Tekil Mesaj gösterimi
Alt 07-07-2011, 23:31   #1
Kullanıcı Adı
alperen
Standart BİTKİ HAYATI
BİTKİ HAYATI

ALPEREN GÜRBÜZER

Tüm canlılarda olduğu gibi bitkilerde 400 bine yakın türleriyle birlikte bir âlem oluşturmakta. Her şeyden öte her tohumun özünde koca bir ağaç, yaprak, envai türden meyve ve her tona sahip renk ve tüm tatların tüm tasarımları kodlanmış durumda. Belli ki bu alem bir misyon üzere yüklenmiş ve hayatsal faaliyetleri ise;
Doğma,
Büyüme (gelişme),
Üreme,
Ölüm üzerine kurulmuştur.
Bitkiler diğer canlılardan farklı olarak besinlerini inorganik maddelerden temin ederler. Şöyle ki bazı bakteriler ölmüş canlı artıklarını parçalaması sonucunda azot asidi, fosfor asidi ve tuz gibi inorganik maddeleri meydana getirirler. Sonuçta ortaya çıkan bu ürün bitkiye gıda olmaktadır. Bu yüzden belki de bakteriler olmasa bitkiler beslenmekten yoksun kalıp gelişemiyeceklerdi. Ayrıca bitkiler hayatları boyunca bakterilerin faaliyetleri sonucunda açığa çıkan inorganik maddeleri almakla kalmayıp onları değişime uğratarak kendi iç bünyesinde var olan yapısal maddelerine benzetirler ki; bu olaya metabolizma denmektedir. İşte söz konusu bitkilerin bu ve buna benzer metabolizmik faaliyetleri sayesinde diğer tüm canlılar da hazırlanan ziyafet sofrasında nasiplenebilmektedirler.
İlk olarak 1665 yılında Robert Hook tarafından şişe mantarından alınan bir kesitten hazırlanan preparatların o günün şartlarında ilkel diyebileceğimiz bir mikroskop altında yapılan incelemeler sonucunda odacık adı verilen hücrelerin (cellula) varlığı keşfedilmiştir. Derken bu keşfin üzerinden çok zaman geçmeden bitkilerde cerayan eden birtakım metabolizmik olayların anabolik veya katabolik nitelikte olduğu anlaşılmıştır. Böylece anabolizmayla madde yapımına yönelik sentez olayların büyük önem arzettiğini, katabolizmayla da birtakım parçalanma ve biyolojik oksidasyon olayların esas teşkil ettiği açıklığa kavuşturulmuştur.
Bitkilerde odunlaşma
Madem iç organlarımızı örten bir derimiz var, o halde bitki hücrelerini kuşatan bir örtü niye olmasın ki. Nitekim bitkilerde hücre zarı, başta dayanıklı bir örtü olan selüloz olmak üzere sırasıyla hemiselüloz, propektin ve kitin gibi maddelerle çevrili olup, hücre çeperleri bir takım kimyasal reaksiyonlarla zaman zaman değişime uğrayabilmektedir. Mesela hücre çeperinin yapısını meydana getiren selüloz miçelleri arasına lignin sızmasıyla odunlaşma bile meydana gelebilmektedir. Hatta bununla da kalmayıp sızma olayına suberin eklendiğinde mantarlaşma, kütin iştirak ettiğinde kutinleşme, mum katıldığında mumlaşma, tanen girdiğinde ise tanenleşme olduğu gözlemlenmiştir. Hakeza hücre çeperinin farklılaşmasıyla birlikte pelte veya zamka dönüşmesi sonucunda zamklaşma, silis veya kalsiyum tuzlarının istila etmesiyle birlikte mineralleşme gerçekleşmektedir. Ayrıca odunlaşma denilen bir hadise var ki; bu olay bitki üzerini örten çeperin esnekliğini azaltıp veya sertleştirmenin yanısıra bitkiye hem direnç kazandırmakta hem de insanoğlunun günlük işlerinde sıkça kullandığı yapı malzemesi görevi yapmaktadır. Odunun kimyasal yapısı tam olarak ortaya konulmamasına rağmen, gelinen nokta itibariyle içerisinde vanilin ve koniferil gibi aromatik maddelerin (hoş kokulu madde) varlığı gayet açık olarak belirlenebilmiştir. Her ne kadar Yunus; “Senin kapında eğri odun yaraşmaz” dese de odun eğri de olsa düz de olsa şimdiye kadar odunun yerini karşılayacak bir madde keşfedilememiştir.
Odunlaşma hadisesinin dışında bir başka özellik ise selülozun sıradan bir örtü olmadığı gerçeğidir. Selüloz olayı ile birlikte çeper üzerinde birtakım geçit işlemlerin gerçekleştirildiği, hatta plazma bağı (plazmodezma) denilen kanalcıklarla bütünlük teşkil eden bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bu arada selüloz çeperlerin mineralleşmesine paralel olarak bitkinin yaşamasını dayanıklı kılan bir yapı ortaya sergilenmektedir. Keza bu yapıya ait hücre çeperinin içerisini protoplazma doldurup, hücre çeperinin geçit kanalları sayesinde bitki içerisinde su ve suda erimiş maddelerin taşınması ya da birtakım metabolizmik faaliyetlere temel konu olan şişme, diffuzyon ve osmoz gibi birtakım fiziksel olaylar gerçekleşebilmektedir.
Selülozdan sonra bitkilerde bir diğer mühim hadise mantarlaşma olayıdır elbet. Bu hadise daha çok selülozun yapısında var olan fellonik asit ve diğer yüksek yağ asitlerin ve gliserinin birleşmesiyle (polimerizasyon) meydana gelen suberin maddesi sayesinde gerçekleşmektedir. Fakat mantarlaşan bitki hücreleri bir noktadan sonra miadının dolmasıyla (ölmesiyle) birlikte başka bir göreve terfi edip koruyuculuk vazifesi üstlenirler.
Şimdiye kadar odunlaşma, selüloz, mantarlaşma dedik. Peki; kütinleşme, zamklaşma ve tanen gibi olaylara ne demeli. Belli ki söz etmediğimiz maddeler de lüzumsuz elemanlar değilmiş, zaten normal bir insanın bunun böyle olabileceği ihtimalini aklının ucundan bile geçireceğini düşünmüyoruz. O halde kütinleşme denen hadisenin bitkinin su kaybına uğramasının önüne geçilmeye yönelik bir faaliyet olduğunu dile getirebiliriz. Hakeza zamklaşma da öyledir. Tanen olayında ise belki de vurgulanması gereken en ilginç ayrıntı tanenin antiseptik özelliğini mikroorganizmalara karşı kullanıp bitkinin çürümesinin önüne geçilme hadisesi olsa gerektir.
Malum olduğu üzere bir çözeltideki su miktarını belirleyen asıl etken kaynak mevcut su potansiyelidir. Yani bir yerde kaynak varsa kaynağı aktaran basınç sistemleri de var demektir. Dolayısıyla osmoz basınç sistemi sayesinde hücre içi veya hücre dışına çıkacak maddelerin denetimini sağlayan canlı zarlar devreye girmektedir. İşte bu yüzden denetleyici canlı zarlara selektif permeabilite denmektedir. Bu tariften hareketle canlıya ait zarların genellikle seçici özellikte ve yarı geçirgen yapıda olduklarını belirtebiliriz. Hatta bu arada su ve suda erimiş maddelerin vakuol denilen boşluklarda (koful) veya vakuolde ki maddelerin dış ortamla osmotik geçişi kontrol eden iki zarın olduğunu fark ediyoruz ki, bu iki zar:
1) Selülozik çeper (Mesela selülozik çeperler suya permeabl olduğu oranda, aynı zamanda suda eriyen maddelere de permeabldirler)
2) Stoplazmik zar” olarak bilinmektedirler.
Stoplazmik zarlar daha çok tonoplast ve ektoplast hücrelerin giriş ve çıkış kapıları olarak dikkat çekmekle beraber suda eriyen maddelerin stoplazmik zardan geçirgenlikleri kompleks yapıda cerayan etmesi pek çok bilim adamının zihninde netlik kazanmayan bir mesele olarak kalmaktadır. Dolayısıyla suda çözülmüş maddelerin transferi ile ilgili birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden çıkan ortak kanaatleri maddeler halinde sıraladığımızda;
Hücreler canlılıklarını kaybederlerse geçirgenlik özelliği kazanırlar.
H2O molekülleri, O, N, CO2 gibi gazlar membrandan kolay geçebilmektedirler.
İyonize olmamış ve suda çözünebilen moleküllerin hücreye giriş hızları, molekül büyüklükleri ile ters orantılıdır.
Hidrofobik maddelerin giriş hızları lipitlerin çözünebirlikleri ile doğru orantılıdır” gibi bilgiler ortaya çıkmaktadır.
Bitkilerde kuruma olayı
Bitkinin kuruma noktasına erişmesini tayin eden ve bitki türü ile toprağa bağlı olan bir faktör var ki buna kuruma katsayısı denir. Hatta bazen rüzgâr bile kuruma faktörü olabilmektedir. Mesela Hindistan sahillerinde esen doğu muson rüzgârların tesiriyle kuruyan ot bile mevcuttur. Bu ot özellikle o yöre halkının yakından tanıdığı mavi renkli savan otun (spinifex squarrosqus)’dan başkası değildir. Aynı zamanda söz konusu kurumuş otun koyun başı büyüklüğünde yuvarlak ve bir tüy kadar narin hafifçe meyvelerinin bulunması onu tanımak açısından ayırt edici bir özellik olmaya yetebilmektedir. İşte ahı gitmiş vahı kalmış kurumuş görünümde meyveler bir kuvvetlice rüzgâr esmeye dursun, derhal fırsat bu fırsat dercesine rüzgârı vasıta kılıp uzak diyarlara taşınabilmekte ve böylece döküldükleri yerlerde hayata yeniden merhaba diyebilmektedirler. Kurumuş kemikleri dirilten Allah, kurumuş meyvelere hayat verecektir elbet, zaten veriyor da. Bunlardan ayrı içi oyulan bir ağacın kurumadığı da bir başka mucize olarak karşımıza çıkmaktadır. Belli ki ağacı çepeçevre kuşatan kabuğun hemen altında dar şeritte toplanmış incecik borular mucizevî kudret sayesinde ağaca uzun süre hayat verebilmektedir.
Bazen bitki âleminde cilvei rabbaniye olsa gerek bolluk içerisinde kıt kanaat yaşama halide görülebilmektedir. Mesela çok yoğun halde bulunan toprak çözeltilerinde glikofit bitkilerin uzun süre yaşayamaları bunun tipik bir örneğini teşkil etmektedir. Bu yüzden toprakta su bulunmasına rağmen bazı bitkilerde dermansızlık diyebileceğimiz kuruma belirtilerinin görülmesi olayına fizyolojik kuraklık denmektedir. Belli ki bu tür toprak çözeltilerinde halefit bitkilerin osmotik basınçları çok daha yüksek kalması adeta fizyolojik kuraklığa davetiye çıkarmaktadır. Hatta bu tip suyla boğulmuş topraklar sadece fizyolojik kuraklığa neden olmayıp aynı zamanda O2/CO2 dengesinin bozulmasına paralel olarak CO2 miktarının artmasına da yol açmaktadırlar.
Bitki kökleri
Yaratılan herşeyde olduğu gibi kökler de hareket kanunlarına tabiidir. İşte bu kanunların gereği olarak kohezyon, yüzey gerilimi, kılcallık ve osmoz gibi birçok fiziki programlar sayesinde son derece mikro düzeyde zarif su damlacıkları, bitki kökleri tarafından büyük bir keyifle alınıp kılcal ipler yoluyla yapraklara kadar gönderilebilmektedir. Şöyle ki; bitki su alabilmek için mutlaka toprağın su tutma kapasitesini yenmek zorundadır, ama nasıl? Bu olay elbette ki kök sayesinde gerçekleşmektedir. Hayvanlar annelerinin sütünü emdikleri gibi köklerde adeta toprağı emmektedirler. Zaten bu yüzden kökler yer çekim doğrultusunda bitkilerin gelişerek toprağa bağlanan organları olarak tarif edilip, genel itibariyle ana kök, yan kök ve ek kök olarak tasnif edilirler. Tariften de anlaşıldığı üzere toprağın bağrında yer alan su ve birtakım mineraller kök fabrikası sayesinde rafinerize (işlenmiş) edilerek fizikte bahsi geçen ve manevi asansör sistemi diyebileceğimiz kılcallık olayı ile bitkinin üst kademelerine yolcu edilirler. Hatta birtakım bitki kökleri besi suyunu iletmekle kalmayıp, besin deposu olarak işlev görmektedirler. Keza bir kısım bitki kökleri ise topraktaki nitrojen iyonlarını organik nitrojene çevirerek gövde veya yaprakların hizmetine sunarlar. Tabii ki bu hizmet sunulurken hiçbir şey gelişi güzel bir şekilde cerayan etmiyor, tam aksine kılcal iletişim belli bir matematiksel indeks çerçevesinde ve belli bir plan dâhilinde gerçekleşmektedir. Nitekim bu indeks; aşağıdaki şu formülle değerini bulmaktadır:

Kök tüy indeksi= Tüyü oluşturan hücre sayısı x 100
Tüm epidermis hücre sayısı
Kökler sadece kara bitkilere ait topraklar içerisinde mi faaliyet gösterirler, asla. Bilakis havada gelişen bitkilerin hava kök donanıma, sudakilerin ise su kök donanımına göre tanzim edildiği artık bir sır değil. Kökler ister karada, ister havada, ister su da görev yapsınlar sonuçta her üçünüde ortak paydada buluşturan emici tüyleri var. Bu arada siz siz olun emici tüylerin öyle narin ve zayıf gibi duruşuna aldanmayın. Çünkü onlar o kadar nazik ve ince yapılı olmalarına rağmen en sert kayaları bile salgıladıkları güçlü asitlerle delip yoluna devam edebilecek büyük bir dirayetle iş başarabilmektedirler. Hatta bununla da kalmayıp toprağın en küçük kanallarına dalıp buralarda su içerisinde erimiş halde bulunan mineralleri alabilecek hünere sahiptirler. Tüm bunlardan öte tüylerin seçici kabiyette ki özellikleri adeta dudak uçurtacak cinsten dillere destan bir durum sergilemektedir. Öyle ki her madde elini kolunu sallayıp bitki içerisine alınmıyorlar, mutlaka kontrole tabii tutulmaktalar. Böylece bu kontrol mekanizması sayesinde bitkiye zarar verecek herhangi bir maddenin geçişine izin verilmemiş olunuyor. O halde emici tüylerin her bir elemanı için “ideal diyetisyen uzman” unvanı kullanırsakyeğdir. Zaten bu benzetmeli tanım meramımızı anlatmaya yetiyor artıyor da.
Şimdi öyle anlıyorum ki bu satırları okurken kontrol turnikelerinden geçebilen maddelerin bundan sonra uğrayacağı istasyonları merak ediyorsunuzdur. En iyisi mi biz sizleri daha fazla meraklandırmadan bundan sonraki aşamanın iletim demetleri aşaması olduğunu şimdiden söyleyebiliriz pekâlâ. Adı üzerinde iletim demeti, yani kontrol mekanizmalarından onay almış ve içerisinde bitki için faydalı olabilecek her türden mineral ihtiva eden besleyici suyun demet demet yatağında aktığı “ikinci kutlu mekân”a verilen addır iletim demetleri. Derken ikinci mekândan ötelere akmaya hazırlanmış bu zengin su potansiyel kaynak, iletim demetlerinin ustaca birtakım osmoz, diffuzyon ve diğer benzer basınç manevraları sayesinde bitkinin gövde, dal ve yapraklarına kadar sıçrayıp yolculuğunu devam ettirebilmektedir. Belli ki bu yolculuk sıradan bir yolculuk değilmiş. Sıradan bir yolculuk olsaydı hakkında bu kadar teoriler ileri sürülür müydü? Nitekim mineral içeren suyun kök emici tüyleri tarafından emildikten sonra bitki içerisine taşınmasında rol oynayan mekanizmalar hakkında ileri sürülen görüşler;
Vital teori,
—Kök basıncı teori,
—Kohezyongerilim teorisi” tarzında dillendirilmiş bile.
Bu teoriler daha çok kökten alınan kesitlerin makroskobik veya mikroskobik incelemeler sonucunda elde edilen bir takım gözlemlere dayanan yorumlara dayanmaktadır. Zira kök yavru hücrenin radikula diye tarif edilen meristem kısmının gelişmesiyle birlikte bitkiye hayat veren en birinci etken kaynağın kök sistemi olduğu sonucuna varılmıştır. Dolayısıyla meristem dokunun ilk geliştiği evreye primer meristem denmektedir. Nasıl ki hücrelerin birleşmesiyle dokular meydana geliyorsa kök sisteminin yapısını oluşturan birbirinden farklı hücrelerin gelişmesiyle de dört bölge teşekkül etmektedir. Bu bölgelerin birincisi kaliptra katmanı olup, bu katman koruyucu külah şeklinde canlı parankima hücrelerinden meydana gelmiştir. Öyle ki bu birinci bölgenin külahımsı yapısı tıpkı roketin semaya yükselişi gibi bitki köklerinin toprağın derinlerine doğru lime lime ilerleyebilmesine yetebilmektedir. Kaliptradan sonra ikinci bölge olarak meristem (bölünür doku) denilen katman yer alıp, bu aşamada kök ana dokularının gelişimi sahnelenmektedir. Meristemin hemen arkasında ise büyüme bölgesi denilen üçüncü katman yer almaktadır. Bu katman büyüme bölgesi olması hasebiyle daha çok uzama bölgesi diye tarif edilir. Zaten tarif gereği kökün boyuna büyümesini sağlayan bir vazife yüklenmesiyle meşhur bir bölge olarak akıllarda kalmaktadır. Son katman ise kök kılları denen emici tüylerin yoğunlaştığı bölge olup, adeta hazine değerinde bir mekân olarak dikkat çekmektedir. O halde içerisinde fevkalade mühim olayların gerçekleştiği bu bölgeye bir kimya fabrikası gözüyle bakabiliriz pekâlâ.
Kök yapısını katman katman ele alarak bu iş burada noktalanmıyor, dahası var. Şöyle ki; kökün içyapısından kesit alındığında koruyucu doku (epiderma veya eksoderma), kabuk (korteks) ve merkezi silindir olmak üzere üç alanın varlığı görülmektedir.
Malum olduğu üzere emici tüyler bu üçü arasından sadece epiderma hücrelerinden filizlenerek çıkmaktadırr. Belli ki boşa çıkmıyorlar, bir misyon yüklenmiş oldukları her hallerinden belli zaten. Yani toprak sertleşmediği müddetçe epiderm hücrelerinden start alan emici tüyler mensup olduğu kök için solunum yapma veya ona nefes aldırmak için dışarı çıkmaktan geri kalmayacaktır elbet. Öyle ki epiderma hücreleri ömrü tamamlandığında bile emaneti emin ellere teslim edercesine yerini eksodermaya bırakmaktalar. Hatta daha gelişmiş ve kalınlığı iri olan bitki köklerinde ise eksoderma yerini periderma dokusuna terk etmektedir. Bu durum tıpkı ordu kademelerinde görev alan askerlerin terfi işlemlerine benzer bir olayın kökün içyapısında da cereyan etmekte olduğunu göstermektedir.
Kökün korteks kısmı bitkinin özelliğine göre ilk kabuk ve ikinci kabuk şeklinde iki farklı yapı sergileyebildiği gibi daha fazla gelişmiş köklerde endoderma ile korteksi parçalayacak düzeye erişebilmektedir. Böylece endodermanın hemen altında perisikl ile peridermanın teşekkülü sağlanmaktadır.
Kökün merkezi silindir bölgesi ise kambiyum faaliyetiyle birlikte bitkinin odunsu dokusunu oluşturmaktadır.
Kök basıncı
Bilindiği üzere turgor basınç ile osmotik basınç arasında ki konsantrasyon farkından dolayı ortaya çıkan kuvvete emme kuvveti denmektedir. Nitekim kökler topraktan suyu almak için uyguladığı emme kuvveti sayesinde mütamadiyen yeryüzünde tonlarca su yukarılara doğru çekilerek ağacın yaprakları ve meyvaları imal edilmektedir. Yani çekilen su odun boruları içerisinde yürüyen su molekülleri üzerinde pozitif bir iyon basıncı uygulayarak suyun yükselmesini sağlanmaktadır. Hatta kök basıncının yüksek seviyelerde seyrettiğinde bazı yapraklarda su damlacıkları meydana gelmesine neden olur ki; bu olaya gutasyon (kusma-damlama) denmektedir. Anlaşılan o ki toprakta var olan su ve suda erimiş mineral maddelerin osmotik bir geçiş vasıtasıyla kök tüylerince emilip özümleme organlarına çıkması kök basıncının aktif şekilde işlemesi sayesinde gerçekleşmektedir. Dahası kök basıncının etkisi ile yukarılara kadar tırmanan besi suyu ve gövde içerisinde imal edilen organik maddelerin diğer organlara taşınması dâhil birçok olaylar üzerinde birinci derecede osmotik (pasif) basıncın büyük rolü olduğu muhakkak. Ayrıca osmotik basınç sayesinde yine suda erimiş maddelerin aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya işleyen mükemmel bir iletim hattı vasıtasıyla köklerin aktif tuz alınımı da gerçekleşmektedir.
Bitki içerisinde nakil hattı tabii ki tek hat üzerinde cerayan etmemekte, bunun ayrıca ikinci hattı da var elbet. Dolayısıyla birinci hatta aşağıdan yukarıya doğru su sirkülâsyon işlemini odun dokusu (ksilem) üstlenmekte olup, ikinci hatta ise yukarıdan aşağıya doğru besi suyu sirkülâsyonunu soymuk dokusu (floem) yürütmektedir. Bu hatların aynı zamanda kendi içerisinde birerli, ikişerli, üçerli vs. diyebileceğimiz ve her biri ayrı vazife üstlenmiş değişik yapıda şeritler söz konusudur. Mesela odun dokusunun yapısını su ileten borular, ksilem lifleri, ksilem parankiması denilen elemanlar donatırken, soymuk dokusunda ise kalburlu borular, arkadaş hücreleri, floem sklerankiması ve floem parankimasından oluşan elemanlar yer almaktadır. Ayrıca odun dokusunun su ileten boruları ölü hücrelerden teşekkül etmiş olup çeperlerinde etrafı bir zarla kaplanmış kenarlı geçitler de mevcuttur. Bu arada sakın ola ki kenarlı geçitte neyin nesi demeyin, çünkü zarla kaplı bu yarı geçirgen zarlar adeta gümrük kapısı rolü bir fonksiyon üslenip sadece geçmesi gereken maddelere geçiş izni vermektedirler.
İletim şebekesi
Meğer bitkilerde seyreden iletim ağını trafik diliyle şerit diye tanımlamamız boşa değilmiş. Çünkü su ileten borular trake ve trakeid olmak üzere iki grup olarak karşımıza çıkmaktalar. Şöyle ki; trakelerin çeperleri daha geniş olup, bu yüzden en iyi sıvı ileten borular unvanını hak etmiş durumdadırlar. Trakeidler trakelere nispeten çeperler üzerindeki delikler biraz daha dar olup, ikinci derecede bir iletim borusu olarak vazife görmektedirler. Soymuk dokusunu oluşturan kalbur borular ise canlı hücrelerden yapılmış olup, daha çok organik madde iletiminde aktif rol oynamaktadırlar. Hatta kalburlu borular bununla da yetinmeyip arkadaş oldukları boru hücreleri arasında ki geçitler sayesinde madde alışverişi gerçekleştirmektedirler. Soymuk dokunun yapısında bulunan floemdeki parankima hücreleri ise besin depolama, kısmen salgı salgılamak ve kısmense iletişim işlemi yürütmektedirler. Tabii tüm bu işlemler yürütülürken ister istemez yapraklar üzerinde gıda maddelerin üretimi hız kazanıp hücrelerin yoğunluğu artmakta, derken buna paralel olarak emme gücü ile su alan hücrelerin o oranda turgor basıncı (şişme) çoğalabilmektedir. Bu yüzden bitkilerde kolloidal yapıların inter miseller aralarına su almaları sonucunda hacim ve ağırlıkça artış göstermesi gibi olaylar şişme (turgor) olarak tarif edilmektedir. Yani bitkisel yapılarda şişmenin diffuzyon ve kapilaritelere girdiği kabul edilmektedir. Mesela vakuolun hipotonik ortamda daha az yoğun bir çözeltiye bırakıldığında su alması sonucunda turgorlu hale geçerek hacmi genişler ki bu olaya deplozmaliz denmektedir. Fakat vakuol hipertonik bir ortama konursa vakuolun suyunda azalma olur ki bu sefer bu olay plazmoliz olarak tarif edilir.
Anlaşılan o ki sevkiyat işlemi bir takım basınç sistemlerinin etkisi altında durmak yok yola devam dercesine aralıksız devam etmekte, hatta sevk edilenlerin yerlerine yenileri devreye girecek şekilde yeni paket mallar servis edilmektedir. Peki, bütün bu koşuşturma için gerekli enerjinin kaynağı nedir derseniz, elbette ki bu kaynak güneşten başkası değildir.
Suyun iletişim boruları içerisinde tırmanışını izah bakımdan ortaya koyan kohezyon (yapıştırıcı denge) teorisi ilk kez İngiliz Botanikçi Dixon tarafından ileri sürülmüştür. Bu teori su moleküllerinin kendi arasında çekim ilgisi nedeniyle bugün için bile suyun bitkilere taşınmasında en çok benimsenen görüş olarak yerini korumaktadır. Nitekim suyun bitkinin en tepe noktasına yükselebilmesi için kohezyon kuvvetinin hem yer çekim kuvvetini hem de iletim borularının çeperlerindeki sürtünme kuvvetini mağlup etmesi gerekir. Bununla ilgili yapılan ölçüm çalışmaları sonucunda kohezyon kuvvetinin 350 atmosfer basınç civarında olduğu gözlemlenmiştir. Zaten ortaya çıkan bu rakam eşik değerin kat be kat üzerinde olması hasebiyle sıkıntıyı gidermeye yetiyor artıyor da.
Genellikle bitkilerce mineral elementlerin yukarı, aşağı, yana ve dışa doğru taşınış şeklinde birçok akışkanlıklar söz konusu olup, mineral maddelerin bitki tarafından alınım mekanizmaları konusunda şu görüşler ileri sürülmüştür:
1-Pasif iyon alınım teorisi.
2-Aktif iyon alınım teorisi:
Özel taşıyıcılar teorisi.
—Stokrom köprü oluşturma teorisi.
Taşıyıcıların fosforilizasyonla çalıştıkları teorisi.
Herhangi bir metabolik enerji harcamadan, diffuzyon ve osmozis gibi fiziksel olayların etkinliği ile yapılan iyon alınmasına pasif iyon alınması denip, bu iyon alınımın da diffuzyon hızı diffuzyon yapan moleküllerin kinetik enerjisine bağlı olarak gerçekleşmektedir.
Demek ki bitki kökleri içerisinde yer alan emici tüyler bitki için iyi bir diyetisyen uzmanlığının yanı sıra kök solunumu gibi mühim bir vazifeyi de icra eden sondaj elemanları olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl ki bir takım canlılar havadan aldıkları oksijen sayesinde yedikleri gıdaları yavaş yanmayla yakıp açığa CO2 çıkarıyorlarsa, emici tüylerde bir başka şekilde oksijen alıp bitki için faydalı olabilecek mineral içerikli yiyecekleri özümleyerek açığa karbondioksit çıkarmaktadırlar. Böylece açığa çıkan CO2 ya gaz tarzında kalır, ya suda çözünmüş, ya da karbonatlarla birleşmiş bikarbonat halinde işlev görürler. Ayrıca kök solunumuyla açığa çıkan CO2 bile israf edilmeden saklı tutulup başka bir alanda kullanılabilir hale getirilebilmektedir. Bu gerçekler ışığında CO2, H2O ve ATP’ye her daim solunumun temel ürünleri gözüyle bakılmaktadır.
Allah-ü Teala suyu yaratmasıyla birlikte canlılara büyük bir ihsanda bulunmuştur. Öyle ki susuz kaldığımızda gerektiğinde bir yudum su için bile elimizde avucumuzda ne var onu vermekten bile çekinmeyiz. Çünkü susuzluk hayatımızın kararıp kuruması demektir. Bu olay bitki içinde geçerli biri kuraldır. Dolayısıyla Bitkinin su dışında kalan bölümüne bitkinin kuru maddesi adı verilip, kuru maddelerin büyük çoğunluğunu organik bileşikler (C, O ve H) oluşturmaktadır. Aslında bu bileşiklere de hayat veren sudur. Yeter ki bitkinin su ile bağlantısı kesilmesin. Zira bitki kendisi için önemli olan bu maddeleri özellikle CO2 ve H2O’dan temin etmektedirler. Yüce Allah; “ Biz o su ile sizin (bir) ağacını (bile) bitiremiyeceğiniz nice güzel bahçelerin nebatını bitirmişizdir. Allah ile beraber bir Tanrı ha? Hayır, onlar sapıklıkla devam eden bir kavimdir. (bir güruhtur)” (Neml, 60) diye beyan buyurmaktadır.
Bitki için bir diğer önemli maddeler ise N, K, Ca, Mg, P, S ve Fe gibi atomlar olsa gerektir. Sonuçta bitki için gerekli her ne varsa kök emici tüyleri bu iş için seferber olup topraktan rahatlıkla alınabilmektedir. Hatta toprakta yer alan besi suyu, kök tüyleri içerisindeki hücre sıvısından daha az yoğun olduğundan bu hücreler tarafından emilmesi kolaylaşıp, emilen bu besi suyu yukarılara kadar bile iletilebilmektedir. Demek ki hücrenin emme kuvveti besi suyunun yoğunluğu, osmotik basınç ve turgor basıncının kuvvetiyle doğru orantılı olarak gerçekleşmekte.
Bu arada değişik basınç sistemleri vasıtasıyla iletilen besi suyu yukarılara doğru iletilmekle kalmayıp aynı zamanda yüksek bitkiler için gerekli duyulan elementlerin ihtiyaç miktarı yönünden makro besin elementler ve mikro besin elementler adı altında fonksiyon bile kazanabilmektedirler. O halde bu elementlerden bazılarının özelliklerini şöyle izah edebiliriz:
Azot (N)’un; en önemli fonksiyonu aminoasit ve proteinlerin yapıtaşlarını oluşturmaktır.
Fosfor (P); bitkilerde nükleik asit ve fosfolipitlerin yanısıra ATP, NAD ve NADP’nin en önemli yapı taşı görevi ifa etmektedir.
Kalsiyum; özellikle hücre membranı ve lipit yapılarının oluşumunda ve mitoz bölünmede rol oynadığı tahmin edilmektedir.
Magnezyum; karbonhidrat metabolizması ve nükleik asit sentezinde rol oynamaktadır.
Potasyum; peptit bağlarının sentezinde aktif rol oynamaktadır.
Elementlerin görevleri:
—Hücre çeperi ve protoplazma üzerinde rol oynarlar.
Hücrenin osmotik basıncı üzerinde rol oynarlar.
Asidik ve tampon çözeltisi olarak rol oynarlar.
—Stoplazmik membranlarda permeabilitiye etkide rol oynarlar.
—Mineral elementlerin toksik etkileri vardır.
—Antogenestis etki.
—Katalitik etki.
Esas elementler (Makro elementler)
Esas elementler K, Ca, Mg, P, S, Fe, N, H ve O olup, muhtemeldir ki jeolojik evrelerin ilk zamanlarında atmosferde serbest halde oksijen yoktu. Belli ki ilk devirlerde oksijenin tümü lüzumu halinde diğer canlı hayatın meydana gelmesinde kullanılmak üzere uzun yıllar yerkabuğunda, suda ve karbondioksit içerisinde muhafaza altına alınmıştır. Gerçektende ne zamanki bitki hayatı devreye girdi işte o zaman oksijen saklı kaldığı yerden çıkıp esas element olarak sahnede yerini alıverdi. Çünkü biz biliyoruz ki yeryüzünde oksijeninin neredeyse tamamını bitkiler üretmektedir. O halde bitkiler yaratılmalı ki oksijen gerçeği ile yüzleşilebilsin. Hakeza bitkilerden sonra hayvanlar da yaratılması gerekir ki oksijenden istifade edilebilsin. Nitekim bitkilerin yeryüzünde görülmesiyle birlikte çok uzun yıllar sonrada hayvan âlemi doğuverdi. İşte bu gerçekler ışığında bitkiler yeryüzünde görülmeye başlamasıyla birlikte o gün bugündür devamlı karbondioksit alıp oksijen bahşetmekteler, hayvanlar da oksijen alıp karbondioksit üretmektedirler. Bu arada yeri gelmişken bir bitkide esas element olma şartlarını şöyle sıralayabiliriz:
Esas element büyüme ve çoğalma için temel olmalı.
Esas element bitkide spesifik olmalı.
Esas element bitkideki tesiri direk olmalı.

 

alperen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder