Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04-13-2011, 03:03   #4
Kullanıcı Adı
Bilal Baştan
Standart
Müşriklere gelen Kays bin İmr'ül Kays, Ebu Süfyan'ın haberini vererek.

-Kervan emniyettedir. Ebu Süfyan, hiç kimsenin endişeye kapılmamasını ve bu yüzden sefere çıkılmamasını tenbih etti.

...dediyse de fırsatı bir kere yakalamış olan Ebu Cehil, teklifi reddederek ateşli bir konuşma ile milleti coşturdu:

-Ey Kureyş! İçimizden çıkan biri, inandıklarımızı, geleneklerimizi reddederek kendisinin ahir zaman nebîsi olduğunu iddia etti ve Allah tarafından vazifeli olduğunu söyledi!.. O, bunları söyler ve aramızdan bir takım saf kimseleri müslüman yaparken; biz ne yazık ki gerekli cesareti göstererek O'na hakettiği cezayı veremedik. Bizim zamanında cezasını veremediğimiz O insan, bugün elimizden kurtularak Medine'nin başına geçmiş, kervanlarımızı basarak bizi cezalandır-maktadır. Bu karşımıza çıkan, belki de son fırsattır. Müslümanlar, hergün daha çoğalıyor; her gün biraz daha kuvvetleniyorlar. Bana kalırsa ölmek var dönmek yok diyorum. Bunları kendim için mi istiyorum? Hayır! Ebu Cehil Amr bin Hişam, bu fani dünyada her şeyi gördü ve her şeye kavuştu. Benim korkum bütün arap kabilelerinin müslüman olarak yolumuzdan çıkmaları; nesillerin bozulmasıdır. Eğer; "biz, evlatlarımızın müslüman olmalarına razıyız" diyorsanız; haydi geri dönelim. "Sen bilirsin" diyorsanız. Ben, "Cenk" diyorum. Siz ne diyorsunuz ey Kureyş?

-Cenk! Cenk edelim!!!

.....

Ebu Süfyan'a dönüp gelen Kays, olanları anlattı ve Ebu Cehil'i ikna edemediğini ve bir harbin, adım adım yaklaşmakta olduğunu söyledi.

Bu haber üzerine Ebu Süfyan hayret edilecek kadar doğru şeyler söyledi:

-Kureyş'e yazık oldu. Bunlar hep Amr bin Hişam'ın Kureyş hakimi olma ihtirasının zararları...

.....

.....

Diğer taraftan Ahnes bin Ebi Şerif, reis vekili olduğu Zühreoğullarını harpten caydırmaya uğraşıyordu:

-Bakın kervan kurtuldu. Reisimiz Nevfel'e de zarar gelmedi. Muhammed'le çarpışmaktan vaz geçin. Çünkü sizin çok yakın bir akrabanız. Biraz sabredin; biraz bekleyin. Bunda ne ziyanınız olur ki? Şayet O, hakikaten bir Peygamber ise bu sizin için de bir yüce şeref olur. Eğer Peygamber olmadığı anlaşılırsa zaten başkaları O'nunla harp ederler. Mutlaka geri dönün. Ebu Cehil'in sözü ile amel edilmez. O kara- kuru, sinir küpü adam, insanın ancak başını derde sokar.

Beni Zühre kabilesinden birisi sordu:

-Peki nasıl bir çare bulalım?

-Şöyle yaparız, dedi, Ahnes. Akşam olunca ben kendimi deveden aşağı atarım. Siz "Ahnes'i yılan soktu" diye feryad eder ve ben olmadan sefere gidemeye-ceğinizi söyler ve geri dönersiniz.

Beni Zühre, Ahnes'in bu zekice buluşu ile bir felaketten kurtuldu.. Bu kabile ile birlikte onların müttefiki Ubeyye ibni Şerik en-Nakıy da geri döndü.

.....

.....

Kureyş'in bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduğunu öğrenen Resulullah efendimiz, Eshab-ı Kirama buyurdular ki:

-Kervanı mı takip edelim? Gelen düşmanı mı karşılayalım? Ey eshabım! Siz ne dersiniz; fikriniz nedir?

Bir kısım arkadaşları, Kureyş kervanının takip edilerek kendilerinin Mekke'de kalan ve düşmanın gasp edip bir türlü vermediği mal ve mülklerine karşılık onların kervanına el konulması taraftarıydı...bazıları da düşmanın sayı ve silah üstünlüğünü dile getirdiler.

Hazreti Ebu Bekr ve Hazreti Ömer efendilerimiz, bu gelenlerin Kureyş'in müslümanlara en fazla düşmanlık besleyenleri olduklarını; mağlup edilmeleri halinde islâmın önünden mühim engellerin kalkacağını bu sebeble cihad etmenin isabetli olacağını beyan ettiler.

Mikdat İbni Esved Hazretleri söz aldı:

-Ya Resulallah! Allahü teâlâ, ne emrediyorsa öyle yapınız. Biz, İsrailoğullarının Peygamberleri Musa aleyhisselama dediği gibi demeyiz. Malümâliniz olduğu üzre onlar, O büyük Peygambere "ya Musa git Rabbinle beraber düşmanla savaş" demişlerdi. Biz ise: ey Allah'ın Resulü emrindeyiz! diyoruz.. Canımızı, malımızı; her şeyimizi Allah ve Resulünün yolunda feda etmeye hazırız. Tâ Habeş diyarına gitsen gideriz. Sana bağlıyız ve kararını bekliyoruz...öl dersen ölürüz. Bu can nedir ki senin için vermeyelim?

Sevgili Peygamberimiz, Mikdat Hazretlerinin gönül ferahlatan bu güzel sözlerine çok memnun oldular ve O'na dua ettiler.

.....

Mekkeli müslümanlar / muhacirler, böyle diyordu.

Ya Medineli müslümanlar / ensar ne diyor?

Ensar, Medine'ye hicret ettiği takdirde Resulullah'ı canla başla koruyacaklarına dair Akabe'de söz vermişlerdi; ama Medine dışı için herhangi bir vaadleri yoktu...

Bu sebeple sual buyurdular:

-Eyyühe'n nâs!/Ey insanlar! Siz ne dersiniz?

Medineli mü'minlerden Sa'd ibni Muaz Hazretleri söz aldı:

-Ya Resulallah! "Ey nas" diyerek bizleri ayrı ayrı saymadığınıza ve burada Ensar çoğunlukta olduğuna göre mubarek sözünüz bize olmalı. İşte bütün Ensar hazır; tahmin ediyorum onlar da benim gibi düşünüyorlar.

Ensar, Sa'd hazretlerini tasdik etti.

-Ya Resulallah biz sana îmân ettik! Nübüvvetini tasdik ettik. Her ne getirdi isen hakdır ve doğrudur. Seninle Akabe'de sözümüz var. Her nerede olursa olsun her ne pahasına olursa olsun; canımızı Allah Resulunün uğruna vermeye hazırız. Emrinizin başımız üstünde yeri vardır. "Bir denizin bir ucundan girip öbür ucundan çıkacağız" desen gözümüzü kırpmadan suya atlarız. Harpte elbette sabredecek ve en şerefli şekilde dövüşeceğiz. Arzumuz Allah'ın Resulünü sevindirmektir. Allahın rahmeti, O'nun Resulünün ve yolunda gidenlerin üzerine olsun!..

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, bu sözlere de çok memnun oldular. Ve Sa'd'e de dua ettiler.

Ve Eshab-ı Kiram'a müjde verdiler:

-Ey eshabım! Size müjdeler olsun ki Hak teâlâ hazretleri, bana düşmanın iki kafilesinden birini ele geçireceğimizi vâdetti. Ya Şam'a giden ticaret kervanı veya Kureyş ordusu malı-mülkü ile müslümanların olacaktır.

-İnşallah ya Rasulallah!

-İnşallah!

-İnşallah.

......

Yola devam ettiler.

Zefiran'ı takiben Esafir Tepesi, Debbe köyü geçilip Hannan Kum Dağı sağda bırakıldıktan sonra Bedr yakınına vardılar.

.....

.....

Bedir, bu isimdeki birinin açtığı bir kuyu adı. Kuyu etrafında zamanla Bedir Köyü kurulmuş. Medine'nin güneybatısında Mekke-Medine-Şam yollarının kesiştiği bir ortak nokta.

Müslümanlar, dağ yollarını takip ederek Bedr Vadisine ulaştılar. Anayollardan gelen münkirler ise kum tepesinin arka-sındaki Yelyel Vadisinin Bedr'e en uzak yerine kondular.

Vadi, ince yumuşak kum içinde; mü'minler, kumlarda bata çıka yürüyebiliyorlar.

Resuller Önderi, muhacirîn ve ensarı dinledikten sonra açıkça bir şey demedilerse de belliki hava savaş kokuyor...

Allâh'ı inkâr ve O'nun hak Peygamberini reddedenler, müslümanları imha niyet ve kasdı ile gelirken; mü'minlerin kervan peşine gitmeleri hem yanlış olur, hem de küffar, bunu "müslümanlar kaçtı" şeklinde yayardı.

Sevgili Peygamberimiz'in Hicret'ten sonra hakkında bilgi edinmek için zaman zaman Bedr'i sormalarındaki sırrı eshab, şimdi şimdi anlıyor.

Resullullah, yanına Katade ibni Numan ve Muaz ibni Cebel'i alarak deve sırtında etrafı dolaştı. Düşman hakkında malumat elde etmek istiyordu...

Süfyan-ı Zamiri isminde yaşlı bir kimseye rastladılar.

Efendimiz, ihtiyara kendilerini tanıtmadan Kureyş Ordusunu sordular. Süfyan, duyduklarına dayanarak ordunun Mekke'den çıktığı günü ve şimdi muhtemelen bulunması gereken yeri bildirdi. Peygamberimiz, dediklerinin isabetini anlamak için Muhammedîler hakkında bildiklerini de sordu. Medine'den ayrıldıkları tarihi ve şu an bulundukları yeri elifi elifine doğru tahmin etti...demekki ihtiyarın Kureyş hakkında dedikleri de doğruydu.

.....

Sevgili Peygamberimiz, Hazreti Ali, Zübeyr bin Avvam ve Sa'd ibni Ebi Vakkas'ın da aralarında olduğu bazı sahabileri çevreyi tarayarak düşmanın yeri hakkında bilgi toplamaları için gönderdi.

Sahabiler, ayrılmadan onlara şunu buyurdular:

-Şu karşı küçük tepenin arka eteğindeki kuyu başından bazı bilgiler toplayacağınızı zannediyorum.

Buraya gelen vazifeli eshab, düşman sakalarını kuyudan su çekerken buldular. Mü'minleri gören sucuların bazıları develeri ile kaçtılarsa da ikisi yakalandı. Haccacoğullarının kölesi Eslem ile Âs bin Saidoğullarının kölesi Ariz Ebu Yesâr da yakalananlar içindeydi. Sahabiler, yakaladıkları sakaları islâm karargâhına doğru getirirken kaçanlar da son sür'at Kureyş çadırlarına doğru deve koşturuyor-du...ilk yetişen Uceyr oldu. Heyecanla bağırıyordu:

-Nihayet müslümanlar sakalarınıza da saldırdı. Bazı arkadaşlarımız ellerine düştü. Beni duydunuz mu ey Kureyş?

Bu sırada Kureyş ordusu kızartılmış deve etleri yemekteydi. Uceyr'i işiten Hâkim bin Hizam yemeği olduğu gibi bırakarak kalktı ve diğer Kureyş büyüklerine gitti.

çııÖÖçşıÜüİşte bütün zamanların en büyük ve en mânâlı savaşı...küfür ve iman orduları, sür'atle birbirinin üstüne yürüyorlar. İman ordusu, üçyüzbeş kişi iken küfür ordusu, bunun üç katından fazla; dokuzyüzelli kişi... küfür ordusu, müslümanların sayı azlığına aldanıyor ve bu aldanışın verdiği emniyetle doludizgin gelmekte...iman ordusu ise yüce Allah'ın kalblerine ilham ettiği muazzam cesaret hissi ile müşrikleri az gördüklerinden onlar da düşmanın üstüne aynı sür'atle yürümekte...sanki iki dağ, yerlerinden kopmuş heybetle yekdiğerinin üstüne yürüyor.

...ama; islâm düşmanları, daha harbin başında zafer sarhoşluğu ve büyük bir dağdağa ile koşarken ilk darbeyi bir mucize ile yediler...onlar, dört koldan oklar atarak islam ordusuna doğru gelirken; bir ânda ortaya çıkan beklenmedik bir kum fırtınası, müşriklerle at ve develerinin ağız, burun ve gözlerine doldu...kum, bakır bir leğene çakıl taşı düşüyormuş gibi ses çıkarıyordu. Küfür cephesi, dehşetli kum fırtınası ile şiddetle sarsıldı. Ne olduğunu; neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek islam ordusuna hücum emrini verirken düşmana yerden aldıkları bir avuç kumu savurmuş ve dua etmişlerdi: "Yüzleri kara olsun! Allahım, kâfirlerin kalplerine korku; dizlerine titreme ver..."

...hepsi hepsi bir avuç bir şeyken şiddetli bir kum dalgası gibi düşmanı sarsan kumlar; daha doğrusu ahir zaman Resulünün mucizesi, düşmanı ta iliklerine kadar ürpertti. Kalplerini ilk "acaba" ve ilk korku hisleri yokladı...dizlerinde bir titreme duydular.

......

...dua desteği ile düşmana fırlatılan bir avuç kumla, umulan bütün fayda elde edilmişti...yalnız o bir avuç kumu çöl fırtınalarına çeviren; bir atan ve attıran vardı... Peygamberimiz, atmış; Allahü teâlâ ise attırmıştı; azı çok yapan; azıcık kumu koca bir ordu ile bineklerinin ağzına burnuna dolduran elbette Allahımızdı. Kur'an-ı Kerim bunu haber veriyor; işte: Sen atmadın; fakat Allah attı.

Mücahidler, düşmana önce ok attılar; sonra taş yağmuruna tuttular...kum fırtınası şaşkınlığını henüz atlatan islâm düşmanları, hemen ardından yeni bir şaşkınlığı yaşadılar; Müslümanlar, onları ta uzaktan taşlarla dövüyorlardı...taşlar, düşman askerleri ile at ve develerinin başına gülle gibi inmekteydi...

...kalkanları ile zor-güç korunarak üzerlerine gelmekte olan peygamber ordusuna mızraklarla hücuma geçtiler. Onların mızraklarla saldırmaları üzerine müminler de mızraklarla savaşa başladı ve bunu amansızca inip kalkan, kılıçlar takip etti... şimdi ok, kılıç, mızrak sesleri birbirine karışıyordu...ama, müslümanlar, sadece sayıda değil binek, ok, mızrak, kılıç ve kalkanda da Mekke ordusundan zayıflar. Hatta zayıf da değil; arada mukayese edilmeyecek kadar fark var...düşman, sayı ve silah üstünlüğüne sahip...mücahidler, bunlarda gayet zayıflar fakat bir şeyde emsalsiz; benzersiz üstünlüğe malikler. Onlar, imanın en yüksek noktasındalar...bir tarafta müslümanlığı daha doğduğu ân boğup yok etmek isteyen bir ordu; bir tarafta Allah askerleri; kahraman mücahidler.

Efendimiz, merkeze ve bütün orduya kumanda ediyorlar...üzerlerindeki zırhla bellerindeki kılıç, Sa'd bin Ubade radıyallahu anh'ın hediyesi. Sağ cenahın/tarafın kumandası Zübeyr bin Avvam, sol cenabın/tarafın kumandası Mikdat bin Esved hazretlerinde... İslâm ordusu, düşman karşısında mübarek bir hilâl güzelliği ile mevzilenmiş... Çarpışma olanca hızıyla devam ediyor... İslâm sancaktarı Mus'ab ibni Umeyr...düşman sancaktarları ise Mus'ab radıyallahü anh'ın kardeşi Zürare ibni Umeyr ile Nadr ibni Haris; Talha ibni Talha...

...iki ordu birbirine girip oklar havada vınlarken ibretli bir şey oldu; Hibbân bin Arika'nın fırlattığı ok, islâm saflarının ta arka taraflarında bulunan; hatta bu esnada su içmekte olan Harise bin Süraka'yı buldu...genç sahabi, düşmanla sıcak temasın ilk şehidi oldu...ancak garip olan, düşman okunun, ön saflardaki sahabileri aşarak Harise radıyallahü anh'ı vurması... demekki ecel gelince insanın safın önünde veya arkasında olması farketmiyordu... gerek bir arkadaşlarını şehid vermeleri ve gerekse şehidin ibretli ölüm şekli mücahidleri, daha da gayrete getirdi... "Allah", "Allah" haykırışları göklere yükseliyor..

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, tesirli bir konuşma ile islâm askerini coşturuyorlar:

- Ey eshabım! Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allah'a yemin ederim ki her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebat eder ve çarpışa çarpışa şehid olursa; Cenab-ı Hak, onu mükâfaat olarak elbette cennetine koyacaktır. Bugün şehid olacakları en yüksek cennet; Cennetül Firdevs, hazır olarak beklemektedir.

Efendimizin bu müjdesini işiten Umeyr bin Humam radıyallahü anh, daha bir aşka geldi:

- Ah ne kadar güzel! Cennetle aramızda bir nefeslik mesafe kalmış...demekki cennete gitmek için bir düşman kılıcı kâfi...

Umeyr, bunları der demez, düşman saflarını yara yara ilerlemeye başladı. Bir taraftan kılıç sallıyor bir taraftan da veciz sözler söylüyordu:

- Allah'a maddi azıklarla değil; ancak razı olacağı işler ve O'nun için cihad ederek gidilir. Allah korkusu, doğruluk ve iyilikten başka her şey tükenmeye mahkumdur.

Mübarek, sanki kanı ve kılıcıyla vasiyetini yazıyordu.

......

Ensar'dan Avf bin Haris radıyallahü anh, Sevgili Peygamberimiz'e koştu:

- Ey Allahın Resulü! Kulun Rabbini hoşnud eden işi nedir?

Efendimiz:

- Bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallamak!

Buyurdular. Bunun üzerine Avf bin Haris, daha çevik hareket edebilmek için zırhını da çıkartarak yalın kılıç düşmanın arasına daldı.

......

......

...diğer tarafta şehidlik özlemi ile kavrulan Umeyr hazretleri, sürekli kılıç darbesi yiyordu...ama kahraman sahabi, aldığı öldürücü yaralara rağmen çarpışıyordu; ve nihayet aldığı son darbe ile çok özlediği şehidliğe kavuştu ve ruhu cennete kanat çırptı...kılıçla şehid olan ilk mücahid Umeyr bin Humam radıyallahü anh'dır.

......

Bütün islâm askeri, bu harbin ne demek olduğunu; ne mânâya geldiğini çok iyi biliyorlardı... Bu sebeple mutlaka kazanmak azmiyle çarpışıyorlardı..ama ne çarpışma; kendinden geçerek; canını hiçe sayarak yapılan bir cihad..

......

......

Ebu Cehil Amr bin Hişam ise hem savaşıyor; hem de kibirlene kibirlene fazlalığı ile övünüyordu:

- Ey müslümanlar! Harplerin bu en dehşetli gününde en yaman develer, en seçme atlar; en keskin kılıçlarla bile benimle başedemezsiniz. İyi bilin ki anam beni bugün için doğurmuş... Bir büyük yangını bugün söndürecek; inanç ve adetlerimize isyan edenleri, bugün feci cezalara çarptıracağım!!!

Zaferin Mekke ordusunda olacağına öyle inanmıştı ki...şimdiden onun hayal ve sarhoşluğu içindeydi. Bu sebeple "anam beni bugün için doğurmuş" diye şiirler söylerken zaten canavarlar gibi saldıran kâfirleri daha da azdırarak müslümanları bir an evvel imha etmek ve çabucak sonuca gitmek istiyordu.

Azgın kâfirlerden Âsım bin Ebi Avf da yırtıcı bir hayvan gibi saldırıyor ve bir taraftan da küffarı teşvik ediyordu:

-Ey Kureyş! Duracak zaman değil! İşte gün bugün! Fırsat bu fırsat! Akrabalık haklarını hiçe sayan ve milletini böleni affetmeyin. O'na bu harpten sağ kurtulmak nasib olursa bana ölüm nasip olsun!.

Bu büyük lafı ederken Ebu Dücane hazretleri ile karşılaştılar. Kılıçlar havada bir iki kere ağız ağıza geldikten sonra mübarek sahabi, ani ve seri bir hamle ile Âsım kâfirini katletti... Zırhını almaya çalışırken Hazreti Ömer, uzaktan seslendi:

- Ya Eba Dücane şimdi sırası mı? Zırhla değil düşmanla uğraşacak zaman. Bırak onu!

Zırhı bırakmıştı ki Mabed bin Vehb'in savurduğu kılıcı yere çökerek zor savuşturdu ve anında karşılık verdi. Bir bir daha derken geri geri giden kâfir, tökezleyerek bir çukura düştü. Rakibinin üzerine atlayan Ebu Dücane radıyallahü anh, kafasını kesmek suretiyle bu islâm düşmanının da canını cehenneme yolladı.

...ancak aynı anda müslümanlar, Sa'd bin Hayseme'yi kaybediyorlardı; bir kum tepesinin üstünde ve yakıcı güneş altında bir müşrikle Sa'd hazretleri nefes nefese vuruşuyorlardı. Müşrik'in kafasında miğferi ve altında cins ve çevik bir atı vardı...Sa'd bin Hayseme ise sadece çıplak bir kılıca malikti. Bu sebeple Sa'd radıyallahü anh, şehadet şerbetini içerek Allah'ın sonsuz rahmetine kavuştu.

......

Bir mü'mini öldürmenin zevkini yaşayan kâfir, atından inerek Hazreti Ali'ye meydan okudu..

- Ali bin Ebi Talib gel! Gel şimdi de seninle hesaplaşalım!

Hazreti Ali, adamı tanımamıştı ama madem ki kaşınıyordu derhal...

-Derhal ey Allah düşmanı; haydi!..

-Bileğine güveniyorsan durma!..

-Ben bileğime değil o bileği yaratana güveniyorum ey kâfir! İşte buradayım..

Müşrik, Hazreti Ali'ye doğru gelirken Ali radıyallahü anh da kendine şöyle sağlamca dövüşebileceği bir zemine bakındı, O'nun böyle çevresine bakındığını, sağa-sola bir kaç adım attığını gören düşman askeri sordu:

-Ne o kaçıyor musun yoksa?

-Biz kaçmak ne demektir bilmeyiz. Hamle et ya kâfir!

-Al öyleyse!

Hazreti Ali, kalkanını siperleyerek sindi. Bir yılan dili kadar keskin kılıç, Ali radıyallahü anh'ın kalkanına çakılıp kaldı.

Şimdi sıra büyük mücahiddeydi. "Ya Allah!" diyerek var gücüyle kılıcını savurdu. Müşrik'in zırhı omuzundan göğsüne doğru bir bez gibi yırtıldı... O demin böbürlenen Allah düşmanı, sapsarı kesilip titredi. Hazreti Ali, kâfiri öldürdüğünü sandığı dakikada baş ucunda şimşek hızıyla savrulan bir kılıcın havayı yırttığını gördü ve aynı ânda "al bu hamle de benden!" Sesini işitti ve sür'atle yere eğildi; çarpıştığı kâfirin kellesi miğferi ile beraber önüne yuvarlanmıştı. Dinsizin murdar cesedini yere seren Hazreti Hamza radıyallahü anhdı.

......

......

Kureyş ordusu bir taraftan müslümanlara hücum ederken bir taraftan da bir endişeyi yaşıyorlardı. Ya eski düşmanları Kinane Kabilesi, arkadan saldırır da Kureyş, iki ateş arasında kalırsa!.. Ancak onlar, bu tasada iken Kinane Kabilesinin, başlarında reisleri Müdliczade Süraka ibni Malik ile kendilerine yardıma geldiklerini sevinçle gördüler. Şimdi cesaret ve kibirleri bir kat daha artmıştı. Hem arkadan vurulma endişeleri bertaraf olmuş; hem de sayıları çoğalmıştı.

Süraka, daha yaklaşırken ilerden lafa başladı:

- Ey Kureyş! Sizin düşmanınız, Kinane'nin de düşmanı. Düşmanımız aynı. Biz, hasım değil dostuz artık. Zaten paylaşamadığımız ne?..

Ebu Cehil, cevap verdi:

- Ben, hep arkandan demişimdir. Süraka akıllı insandır aslında ama, bir kere öfke basmış yüreğini. O'nun için yüz vermez bize. Bugün; şimdi düşmanlıklar bitti. Şimdi Mekke'nin üstüne dostluk güneşi doğuyor. Hele şu yoldan çıkmış ıslah olmazları tepeleyelim yeni günler açılacak önümüzde Süraka...

- Yâ Eba Cehil! Ey zeki ve kurnaz insan! Ey yaşlı fakat dinç çınar! Bir bak şu manzaraya: Nerde şu bir avuç silahsız, teçhizatsız müslümanlar, nerde bizim azametli ordumuz... Coşan sel önünde tutunamayan ağaçlar gibi yıkılacaklar karşımızda, dize gelecekler.

-Ey söz ustası büyük hatip!.. Mekke 'nin soyluları burada bugün. Kinane'nin asilleri de!.. Muhammedilerin sonu geldi...kırılıp gidecekler önümüzde. Gücümüze güç kattınız. Hoş geldiniz aramıza.

......

......

......

Kahraman mü'minlerden her biri, en az üç kişi ile amansız bir mücadele veriyordu.. Silah ve insan sayısındaki büyük fark, bir ara mü'minlere sıkıntı ve tehlikelerle dolu dakikalar yaşattı. Büyük çilelerin varılmaz sabır kahramanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, dostlar dostu aziz arkadaşı Ebu Bekr radıyallahü anh'la birlikte çadıra geçtiler... Efendimiz dua ediyorlar; yalvarıyorlar, yalvarıyorlar, yalvarıyorlar...ya; kolları hafif yukarı ve dirsekler bükülmeden tâ ilerilere doğru uzanarak avuçlar semaya açılıyor; veya o nurlu alın toprağa değiyor... Savaş bütün harareti ile sürerken Hazreti Ali, bir imkânını bularak üç ayrı kere Resulullah'ı yoklamak için çadıra geldi ve her seferinde de O'nu alnı secdede Rabbine yalvarırken buldu...

-Ya hayyü, ya kayyüm!

Süraka ve avanesinin müşriklere yardıma gelmiş olması yetmezmiş gibi Mekke ordusunun müslümanlarla çarpışmakta olduğunu işiten Kürz ibni Cabir de kabilesi ile düşmana yardım hazırlığına başladı. Bu kuvvet de müşrik cephesinde yer alacaktı. Eğer, Kureyş kâfirleri, böyle bir yardım da alırsa müslümanların işi çok zorlaşacaktı.

......

......

Efendimiz, zaman zaman savaş meydanında zaman zaman çadırdalar. İşte şimdi yine meydanda tarihin en üyük dâvâsını; islâm dâvâsını omuzlamış kahramanlar kahramanı arkadaşlarının arasındalar. Varlıkları ve teveccühleri ile onlara kuvvet ve destek oluyorlar.

Dudaklarında hep aynı dua:

- Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helâk olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır.

......

......

......

Hücum eden mücahidlerin Allah Allah sadaları, vurulan veya öldürülen kâfirlerin bağırtıları, isabet alan atların acı acı kişnemeleri, öldürücü bir darbe yiyen mü'minlerin kelimei şahadet getirmesi, vınlayan oklar, çarpışan kılıçlar, kalkana çarpan kılıçların çıkardığı sesler, kırılan kemik sesleri, devrilen at veya develer, bağrışmalar, teke tek çarpışanlar; meydan okuyanlar, atların tepelediği insanlar...bir meydan muharebesi ki kıran kırana.

Hazreti Ali, Hazreti Ömer, Hazreti Hamza, Hazreti Zübeyr bin Avvam, Hazreti Sa'd bin Ebi Vakkas, Hazreti Abdullah bin Cahş, Hazreti Ukaşe bin Muhsin, Hazreti Ammar bin Yasir, Hazreti Ebu Ubeyde bin Cerrah, Hazreti Sa'd bin Muaz ...kısacası bütün muhacirin ve bütün ensar arslanlar gibi dövüşüyorlar...

......

Sevgili Peygamberimiz, yine çadıra; yani karargâh merkezine girdiler. Yanlarında yine aziz ve sadık arkadaşları Ebu Bekr radıyallahü anh. Yine iki rekatlık bir namazdan sonra diz üstüler; yine kolları tâ ilerilere uzanmış, avuçları gökyüzüne bakıyor:

- Ya Rabbi bana vaadettiğin zaferi lutfeyle..

Allahü teâlâ'dan yardım ve zafer istiyorlar...tekrar, tekrar, tekrar yorulmadan istiyorlar...kollarını öylesine öne ve yukarı uzatmışlar ki mübarek koltukları görünüyor ve omuzlarındaki örtü usulca sıyrılarak yere yığılıyor... Hazreti Ebu Bekr, örtüyü Efendimizin omuzlarına koyduktan sonra istirham ediyorlar:

- Ey Allah'ın Resulü! Kendini bu kadar yorup yıpratma. Sana elbette imdadı ilahi gelir.. Lütfen üzülme. Senin üzülmen, hepimizi üzer.

Resulullah, o gün ümmeti için havf/korku makamında; Hazreti Ebu Bekr ise reca/ümid makamında idiler... Efendimizin kendini yoracak kadar duayla meşgul olmasının sebebi eshabı kiramda kalb kuvveti hasıl olması içindi. Zira eshabı kiram, aleyhimürrıdvan, efendilerimiz Resulullahın, indi ilahide duasının red olmayacağına iman ettiklerinden O'nu duada görmeleri ilahi yardımın geleceğine ve zaferin müslümanlarda olacağına dair ümid ve kanaatlerini takviye ediyordu.

Peygamber Efendimiz, Ebu Bekr'in bu talebini duanın kabulüne işaret saydılar ve devam etmediler. Çünkü Hazreti Ebu Bekr radıyallahü anh, sözünü tam bir ihlasla söylemişti. Allah'ın Resulü duanın kabul olduğunu buradan anladılar...kendilerini hafif bir uyku bastırdı...az zaman sonra Sevgili Peygamberimiz; göz nurumuz ve kalb dermanımız; iman teminatımız, sallallahü aleyhi ve sellem, neş'e ve tebessümle gözlerini açtılar ve bir haberi müjdelediler.

-Müjde ya Eba Bekr! Rabbim, meleklerini yardıma gönderdi, haberini verdiler.

......

......

......

Ebu Cehil ve diğer Kureyş reislerinin Süraka ibni Malik ve Kinane Kabilesi zannettikleri İblis ve şeytanlardan başkası değildi...bunlar küfür ordusuna yardıma gelmişlerdi. İblis ve şeytanların yardıma gelmeleri yetmezmiş gibi şimdi Kürz ibni Cabir de bir alay insanla Kureyş'e yardım hazırlığına başlamıştı...bunlar olurken diğer tarafta Habibullah, Hak teâlâ'dan vaad ettiği nusreti ihsan etmesi için yana yakıla yalvarıyor ve "Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helak olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır" diye inliyordu.

Allahü teâlâ'nın, kâinâtı yüzüsuyu hürmetine yarattığı son ve en büyük peygamberin duasını kabul etmemesi mümkün mü? Nitekim yüce Allah, meleklere mü'minlerin yardımına koşmalarını, kendileri ile beraber olduğunu emir buyurdu. Hasımla nasıl savaşılacağını; öldürücü kılıç darbelerinin boyun ve mafsallara vurulacağını da yüce Allah öğretmişti. Zira meleklerin bu konuda tecrübeleri yoktu.

Cebrail, Mikail ve İsrafil aleyhisselamlar, alaca atlara binmiş diğer meleklerle beraber ayrı ayrı ânlarda yeryüzüne süzülmeye başladılar. Her büyük melek ve yanındakiler aniden kopan bir rüzgâr ve görünmez kılıç şakırtıları ile iniyorlardı...

Bu sırada Bedir vadisine bakan bir tepeden savaşı seyreden ve yenilen tarafın mallarından bir şeyler almak için bekleyen Gıfaroğullarından iki amca çocuğu, yanlarından ard arda üç kere şiddetli rüzgarın esmesi ve toz duman arasından sesler, kılıç şakırtıları gelmesi ve ilkinde "ileri ya Hayzum haydi!" Diye bir de haykırış duymaları üzerine birinin korkudan ödü patladı; öbürü feci şekilde korktu.

"Hayzum", Cebrail aleyhisselamın atının ismiydi ve ona komut veren de Cebrail idi...

Gökten yere doğru adeta nurdan bir yol üzerinde meleklerin atları ile akması Hakim bin Hizam'ın gözüne göründü. Görünmesi ile müşrik saflarının arka sıralarında bulunan Hakim'in çarpılmışa dönmesi bir oldu. Aklı Kureyş'le müslümanlar arasında bir çıkmaza girmişti. Çareyi kaçmakta buldu. Gizlene saklana kendini Mekke'ye attı.

Cebrail aleyhisselam mü'min saflarının önünde, İsrafil aleyhisselam ve maiyetindeki melekler, Meymene'de ve Mikail aleyhisselam ve yanındaki melekler de Meysere'de yer aldılar. Melekler, insan şeklindeydi; mü'minlere görünüyorlardı. Bir bölükteki meleklerin başlarında kızıl nur, bir bölükteki meleklerin başında yeşil nur, bir bölükteki meleklerin başında sarı nur vardı... atlarının alınlarına perçem sarkıyordu. Meleklerin bazıları savaşan mücahidlere yardım ediyor; bazıları da orada hazır bulunmaları ile müminlere mânen destek oluyorlardı.

İblis, Haris bin Hişamla el ele tutuşmuş vaziyette müşrik saflarını dolaşarak Kureyş askerlerini müslümanlara karşı galeyana getirirken Cebrail aleyhisselamın geldiğini görür görmez sür'atle Haris'in elini bırakarak şeytanlarla birlikte kaçar adımlarla uzaklaşıp kayboldu. Cebrail aleyhisselama yakalanıp rezil olmaktan korktuğu için sırra kadem basıyordu.

...ama müşrikler, hakikkaten gafil oldukları için köpürdüler:

- Ya Eba Cehil gördün mü Süraka'yı? Nasıl kaçıp gitti. Hiç Süraka bin Malik bize yardım eder mi?

- Sen de ne diller döktün O'na ya Eba Cehil! Bayağı da inanmıştık artık dost olacağına hani..

- Ahmaklık etmeyin! Sürakayı; Kinane Kabilesini yeni mi tanıyorsunuz. Maksadım okşayıcı laflarla oyalayıp meşgul etmekti. Yoksa biz O'nun ne desteğine ne dostluğuna muhtacız. Arkadan kalleşçe saldırmasına mani olmak istemiştim...bunu anlayamadınız mı yoksa?

- Şimdi n'olacak peki?

- Düşmanın müttefiki olduğu anlaşılıyor. Müslümanların işini bitirdikten sonra onları Kudeyd'de yakalarız zannediyorum. O zaman Sürakayı da emrindekileri de elimizden kim kurtaracak bakalım!...

- Belki de Muhammediler kurtarır.

- Hadi hadi, eğlenecek zaman değil. Bir tek müslüman sağ kalmayacak! Hepsini imha edeceğiz ki atalar yolundan çıkmaya bir daha kimse teşebbüs etmesin!... Vurun haydi; saldırın, vurun!!! Merhamet etmeyin vurun!!!

......

......

Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, çadırın dışına çıktılar. Efendimiz, müminlerin de baş ve göğüslerine tuğ ve nişan takmalarını emrettiler. Bunun üzerine Hazreti Hamza göğsüne deve kuşu kanadı, Hazreti Ali, atların alınlarından sarkan perçemlerden bir beyaz tuğ yaptılar... Zübeyr bin Avvam başına sarı, Ebu Dücane kırmızı, Ukbe bin Amr ise yeşil bir bez bağladılar.

Müminler, meleklerin yardıma geldiğini görünce coştular. Üzerlerine gelen düşman selini yarmaya çalışıyorlardı. Melekler "dayanın; korkmayın düşman zayıf; Allah sizinle!" Diye mücahidlerin kalbine kuvvet veriyorlardı. Daha kılıçlarını savururken kâfirleri vurmaya başladılar. Buna mücahidlerin kendileri bile şaşırıyorlardı. Meselâ Ebu Davud Mazini radıyallahü anh, kaçan bir müşrikin peşine düştü ve kâfire doğru yaradana sığınarak müthiş bir kılıç savurdu...kılıcın kâfire ulaşıp ulaşmadığı belli olmadan adamın kellesi uçtu. Mübarek sahabi bir ân için onu bir başkasının öldürdüğünü sanmıştı. Halbuki melekler yardım ediyordu. Sehl bin Huneyf radıyallahü anh, da benzeri bir çok hadisenin şahidi oldu.

Müminler, Peygamber Efendimizin duası, Allahü teâlanın himmeti ve meleklerin desteği ile bir ara müşrikler karşısında içine düştükleri sıkıntılı vaziyeti atlatmayı başardılar...

Artık kâfirler kırıp geçiriliyor, esirler alınıyor, mallara ganimet olarak el konuyordu. Müminlerin bir kısmı savaşıyor, bir kısmı ganimet malları bekliyor, bazıları da Resulullahın çadırı etrafında muhafızlık yapıyordu...

Ve bir mucize daha:

Sevgili Peygamberimiz, henüz iki ordu karşılaşmadan Bedir meydanını gezerken hangi kâfirin nerede vurulup düşeceğini haber vermişse; o bahtsız, gerçekten bir mücahid kılıcı ile Efendimizin elini toprağa koyarak işaret ettikleri yere vurulup yıkılıyordu.

Müminler, ancak iman uğruna katlanılacak büyük fedakârlıklar içindeydiler. Ebu Seleme radıyallahü anh, kendi kabilesi olan mahzum oğullarına karşı; Ebu Huzeyfe radıyallahü anh, babası Utbe ve kardeşi Velid'e karşı savaşıyordu. Ama en ağır fedakârlığı Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahü anh, gösterdi...küfür cephesinde yer alarak müslümanlara karşı vuruşan babası karşısına çıkınca gözünü bile kırpmadan işini bitirdi.

Bazı kahraman müminler de iki ellerinde iki kılıçla dövüşmek gibi görülmemiş ve gayet zor bir işi başarıyorlardı. Meselâ Hazreti Hamza; meselâ Mâbed bin Vehb radıyallahü anhüma. Bazı yiğitler de yaya iken bir atlı kadar canlı, çevik ve ataktı...iki elde kılıç veya bir binekten mahrum olduğu halde binekliymiş gibi çarpışmak şüphesiz ki ancak Bedr kahramanlarına layık bir üstün meziyet. Hem kırılmakla tükenmeyen; azan saldırılar, hem sıcak iklim şartları ve bu şartlarda böyle bir üstün savaş çizgisi...bu imkânsızlık ancak O'nun sallallahü aleyhi ve sellem mucizesi ile izah edilebilir.

...ve bir başka mucize daha; yerden, derinlerden gelen davul sesleri düşmana hücum nevbeti vuruyor ki bu sesler, muharebe boyunca, sonrasında ve yıllarca Bedr'de işitilecektir.

......

Çarpışma ilk başladığı sırada küfür ordusunun şımarıklarından Nevfel bin Huveylid, müşrikleri türlü cerbezeli sözlerle müslümanlar üzerine sevkediyordu. Zalimin bu gaddarlığı Efendimizin ağırına gitti:

- Allahım Nevfel bin Huveylid'i sana havale ediyorum. O'nun layıkını sen ver!..

......

Ve layıkını buldu:

...işte bir mümin; Cebbar bir Sahr, Nevfel bin Huveylid'i esir almış süre süre götürüyor. Hazreti Ali, onları gördü. Aynı ânda da esir, Ali kerremallahü vecheh'i gördü...gördü ve iliklerine kadar titredi. Çünkü bu islâm kahramanının kendilerine doğru gelişi hiç de hoşuna gitmemişti:

- Ya Cebbar kim bu gelen?

- Ali bin Ebi Talib.

- Bu adam, beni öldürmeye geliyor!

Hazreti Ali, yanlarına varır varmaz seri bir hareketle kılıcını savurdu. Nevfel'e hızla inen kılıç, korunması üzerine kalkanına saplandı; yüksek sahabi aynı hızla kılıcı çekti ve Nevfel'in bacaklarına vurdu ve yere yıkılan kâfirin kafasını kopardı...şimdi Allah düşmanı başsız kalan bir horoz gibi debeleniyordu.

Hazreti Ali karargâha; Resul aleyhisselamın yanına geldiğinde iki Cihan Serveri ortaya sordular:

- Nevfel bin Huveylid hakkında malumatı olan var mı?

- O'nun işini hallettik ya Resulallah!

- Allahü ekber! Allahü teâlâ, duamı kabul etti...ancak her kim Abbas, Talib, Akîl, Nevfel'den biri ile karşılaşırsa onu öldürmeyip esir etsin. Çünkü bunlar Bedr'e zorla getirildiler.

- Başüstüne ey Allahın Resulü! Emredersiniz.

......

...yine hızla arkadaşlarının yanına çarpışmak için koşan Peygamber damadı mübarek sahabi, Âs bin Said'i gördü. Aldığı yaraların acısı ve can havliyle uluya uluya toprağı tırnaklıyordu. Ali radıyallahü anh, bir kılıç darbesi ile bu kâfirin de canını layık olduğu yere yolladı.

Öğlene yakın saatlerde çarpışma tam bir ölüm-kalım savaşı halini almıştı. İki taraf da kazanmak için var gücü ile kavga ediyordu...müminler, şehid veriyor; küffar, ebedi felâkete sürükleniyordu...derken Ebül Yeser radıyallahü anh, Kureyş Bayraktarlarından Ebu Aziz bin Umeyr'i esir aldı.

Şimdi Kureyş'in istiklâl timsali bayrak, adi bir bez parçası gibi müslümanların ayakları altında ve bayraktarları da elleri arkasından bağlı olarak esirleriydi. Hadise müşrikleri adeta çarptı. Zaten Mekke reisleri de birer birer katlediliyordu...düşmanın şaşkınlığı giderek artmaktaydı... Nasıl olur; şu bir avuç insan, neredeyse silahsız oldukları halde karşılarında nasıl tutunabilir; nasıl dayanabilir; kendileri ile nasıl dişe diş mücadele Verebilirlerdi? Ne var ki manzara, eşit mücadele şeklini de aşmış; müslümanlar hakimiyeti ellerine almaya başlamışlardı... Bu sebeple bir tedbir olarak o gün liderleri ve başkumandanları olan Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı gizlemeye başladılar; ama aynı zamanda cephelerinde de fire vermeye başladılar: Halid bin Âlem ismindeki kâfir bir yolunu bulup firar etti. O'nu sırasını düşürdükçe başkaları takip etti. Küffar, ard arda esirler veriyor. Adamları ard arda ölüyordu. Düşmanda şaşkınlık son haddindeydi. Mahzumoğulları, aralarından değişik kimseleri Ebu Cehil gibi giydirerek hedef şaşırtmak istediler fakat yine kaybeden kendileri oldu. Hazreti Hamza bunlardan Ebu Kays, Hazreti Ali de Abdullah bin Münzir'i Ebu Cehil'in gözü önünde katlettiler...

Ebu Cehil, homurdanıyordu:

- Aksilik, Süraka ve adamlarının firarı ile başladı. Onların firarı korkakları daha da adileştirdi. Ben bilirim Sürakaya ne yapacağımı! Hele bir Mekkeye döneyim o zaman görecek harpten kaçmak neymiş. O kaçınca bizim ödlekler de bir bir çözüldü..

- Ya Eba Cehil hani Kürz ibni Cabir de gelmedi?

- Gelmez tabii. Kurnaz adam şu vaziyette ölmeye mi gelsin.

Evet; hakimiyetin islâm ordusuna geçtiğini haber alan Kürz, Kureyş'e yardıma gelmekten vazgeçmişti...

......

......

......

Ukbe bin Ebi Muayt, Hicretten evvel Mekke'de Sevgili Peygamberimiz'e işkence yapan en taşkın kâfirlerden biriydi. Hicret üzerine fahri kâinat aleyhine bir manzume yazmıştı.

Hicret edince Mekke'den

Kurtulduğunu sanma!

Ey Kusva'nın suvarisi

Rüzgârdan hızlı atımla

Tez zamanda olacağım karşında

Mızrağıma kanınla su verecek

Kılıcımla vuracağım boynuna...

Efendimiz bu mısraları işitince:

- Allahım Ukbeyi ağzı üzerine yere çal!

Diye dua ettiler..

İşte meydanı boş bulduğunda uluorta atıp tutan bu zalim; Kureyş ordusu Bedir'de gerilemeye başlayınca kaçmaya ilk davrananlardan biri oldu...ama bindiği at, hırçınlaşarak o'nu üstünden attı. Ağzı üzerine yere çakılmıştı. Abdullah bin Seleme, yetişerek esir aldı ve esirlerin toplandığı yere götürerek muhafızlara teslim etti...

Kahramanların en büyüğü aziz mücahidler, muhacir veya ensardan şehid verdikçe yürekleri kor ateşler gibi yanıyor; azimleri artıyor; her kâfirin katlinde şevkleniyorlardı.. Hatta bazan kılıçlar bile o yiğitlere yetmiyordu... Ükkâşe bin Mıhsan, her sahabi gibi döne döne, vura vura, düşmanın üstüne gide gide dövüşüyordu. Ükkâşe hazretleri, bütün hançeresi ile "Allahü Ekber!" diye bir sayha kopararak kılıcını savurdu. Simâk bin Hareşle'nin kellesi havada helezonlar çizerek toza toprağa bulandı ama.. mübarek sahabinin kılıcı da kabzaya yakın yerden "çınn" diye koptu. O heyecanla koşulacak yere koştu:

- Ya Resulallah kılıçsız kaldım!..

...diğer her mücahid gibi yapış yapış terler ve kan içindeydi... bu kanlar ya kendi yaralarından akıyordu; veya bir şehidi alıp arka saflara taşırken bulaşıyordu veya bir islâm düşmanından sıçrıyordu...

Sevgili Peygamberimiz, yerden bir hurma dalı alarak büyük muharibe uzattılar:

- Bununla devam et...

Ükkâşe bin Mıhsan radıyallahü anh, dalı kaptığı gibi cepheye koştu...'bir hurma çubuğu ile zırhlı ve kılıçlı düşmana karşı ne yapabilirim' fikri beyninin en dip hücresinden bile geçmedi.. Karşısına çıkan ilk kâfire tâ ciğerlerinden kopup gelen bir derin ihlasla "Bismillah!" diyerek elindeki hurma dalı ile hamle yaptı... o ân sevgili Peygamberimizin büyük bir mucizesi gerçekleşti. Ükkâşe hazretlerinin düşmana savurduğu hurma dalı, daha havada iken uzun, parlak ve sırtı sağlam keskin bir kılıca dönüştü ve kâfiri cansız yere serdi.. Ükkaşe radıyallahü anh "El'avn" ismini verdiği bu kılıçla bütün gazalara iştirak etti..

Ubeyde bin Said ise gözleri hariç başdan ayağa zırh içinde olduğu halde atının üstünde övünüp duruyordu. Zübeyr bin Avvamla karşılaştı. Büyük mücahid, yaradana sığınıp öyle bir nişan aldı ki mızrağı kâfirin gözüne isabet ettirdi ve O'nu attan bir demir külçesi gibi yere yuvarladı; kâfir ölmüştü. Zübeyr radıyallahü anh, ayağıyla düşmanın kafasına basarak mızrağı ancak çekip çıkarabildi.

Bütün eshab, şu ân aynı ulvi gaye için yaşıyor veya ölüyordu: İlayı kelimetullah...bu sebeple destanların anlatmaya yetmeyeceği bir kahramanlıkla vuruşuyorlardı... Hazreti Ali, Hazreti Hamza, Ebu Dücane, Ammar bin Yasir, Zübeyr bin Avvam, Bilâl-i Habeşî, Abdurrahman bin Avf, Suheyb bin Sinan, Abdullah bin Seleme, Zeyd bin Harise, Numan bin Asr, Ebu Huzeyfe, Ubeyde bin Haris, Sabit bin Ciz, Mücezzer bin Ziyad, Muaz bin Amr, Hazreti Ömer, Yezid bin Abdullah, Harice bin Zeyd, Said bin Rebi, Ma'n bin Adiy, Numan bin Malik, Yezid bin Rukayş, Ebu Bürde bin Niyar, Ebül Yeser, Muaz bin Afra, Muavvez bin Afra, Harice bin Zeyd, Hubeyb bin Yesar, Huseyn bin Haris, Osman bin Mazun, Halid bin Bükeyr, İlyas bin Mükeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, Malik bin Rebia, Abdullah bin Seleme...ve diğerleri karşılarına çıkan kâfirleri cansız yere seriyorlardı.

Mücahidler, kâfirlerden bazısını da canlı olarak yakalayıp esir ediyorlardı. Aslında müşrikler zor ânlarında kılıçtan kurtulup esir olmayı artık cana minnet bilmeye başlamışlardı...ancak müminler, bu adamlardan neler çekmemişlerdi ki! Bu sebeple Resulullah'ın karargâh muhafızlarından Sa'd bin Muaz, bir kâfir esir alınarak müslümanların eline geçtiğinde "ah keşke öldürülseydi" diye içten içe hayıflanıyordu.. Sevgili Peygamberimiz sual buyurdular:

- Ya Sa'd halinde bir hoşnudsuzluk görüyorum.

- Evet ya Resulallah. Keşke elimize düşen her kâfiri katletsek! Esir olmakla canlarını kurtarıyorlar...

...tabii az da olsa müminler de kayıp; daha güzel söyleyişi ile şehid veriyorlardı...mesela düşmana "bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallayan" Avf bin Haris radıyallahü anh Ebu Cehil tarafından şehid edilmişti. Henüz onaltı yaşında olduğu için sefere kabul edilmeyen; bunun üzerine Peygamberimiz'den yalvararak izin alan Umeyr bin Ebi Vakkas da genç bir kartal gibi kanının son damlasına kadar vuruşmuş ve nihayet Amr bin Abdi Ved tarafından şehid edilmişdi, radıyallahü anh.

......

Meşhur Kureyş reislerinden Tuayme, Safvan bin Beyza radıyallahü anh'ı şehid etti; fakat Safvan hazretlerinin kanı yerde kalmadı. Hazreti Hamza radıyallahü anh da mübarek kılıcı ile kâfirin işini bitirdi. Ebu Cehil'in kardeşi Âs bin Hişam'ı ise Hazreti Ömer ile Yezid bin Abdullah hazretleri katlettiler. Kureyşin en mühim reislerinden bir de Ümeyye bin Halef vardı. Hazreti Bilâl'in efendisi yaşlı ve şişman adam. Bilâl radıyallahü anh'ı Allah'a ve Resulüne imandan vazgeçirmek için tandır üzerindeki sac gibi yakıcı kumlar üzerine yatırıp ağır kaya parçalarını göğsüne koyan; ağzında tükrüğün zerresi bile kalmadığı halde bir damla su vermeyen; boynuna ip takıp çocukların eline verdikten sonra Mekke sokaklarında seyirlik bir mahluk olarak gezdiren ve "ehad / Allah bir" dedikçe işkenceyi arttıran taş kalbli zalim... Bu zalim, yaşlılık ve şişmanlığını korkaklığına maske yapmak istemiş ve fakat Ebu Cehil şirretinin ağır tahrikleri yüzünden istemeye istemeye harbe dahil olmuştu... Yüce Allah, O'nu harbe dahil etmişti; çünkü başına gelecekler vardı. Bu adam ve oğlu Ali, harbin sonuna kadar dayandılar...ama ümidleri kalmayınca can tasası ile her ikisi de eskiden dostları olan Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh'a iltica ettiler...

...fakat tam o sırada Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh'ın gözüne çarptılar. Peygamber müezzini o güzel sesi ile bağırdı:

- Ey Allah askerleri! İşte kefere ve fecerenin reisi Ümeyye bin Halef burada! İslâmın şeref ve izzeti için onu öldürünüz!!..

Muaz bin Harisle ensardan bazıları yetişip kılıçları ile bu islâm düşmanını ortadan kaldırdılar. Oğlu Ali'yi ise büyük ve çilekeş mümin Ammar bin Yasir katletti. Ali, o ân kulakları sağır eden korkunç bir çığlık kopardı. Ki işitenler birân dona kaldılar.

Savaş devam ediyor; fakat küfür ordusu ölü ve esir verdikçe yeisten kahroluyordu...

O meydan okuyan; Mekkeli muhacirleri âsi sayan; Medineli ensarı basit çiftçiler diye hor görenler, arkası arkasına anlı-şanlı arkadaşlarını kaybedince kara ruhlarında korku fırtınaları savrulmaya başladı. Bir kaç saat öncesine kadar kendilerinde kıyas kabul etmez üstünlükte görenler, şimdi 'nasıl yapar da ağır bir hezimet'ten kurtuluruz' diye düşünüyorlardı...halbuki şu meydana ne hayaller ve ne şekilde gelmişlerdi? Hesaplarına göre müslümanların önde gelenleri cezalandırılacak; diğerleri de elleri arkalarına bağlanarak süre süre esir pazarına götürülecekti...müşrikler ise hiç kimsenin burnu bile kanamadan geri döneceklerdi... Ebu Cehil, bu kahredici hesaplaşmayla kendi kendisini yiyip bitirirken asıl, müminler, O'nun işini bitirmek için fırsat kolluyorlardı. Bu meydanda her kâfiri devirmek her mümin için dünya durdukça devam edecek bir ulu şerefti ama; şereflerin en büyüğü küfrün lideri Ebu Cehil'i öldürmekti. Fakat bazı ensar O'nu tanımıyordu.

......

Bu sebeple Bedr'e yedi civanını birden gönderen o yiğit ana Afra Hatun'un çocukları Muaz bin Haris'le Muavvez bin Haris bu ölüm kalım anında Abdurrahman bin Avf'a yaklaştılar:

- Amca! Ebu Cehil'i tanıyor musun?

- Niçin sordunuz?

- O'nunla görülecek hesabımız var.

Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh güldü:

- Her müslümanın o'nunla görülecek hesabı var.

- Doğru ama bizim Rabbimize verilmiş sözümüz var. Ya onu katledecek veya bu uğurda öleceğiz.

- Bakın ta şu ileride kalabalığın etrafını çevirdiği at üstündeki yetmişlik kara kuru adam.

İki genç gösterilen hedefe doğru hızla atıldılar... Hazreti Abdurrahman çok duygulandı:

- Allahım henüz hayatlarının baharında olan bu gençleri umduklarına nail eyle.

İki kardeş kalabalığın ortasına daldı. Kılıçlar, inip kalkıyor; çarpışan çeliklerden ürpertici çınlamalar yükseliyor; bunlara insanların "ah vuruldum" feryatları ile at kişnemeleri katılıyordu. Onlar Ebu Cehil'e vurdukça muhafızlar ve Ebu Cehil de genç müminleri öldürmeye çalışıyorlardı. Mel'un kâfire bir iki darbe de Muaz bin Amr indirdi. Zalim, öldürücü yara almıştı. Ancak, Ebu Cehl'in oğlu İkrime Muaz bin Haris'i kolundan ağır şekilde yaraladı. Aynı anda Ebu Cehil de Muavvez'i şehid etti. Muaz hazretleri, kardeşinin şahadetine aldırış etmeden dehşetli mücadelesine devam ediyordu. Ve sonunda etrafındaki koruyuculara rağmen Ebu Cehil'e son darbeyi vurarak çığlıklarla yere yuvarladı...

......

......

...düşman hattı, bütün cephelerde çöktü ve panik ve kargaşa ile ric'at/geri çekilme başladı. İslam saflarının hilâl şeklindeki iki ucu kapanarak düşmanın bir kısmını esir aldılarsa da çoğunluk ne ağırlıkları varsa arkada bırakarak sür'atle Bedr'i terkediyorlardı... Mücahidler, başta Resulullah olmak üzere düşmanı bir müddet takip ettiler. Hatta Sevgili Peygamberimiz, atını Hazreti Ali'ye verdi; büyük kahraman, bozulmuş orduyu bir müfreze ile takip etti ama düşman, düğüne gider gibi geldiği Bedr'i şimdi kahredici bir ruh hali ile kaçarak terkediyordu. Hazreti Ali ve yanındakiler arkalarına bile bakmadan uzaklaşan küfür ordusunu biraz daha takip ettilerse de toz duman içinde Mekke'ye doğru ufukta eriyip kaybolan müşrikleri takipten vazgeçerek geri döndüler...

...kaçan düşmanın harp sahasından tamamen atılması ile nihai zafer kazanılmış ve islâm sancağı, kıyamete kadar bir daha inmemek üzere yükselmişti.

......

......

......

Alabildiğine bir düzlük ve çöl. Uzakta sıra dağlar. Masmavi bir gök; güneş tam tepede. Yerde telef olmuş veya yaralı at ve develer, ve kara suratlı kâfir ölüleri...yalvararak inleyen, hayatlarının bağışlanmasını isteyen, "su, bir damla su" diye sayıklayan kâfir yaralıları ...beride hasretinde olduğu rütbeye kavuşmanın tarifsiz huzurunu yaşayan nur ve gül yüzlü şehidlerimiz. O bilmediğimiz hayatta bilmediğimiz nimetlere kavuşmuş bu mes'ud şehidlerin yüzlerinde derin bahtiyarlık tebessümleri...sarı çöl; kanlar içinde şehid ve ölüler ve kanlarda şavkıyan güneş hüzmeleri. Derinlerde dâvullarla zafer gümbürtüleri. Meleklerin öldürdüğü ölüler boyun ve eklemlerindeki siyahlıklardan hemen tanınıyorlar.
Bilal Baştan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla