![]() |
#1 |
![]() Zahide Hanım melûl melûl Lâleli'deki evine dönüyor.
Kızıyla ağlaşırken, dertleşirken hiç beklenmedik bir anda çalınan kapı... Kapıda, aynı kaşıktan çıkmış un helvaları gibi öbürlerini andıran, sivil kılıklı biri: — Ben Birinci Şubedenim! Hoca Efendi'ye büyük saygı ve sevgim var... Bütün eserlerini okudum ve bazı derslerinde bulundum. Telâş ve ıstırabınızı tahmin ettiğim için sizi teselliye geldim. Hiç merak etmeyiniz! Müdüriyete getirilen evrak ve kitaplar arasında sorumluluğu gerektirir bir şey bulunamadı. Pek yakında serbest bırakılması lâzım... Fakat Hoca, Müdüriyetteki loş hücresinde, yere serilmiş dantelâlı ve işlemeli yatağına oturmuş, doğup battığını göremediği güneşleri sayıklamakta ve günler geçtiği halde bir türlü hesaba çekilmemekte, müdafaasını yapabileceği bir itham ile karşılaşmamakta... Sadece eşkıya elinde bir rehine gibi, bekletilmekte... Günün birinde Zahide Hanım'ın kulaklarına, erimiş kurşun gibi dolan bir haber: — Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlar! Zahide Hanım basma örtüsünü çekip Müdüriyete koşuyor ve Birinci Şube Müdürünün karşısına dikiliyor: — Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlarmış... Öyle mi? Müdür kaşları çatık bağırıyor: — Kimden aldın bu haberi? Hemen söylemezsen evine dönemezsin! Zahide Hanım, daha sert haykırıyor: — Kimden aldımsa aldım! Bana bu haberi filân memur verdi mi diyeyim? Böyle bir şey olmuş olsa bile isim verebilir miyim?.. Hâlbuki yok böyle bir memur! Ben kocam hakkında bilgi istiyorum sizden... Hakkımı istiyorum! Bildirmeye mecbursunuz! Siz müslüman değil misiniz? Nedir, şu Moskof gâvuruna yapılamayacak şeyleri, müslüman bir din adamına reva görmeniz? Kadın öylesine çıkışıyor ve tepiniyor ki, müdür şaşırıyor ve hiçbir mukabelede bulunamıyor, sadece öfkesi başına vuran bu kadını başından savmayı düşünüyor: — Çekil, hanım, karşımdan ve evine git! Neticeyi tevekkülle bekle! Biz de emir kullarından başkası değiliz! Aynı gün Zahide Hanım'ın kapısında, içi tam bir iman ve merhamet ateşiyle kaynayan memur: — Hanım, hemen örtünü giyin ve fırla! Hoca'yı Galata'dan kalkacak olan vapura götürüyorlar... Belki yolda yakalarsın! Deli gibi fırlayan Zahide Hanım, köprü üstünde kocasını yakalıyor. İki polis arasında, ancak katillere mahsus bir emniyet tertibatı içinde Galata rıhtımına doğru götürülmektedir. Zahide Hanım kocasının üzerine atılıyor: — Efendi, efendi! Polisler Zahide Hanım'ı şiddetle iterek kocasıyla konuşmasına engel oluyorlar. Arkadan gelen üçüncü bir memur, kadıncağızı yaka - paça sürüklemeye başlıyor. Kadın, kaplan gibi atılıp kocasına mendil içinde bir şey uzatıyor: — Para! Ve ancak bunu söyleyebiliyor. Kadını, manzaraya dehşetle gözünü diken bir halk yığını içinden sürükleyip uzaklaştırıyorlar. Atıf Hoca'yı, Trabzon yerine Giresun'a götürdüler.Kendisini hesaba çekecek İstiklâl Mahkemesi oradaymış. Bu mahkeme karşısında Atıf Hoca, hilkat eliyle yontulmuş, nuranî bir masumiyet heykeli şeklinde boy gösterdi. Mahkeme, Atıf Hoca'yı suçlandırıcı hiçbir vesika, delil, işaret, hattâ şahadet bulunmadığını tesbit ve Hoca'yı İstanbul'a iade etti. Öyle ki, Mahkeme âzasından biri şu açık beyanda bulunmaktan kendisini alamadı: «— Âlim ve fazıl bir din adamını türlü eziyetlere sokup boş yere buraya kadar göndermişler!.. Ortada itham sebebi olabilecek hiçbir şey yok!..» Atıf Hoca, İstiklâl Mahkemesi heyetiyle aynı vapurda İstanbul'a gönderildi. Fakat evine gönderileceği yerde Polis Müdüriyetine teslim edilmek şartıyle... Atıf Hoca, yine Müdüriyetteki mahut hücresinde... Bu defa, kontrolden geçirilerek, evine bir mektup yazmasını kabul ediyorlar. İşte, kelimesi kelimesine mektup: «Bugün Karadeniz vapuru ile İstanbul'a getirildim. İstiklâl Mahkemesi heyeti de bizimle beraber İstanbul'a geldi. Giresun'da vukua gelen bir hâdisede kitap dolayısıyle beni alâkadar zannettiler. Bilâhare alâkam olmadığı tebeyyün eyledi. Orada olan sû-i zandan halâs oldum. İnşaallah burada halâs olurum da yakında kavuşuruz. Bizim talebeden Hamdi Efendi vasıtasıyle size bir sepet elma gönderdim. Lehülhamd sıhhat ve afiyet yerindedir, inşaallah cümleniz iyisinizdir. Tabiî Polis Müdüriyetine sevk olunduk. Orada yoklarsınız. Kızım Melâhat merak etmesin, mektebe devam ve işine dikkat etsin! Semih oğlan ne yapıyor. Yaramazlık ediyor mu? Mektebine devam etsin, dersini güzel güzel okusun! İnşaallah yakında gelip onu dinleyeceğim. Baki sıhhat ve selâmetinizi temenni eylerim.» Atıf Hoca'nın mektubunda, «Giresun'da vukua gelen bir hâdise» diye işaret ettiği,, suçlandırılmasında esas tutulan bahane şudur: Giresun'da —belki de bir tertip eseri olarak— garip ve muvazenesiz bir adam, sokak ortasında avaz avaz haykırarak şapka giymeyeceğini ilân ediyor. Polisler adamı yakalıyorlar ve suale çekiyorlar: — Niçin giymez misin şapkayı? Adam, herhalde tertip icabı, rolünü şu cevabı vererek oynuyor: — İstanbul'da yüksek din âlimlerinden Atıf Hocayla mektuplaştım. Kendisi, bana cevap olarak şeriatın şapka giyilmesine müsaade etmediğini ve bu fiilin din gözüyle küfür olduğu cevabını verdi. Ben de bunun üzerine şapka giymemeye karar verdim! Hâdisenin bir tertip eseri olduğu şuradan belli ki, kimse bu garip ve muvazenesiz adama: — Şapka giymemeye karar verdinse bu kararını sokaklarda ve halk arasında bağırmak lüzumunu neden duydun ve nereden aldın? Bunu da sana Atıf Hoca mı telkin etti? Diye sormuyor? İstiklâl Mahkemesinin bilgisi dışında politikanın tertibi olan bu iş, İstanbul'dan başlatılıp İstanbul'a intikâl ettiriliyor ve işte din vecdi içinde, hain ve hasis dalavereleri görmesine imkân olmayan masum Hoca, sırf FRENK MUKALLİTLİĞİ eserinin sahibi olduğu için, en âdi bir tertiple, vak'a mahalli Giresun'da İstiklâl Mahkemesi karşısına çıkarılıyor. Fakat oradaki Mahkeme, tertiplerin bu kadar âdisine kıymet vermiyor, mahut garip ve muvazenesiz insan, Atıf Hoca'nın kendisine yazdığını iddia ettiği mektubu çıkarıp gösteremiyor, mektubu kaybettiğini söylüyor, Atıf Hoca da hâkimlere: — Ben bu adamın yüzünü rüyamda bile görmedim ve kimseden ne böyle bir mektup aldım, ne de kimseye böyle bir mektup yazdım. Deyince, hakikat, anadan doğma bir çıplaklıkla meydana çıkıyor. Ortada, kala kala «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli kitap kalıyor ki, bu mücerret ilmî eser de, şapka kanunundan çok önce neşredildiği ve hiç de böyle bir teşebbüsü tahmin yoliyle kaleme alınmadığı için herhangi bir suç teşkil etmekten uzak bulunuyor. Öyleyse, İstiklâl Mahkemesinin kendisini takip dışı bırakmasına rağmen nedir Atıf Hoca'nın üzerinde hiç gevşemeyen siyasi baskı?.. Şudur ki, Atıf Hoca, herhangi bir fiil bahane edilerek ortadan kaldırılmalıdır. Bu işi de, ilk verildiği Mahkeme yerine getiremediği, o derecede kara bir vicdan taşımadığı için, şimdi bir başkasına, birincinin yapamadığını yerine getirebilecek ikinci bir organa başvurmak gerekiyor. Öyle oldu, Atıf Hoca, Ankara'da adalet tevziiyle meşgul olan en korkunç İstiklâl Mahkemesine, « Kel Ali» namiyle maruf Ali Çetinkaya'nın başkanlık ettiği Mahkemeye sevkedildi. Kocasından aldığı mektup üzerine doğru Müdüriyete koşan Zahide Hanıma verilen cevap: — Hoca, bir saat kadar evvel Müdüriyetten çıkarılarak, Ankara'ya gönderilmiştir. Kadıncağız derhal Haydarpaşa'ya koşuyor, orada kocasını buluyor ve memurların merhametinden faydalanarak, tevkifinden beri ilk defa Atıf Hoca ile doya doya konuşuyor ve işte Giresun Mahkemesine ait bütün tafsilâtı kocasından orada alıyor. Derken düdük sesleri ve dönen tekerlekler... Atıf Hoca, üçüncü mevki bir kompartımanın penceresinde, hüngür hüngür ağlayan eşine diktiği gözleri yaşlı, küçüle küçüle kaybolmaktadır. Ankara onun için, üç ayaklı sehpanın arsasından başka bir yer değil... Ankara İstiklâl Mahkemesi Atıf Hoca'yla birlikte birçok hocanın muhakemesine hazırlanmaktadır. Bunlar arasında Uşaklı Hoca Süleyman, Uşak İmam-Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Efendi, Bozrıklı Ahmed ve Sultaniydi Durmuş Hocalarla, Dağıstanlı Şeyh Şerefüddin ve arkadaşları vardır. Bunların hepsi şapka dâvasına muhalefetten ve Rize, Erzurum, Giresun, Sivas ve sair yerlerdeki taşkınlıkları körüklemekten sanık... Bilhassa Uşak İmam-Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Hoca, en fazla sıkıştırılanlardan... Aralarında şapka hadiseleriyle hiçbir alâkası olmadığı halde ithamın merkezi yerinde tek şahsiyet yine Atıf Hoca... Mahkeme Reisi Antepli Salih Hoca'ya soruyor: — İskipli Atıf Hoca'yı tanıyor musunuz? Kendisiyle herhangi bir münasebetiniz oldu mu? Salih Hoca cevap veriyor: — İskipli Atıf Hoca'yı öteden beri tanırım. Kendisine bâzı ticarî eşya da göndermiştim. İstanbul'a her gidişimde kendisini ziyaret etmek mutadımdı. Mahkeme Reisi, şu gayet manalı nokta üzerinde duruyor: — Eserlerini okudunuz ve yayılmalarına çalıştınız mı? Salih Hoca, gayet safdil ve samimî, mukabele ediyor: — Evet, geçen yılın Şubat ayında, bana, «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinden 60 nüsha göndermişti. Bunları satamadım. Ramazanda İstanbul'a geldiğim zaman da, kendisini Hakkâklerdeki kitapçı dükkânında gördüm. Başkan, bu ifade karşısında her suçu «FRENK MUKALLİTLİĞİ» eserinde görürcesine Salih Hoca'yı sıkıştırıyor ve bu kitaptan kendisine hangi tarihte gönderilmiş olduğunu soruyor. Salih Hoca, günü gününe hatırlayamayacağı cevabını verince de dayatıyor: — Ayını olsun, hatırlayınız! Kitabın gönderildiği yıl ve ay malûm olunca, Başkan iç niyetini ağzından kaçıyor: — Tamam! İşte o sırada bahriyelilerin serpuşlarında, şapkaya doğru bir hareket olarak küçük bir «siper-i şems» (Güneş siperi) kabul edilmişti. İyi ama, şapka kanununa arada bir hayli zaman mesafesi olduğu düşünülmüyor; böylece, şapka aleyhindeki bir fikrin kanundan önceki intişarı bile suç sayılmış oluyor. Hukukî vaziyet ve netice: Atıf Hoca, kanundan sonra şapka aleyhinde hiçbir tavır almamış ve bu işe karışan fertlerin hiçbiri üzerinde telkinde bulunmamıştır. Kanaatini yalnız vicdanında saklamış ve bu kanaatin, şapka kanunundan çok önce eserini yazmış olmasına rağmen sahibi olduğu için idam edilmesi gerekmiştir. Bu sebepledir ki, şapka hâdiselerine katılanlara, kendi öz fiillerinden evvel, Atıf Hoca'nın eserini okumuş olup olmadıkları sorulmaktadır. Sanki hâdiseyi topyekün körükleyen yalınız bu eserdir ve o yazılmış olmasaydı hiçbir hâdise çıkmayacak olduğunda şüphe yoktur. Aynı tarihte, İstanbul'da Beşinci Asliye Ceza Mahkemesinde bir duruşma cereyan ediyordu: İstanbul'da Evkaf Umum Müdürlüğü «Kuyud-u Vakfiye» Müdürü İzzeddin Bey isimli biri, şapkaya sövüp saydığı için savcılıkça hâkim huzuruna çıkarılmış ve kendisine bu şapka nefretini kimden aldığı sorulmamıştı. Halbuki İstiklâl Mahkemesi için böyle değildi: Onca, şapka aleyhtarı hareket, din duygusundan değil Atıf Hoca'nın eserinden geliyordu. İşte yalnız bu maksatladır ki, İstiklâl Mahkemesi, şapka isyanına karışanları Atıf Hoca etrafında halkalamak istedi ve aynen şu kararı verdi ve isyancılara şöyle hitap etti: «— Harekâtınızın, Erzurum, Giresun, Rize, Sivas isyanlarında âmil olan İstanbul'daki Atıf Hoca ve hempalarının meselesiyle alâkadarlığına vâkıf olan heyet, dâvanızın onlarla birlikte bir kül olarak rûyetine karar verdi.» Atıf Hoca'nın «hempaları» dedikleri şahıslar arasında sırf, dinî hüviyetlerinden sanık olarak meşhur ilim adamı «Tahir-ül-Mevlevî» ve daha birkaç kişi bulunuyordu. SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI//NECİP FAZIL KISAKÜREK
![]() Konu depare tarafından (04-07-2009 Saat 03:22 ) değiştirilmiştir.. |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|