Tekil Mesaj gösterimi
Alt 03-03-2012, 17:09   #3
Kullanıcı Adı
Terennüm
Standart
SON DEVRE
Bütün facia "Millî Selâmet" devresinden sonra koptu. Bu devre ve bu devrenin içinde elde ettikleri 50 millet temsilciliği ve hükûmet ortaklığı, içyüzlerinin olanca karhalariyle meydana çıkmasına vesile oldu.
Evvelâ "Millî Gazete" isimli bir organ kurdular. Ben henüz ümidimi ve doğrultulmaları ihtimalini yitirmemiş olduğum için, bana hiçbir şey sorulmadan ve tecrübelerimden faydalanmaya yanaşılmadan kurulan bu gazeteye yardım etmekten ve onu içinden ıslah etmeye çalışmaktan geri kalamazdım. Gazetenin başında, Hasan Aksay (benim sonradan yakıştırdığım isimle Hasan Yoksay) isimli, Adalet Partisinden müdevver, her ân gülümsemeli ve cana yakın bakışlı biri vardı. Muhakkak ki, içli bir mü'min olan, fakat işlere hâkimiyet zekâsından tamamiyle mahrum bulunan bu zâtın gazeteden yana anlayışı, bir atın kaç ayaklı olduğunu ve bu ayakların nelere yaradığını bilmeden yarış antrenörlüğüne getirilen bir insandan farksızdı. Oluşunun tek sırrı da, Erbakan'ın mahvet ve benlik mizacına asla çaparız teşkil etmeyen, ona uymaktan başka usul tanımayan, sadece yuğurulduğu parmaklara tâbi balmumu adam örneği olmasından geliyordu.
Bu noktaya dikkat!.. Bu Partinin en büyük felâketi, liderinin, etrafında halkaladığı işte bu balmumu adamlardan gelmektedir. Tavırlarıyla sadece Erbakan'ın mes'uliyetini ifade edici bu adamlar, Partilerinde, nefs muhasebesi, vicdan murâkabesi diye bir hava yaşatmayan tipin despot gururuna piyonluk etmektedir. Millî Selâmet Partisi mebusları arasında kimbilir nasıl bir ıstırapla susan ve bir zamanlar Bakanlık makamında da bulunan birkaç fert müstesna, Necmeddin Erbakan'a yakından (fon) teşkil edici iş ve söz sahipleri hep bu balmumu adam soyundandır. (Lântern majik) dedikleri öyle bir sihirli fener ki, ampulü Erbakan, beyaz perdesi de bunlar...
Evet; Hasan Aksay'ın çekmecelerini taşıracak kadar çizip verdiğim plânlara rağmen gazete, gazete olamadı ve cephemize musallat hazin hamakat ve atâletin neticesi halinde aceze basınımıza bir halka daha eklendi.
Bu gazetede kendilerini tenbih ve tahrik yolunda neler yazmadım, neler; ne çığlıklar koparmadım, ne çığlıklar!.. Hiçbiri sökmedi. Hattâ parti menfaati uğrunda din ve şeriat inceliklerine kıyılmaya kadar gidildi. 1973 seçimleri arefesinde müslümanlık iddiasında bir hizbin tenkidini yapan bir yazımı, Hasan Aksay, şu mûcip sebeple neşrettiremedi:
- Seçimlere gidiyoruz! Hiçbir tarafı darıltmayalım!
Cevap verdim:
- Demek siz, rey devşirmek için, bazı sapıkları darıltmaktansa yolunda gittiğinizi iddia ettiğiniz şeriati darıltmaya razısınız!
Din bağlılıkları da bu seviyede...

HÜKÛMET
1973 seçimlerinde beklenmedik bir netice... Mecliste 50 kişilik bir köprübaşı... Şartlara göre muazzam bir tecelli... İşte Millî Selâmet Partisi'nin artık tam bir oluş safhasına girmesi için Allah'ın meccânen nasip ettiği ve liyakatsiz ayaklar altına çektiği atlama tahtası... Ne ince bir imtihan ve ne mânalı bir ihtar:
- Bundan sonra ya ol, ya öl!.. Olman için hiçbir ehliyet ve gayret sahibi olmadığın halde, Hak, sana, yalanını hazırladığın ebedî doğrunun ilk semeresini bahşediyor. Bakalım, olabilecek, olmanın çilesine ve usûlüne yanaşabilecek misin?"

KOALİSYON
Malûm zikzaklardan sonra Halk Partisiyle yaptıkları koalisyon... Yani Ebû Cehl'in emir ve kumandasında İslâmî bir davranışı mümkün gören küfür çapında bir sakamet... Yalnız "Hep"i gözleyen, bu "Hep" etrafında hiçbir tâvize tahammülü olmayan, kal'ayı içinden fethetmek gibi bir teselliyi de reddeden, asla tevil ve tefsir kabul etmez ve ancak dâvayı harcatmaya,boyun eğdirmeye ve köstekletmeye yarar bir yelteniş...
Böyle bir ortaklığa girilmemesi için elimden geleni yaptım; yüzlerine karşı en acı ikazlarda bulundum, hattâ öz gazetelerinde (koalisyon) niyetlerini suçlayan yazılar yazdım. Ama olanlar oldu; ve biraz sonra "neler yapılmamalıyken yapıldı! ve "neler yapılmalıyken yapılmadı!" bahsinde göreceğiniz gibi, ilk ve en büyük cinâyet irtikâp edildi. Hakk'ın rızası, Ebû Cehl ocağiyle el ele vermenin neticesi olarak daha o günden üzerlerinden alınmıştı; fakat islâmî vecd ve hikmete âşina olmadıkları için aralarında bu inceliği gören ve ona göre ayak direten kimse yoktu.
Böyleyken; Millî Selâmetin daha ilk hareketi ondan sıyrılmamıza ve ulvî gâyenin bu ellerde tecelli edemeyeceği gerçeğini ilân etmemize yeterken bunu yapamadık. Kendisini çocuğumuz bilmekte devam ettik ve geminin güvertesinden suya yuvarlanan bu çocuğu kurtarmak için "emr-i vaki"i kabul ve ondan sonraki hareket hattını tespit etmekten başka çare kalmadığını gördük ve kancalarımızı suya daldırdık boğulmasına mâni olmaya baktık.
Başlangıçta "Millî Nizam"ın ana nizamnamesi kaleme alınırken (espri) kılıklı bir edâ ile:
- Nizamname de ne demek?.. Dilekçemize "İdeolocya Örgüsü"nü iliştirelim, yeter!
Diyecek kadar bağlılık gösteren ve bu sözleri bütün maiyeti karşısında sarfeden Erbakan "Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı" ünvanını kazandıktan sonra antenlerini bütün tenbih ve telkin mevcelerimize karşı söktü, kaldırdı ve artık kendisine yakıştırdığımız (airo dinamik) tipine büründü. (Airo-dinamik), rüzgârı göğüslemeden yaran ve böylece kendisine kolaylıkla yol açan sivri uçlu (uçakların burunu gibi) bir yapı modeline verilen isimdir; ve kendisine edilen bütün hücumları ensesinden geriye atan ve asla göğüslemeyen Erbakan mizacına gayet uygundur.
Ve işte başladı artık, Hocanın "boş ver! İşine bak!" devresi...
"Tuz yüklü merkep göle düşse, göl mü tuz olur, merkep mi pestile döner?" kıyasınca, kendisini C.H.P. bataklığına atan Erbakan, hiç olmazsa ondan sonra araya bazı ayırd edici çizgiler çekeceği yerde, ilk işi, zamları müjdeleyen Ecevit'i müdafaa etmek oldu. TRT'nin kürsüsüne geçti ve Ecevit'in zam furyasını haklı göstermeye çalıştı.
Hayretten donduk; mahkeme kararını zabıt kâtibi sadâkatiyle okuyan ve altına ikinci imzayı atan bu zat, doğrudan doğruya Ecevit'in kanadı altına giriyor ve ona "bu beyanı başka bir temsilcinize veya bir Bakanınıza yaptırın; ben kabinede ayrı bir mâna sahibiyim ve sizin özel kalem müdürünüz değilim; hükûmete girmeyi kabul ettiğime göre zam kararnamesini kerhen imzalamaya mecbur kalmış olsam da onun müdafaasını yapamam!" diyemedi. Bu vaziyet Hoca'nın, sırf "icrâ-yı hükûmet" hırsiyle tâvizde ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor, fakat Partisinden "dur, ne yapıyorsun!" diye bir ses gelmiyordu.
Gaflar seri halinde zincirleme devam etti. Gazetelerini adam etmek için giriştiğim çabalar hep boşa gitti. Bu arada Ankara'daki temaslarımız dâima aynı (airo-dinamik) yapıya çarptı ve bir kurbağa ölüsüne bile kıpırdanış veren elektrik cereyanı, hitap ettiğim cesedin tüyünü dahi oynatamadı.
Kıbrıs meselesi, daha doğrusu seferi... Ecevit'in yerinde bir sırık hamalı bile bulunsa derhal ileri atılmaya, bütün Kıbrıs'ı işgal etmeye karar vereceği muhakkak olan bu mevzûda, bütün incelik, işin bir Halk Partisi marifeti diye gösterilmesine engel olmak ve şımarıklığını yeni bir seçim istemeye kadar götüreceği besbelli bir partiyi hükûmetsiz bırakmaktı. Bunun için, hakûmet sofrasını Ecevit'in devirmesine meydan bırakmadan kendilerinin devirmesi gerekirdi. Söyledik, anlamadılar; ve fatihliği yüzü suyu hürmetine hükûmete devam edeceğini sanan Ecevit'in "MSP'siz hükûmet" oyununa geldiler, sofrayı ona tekmelettiler. Neticede ve hükûmetin düşmesi mevzuunda bir şey değişmedi ama en büyük avantaj kaptırıldı. Ecevit'i sonunda kendi oyununa getiren vaziyet Millî Selâmet Partisi'nin iradesiyle yerine geleceğine kurban gitmesiyle zuhurâ geldi. Erbakan tam çelme atacağı yerde çelmeye geldi ve ondan sonra çelmeyi atan da, İlâhî cilve gereği, ayrıca tökezledi; ama bundan MSP bir pay çıkarmayı bilemedi.
Derin ve ince İslâm stratejisi ne ellerdeydi, yârabbi!..
"Demokratik Parti" nam komik parti, sonraki MSP çapında kadrosiyle sağcı olması gereken cepheyi ufalar ve Cumhurbaşkanlığı seçimini bile çıkmaza sokarken 1973 seçimleri sonunda bu cepheye 50 kişi daha katan MSP, yarı veya çeyrek benzerleriyle bir "müşterek düşman" çizgisine karşı bir saf tertipleyemedi ve bu bahiste tek rolü yalınız bölücülük olan Demokratik Parti kadar bile olamadı. Nâmütenahi ince bir dehaya muhtaç İslâm stratejisinin, generalliği şöyle dursun onbaşılığı nisbetinde bile bir kurmay ehliyeti gösteremedi; üstelik bu halini, dışı sahte bir tevazu galvaniziyle sıvalı, içi şeytanî kibir kütüğü bir harîsin "Millî Görüş" diye yaftaladığı slogan esnaflığına bağladı.

YAPARDI YAPAMAZDI
Haydi, bazı şartlar bakımından büyük ve küllî çıkışlar yapamazdı, diyelim; hükûmeti kaybetme pahasına da olsa müslümanların idam sehpası meşhur 163. maddeye karşı bir çıkış olsun, gösteremez miydi? Koalisyon devrinde, vaktiyle Millî Eğitimin ancak damından, bacalarından sızabilen komünizma bu defa kabul merdivenlerinden tırmanır ve tören salonunda hora teperken "ne oluyoruz, nereye götürülüyoruz?" diye şahlanamaz mıydı? Allah dedikleri için mahkûm edilen 163. madde kurbanlarını gûya faydalandırmak için, allah, vatan, millet, aile ve tarih inkârcılarının affına razı olmak gibi bir zilleti kabullenmek yerine "163. madde hükümlülerini bağışlamaya mecbursunuz; onlar bu vatanın sahici nikâhtan gelme evlâtları ve ruh kökümüzün dâvacılarıdır; komünistleri ise affedemezsiniz; onlar da ***ler ve milletimizin katilleri!" diye gürleyemez miydi?"
Hâsılı, her işe İslâmî siyaset ve dirayet gözlüğünden bakıp, hükûmetteyken dahi en acı muhalefet edâsını takınamaz ve sonunda mutlaka iflâsa mahkûm bir tecrübenin sakatlığını bizzat hailenin ve ateşin içindeyken gösteremez, hükûmete katılışındaki fedakârlığını bu sûretle te'vile kalkışamaz, bir "olamaz"ı bile bile tecrübeye mecbur kaldığını gösteremez miydi?..
Terennüm isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla