Çünkü O, dönmüştü...

Esselatü vesselamü aleyke ya Resulallah.

Beyaz Elbiseli Üç Kişi

TERLERSE GÜLLER OLURDU HER TERİ

HOŞ DERLERDİ TERİNDEN GÜLLERİ

Mevlid'den

Efendimiz üç yaşındalar.

Halime anne, O'nu bir gözünden öbürüne vermiyor. yabanın kurdu uğursuzu var. Büyüklüğüne bunca iz, işaret bulunurken, emsalsz emanetin kılına ziyan gelmemeli. O'nu korumak, O'nu istikbale teslim etmek, zamana karşı, insanlığa karşı ve ebedi nizama karşı kabullenilmiş şerefli bir borç.

Bu sebeple uyanık kalbli kadın, gözünü efendimizin üzerinden ayırmıyor... ama öz çocukları sadece akşamları evdeler.

Bu durum kainatın baş tacının dikkatinden kaçmaz.

Niçin?

-Onlar, yavrum, gündüzleri koyun gütmeye gidiyorlar.

Çobanlık yapmak... renk renk çiçeklerin açtığı; kelebeklerin, mutluluğu arılarla paylaştığı, hür rüzgarlı, hür ufuklu kırlarda yumuşak adımlarla yayılan koyunların peşi sıra gitmek; kardeşleri ile onları otlatmak, bir yamaçta güneşin ılık sıcaklığında eldeki çabukla toprağı çiziştirmek ve ucsuz bucaksız fezaya bakıp öteleri! düşünmek!

Anneciğim, beni de kardeşlerimle yolla. Ben de koyun gödeceğim...

Sütanne bin dereden su getiriyor. Ama ne söylüyor, ne anlıtıyorsa mümkün değil. O'nda bir kere bu arzu doğmuştur. Annecik nasıl dayanır artık.

-Ey gözümün nuru? Demek sen de koyun gütmeye gitmek istiyorsun öyle mi?

Cevap tek kelime:

-Evet.

Ertesi gün, güneş, sanki daha bir aceleyle tepeleri aşarak yükseliyor. Güneş, güneş olmaktan çıkmış; duru duru gülümseyen bir yüz gibi. O'na kırların ıtırlı ikliminde büseler konduracağına mı seviniyor acaba?

Güneş doğup, her tara ışıl ışıl olduğunda Halime anne, melek yavrucuğu ipek uykulardan uyandırıyor. Ve giydirip taradıktan sonra kardeşlerine emanet... evvela Allah'a sonra kardeşlerine emanet!. Elinde sopası ile efendimiz de aralarında olduğu halde çocuklar, neş'e içinde hayvanları alarak evden ayrıllıyorlar; fakat fazla uzağa değil. Anne evden açılmayı yasaklamıştır. Zira şimdi o var aralarında; en üstün ve en kıymetli olan:

Zaman, böylece akıyor. Havanın sıcak olduğu bir gün kuşluk vaktinde Halime, tam, Peygamberimizi düşünüp güneş çarpmasından korkarken süt kardeşlerden Şeyma, koyunların yanından çıka geldi. O Şeyma ki, Sevgili Peygamberimiz Allah'ın Resulü olduğunu tabliğe başlayacağı zaman, Peygamberliğine ilk iman edenlerden biri olacak ve müşriklerin, mü'minleri hiç bir mal alıp satmayarak onları ticari ve iktisadi ablukaya aldıkları günlerde, şahsi gayretleri ile bunu kırmaya çalışıp, müslümanlara yiyecek temin edebilen bir kahraman kadın...

Muhammed aleyhisselam için yazılmış en içli kasidelerden biri Şeyma radıyallahü anha hanıma ait.

Şeyma'cık, efendimizi bırakıp gelince annesinde merak ve telaş.

-Şeymacığım! Göz bebeğim Muhammed nerede?

-Sahrada anneciğim.

-Aman yavrum! O ciğerim bu sıcakta sehrede nasıl kalır?

Anne, kızgın güneşin, nur çocuğa ziyan vermesinden endişeli...

Şeyma, bir mucizenin şahidi. Görüp işitilmedik bir olayı anlatıyor:

Anneciğim, güneşten kardeşime hiç bir zarar yok. Çünkü başının üstünde bir bulut, kendisini takip ediyor. Nereye gitsek bulut üstümüzde. Duruyoruz duruyor, yürüyoruz yürüyor.

İlahi fermanla emir almış bir beyaz bulut, peygamberlerin efendisini kavurucu sıcakta serin gölgesine alarak O'nu ve yanındikelir muhafaza ediyor.

Halime'nin içi yine rahat değil.

-Dediğin doru mu? Allah için söyle kızım!

-Vallihi sahi söylüyorum.

-Bunun üzerine sütanne tatmin oluyor ve Peygamberimizi korktuklarından Allah'a ısmarlıyor.

İki-üç ay böyle geçti. Bir gün öğle üzeri efendimiz akranı olan çocuk ve süt kardeşleri ile bir vadideler. Çocuklar oynuyor, Habibullah da onları seyrediyor. Tam bu sırada öyle bir şey oldu ki küçükler akıllarını yitirecekler . Çığlık çığlığa bağrışıp oradan kaçıyorlar:

Sicim gibi göz yaşı döküp evine koşanlardan biri de Damra:

-Anneciğim kardeşime bir şeyler oldu. Çabuk koşun!

Halime, feryadlar içinde Damra'ya soruyor.

-N'oldu oğlum durma söyle!!!

Damra boğularak anlatıyor,

-Koyunların yanında idik. Birden bire gökten beyaz kıyafetli üç kişi indi. Kardeşimi aramızdan aldıkları gibi tepeye çıkardılar ve sırt üstü yatırarak bıçakla karnını yardılar. Öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum!!!

Bundan daha kötü haber olamazdı. Halime ve Haris'in kan beyinlerine sıçradı. Bir nefeste söylenen yere vardılar.

Devamını Halime'den dinleyelim:

-Koşa koşa vadiye geldik. Yüksek bir yere oturmuş, göğe doğru bakıyordu. Tabessüm eden güzel çocuğumun yüzü al al olmuştu.Alnını ve gözlerini öperken sordum:

-Ey gözümün ışığı, ey alemlere rahmet oğlum.Ne oldu, seni kim rahatsız etti?

İki cihan güneşinin kendi ifadelerinden anlıyoruz ku; gonca gül, kuzuları güderken beyaz elbiseli üç şahıs görmüştür. Birinin elinde gümüş bir ibrik, birinde içi kardan daha beyaz bir madde ile dolu zümrüt bir leğen vardı. O muhteremlerin en muhteremi Sallallahü aleyhi ve sellem'i vadiden zirveye iletince beyaz giyimli bu kimselerden biri, fahri kainatı usulcacık sırt üstü yere uzatır. Ve göğsünü göbeğine kadar yarar. Mübarek efendimiz hiç bir acı ve elem hissetmeden ameliyatı sürmeli gözleri ile takip ederler. Bu melek, elini sokarak iç organlarını çıkarıp kar gibi olan o sıvı ile yıkadıktan sonra tekrar yerlerine kor. Birinci meleğin işi bitince ikinci melek, birinciye;

Kalk! der, ben de hizmetimi eda edeyim, ilk meleğin kenara çekilmesi ile ikinci melek, elini uzatarak peygamberimizin kalbini yerinden çıkarır ve iki parçaya ayırdıktan sonra içinden pıhtılaşmış siyah bir kan parçasını alıp atar. Kalb üzerinde yapılan bu çalışmanın ardından iknici melek sırtüsütü yatan azizler azizine:

-Vücudunda şeytanın nasibi bu idi. O'nu atmakla seni şeytanın vesvese ve hilesinden emin ettik, anlamında bilgi arz eder.

Aynı melek, daha sonrra sevgili efendimizin sağ ve sol taraflarından bir şey alır gibi bir hareket yapar.

Bu sırada elinde nurdan bir mühür vardı. O kadar güzel bir mühür ki gören hayranlıktan kendini alamazdı.

Allah'ın resulünü dinleyelim:

-Bu nurdan mühürle kalbimi mühürledi. Ondan sonra kalbim nüvüvvet ve hikmet nuru ile dopdolu oldu.

Rahmet yuvası kalbi nurdan mühürle mühürlendikten sonra yerine iade ettiler. Halime ve Haris yanına vardıklarında, mübarek yavru mührün soğukluğunu hala vücudunda hissediyor.

İkinci meleğin işi bitince üçüncü melek, elini yarılan yere kor ve o an yara iyileşir...

Beyaz elbiseli bu üç kişi, daha sonra nazlı yavrunun elini ve yüzünü öperek ona güzel şeyler hazırlandığını müjdeler ve mavi gökte kaybolup giderler. Yaranın izi hala farkedilebiliyor.

............

Sevgili Peygamberimizi oradan alarak eve getirdiler Halime anne, çocuklarına:

Kardeşinizi bundan böyle dışarı götürmeyin!

Tenbihini yaptıktan sonra beyine:

-Bu saadetli çocuğu annesine götürelim. Aklına ziyan gelmesinden korkuyorum. Ne dersin, yol hazırlığı yapalım mı?...

Ardarda gelen mucize ve harikalar, artık Halime'nin gözünü korkutmaya başlamıştır. Olayların kendilerini aşmasından çekiniyor. Bu yüzden rahat değil..

Haris;

-Bundan daha mübarek bir çocuk doğmamıştır. Ne aklına bir ziyan gelir ne de bir şey, müsterih ol! Elde ettiğimiz saadet bunun bereketiyle. Ne var ki, bizi hased edenler olabilir. Zira kabilemiz, önceki halimizi gayet iyi biliyor. Fakir iken, üçyüzbüş koyunu olan hatırlı bir aile haline geldik. mümkündür ki dar gözlüler bir fenalık düşünebilirler...

-Öyleyse O'nu alarak kahine danışayım.

Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz, rahat olmalarını, gayet sıhhatli ve zannedilen kusurlardan uzak olduğunu her ne kadar söyledi ise de olanları işiten eş dost, Halime'yi kahine giderek, bir cin etkisi olup olmadığını tahkik etmesi için zorladılar.

Kahin, efendimizi konuşturarak, vakaları kendisinden dinliyor, Ama dinledikçe karanlık gözleri dışarı fırlayacak gibi... kulaklarına inanamıyor. Mübarek yavru, daha sözünü bitirmeden çirkin sesli büyücü, O'nu kaptığı gibi kucağına alarak meydana fırlıyor ve bas bas bağırıyor:

-Ey araboğulları! Başınıza bir bela gelmek üzere, Bu çocuğu öldümezseniz; büyüdüğünüzde dininize bozuk diyecek, sizi yeni bir dini kabule çağıracaktır. Bunu şimdiden ortadan kaldırın! Hem O'nu, hem beni öldürün!!!..

Saf ve temiz Halime anne, bu beklenmedik çıkış karşısında afallamış. Çocuğu adamın kirli ellerinden çektiği gibi:

Delinin tekiymişsin. Bilseydim semtine uğramazdım. O'nu değil seni katletsinler!...

Süt anne o dakikaları şöyle resmediyor:

-Allah için söylüyorum; nereye uğrasak, nereden geçsek, hangi sokağa girsek ve hangi meydana gelsek mübareğin güzel kokusu, burcu burcu yükselerek dört bir yanı tutuyor ve buralardan günlerce silinmiyordu.

.........

-Aman Halime! Dikkatli ol. Çocuğun başına bir şey gelebilir. Daha doğrusu sen O'nu ailesine teslim et. Şu kahinin kinine baksana!

Halime'nin akrabaları bunları söylüyor ve bereket vesilesi efendimizi dedesine teslem etmesi için telkinde bulunuyorlar. Çünkü Halime, müjde yüklü harikulade olaylardan bahsettikçe, bunların aklı başından gidiyor.

Halime Hatun:

-Söylenenler aslında fikrimi destekleyen sözler olduğu için bana cazib geldi. Üstelik bu sırada gaibden bir ses de işitiyordum:" "Ey Mekke'liler size müjdeler olsun. Hayır ve saadet, Beni Sa'd'den size geliyor. Ey huyrul beşer, Sen Mekke'de olunca, bura halkı belalardan korunacaktır.

"Böylece o büyük emaneti sahiblerine iade etmek gerektiğine dair kanaatim kuvvet buldu ve yine merkebe binerek can yavrumu önüme alıp şehre inen bir grup yolcu ile yola çıktık. Mekke civarına varmıştık. Bir işimin yapılması için inci tanemi arkadaşlarımın yanına bırakarak bir süre oradan ayrıldım... az bir zaman geçmişti ki kulağıma garip sesler geldi. Hemen kafilenin konak yerine koştum. Eyvah! Dünyam yıkıldı, O yoktu."

Halime anne, ta yüreğinden vurulmuştur. Dizlerine karasular inmese, oracığa yığılıp kalmasa iyi. Bir mecnun, bir meczub gibi. Kimi bulsa soruyor:

-O'nu gördünüz mü? O'nu kendi sütümle besledim. Dedesine götürüyordum. O'nun yüzünden bol nimetlere kavuştuk. Eğer bulamazsam, kendimi kayalardan atıp parçalayacağım.

Manzara yürek parlayıcı. Sütanneyi üzünkülerle dinliyoruz?

-Ümidim kırıldı. Başımı yumrukluyor, "ah Muhammedim" diye dövünüyordum. Evlatların en azizini kaybeden annenin bu hali, orada bulunanlar da ağlattı. İnsan, nasıl dayanır da şerha şerha olan bir anne yüreği önünde gözyaşlarını zapteder?

Tam bu sırada zayıf, kara-kuru bir yaşlı adam çıka gelir. Halime'yi böyle kanlı göz yaşları akıtır görünce:

-Hayrola bir derdin mi var?

Anne, sebebini söyler ve ekler:

-İbrahim Peygamberin Rabbinin hakkı için söylüyorum ki, Muhammed'i bulamazsam kendimi uçuruma atıp öldüreceğim!

-Oğlunu bulacak birini biliyorum.

Canım uğruna feda olsun çabuk söyle.

İhtiyar, ızdıraptan harab olmuş kadını bir an soluk gözlerle süzdükten sonra tane tane konuştu:

-Hübel adında büyük puta git, derdini anlat; o halleder, demez mi?

-Halime, tokat yemiş gibi oldu...

-O'nun yerine sen kaybol inşaallah! Muhammed'in doğduğu gece o bahsettiğin Hübel,Lat, Uzza'nın ne olduğunu hiç mi duymadın?

-Anlaşılan sen delirmişsin. Bari yerine ben gidip yalvarayım, diyerek Hübel'in yanına gelir ve etrafında yedi kere dolanıp putun başından öptükten sonra:

-Ey tanrım! Sen insanları muradına erdirensin. Halime kadın, oğlu Muhammed'i kaybetmiş bulamıyor; bu sebeble büyük üzüntü içinde. dertli anayı çocuğuna kavuştur.

Sevgili peygamberimiz'in yüce isminin anılması üzerine Hubel ve öbür putlar patır-patır yüzüstü yere düştü ve son peygamberi methetmeye başladılar.Allahü teala, ilah bilinerek, tapılan putlara o an için konuşma kabiliyeti vermişti.

-Ey ihtiyar! Muhammed aleyhisselam'ın dini bizim ve bizim nice sahte tanrının sonu olacaktır. Hakiki mabud olan Allahü teala, O'nu korur. Sizin gibi putperestleri ise helak edecektir.

Halime anne Mekke'ye girdiğinde bu ihtiyarı görür. Bastonu elinden düşmüş, konuşmaktan aciz, korkudan titrer, sefil bir haldedir. Bir müddet dinlendikten sonra:

-Ey kadın, senin oğlunun sahibi var. O'na zarar gelmez. merak etme yavruna kavuşacaksın. İsmi ile seslenerek ara, bulursun.

................

Halime ağlaya ağlaya Abdülmuttalib'e varır.

-Hayırdır inşaallah Halime! Bir sıkıntın mı var?

-Hem de nasıl?

-Yoksa oğlumu mu kaybettin?

-Maalesef!

O muhteşem insan, torununu bazı Kureyşlilerin öldürmek için kaçırdıklarını zannederek, kılıcını alarak bir dağ gibi Mekke'nin ortasına dikilir ve bağırır:

-Ey Kureyş!... Eyy Kureyş!...

-Buyur ey reis.

-Gözümün nuru, alemin süruru torunum kayboldu, yerini bilen var mı?

Kureyşliler, hemen atlarına binerek dört bir tarafa koştular. Atlarının nalları taşlara çarptıkça kıvılcımlar fışkıran sürücüler, ne kadar aradılarsa da, gözlerden gizlenen sultanı bulamayıp kırk kol ve kanatlarla geri geldiler...

Abdülmuttalib, yine duaya; yine Rabbine iltica ediyor. Kabe'yi yedi defa tavaf ettikten sonra, ellerini açmış, ciğeri kavrulurcasına istiyor:

-Allahım, O'na "Muhammed" ismini sen verdin. Yavrumu tekrar bana lütfet.

İşte bu sırada Kabe'den bir ses duyuyor:

-O'nun sahibi sevgilisini kaybeder mi?

-Ey Melek aman çabuk söyle torunum nerede?

-Tihame vadisindeki muz ağacının altında.

Abdülmuttalib, haber verilen tarafa koşar. Yolda varaka bir Nevfel ile karşılaşır ve O'nunla birlikte Tihame'ye giderler.

Efendimizi ağacın altında ayakta olduğu halde, muz yapraklarnı çekiştirirken heyecadan ağlıyor buldular.

Abdülmuttalib, torununu bağrına basıp derin derin kokladıktan sonra kucaklayarak atına bindi ve hayvanı Mekke'ye doğru mahmuzladı.

..................

Sevinçten uçan Halime, Abdülmuttalib'e verdiği zahmet ve üzüntülerden dolayı mahçub olduğu için tekrar tekrar af diliyor.

Hazret-i Amine, Halime'ye soruyor.

-Ey sütannesi, çocuğu niçin geri getirdin? Halbuki O'nu ne kadar ısrarla geri götürmüştün!

-Evladınız büyüdü. Başına bir felaket gelmesinden çekindim. korkuyorum. Bu sebeble size teslime karar verdim.

Abdülmuttalib, torununu özanne kadar seven bu samimi kadına bol ve kıymetli hediyeler vererek teşekkür etti.

Halime anne için tatlı bir rüya bitmişti artık. Son ana kadar hicran dolu duygularını konuşturuyor.

Alemin en makbulünü annesine ve dedesine bırakıp veda ettim. Ama cınım v gönlüm de onunla beraber ve orada kaldı.

Mübarek efendimiz, ileriki senelerde halime anneyi nerede ve ne zaman görse "anneciğim" hitapları ile iltifat edecek ve bazen omuzundaki ridayı bile sererek O'nu oturup gönlünü hep hoş tutacaktır.

Halime Hatun; Sevgili peygamberimiz, Hatice validemizle evlenmiş, fakat henüz Peygamber olmamışken birgün saadet ocağına gelecek ve kıtlık sebebi ile hayvanlarının öldüğünü bildirince, Hadicetül Kübra annemiz, O'na bir deve ile kırk koyun hediye edecektir.

Sonraki yıllarda efendimiz, Badiye'deki hizmetten memnun kaldıklarını şöyle ifade buyuracaklardır.

-Ben sizin en halis arab olanınızım; Kureyşliyim, Beni Sa'd bin Bekr'de emzirildim.

Anneye Veda

GECE-GÜNDÜZ DİLİMDE SALATÜ SELAM,

O MUBAREK RUHUNA, EY FAHR-UL ENAM!

Halime anne, yüreciğine kor ateşler düşe düşe nur çocuğu, Amine Hatun'a getirdiğinde sevgililerin en sevgilisi dört yaşında idi.

Yer küze, erişilmez ve ulaşılmaz kıymetteki emanet ağuşunda olduğu halde feza boşluğunda turlar atarak zamanı sonsutzluk harmanına elemeye devam ediyordu.

Şimdi, beşiğinde olduğu halde, ayla gönül iklimlerinde geçen oyunlar bir hatıra.

Ve O Sultan altı yaşında...

Sultan ki, sultanların bir kerecik ayaklarına kapanmak uğruna tac ve tahtlarını faydaya hazır oldukları Sultan. Sultan ki O'nu Allah seçti.

Şefkati kadife yumuşaklığında Amine anne, cennet kokulu yavrusunu iki sene sevip okşuyor.

Abdülmuttalib'in kartal kanatları altındalar. Dul bir anne ve yetim bir çocuk.. bu anne ve bu çocuk, ilahi lütufla cihanın en huzurluları. Yavrusunun sevgisinde erimiş bir anne, bütün anneleri baş tacılığına yükselten emirleri getirecek evlad.

Amine annede bir seyahat arzusu.

Medine'ye gitse, dayıları Adiy bin Neccaroğulları ile kocasının mezarını ziyaret etse... yetimi için de ne iyi olur. Anneyi çeken bir şey var. Bir şey koparıyor O'nu evinden, Mekke'den, Mekke'nin, suyundan havasından...

Annelerin annesi, gül yavrusu ve O'na dadılık yapan cariyesi Ümmü Eymen'i de alarak, iki deve ile Medine yolundalar. Develer, sabır gibi güzel, bir susuş kadar ölçülü adımlarla ufuklara doğru akıp giden yollarda aziz yolcuları yorup incitmeden taşıyorlar.

Güneş, bakır renkli çöl, salınan hurmalar, şurada burada tek tük ağaçlar ve arada bir kocaman gölgeleri ile ürpertili kayalar.

Nihayet Medine'de ve Naccaroğullarından Nabiga'nın evindeler. Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah da bu evde... bu evde ama nerede?

Evin bahçesinde bir kaç kürek doprağın altında.

Dünya gözü ile bir saniyecik bile bir araya gelemeyen baba Abdullah, anne Amine ve bir tanecik yavruları, şimdi bu bahçenin kıyıcığında; içlerinden biri ötelerde olduğu halde buluşuyorlar.

Dokunaklı bir manzara.

Amine'nin kalbi bir kaç parça. İzdırabını içine gömüyor ve yetimine belli etmemeye çalışıyor. Ya efendimiz? Derin bir sessizlik ve acısını gizleyen vakur yüz ifadesi.

............

Sonraki günlerde Resulullah efendimiz, küçüklerle beraber Medine'yi gezip dolayor ve "Beni Naccar Kuyusu" denilen havuzda yüzmeyi öğreniyor.

Bu sırada...

Yine bir yahudi, yine şüphe, yine dikkat, yine telaş. İşaretlerden ahir zaman Peygamberinin gelmekte olduğunu çıkaran bir yahudi bilgin, oradan geçmekte iken, arkadaşlarıyla olan Habibulalh'ı görür görmez mıhlanmış gibi yere çakıldı ve bir müddet pür dikkat baktı, baktı ve düşünceli düşünceli yürüyüp kayboldu.

Yahudinin içine kurt düşmüştür... "acaba O Peygamber bu çocuk mu?" Ertesi gün efendimizin yalnız bir anını kollayarak yanına sokuluyor ve eğilip yavaşça soruyor:

-Adın ne?

-Ahmed...

Yahudi bu cevabı bekliyordu. Çocuğun "Ahmed" olduğu yolundaki tahmini doğru çıkmıştı. Haykırdı:

-Bu ümmetin peygamberi işte burada!!! Sanki şuurunu kaybetmişti.

Bir kaç gün sonra da iki yahudi Ümmü Eymen'i bularak;

-Ahmed'i istiyoruz. Ne olusursun? Bir defacık görmemiz kafi! dediler...

Mübarek dadı, ısrarlar üzerine Peygamberimizi getirdi. Ama gayet dikkatli ve uyanık. efendimizi yakından gören ve nebilik alametlerini inceleyen yahudileri adeta göz hepsine almış. Adamlar aralarında fısıldaşıyor.

-Son Peygamber... bu şehir de O'nun hicret edeceği Medine olduğuna göre...

İşittiklerinden huylanan Ümmü Eymen, olup bitenleri Amine annemize aktarınca aziz anne tedirginleşir. Zaten geldikleri de otuz günü bulmuştu. Ev sahiblerine teşekkür, Abdullah'a mana aleminden veda ederek Mekke'ye dönmek üzere yola çıktılar.

Mekke'ye dönmek...

Mümkün mü?

Evba'ya gelene kadar, böyle bir sual akla bile gelmezdi. Yolcularımız, ziyaretlerini yapmış olmanı manevi hazzı ile neşe içinde uzaklıkları aşıyorlar.=

Fakat beklenmeyen bir şey oldu. Ebva denilen yere vardıklarında, cihan serverinin annesi, anemiz, yola devam edemez şekilde hastalandı.

Develerden inmişler.

Ümmü Eymen ve Sevgili peygamberimiz Amine'nin başındalar. O ise, yerde, kendinden geçip geçip toparlanıyor. hastanın yüzünde büyük keder; efendimizle Ümmü Eymen'de üzüntü ve çaresizlik...

İşte yine kendine geldi. yaşlı gözleri; canı, kanı, her şeyi güzelinde. her övgüye layık olanı, belagatlı bir ifade kudreti ile mısra mısra methediyor;

-Ey Çekilen ölüm okundan yüz deve ile kurtulanın oğlu! Allah, mübarek ismini ebedi kılsın. Hakikat olan rüyama göre sen celal ve sayısız ikram sahibi olan Allah tarafından ceddin İbrahim Peygamberin dinini yerleştirmek, insanlara helal ve haramı tebliğ için Peygamber olarak görevlendirileceksin. Rabbil, seni putlardan ve putperestlerden koruyacaktır...

Ve ciğeri kavrulan annenin dudaklarında, insanlık kaldıkça ışıltısı devam edecek

Bir şiir

Her canlı ölür, her yeni pörsör

Ben ölsem de namım sürekli durur

Bilin ki tertemiz evlad bıraktım.

Eskir yeni olan, ölür yaşan,

Tükenir çok olan, var mı genç kalan?

Tükenir çok olan, var mı genç kalan?

Ben de öleceğim tek farkım şudur

Seni ben doğurdum şerefim budur.

Geride bıraktım hayırlı evlat,

Gözümü kapadım, içim çok rahat.

Benim ismim kalır daim dillerde,

Senin aşkın yaşar mü'min kalblerde.

Şiir bitince nur anne, ruhunu teslim etti.

Yirmi yaşında gencecik Amine'nin de vefatı ile Sevgili Peygemberimiz şimdi de anneden öksüz kalıyordu.

Babadan yetim

Anneden öksüz... anne-baba, insanlık kaderindeki ilahi bir vazife için varolmuş, işleri tamamlanınca erken yaşlarında ebedi aleme göçmüşlerdi. Sevgiliye ana-baba hakkının geçmemesi için bir cilve, bir sır.

peygamberlerin öncüsü, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicretlerinde Ebva'ya gelince taşların kapattığı bir toprak yığının önünde durarak:

-Ne olurdu valideme yapılan muameleyi bilseydim.. diye o anki duygularını dile getirecek vu bu sözleri ile hem kendileri, hem eshabı gözyaşı akıtacaklardır.

Ayrıca efendimiz, Veda Haccı'nda anne ve babalarının mezarlarına gelerek İbrahimi din üzere müslüman olan Hazret-i Amine ve Hazret-i Abdullah'ın Muhammedi imanla naplenmeleri için, Allahü teala'dan dirilmelerine müsade isteyecek; her şeye muktedir olan yüce Allah, sevgilisinin muradını kabul ederek, onlara tekrar can verip Peygamberimize iman etme ve eshab ve ümmet olma büyük nimetine kavuşturacaktır.

Anne, Ebva'nı ılık ve yumuşak toprağına verilerek, cennet bahçeli bir tümseğe daha gönül penceresinden veda ediliyor...

Ümmü Eymen, acılar içindeki yavruyu yanına, sürücüsüz kalan deveyi yedeğine alarak, beş günlük bir yolculuktan sonrra buruk kalblerle Mekke'ye; dedesine geliyorlar. Dede, dadıyı paramparça bir yürekle dinlyor.

Şimdi hem öksüz, hem yetim olan torununa daha da düşkün. O'nu, sallallahü aleyhi ve sellem, öpüp okşuyor. yalnızlığnı hissetttirmemek gayretinde. Sevgili Peygamberimiz olmadan aziz dede, sofraya oturmayarak, O'nu bekliyor. Gelince dizine veya hemen yanına alarak, seçtiği lokmalarla mübarek yetimini besliyor. Abdülmuttalib, torununun sözlerinden ayrı bir lezzet almakta... bu sebeble o konuşunca, kendisini can kulağı ile dinliyor...

Kureyş'in bu büyük liderinin Kabe-i Muazzama'nın dibinde bir makamı var. Gün dönüp deserin gölgeler uzamaya başlayınca Abdülmuttalib, bu bu makamına geçiyor. Yanına çocuklardan sadece gözünün nuru emsalsiz yavru gelebilmekte. Odasında istirahat ettiğinde de oraya teklifsizce giren, dedesi ile uyuyabilen yine cennet kokulu o seçilmiş. Ümmü Eymen annemiz, müstesna çocuk üzerine adeta titriyor. Buna rağmen Abdülmuttalib, O'nun bıkım ve ihtimamı ile yakından alakılı:

-Aman Ümmü Eymen! Oğluma iyi bak kızım. Ehli kitap, O'nun bu ümmetin Peygamberi olacağını haber veriyor.

Ümmü Eymen, ne asil kadın Allahım! Öz anne kadar içli ve yakın. bu yüzdenh ileride iltifatların en makbulüne kavuşacak, fahri kainat O'nu:

-Annemden sonra annem!... diyerek başına Peygamber medhinin güllerinden örülü bir mana tacı oturtacaktır.

Ümmü Eymen anne diyor ki;

-O'nun, açlık ve susuzluktan şikayet ettiğni bir kerecik bile göremedim.

Oralar toprak yine yol yol çatlamış. Suya hasretin böyle dilim dilim ettiği bu topraklara yakında yağmur düşmezse kıtlık ve kuraklık kapıda... Bu tasa giderek büyürken, Safile binti Hişam'ın yol gösteren rüyası bir ümid kapısı aralıyor:

-Ey Kureyş! Son peygamberin zuhur vakti erişti. O resul aranızdan çıkacaktır. Gelmesi yaklaşıyor. Bolluk günleri de ırak değil. İçinizde biri var... heybetli, beyaz ve güzel yüzlü, uzun kirpikli. O ve siz, abdestli! olarak, erkek çocuklarınızla birlikte Kabe'yi yedi defa tavaf edin. Sonra Kubeys dağına gidin. Güzeli yüzlü adam, dua etsin ve yağmur dilesin, siz de amin deyin Allahü teala yağmur yağdıracaktır.

Safiye rüyasına sabahleyin anlattığında, dinleyenlerin gözünde sevinç parıltıları. Söylenen adamın Abdülmuttalib olduğunda herkes birleşiyor. Hep beraber emir'in kapısındalar. Rüya anlatılıyor...

Yıkanıp paklandıktan sonra, her evden bir çocukla Kubeys dağına çıkıyorlar.

Dağlar ve ovalar, bir damla suyu beklemeye durmuş. Abdülmuttalib, kucağında iki cihan güneşi, etrafında halk, yerlerde kurumuş otlar... gök bulutsuz açık mavi.

Abdülmuttalib; dua ettikçe "amin" seseri, arı uğultusu gibi karşı kıyılara çarpıp yankılanarak eriyip kayboluyor.

Duanın üzerinden az bir müddet geçmişti ki, göğün yağmur yüklü kurşuni bulutlarla dolması ile boşanması bir oldu. Şakırtılarla yağan şiddetli yağmur dağı taşı rahmete boğmuştu.

Kureyşliler gayet sevinçli. İleri gelenler şanlı dedeye minnet duygularını arz ediyor ama bu rahmete sebebe dede mi, torun mu?

Beni Müdles kabilesi kıyafet ilminde pek ileri. İnsan uzuvlarını çok iyi tanıyor ve bunun isabetle ruhi tahlillerini yapıyorlar. Sevgili Peygamberimiz, Müdles'ten bazılarının da dikkatini celbediyor. Efendimizin mübarek ayakları özellikle ilgi odakları. Dedesine gelerek kanaatlerini söylüyorlar:

-Torununun ayakları, tıpkı İbrahim aleyhisselamın ayakları gibi. O'ndan sonra ayakları, İbrahim Peygamberin ayaklarına benzeyen biri ilk defa görülüyor.

Abdülmuttalib, bu iyi insanlara teşekkür ederek ağırlayıp memnun ediyor.

................

Kureyşin reisi, bir gün yine Kabe'nin duvar dibindeki kendine mahsus yerinde... huzura Necranlı bir rahip çıkıyor. Rahibin hallini istediği bir meselesi var. Bunun için doğrudan doğruya O'na gelmiş.

-Ey Abdülmuttalib! Burası Mekke şehri... kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre kendisinden sonra nebi elmeyecek olan Son Peygamber, beldenizde doğmuş olmalı.

Abdülmuttalib, renk vermeyen bir sakinlikle dinliyor. Rahib, son peygamberdeki ayırıcı vasıfları da tek tek saydıktan sonra ekledi:

-Sülalesi İsmail aleyhisselam'a dayanır... demişti ki efendimiz orayı şereflendirdiler. Yedi yaşındalar. Rahip O'nu görünce sözünü kesti ve heyecanla bakışlarını üzerinde gezdirmeye başladı... gözler, kirpikler, ten rengi, ayaklar. Ve dayanamayarak iyice yanına sokulup göz rengine, ayaklarına, sırtına uzun uzun baktı:

-Evet; işte bahsettiğim insan. Demek yanılmamışım. Oğlunuz mu?

Abdülmuttlib:

-Evet rahip efendi; oğlumdur.

-Olamaz! Bu sizin oğlunuz değil! Şundan ki, okuduğuma göre, babasının hayatta olmaması lazım.

-Haklısın! Seni yoklamak istidim. Gördüğün buç oçuk oğluumun oğludur babası o o, doğmadan öldü...

sevgili peygamberimizin amcaları da bu sırada yanlarına gelmişti.

Rahip:

-Söyledikleriniz, bildiklerimi doğruluyor. Torunun, ahir zaman peygamberi olacağında şüphe kalmadı.

Abdülmuttalip , yüzünde alabildiğine memnuniyet aydınlıkları oldğu halde oğullarına döndü:

Denilenleri kulaklanızlla dinlediniz. Yeğeninize ona göre sahip çıkmmalısınz. Sanki vasiyet.

Yoksa bir yıldız daha mı kayıyor; merhamet kartalı, batan ufka doğru yorgun kanat mı çırpıyor?

O yetim incinin yetimliğine yeni yetimlikler mi ekleniyor?

Ve Dede de Öldü

GER DİLERSİZ BULASIZ ODDAN NECAT

AŞK İLE ŞEVK İLE EDİN ES-SELAT

(Mevlid'den)

Abdülmuttalib, ömrünün son günlerinde. Ölüm, ona bir nefes yakınlığında, bir gölge uzaklığında...

Büyük göçün ilk habercisi donup kalan göz kapakları.

Olsun!...

Ölüm, kendisine nefesi kadar yakın, gölgesi kadar uzak olsun. O, bunu düşünmüyor. Doğmak, ölmeye aday olmak değil mi? Herkes gibi yalnız ölecek. Oniki oğlu, altı kızı, şu kadar torunu, şu kadar akrabası hatta sadık bir milleti de olsa yalnız, yapayalnız. Bunun derin şuur ve güleryüzlü teslimiyetinde. Çünkü hayatı sonsuzluğa dönük olarak geçti. Beklenmedik bir anda ölebileceğini, hesap melekleri ile yüzyüze kalabileceğini unutmadı.

Abdülmuttalib, ölüm endişesinde değil. O'nun aklı fikri torununda. Hamisi vefat edince, bu sekiz yaşındaki yavru ne olacak?

Baba yüzü görmemiş, annesine doymamış; O gül yüzlü, gül gülüşlü,dededen sonra kimsiz, kimsesiz kalmamalı. İncelikler menbaı müstesna kalbi kırılır da o iri iri güzel gözlerdenuzun siyah kirpikler, bir damla yaşı süzerek toprağa düşürürse; bu, o toprağın felaketi olmaz mı; bu o toprağı yakıp kavurmaz mı?

Evladları huzurunda... hepsi gelmiş; hepsi orada. Herkeste dönülmez bir yolculuğa çıkacak baba için büyük bir hassasiyet ve dikkat. Bir adam, az sonra ölecekse orada susmak en anlaşılır kelamdır... başlar öne düşmüş, yaşlarla herelenen gözler yerde, renk uçuğa yakın.

Ah ölüm!.. Ah ayrılık perdesi!... Ah büyük mecburiyet!

Abdülmuttalib, sakin ve telaşsız. Bir gün sonra geri gelecekmiş kadar tabii... elinin biri Peygamberler Peygamberinin omuzunda olduğu halde konuşmaya başladı. Tesirli ve insanın ta içine işleyen ustalıkla seçilmiş kelimeler:

Benim için göç zamanın geldiği anlaşılıyor. Sizlerden ayrılıyorum... kim ayrılmadı ki Abdülmuttalib kalsın? Yegane düşüncem şu yetim. O'na hizmet için biraz daha ömrüm olmasını ne kadar isterdim. Fakat imkansız. Ezelde takdir edilen günlerim tükeniyor. İçim, varlığı çok büyük bir nimet olan yavrumun hasreti ile alev alev. O'nu birinize emanet etmek istiyorum. Acaba hanginiz yeğenini yanına alarak, üzüp incitmeden hizmet edeblir? öyle dikkatle himaye edilecek ki, bir defa bile kırılıp darılmayacak.

En evvel söz alan Ebu Leheb oldu:

-Ey arabın kudretli önderi! ömrün uzun duan kabul olsun. Eğer çocuğu yanına vermek için aklından geçen bir isim varsa ne ala. Ama böyle bir kararın yoksa, ben istiyorum. Arzuna uygun bakacağımdan emin olabilirsin!..,

-Evet, Ebu Leheb! Senin malın mülkün gani. O'nu görüp gözetirsin... Ama kalbi katı ve merhameti az bir insansın. Yetimler ise yaralı kalbli olur ve çabuk incinirler.

Abdülmuttalib, Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, İslamiyeti yaymaya başladığında, O'nun en büyük düşmanı olacak Ebu Leheb'i, ta o günden firaseti ile teşhis ediyordu...baba, evladına katı kalbli ve merhametsiz olduğunu ölüm vaktinin o zor demlerinde bile, tereddütsüz hatırlatırken ne kadar haklıydı.

Bıçak gibi keskin bu sözler üzerine Ebu Leheb, diz çökmüş olduğu Abdülmuttalib'in önünden, asabi ve huzursuz olarak geriye çekildi.

İkinci istekli Hamza oldu:

Babacığım bana emanet eder misin?

-Bu şerefe en fazla layık olan sensin. Ne var ki çocuğun hiç yok. Evlad sahibi olmayan için çocuk halinden anlamak zor olur.

-Abbas:

-Öyleyse bana ver babacığım!...

-Sen de çok layıksın ama çocukların fazla. Bir babanın, kendi evladları dururken onlarrı bırakıp başkası ile alakadar olması kusurdur.

Ebu Talib:

-Onun yetiştirmek için ben herkesten daha fazla arzuluyum. Ama ağabeylerim dururken onların önünne geçemezdim. Gerçi malım, mülküm az. Yoksul sayılırım. Lakin sevgi ve ilgim herkesten ileridir.

-Bu değerli hizmet senin olmalı. Bununla beraber, her işimde O'nunla istişare eder ve işaretine göre hareket ederim. Bu usule hep doğru sonuçlara vardım.Şimdi de kendisi ile meşveret edeceğim. Kimi seçeceğini bizat tayin etmeli, dedi ve Resulullah'a döndü:

-Ey varlık hikmetim! İçim sevginle dolu olarak ahiret yolundayım... Artık senden mahrum kalıyorum. Amcalarından hangisinin manevi babalığını tercih edersin?

Dalgalı siyah saçlı, karakaşlı, karagözlü, kırmızının güzelleştirdiği beyaz yüzlü çocuk, bir anda koşup kollarını Ebu Talib'in boynuna doladı. Efendimiz, babası Hazret-i Abdullah'la anne bir kardeş olan Ebu Talib'i seçmişti.

Abdülmüttalib memnun...

-Allah'a hamdolsun! Netice isteğime uygun tecelli etti, dedi ve devamla:

-İyi dinle Ebu Talib! Bu narin yavru, ana-baba şefkatinden mahrum kalmıştır. O'na göre davran. Seni kardeşlerinden üstün tuttuğum için, yüksek emaneti ihtimamına bırakıyorum.O'nun babası ile sen, aynı anadan doğdunuz. Öz canın kadar aziz bil ve sıkı koruyup kolla. Yeğeninin Peygamberlik günlerini idrak edersen, alemşümül da'vetine mutlaka tabi ol! Bunlar sana baba vasiyetidir. Kabul ediyor musun?

Kabul ettim. Allah, gizli ve aşikar her şeyi bilir.

-Elini uzat, dedi Abdülmuttalib. Elini uzat ki bu yüce emaneti sana bizzat teslim etmiş olayım. Sonra Ebu Talib'in elini sıktı ve torununu yanına alarak, kainatın en güzel başını ve en güzel gözlerini öpüp kokladı:

-Şahid olun ki, ben cihanda bundan daha güzel bir koku ve bundan daha güzel bir yüz görmedim!...dedi ve kızlarını etrafına cağırdı:

-Öldüğümde benim için nası bir mersiye okuyacağınızı merak ediyorum. Haydi şimdiden söyleyin ben de işitmiş olayım!...

Sevgili Peygamberimizin altı halası bir ağızdan fasih arapçaları ile şu anlamda dokunaklı bir ağıt yaktılar:

-Cömert, hürmete ve itaate layık / Edebli, nazik ve güzel ahlaklı /Cesur, adil, iyiliksever / Asil soylu, heybetli, tatlı sözlü, şerefli /En şerefli şüphesiz/ Şeref bir inasanın dünyada ebedi kalmasına yetseydi / O elbette yüksek şerefiyle yaşayıp gidecekti.

Ve dede de öldü.

Kızlarının bahar rüzgarı gibi hafif ve yumuşak sesleri, kulaklarına dola taşa bu fani alemden çekilip gitti. Ve Sevgili Peygamberimiz, sallallahü ve sellem, bir daha öksüz kaldı.

Abdülmuttalib'in vefat haberi, Mekke'yi şöyle bir dalgalandırdı. Alışveriş bile durdu ve çarşı günlerce kapalı kaldı.

O güne kadar kimseye gösterilmeyen bir hürmetle ceset sidre yaprağının suyu ile yıkandı ve Yemen kumaşından iki parça kefene sarılarak misk sürüldü.

Kureyş ahalisi, engin hürmet ve bağlılıklarından dolayı emirlerinin tabutunu eller üzerinde uzun uzun taşıdıktan sonra, kabristan yoluna girdile. Tabutun hemen arkasındakilerin arasında azizler azizi de var. Buğulu bakışları ayak ucunda yumuşak adımlarla yürüyor.

Tabutunu el üstünde, sevgisini kalblerde taşıyan kalabalık, Hacun mezarlığında.Abdülmuttalib, büyük dedesi Kuseyy'in yanına defnedildikten sonra alay, Mekke'ye dönüyor.

O, kabirde meleklere ömrünün hesabını vere dursun. Biz gelelim bu er kişiyi nasıl bildiğimize:

Meşhur ismi ile Abdülmuttalib denen Şeyb'de kızlarının okuduğu şiirdeki bütün iyi haller fazlası ile mevcuttu...

Uzun boylu, heybetli, iri başlı, yakışıklı bir vücut... Vücudu akıl, terbiye, sabır, dürüstlük, misafirperverlik, mertlik ve anlayışla süsleyen bir güzel ahlak.

Ve cömert.

Sedece fakir fukaraya değil, dağda ovada, aç-susuz kalan kurdu kuşu bile aratıp bulduran ve onları doyuran bir tabiat.

İsmail aleyhisselamın dini üzre ibadet eden takva sahibi bir mü'min. Üç aylara hürmet gösteriyor. Ramazan ayı gelince Hira dağında inzivaya çekilen ilk insan.

...akraba ve milleti ile yakından alakalı; kimsesiz ve düşkünlerin sahibi, zulüm ve haksızlığın hasmı.

Abdülmuttalib'in bütün bu güzel huylarından dolayı Kureyş kabilesindeki lakabı "İkinci İbrahim"...

İkinci İbrahim. Yani Allah dostu İbrahim aleyhisselam halkatinde biri. Bir insana rütbe olarak bundan başka ne lazım gelir ki?

Onunla Gelen Bereket

"ÜMMETİM" DEDİ SANA GÜN MUSTAFA

VER SELEVAT SEN DE O'NA BUL SAFA

Dar Mekke sokaklarında iki kişi. Ebu Talib, bir çocuğun elinden tutmuş olarak evnrin yolunda..

Bu çocuk, önce babası, sonra annesi, sonra dedesi ölen; ve şimdi, amcası Ebu Talib'e kalan kainatın varlık sebebi...

Amca, bir fakir adam.

Bütün serveti, üç beş deve olmasına mukabil, kalabalık sayıda çoluk çocuğu var. Dürüst bir insan. Geçim sıkıntısında ama cömert. Cahiliyet zamanın çirkin adeklerine bulaşmamış güzel huylu biri. O da babası gibi ağzına içki koymamış.

Yoksulluğuna rağmen de kavminin reisi Böyle bir şeye o güne kadar tesadüf edilmiş değil. Bir insanın milletinin başına geçebilmesi zengin olma şartına bağlı.

Ebu Talib, babasının vasiyetine tam tabi. Sözünün eri, Yeğenin gözü gibi koruyor. O'nu öz çocuklarından dahi çok seviyor. Öyle bir sevgi ki, gıpta etmemek mümkün değil.

O, elini uzatmadan yemeğe başlamıyor.

O, Gelmeden sofra kurulsa:

-Durun, iyor; oğlum gelsin! Sofraya uzanan eller, geri çekiliyor ve herkese beklemeye başlıyor.

Onu yanına almadan uyumuyor:

Sevgili Peygamberimiz:

-Sen hayırlı ve mübareksin, diyerek iltifat ediyor.

Ne doğru... Hem hayırlı, hem mübarek. Eğer sofraya ilk el uzatan bu mübarek çocuk olmamışsa, yemek kifayet etmiyor ve hane halkı aç kalkıyor. Ama ilk başlayan o ise; yemek artıyor bile. Bir kase sütten mbiraz içse, kase, herkese yetene kadar tükenmiyor.

Efendimiz, her yaşta edeb timsali; sofra kurulduğunda Ebu Talib'in çocukları, hemen yemeğe başladıkları halde; O, vaktini bekleyerek sofra adabına dikket ediyor. Bu sebeple Ebu Talib, yeğenine bazen de ayrı sofra kurduruyor.

İşte bu fakir evde O, sallallahü aleyhi ve sellem, geldikten sonra mala mülke bereket düştü. Her şey artıyor, her şey çoğalıyor.

Ebu Talib'in evinde yokluk, yerini bolluğa terkederken; Mekke başka mbir hali yaşıyor. Kuraklık ve kıtlık, bir salgın hastalık gibi hurmaları solduruyor, derelerin suyunu çekiyor, yeşil tarlaları sarartıyor ve nihayet kilerleri, mutffakları tamtakır ediyor. Dağlar ve ovalar, "su" diye inliyor gibi.

Bu arada her kafadan mbir ses geliyor. Her Mekkeli, aklının erdiği kadar bir şeyler söylüyor:

-Hayır, Lat olur mu? Ancak Uzza, bu kuraklığa çare bulur.

-Hayır hayır! En iyisi Menat'ın önünde diz çökelim.

Konuşmaları dinleyen bir ihtiyar, kalabalığı titreten gür sesle:

-Yazıklar olsun! Aranızda İbrahim Peygamber evladları varken; siz hala nelerden medet umuyorsunuz?

İhtiyarın hakim sesi ahaliyi toparladı.Ne demek istediği belliydi.Doğru Ebu Talib'in kapısına geliyorlar:

-Ey Ebu Talip!Kıtlığı görüyorsun.Çöl bile yağmura hasret...Bir damla su yok.Çocuklarımız ölmeye,hayvanlarımız kırılmaya yüz tuttu.Gel,yağmur duasına gidelim.Neslinin bereketine belki yağmur yağar.,..

Ebu Talip,evden çıkıyor.Yanında güneş yüzlü yeğeni.Önde Ebu Talip ve Sevgili Peygamberimiz,arkada kalabalık,Beytullah yolundalar.Hava müthiş sıcak.Gök cilalanmış gibi dupduru.Bulut namına birşey yok.

Ebu Talib,sırtını Kabe duvarına dayadı.Mübarek çocuk da bir eliyle Kabe'nin örtüsünü tutarken,öbür elinin şahadet parmağını cilalı mavi göğe doğru uzatıyor...Hayret,hayret,hayret.

O süpürülmüş gibi bulutsuz olan göğü,bulutlar,yeme koşan kocaman kuşlar gibi bir anda dolduruyor.Ve şimşekler,yıldırımlar.Peşinden de şakır,şakır,şakır yağan yağmur.Öldüren hasret bitip,dağ-taş suya kavuşuyor.Her taraftan derecikler koşturuyor.

...............

Ebu Talib'in çocukları,sabahları kalktığında,saçları dağınık,gözleri çapaklı olduğu halde,Sevgili Peygamberimizin cennet kokan saçları taranmış,mübarek gözleri sürmelenmiş olarak pırıl pırıl bir yüzle uyanıyor.

Ebu Talib'le aziz yeğeni bir sahradalar.Amca,bir ara susuzluktan mecalsiz kalıyor ve dudaklarından gayri ihtiyari:

-Su,susadım diye kelimeler dökülüyor.

Bunu işiten merhamet sultanına bir mucize.

Ebu Talib,anlatıyor:

-Susadım,deyince yeğenim,hemen dizleri üstüne yere oturdu.Oturur oturmaz,topuklarının,kumlara değdiği noktadan bir pınar kaynamaya başladı.Cenab-ı kibriya kenara çekiliyor,Ebu Talib,kana kana içerek susuzluğunu dindiriyor...

Devrin adetine göre,zaman zaman Mekke'ye "kaif" denen kimseler geliyor.Bu kaifler,ensanların görünüşlerinden manalar çıkarıp istikballerine dair tahminlerde bulunuyorlar.Her gelişlerinde fakir-zengin,bütün tabakalardan halk,çocuklarını getirerek onların önündeki uzun zamanı bilmek,meçhul istikamet perdesini aralamak istiyorlar.

Bakın yine şehrin meydanlık yerinde bir kalabalık var.Bir adamın başına toplanmış olanlar,ondan çocuklarına dair sırları soruyorlar:

Bu adam,Ezd-i Şenue kabilesinden bir kaiftir.Oraya gelmiş bütün herkese cevaplar veriyor.

Fakat kaif,birden değişiyor.Önündekilerin üstünden aşağı bakışları,dinleyenlerin en dışında kendisini seyreden bir çocuğa takılıyor.

"Kaif"haberini duyan Ebu Talib de sair Mekke seçkinleri gibi,yeğenini alarak adama gidiyor. Vardıklarında etrafı çevrilmiş; adam haratle anlatıyor. Amca-yeğen kalabalığın dışından manzarayı seyrediyorlar. İşte tam bu sırada, Sevgili Peygamberimizi görüyor.

Kaif, bir an baktığı noktayı dikkat ve nüfuzla süzdükten sonra hareketlerinde değişikilik başladı. Telaşla başındakileri savıyor. Belliki bir heyecana yapılmış. Durum, Ebu Talib'in nazarından kaçmıyor. Ve sebebi de anlıyor. Amca, bir tedbirli adam; ne olur ne olmaz? Hiç kimseye belli etmeden yeğeni ile usulcacık oradan ayrılıyorlar.

Biraz sonra önündekilerden başını kaldıran yabancı şaşırdı; Efendimizi soruyor. Cevap menfidir. Sorduğu çocuk biraz önce gitmiştir.

Bunun üzerine kaif, konuşuyor; hazır olanlar şahid...

-Vallahi O çocuğun şanı yüce olacaktır.

.......................

Sevgili Peygamberimizin on yaşında iken, diğer baba bir amcaları Zübeyr ile seferdeler.Kervan bir dere kıyısına geldiğinde azgın bir deve ile karşılaşırlar: Hayvan, mümkün değil, dereden kimseyi geçirmiyor. Her teşebbüs neticesiz kalınca, bazıları geri dönme fikrini ortaya attılar. Karşı kıyıya geçme ümidlerinin yavaş yavaş kırılmaya başladığı bu anda efendimiz imdada yetişiyorlar. Develerinden inerek yol kesici hırçın deveye biniyorlar.

Devecik, yumuşak, uysal, itaatli.

Peygamberimiz, deminki huysuz devenin üstünde oldukları halde önde, kervan arkada suyu geçiyorlar. Çümle yaratılmışların Peygamberi, burada o deveden inerek hayvanı serbest bırakıyor ve tekrar kendi devesine binip hep beraber yola devam ediyorlar.

..................

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, on-onbir yaşlarında iken şakkı sadr-göğüs yarılması olayını bir kere daha yaşadılar.

İki melek, Peygamberimize gelerek, O'nu incitmeden yere uzatıp mübarek göğüzlerrini yardılar. Efendimiz, hiç bir ağrı ve sızı duymuyorlar.

Melekler, en makbul bedenden kin ve hasedi temizleyerek yerini rahmet ve rahmetle doldurdular.

Kin ve hasetten sonra bir de siyah bir kan parçasını çıkaran melekller, bunun yerini nurla doldurup, mübarek çocuğu ayağa kaldırdılar.

O anı şöyle tasvir buyuruyorlar:

-Baktım, kendimde küçük-büyük bütün mahlukata karşı şefkat ve rahmet buldum.

Şakkı sadrın üçüncüsü ise vahiy ineceği zaman Hira dağındaki mağarada vuku bulacaktır.

....................

O'nun seçilmişlern seçilmişi, üstünlerin en üstünü olduğunu haber veren vak'alardan birine yine Ümmü Eymen delalet ediyor.

....................

....Mekke'de bir koca put var. İsmi "Bevane". Müşkirler, senede bir gün, bu putun karşısında sabahtan akşama kadar saygı ile dururlardı.

Ebu Talib, Peygamberimizi de bu ayine getirmek istiyor. Ama, daha küçük yaşlarında böyle bir batıl ibadeti reddediyorlar. Amca va akraba ları, inciniyor. Israrlılar. Israr ve ricalar yüzünden şöyle bir görünüp, kaybolmak üzere Bevane'nin yanına kadar geliyorlar. Gelmeleri ile ortadan kaybolmaları bir oluyor. Bir zaman sonra göründüğünde şaşkın halde soruyorlar:

-Ne oldun, nereye gittin?

Bütün putları yerle bir edecek dinin Peygamberi her zor ve tehlikeli anda olduğu gibi yine korunmaktadır. Kendileri buyuruyorlar:

-Ben puta yaklaşınca uzun boylu biri geldi "Ya Muhammed, sakın bu puta elini bile sürme ve bunların merasiminde bulunma"

Sevgili Peygamberimize o yetimlik günlerinde hizmetle şereflenenlerden biri de Ebu Talib'in zevcesi Fatıma Hatun.

Yengesi, yetim ve öksüz inciye evlerine geldiği ilk andan itibaren, bir anne şefkati iele sahip çıkmış ve onu o kırık kalbli günlerinde yalnız ve sahnipsiz bırakmamıştır.

Yüce Peygamber, sonraki yıllarda bu asil ve müşfik kadını hiç unutmamış ve yengesini ihtiyar yaşında daima arayıp sorarak gönlünü hoş tutmuştur.

Efendimiz bir gün yengesinin vefat haberini alınca üzüntülerini şu kısa fakat derin muhabbet dolu kelimelerle dile getirdiler...

-Bugün annem öldü.

...bu sözler sana ne devlet ey Fatıma anne! Kainatın seyyidinin seni annelik tahtına oturmalarından büyük şans ne olabilir ki...

Peygamberimiz, daha sonra gömleklerini çıkartarak yengelerine kefen olarak sardılar.

Aziz kadın, kabristana getirildiğinde Peygamber efendimiz de orada hazırlar. Ölü, kabre konmadan önce Resulullah mezara inerek yan tarafları üzerine biraz uzandıktan sonrra dışarı çıktılar ve n'aş defnedildi.

Eshab, hayrette. Her hal ve davranışlarına dikkat ettikleri Peygamberimizde o ana kadar böyle bir hareket görülmemiştir.

Ey Allah'ın Resulü! Şimdi gördüklerimizi bir başkası için yaptığına rastlamadık, diye meraklarını arz ediyorlar.

-O, benim annemdi. Çocukları açken önce beni doyurur, saçlarımı tarardı. O, benim annemdi.

...ve devam buyuruyorlar:

-Ebu Talib'den sonra bu kadıncağız kadar bana iyilik eden olmamıştır. Ahirette cennet elbiselerinden elbise giymesi için gömleğime sardırdım. Kabre ısınması, kendini yalnız zannetmemesi maksadıyla oraya uzandı, mahşer gününe kadar beni hep yanında yatıyor görecek...

çııÖÖçşıÜüEfendimiz oniki yaşına girdikleri günler...

Amca Ebu Talib, Şam tarafına mal götürecek olan bir Kureyş Kervanına katılma niyetinde. Ebu Talib, yanına kardeşi Haris'i de alacak. İki kardeşin de aralında olduğu ticaret kervanı sıcak çöl gündüzleri ve soğuk çöl gecelerini aşa aşa günler sürecek bir sabır ve meşakkat seyahati ile Şam'a varacak vu burada satacak ve alacaklar.

Amcasının Mekke'den ayrılarak uzun bir yolculuğa çıkacağını anlayan Sevgili Peygamberimiz de Ebu Talib'le gitmek istiyor. Fakat halaları ve amcaları böyle bir niyete muhalifler. Zira; mevcudatın hikmet nuru, çocuk sayılacak günleri henüz arkada bırakmıştır. Ebu Talib, yeğenin arzusuna uymak istemesine rağmen diğer sevenleri o narin vücudun uzun bir yolculuğu kaldıramayacağı kanaatindeler. Onlara göre bu yaştaki bir çocuğun, eritici çöl güneşinde günlerce yol alması mümkün olamaz. Güneşin düştü düşecek kadar yakın hissedildiği nihayetsiz çöl ve sonu gelmez yolları geçip menzile varmak hiç de kolay değil...

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, ısrarlılar... anne-baba mahrumluğumdan başka şimdi de uzun bir zaman koruyucu amca hasreti. Öyleyse kendisi de amcası Ebu Talib'le gitmeli....

Seyahat hazırlakları, denkler bağlanıp, develer yüklenerek, ihtiyaçlar tedarik edilerek devam ediyor.

Sevgili Peygamberimiz, hazırlıkları kol ve kanatları kırık, mahzun takip ediyorlar.

Bir gün Ebu Talib, devesi ile bir yerden geçerken can yeğenini görür... aa o da ne? Güzel çocuk, gözden saklı bu köşeye çekilmiş ağlıyor... Ebu Talib, şaşkın ve müteessir bir halde yeğenine yönelir.

-Niçin ağlıyorsun gözümün nuru? Ayrılığıma mı üzülüyorsun?

Ebu Talib'e gelen Peygamberimiz, devenin yularından tutarak amcanın ciğerini yakan şu sözleri söyler:

-Evet amcacığım!... Beni burada kime bırakıp gidiyorsun? Ne annem var, ne babam.

Yeğenin gözlerinden akan billur yaşlar, Ebu Talib'i çok üzmüştü. Kat'i kararını verdi. kim karşı çıkarsa çıksın aldırmayacak ve O'nu da yanına alacaktı. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Hatemül Enbiya'nın da aralarında bulunduğu Şam kervanı yola koyuldu....

Kervan menzilden menzile varırken Kainatın Efendisini bir bekleyen var...

Busra yakınındaki Küfre köyünün bütün ovayı görebilen yamancındaki bir manastır eski devirlerden beri orada. Tarihi bir hıristiyan mabedi.

Bu manastırın önce yahudi iken sonra hıristiyan olan bir rahibi var. İsmi Bahira, künyesi Ebu İdas, Lakabı Cerciş, Alim ve Zahid bir insan. Manastırda öteden beri mevcut olan kıymetli bir kitap, ahir zaman Peygamberinden haber veriyor ve O'nun bir gün buradan geçeceğini anlatıyordu.

Bahira, bir zamandır sabah erkenden Manastır'ın damına çıkarak ufuktan gelip ovadan geçen yolcuları dikkatle yokluyor ve birini bekliyordu... bir, üç beş,on ... sabah bakıp usanmadan süren bir gözetleme...

Güneşin sıcaktan ortalığı kavurduğu bir gün ; Bahira, yine damda ufukları tarıyor. İçi firak ateşi ile yanmakta. Ah, son Peygamberi bir görebilse, O'nun ayak tozlarına yüzünü sürebilse, kendisini de ümmeti arasına kabul etme dileğini arzedebilse...

Bir sabah ovanın öbür ucundan bir kervan karaltısı belirdi. Bahira elini gözlerine siper ederek bütün dikkati ile o tarafa bakıyor. Acaba bu kervan da aşağıdaki yoldan gelip geçenlerden biri mi, yoksa beklediği yolcu mu geliyor?

Deve katarı yaklaştıkça Bahira'da dikkat daha keskinleşiyor. Kitaplardan edindiği işaretler görünmeye başlaşmıştır. En mühimi de güneşe perde olan şu bulut. Evet, evet!... Bir beyaz bulut, kervana kanat germiş bir koca kuş gibi süzüle süzüle onları takip ediyor.

Şimdi bulutun altındaki bu esrarlı kervan, iyice yaklaşmış olarak aşağıda mola veriyor... işte bir müjde daha! Kervanın dinlendiği yerdeki kuru ağaç birden yeşiyor. Ağacın dalları, yere oturmuş birinin üstüne eğiliyor. Bulut da akarak gelmiş ve yeşeren ağacın üstünde durmuştur. Bahira dağların taşların efendimizi tesbih edişlerini duyuyor.

Beklediği insanın bu kevanda olduğuna şüphe kalmamıştı. Hemen damdan inip kervana bir haberci yollayarak yolcuları ertesi gün yemeğe davet etti. Ve büyük-küçük herkesin davetli olduğunu bilhassa tenbihledi. Yemek saatinde herkes gelmişti. Bahira misafirleri ayrı ayrı gözden geçiriyor ama aradığı zatı göremedikçe hayreti içten içe büyüyordu. Yemek devam ederken Rahip, bir fırsatını bulup dama çıktı ve kervanın konakladığı noktaya baktı. Olacak şey değil! Bulut yerinde olduğu gibi duruyor.

Tekrar davetlilerin yanına dönerek:

-Yemeğe hepinizin gelmesini rica etmiştim. Tahmin ediyorum kalan biri var.

Bir misafir:

-Hayır, hepimiz buradayız. Sadece bir küçük çocuğu eşyalarımızı beklemesi için bıraktık, dedi. -O'nu da yemeğe davet ediyorum. Getirilmesini rica ederim. Lütfen gelsin...

Söze Resulullah'ın amcası Haris karıştı:

-Biz burada yemek yerken Muhammed'in aramızda olmaması münasip değildir, dedi ve yeğenini getirmek için hemen dışarı çıktı.

Bahira, Peygamberimizin ismini işitince kulak kesildi ve tekrar dama çıkarak çocuğun kulak kesildi ve tekrar dama çıkarak çocuğun gelişini takip etti... Efendimiz, Manastıra doğru yürürken bulut da yakıcı güneşten koruyarak O'nunla geliyordu.

Rahip Bahira, Sevgili Peygamberimiz, içeri girince O'nu ayakta hürmetle karşıladı. Şimdi son Peygamber olduğunu tahmin ettiği çocuğu yakında görme fırsatını bulmuştu.

Yemekten sonra Bahira, Ebu Talib'e bazı sualler sormak istedi. Ebu Talib ile aziz misafir arasında bir yakınlık olduğunu farketmişti.

-Bu çocuk neyiniz olur?

Ebu Talib:

-Oğlum,

Cevaba şaşıran Rahip, mütereddid bir dille itiraz etti.

-Kitaplardan öğrendiğime göre bu çocuğun anne-babası vefat etmiş olmalı.

Ebu Talib:

-Kardeşimin oğludur.

-Şimdi doğru söyledin, dedi. Bahira Sevgili Peygamberimize dönerek:

-Soracaklarıma Lat hakkı için doğru cevap vermenizi istiyorum, ricasında bulundu.

Nur çocuk ise:

-Onların ismiyle yemin verme. Dünyada bana onlardan büyük düşman yoktur, hakikatini hatırlattılar.

Lat ve Uzza ismini misafirlerden işiten Bahira, Efendimizi sınamak için bu şekilde yemin vermişti. Peygamberimizden bu karşığı alınca bu defa Allah adına yemin verdi.

-Uyur musun?

-Gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.

Bahira, Peygamberimizin mübarek gözlerine bakarak Ebu Talib'e sordu:

-Bu kırmızılık çocuğun gözlerinde devamlı bulunur mu?

-Evet! Gözlerindeki kırmızlığın kaybolduğunu hiç görmedim.

+u ana kadarki bütün işaretler O'nun, sallallahü aleyhi ve sellem, en son Peygamber olduğunu gösteriyordu. Sadece bir belirti kalmıştı. Şayet bu da mevcutsa vakti eriştiğinde Peygamber olacağını kabul ve tasdik edecekti:

Mührü nübüvveti görme arzusu ile efendimizden sırtını açmalarını rica etti. Peygamberimiz edeplerinden göstermek istemediler. Ebu Talib'in:

-Ricasını kırma gözümün nuru, demesi üzerine Resullerin efendisi, Bahira'nın, mübarek sırtlarında iki kürek kemiği arasındaki Peygamberlik mührünü görmesine müsaaede ettiler.

Mühür, kitaplardaki tarifini tıpkısıydı. Bahira gözlerinden yaşlar boşanarak mührü öptü ve Kelime-i şehadet getirerek Efendimizin Allah'ın resulü olduğuna şehadet etti... Kervan ahlinden orada hazır olanlar olup bitenleri şaşkınlıkla takip ediyorlardı.

Şüphesiz hayatının en mes'ud dakikalarını idrak etmekte olan Bahira, ihtiyar yanaklarından sevinç gözyaşları süzülürken Ebu Talib'e şunları söyledi:

-İşte alemlerin efendisi! İşte Allah'ın Resulü! İşte Allah'ın alemlere rahmet olarak gönderdiği büyük Peygamber! Yeğenin son Peygamberdir. Getirdiği din, önceki dinleri yürürlükten kaldırarak bütün yeryüzüne yayılacaktır... Bu emsalsiz kıymeti Şam'a götürme; yahudilerin bir zarar vermelerinden korkarım.

Ebu Talib, "Yahudiler zarar verir" sözünden çekindiği için mallarını ucuz-pahalı demeden satarak yeğeni ile Mekke'ye gitmek üzere oradan ayrıldılar.

Onlarrın ayrılmalarından mbir zaman sonra köye yedi yahudi geldi. Efendimizin bir kafile ile oraya geleceğini ve yol kenarındaki kuru ağıcın altında oturacağını kehaneti ilmi ile bilmişlerdi. Şimdi öldürmek üzere köşe bucak Efendimizi arıyorlardı. Bahira'ya gelerk niyetlerini açıklayıp yardımcı olmasını istediler.

Bahira, elleri kılıçlı bu yahudilere çeşitli deliller getirerek öldürmek için peşinde bulundukları çocuğun son Peygamber olduğnu ve Yüce Allah'ın kitabında haber verdiği böyle bir Peygamberi şehid etmeye güzlerinin yetmeyeceğini, tamamen hatalı bir yolda bulunduklarını onlara kabul ettirdi.

Yahudiler, ilmine hürmetkar oldukları Bahira'nın anlattıkları ile ikna olarak tövbe edip kalan ömürlerini Manastır'da, O'na hizmetle geçirdiler.

OLGUN GENÇ

ZAT-I PAK-I MUSTAFA'YA AŞIKIM

CAN İLE FAHR-ÜL VERA'YA AŞIKIM

3.Sultan Ahmed

Efendimiz, eshabı ile sohbet ederken bir defasında şöyle buyurdular:

Koyun gütmeyen hiç bir Peygamber yoktur.

-Siz de güttünüz mü ya Resulallah?

Eshab-ı kiramın nbu sualine Sevgili Peygamberimizin cevapları:

-Evet, ben de güttüm, olmuştur.

Peygamber efendimiz, gençlik çağlarında babasından miras kalan bir kaç boyunla amcalrı Ebu Talib'in koyunlarını bazan yalnız başlarına; bazan da yaşıtı olan gençlerle Mekke'nin güneyindeki Ciyad dağında otlatmışlardır. Bütün nebilerin koyun gütmüş olmalarındaki sırrı İslam alimleri, Peygamberlerdeki merhamet hissinin daha da çoğalması ve ümmetlerini daha çok hatırlamalarına vesile olarak göstermişlerdir.

Nitekim Efendimiz, ilahi memuriyeti aldıktan sonra mübarek hadislerinden birinde aile reislerini sürüsünden mes'ul çobana benzetmişlerdir.

.....................

Ebu Talib, eşsiz yeğeni üzerinde titriyor. Maksadı O'nun bozulan cemiyette sel gibi akan kötülüklere bulaşmaması. Ama, O'nu asıl koruyan bizzat yüce Allah. Allahü teala, sevgilisini öyle bir üstünlükte yaratmış ki cahiliyet devrinin meziyet zannedilen adetlerinden O, nefret ediyor.

Muhammed aleyhisselam, Peygamber olmadan evvel de hafif ve habis fiilerden uzak durdular... ne içki içtikleri vaki ne puta taptıkları, ne emanete hıyanet ettikleri. Zaten koyun gütmelerindeki bir sebep de bu. İnsanlardan uzak durmak ve kırların tefekküre imkan veren zemininde Rabbini düşünmek.

İşte bu mübarek genç hiçbir puta asla ve asla ibadet etmedikleri gibi müşriklerin putları için yaptıkları şenliklere de katılmazdı... Kureyşli bahtsızlar senede bir kere sabahtan gece yarınlarına kadar Buvane adlı putlar ile olur; Buvanenin etrafına doluşarak saç kestirir, kurban keser ve örflerine göre tapınırlardı.

O sene Buvane için yapılan törenlere Ebu Talib ve kız kardeşleri de iştirak ediyorlardı. Bu sebeple Sevgili peygamberimizin de kendileri ile gelmesini istediler. Efendimiz, teklifi kabul etmeyince çok üzüldüler ve "İlahlarımızdan yüz çevirmek deek olan bu hareketinden dolayı bir felakete uğramandan korkuyoruz" diyerek yeğenlerini karşı konulmaz bir ısrarla ayine götürdüler. Ama putun yakınana vardıklarında ilahi himayedeki aziz gencin aniden kaybolduğunu farkettiler. Asil ve üstün genci bir müddet sonrra bulduklarında yüzü solgun ve korkmuştu.

Ebu Talib ve halaları şaşırdılar.

-Ne oldu sana ya Muhammed?

-Başıma bir felaket gelmesinden korkuyorum, buyurdular. Fakat amca ve halalar bu kanaatte değildiler.

-Kötülükler sana dokunmaz. sen üstün ahlak ve müstesna bir hilkate sahipsin... Ne gördün asıl onu söyle?

-Bu putun yanına yaklaştığım zaman beyazlar giymiş uzun boylu biri peydah olarak "Ya Muhammed geri çekil ve sakın puta el sürme", diyerek ikaz etti. Putları yerin dibine batıracak dinin tebliğcisi olacak olan eşsiz insan, bir daha buna benzer merasimlere hiç yaklaşmamışlardır. Efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" sadece u şenliklere katılmaktan uzak durmamış; u vesile ile kesilen hayvanların etlerini dahi kabul etmemiştir. O üstün yaradılışlı genç, yaşadığı zamanın her türlü abes ve kötü hallerinden korunuyor. İslamiyetin koyacağı ölçüye uygun şekilde giyinikler. Bilinmeden bu hudut birazcık aşılsa nurdan mechul varlıklar hemen müdahele ediyorlar.

Efendimiz, bir gece Mekke yakınlarında bir arkadaşıyla birlikte koyun güdüyorlar. Arkadaşına:

-Eğer koyunlarıma bakarsan ben de Mekke'ye gidip gece masalları anlatılan toplantılara katılayım, diyorlar.

-Olur, diyor diğer genç.

Peygamberimiz, Mekke dışındaki ilk eve yaklaştıklarında def çalgı, ıslık sesleri işitiyorlar. Düğün var. Bir kenara oturup seyre başlıyorlar. Ama hemen göz kapaklarına bir ağırlık çöküyor ve uyuyorlar. Güneşin sıcaklığı ile uyandıklarında düğün-dernek bitmiştir.

Bu hadisenin aynen benzerini bir kere daha yaşamış ve yine derin bir uykuya dalması sebebi ile eğlencelere seyir şeklinde de olsa katılmamışlardır.

İlahi irade eşsiz varlığı hep aynı hal ve aynı yol üzere tutuyor. Ne eğlence, ne gece masalları toplantısı, ne müşriklerin bayramı... Bütün haram ve faydasız işlerden alıkonuyor.

Efendimiz yirmi, Hazret-i Ebu Bekr "radıyallahü anh" onsekiz yaşında bulundukları esnada iki arkadaş ticaret için Şam yoluna koyuldular. Rahip Bahira'nın bulunduğu manastırın civarına varınca Sevgili Peygamberimiz, bir gürgen ağacının altına oturdular. Hazret-i Ebu Bekr de bir şey sormak üzere Bahira'ya gitti.

Bahira ağacın altında oturanı sordu. Ebu Bekr "radıyallahü anh" efendimizden bahsedince Bahira:

-Vallahi o bir Peygamberdir. İsa aleyhisselam'dan beri oraya kimse oturmamıştır, dedi.

Bahira'nın yeminle söylediği sözler bu ümmetin en üstünü olan Ebu Bekr efendimizin kalbine işlemiş, Kainatın sultanı daha sonra peygambeliğini açıklayınca bu güzel hatısanın da tesiriyle tereddütsüz iman etmişlerdir.

Güzel efendimiz, yirmi yaşlarında bulundukları sırada Mekke'de yabancılarla zayıflar için mal, can ve namus emniyeti kalmamış, anarşı ve zulüm kol geziyor olmuştu.

Ecnebi türccarların malları gasbedilip paraları verilmiyordu...

Zilkade ayında Yemenli bir tacir, ticaret için bir deve yüklü mal getirmişti. Mekke'nin tünınmışlarından As bin Va'il, tacirden malları aldı fakat bedelini ödemedi. Üzüntüden perişen olan yabancı, söz sahibi bazı ailelere müracaat ettiyse de buralardan terslenerek döndü. Derin üzüntüye düşen Yemenli, Ebu Kubeys dağına çıkarak feryatlar edip manzum bir ifade maruz kaldığı zulmü yüksek sesle anlatmaya başladı.

Böyle feryatlarla şiir okurken Kureyş büyükleri de kabe'yi şerif etrafında kümelenmiş sohbet ediyorlardı....

Bu haksızlık bardağı taşıran son damla oldu. İlk harekete geçen ve başkalarını da harekete geçiren Sevgili efendimizin amcaları Zübeyr oldu.

Meşhur ailelerin temsilcileri Mekke eşrafının önde gelenlerinden Abdullah bin Ced'a'nın evinde toplandılar. Yemekten sonra asayişsizliği ve yapılan zulümleri aralarında konuştular. Şehirde yerli-yabancı kimsnin haksızlığa uğramaması, mazlumların hakları alınıncaya kadar onlarla birlikte hareket edilmesi, zulme mani olunması kararlaştırıldı; ve buna dair yemin edildi. Yeryüzüne adelet ve huzuru getirecek olan efendimizin de fal şekilde rol aldığı o toplantıda alınan karara, "Hılf-ul-Fudul Andlaşması" dendi. Gerçekten bu andlaşma, zulme mani olarak Mekke'de tekrar asayişi getirmiştir. Peygamberimiz daha sonraki senelerde bir vesile ile eshabına bu bahse dair şunları ifade buyurmuşlardı:

-Abdullah bin Ced'anın evinde yapılan andlaşmada ben de bulundum. Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha kıymetlidir, Şimdi de böyle bir meclise davet edilsem giderim.

Bu sözler adalete ne kadar değer verdiklerine en güzel misal....

Evet, insanların, cinlerin ve Peygamberlerin en üstünü o sıralar yirmi yaşlarındalar. Kendilerine meleklerin ilk görünmeye başlaması da bu günlere denk geliyor.

Melekler, sevgili Peygamberimizi birbirlerine göstererek:

-İşte bütün alemin hidayetine sebep olacak Peygamber. Ama henüz davet zamanı gelmedi, diyor ve gözden kayboluyorlardı.

Peygamberimiz yine yirmi yaşlarında bulundukları bu sıralarda Mekke'ye bir kahin kadın geldi... Bir Mekkeli nereden aklına düştüyse kahineye:

-Söyle bakalım hangimizin ayağı makam-ı İbrahimdekine benziyor? diye sordu. Adam, İbrahim aleyhisselamın Kabenin duvarlarını inşa ederken iskele olarak kullandığı ve iki mübarek ayağının izi bulunan makamı kastediyordu.

Kahine:

-Şu ince kum olan yere bir örtü sererek üzerinde yürürseniz söylerim.

Denilen yapılıd ve çıplak ayakla örtünün üzerinden geçilmeye başlandı. Gecenin, örtü üzerinde ayak izi kalıyordu. Kadın dikkatle izlere bakıyor... nihayet efendimiz yürüyünce:

-İşte, dedi. Makamı İbrahimdeki ayak izlerine benzeyen izler....

..................

Hiç bir okula, hocaya gitmediği; üstelik annesiz-babasız büyüdüğü halde efendimizin sahip olduğu üstün ahlak ve meziyet herkesi hayrete düşürüyor... Sakin, yumuşak sabırlı, güler yüzlü, herkese karşı iyi, dürüst, cömert ve sayılamayacak kadar iyi huylar.... yirmi yaşındaki bir insan bunları nereden öğrenmiş olabilir ki? Kimse bunu araştırmıyor.

Fakat herkes O'ndaki benzersiz ahlaka hayran; bu yüzden O'na "el emin" lakabını vermişler. İsminden çok "inanılır ve güvenilir doğru insan" demek olan el emin deniyor ve bu şekilde hitap ediliyor.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla