|
![]() |
#1 |
![]() Barış için ille de acı çekmek gerekmiyor! (1)
Hiç unutmayın, barış ve demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer! DİYARBAKIR Hiç aklınızdan çıkarmayın, bu ülkede barış ve demokrasinin yolu Diyarbakır’dan, kaç zamanın acılarıyla yoğrulmuş bu şehirden geçer. Öteden beri, ta içimden inanırım buna. Barış ve demokrasi Diyarbakır’a gelmedikçe, Türkiye’de de barış ve demokrasinin kolu kanadı kırık kalır. Eğer bu ülkede barış ve huzurun taşları yerli yerine oturacaksa, eğer bu ülkede demokrasi ve hukukun ilkeleri yolumuzu aydınlatacaksa, eğer bu ülkede insan hakları ve özgürlükler hükümran olacaksa, o zaman hiç kuşkunuz olmasın, bütün bunların yolu Diyarbakır’dan geçer. Çok acı çekti bu şehir. Çok gözyaşı akıttı. Ama yalnız Diyarbakır değil, onunla birlikte bütün Türkiye acı çekti, gözyaşı akıttı. Yazın bir kenara: Geçmişin acılarıyla bu denli yoğrulmuş insanlar gelecekten korkmaz. Ve geçmişin tutsağı olmadan, bu topraklarda güzel bir geleceğin temellerini hep birlikte, elbirliğiyle atarlar. Umut etmeden yaşanmaz. Bugün barış umudu doğmuş durumda. Diyarbakır ve Türkiye’de bunun heyecanı ilk kez böylesine yaşanıyor. Anaların artık gözyaşı dökmeyecekleri tarihi bir dönemin eşiğinde sayılırız. Diyarbakır’da ve bütün Türkiye’de insan onuruna yakışan gerçek bir barış yapılabilir. Klasik deyiştir: Barış yapmak, savaş yapmaktan zordur! Öyledir ama artık yeterince acı çekildi. Tüm tarafların bunca yıllık meşru acıları barışın kapısını araladı diye düşünüyorum. Diyarbakır’da da hissettim. Bugüne kadar yaşanan acılar artık bu ülkede silahla, şiddetle, zorla bir yere varılamayacağını tüm taraflara göstermiş durumda... Yaşamak için ille de acı çekmek gerekmiyor. Anaların ağlamadığı, şehit cenazelerinin gelmediği, taziye çadırlarının kurulmadığı bir Türkiye bugün artık hayal değildir. Hep birlikte ama hep birlikte ellerimizi kararlılıkla uzatırsak, hiç kuşkunuz olmasın, barışı yakalarız. Tekrarlamakta yarar var. Barış bugün hayal değil. Yeterince olgunlaştık çünkü... Unutmayın, acılar olgunlaştırır! Olgun insanlar, kadınıyla erkeğiyle, dağdakiyle ovadakiyle, siviliyle askeriyle geçmişin, acıların tutsağı olmazlar. Ben buna inanıyorum. Ve ancak geçmişin esiri olmayan insanlardır, bu topraklarda bebeklerin mutlu bir dünyaya doğacakları güzel bir geleceği, yani gerçek barışı el birliğiyle kuracak olanlar... Barış uzak değil, yakın. Daha da yakınlaştırmak elimizde. Soruyorlar, kan ve gözyaşını durdurmak ama nasıl diye... Bu soruyu bu ülkede kötü niyetle soran barış düşmanları da var. Barışı sabote etmeye odaklanmış olanların oyununa gelmekten özenle kaçınmak lazım. Eğer biz barışa açılan yolun inişli çıkışlı bir süreç olduğunu görebilirsek... Acele işe şeytan karışır özdeyişini unutmaksızın, zamanı ille de torbaya sokmak için uğraşmazsak... Korkularımızın, evhamlarımızın, önyargılarımızın esiri olmaktan kaçınırsak... Tepkilerimizi dünyanın sonuymuş gibi vermekten sakınırsak... Ve her şeyi serbestçe konuşur, tartışırsak... Bütün bunları yapabilirsek, işte o zaman barış daha yakınlaşır. Önce oturup tartışalım. Konuşmaktan korkmayalım. Bu süreç başladı. Üstelik ilk kez oluyor. Bırakın, ağzı olan konuşsun! Korkularımızdan, evhamlarımızdan, önyargılarımızdan ancak böyle böyle kurtulmaya başlarız. Ancak bu yolla, Kürtler Türklere, Türkler Kürtlere kulak vermeye başlar. Ve Türkler meseleyi öğrenmeye, kendini Kürtlerin yerine koymaya başlar. Ama bir koşul daha var: Dağda silahların susması! Parmaklar tetikten çekilecek, operasyonlar duracak, mayın döşenmeyecek... Ve böyle bir süreci sabote edebilecek her türlü provokasyona karşı uyanık davranılacak... Süreci silahtan ve şiddetten arındırmak zorundayız. Silahların sustuğu bir ortamda önce konuşacağız, tartışacağız. Hem kapalı kapıların arkasında, hem de önünde... Sözcükler özgürce uçuşacak! Bir başka deyişle: Bugüne kadar olmayanı yaşamaya başlayacağız. Konuşa konuşa anlaşabileceğimiz yollarda barışa doğru yürüyeceğiz. Elbette, zor olanı kolay olandan ayıracağız bu süreçte. Elbette, önceliklerle sonralıkları karıştırmayacağız. Elbette, arabayı atın önüne koymayacağız. Bu bakımdan tüm taraflara, özellikle Erdoğan hükümetiyle DTP’ye büyük görev ve sorumluluk düşüyor. Tocqueville‘in bir sözü vardır: “Geçmiş geleceğe ışık tutmuyorsa, akıl karanlıklar içinde yürümeye başlamış demektir.” Evet, geçmişi unutmayalım ama acıların da esiri olmayalım. Barış ve demokrasi ancak bu sayede Diyarbakır’la birlikte bütün Türkiye’nin kapısını çalar. Son söz: Bugün artık barış için ille de acı çekmek gerekmiyor. Diyarbakır’da o cezaevinin önünde bir hatıra fotoğrafı... Türkiye’de, özellikle Güneydoğu’da 1980’lerden itibaren oluk oluk akan kan ve gözyaşının tarihi yazıldığında, 12 Eylül’ün Diyarbakır Askeri Cezaevi, insan hakları açısından kepaze bir sayfa olarak geçecektir. Kürtlerin belleğine korkunç acılarla kazılan bu hapishanenin kapatılarak bir ‘insan hakları müzesi’ne dönüştürülmesi gerekir. Yolu 1990’larda bir ara bu hapishaneye düşen DTP İl Başkanı Fırat Anlı ve yıllarını buraya girip çıkanlar için adalet kavgası vererek geçiren eski Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu’yla dün öğle vakti bu cezaevinin önünde bir hatıra fotoğrafı çektirirken ‘Kürt açılımı’nı da konuştuk, CNN Türk’te dün akşam Cengiz Çandar’la başlattığımız ‘Tecrübe Konuşuyor’ programı için... Fotoğraf: MUHARREM KONTAZ 8 Eylül Salı 2009 - Milliyet - Hasan CEMAL
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Barış için ille de acı çekmek gerekmiyor (2)
Hayriye Ana’nın sesi o, barışa emanet olun! DİYARBAKIR Kervansaray Oteli’nin avlusu, pazartesi akşamı. Cengiz Çandar’la birlikte CNN Türk’te başladığımız Tecrübe Konuşuyor isimli programın ilki daha yeni bitmiş. Başında bembeyaz yemenisi, bembeyaz entarisiyle yaşlı bir kadın yanıma gelip bana sarılırken Kürtçe bir şeyler söylüyor. Sadece barış sözcüğünü çıkarabiliyorum. “Hayriye Ana” diyorlar, “Dört oğlunu dağda kaybetmiş bir ana o...” Kürtçe demiş ki: “Barışa emanet olun!” Acıların dili belki de... Program boyunca Diyarbakır semalarında gürültüyle uçan F-16 uçakları bu topraklarda barışa olan özlemi daha da belirgin kılıyor. Savaş uçakları, gece vakti... Onların tepemizde çıkardığı homurtular yüzünden programda bir ara birbirimizi doğru dürüst duyamayınca, “Savaş uçaklarının sesi ne zaman kesilir, barış o zaman gelir bu topraklara” diyorum. Hasan Paşa Hanı... Bir başka asrın hikayesini anlatan tarihi bir dekor içinde, sabahın serinliğinde kahvaltımızı ediyoruz. Biri yanımızda bitiyor: “İyi bir finale geliyoruz!” “Nasıl yani?” Yüzü gülüyor: “İyi bir finale, barışa...” İster Kürt açılımı, ister demokratik açılım deyin, Diyarbakır’da halkın ağzında barış açılımı olmuş bu süreç. Bir umut yaratılmış... Gazi Caddesi’nde şöyle kısa bir tur bile, barış umudunun Kürtleri nasıl heyecanlandırdığını göstermeye yetiyor. Bir umut dalgasının gitgide kabardığı kendini hemen belli ediyor. Güvensizlik yok mu? Kuşku yok mu? Tedirginlik yok mu? Hepsi var. Çünkü bu topraklarda tecrübenin, yaşanmışlığın dili Kürtlerin devlete, Ankara’da olan bitene şüpheyle bakmalarını meşru kılıyor. Devlete yabancılaştıkları ve Ankara siyasetine soğudukları için de dağ yine fare doğurabilir düşüncesinden kendilerini kurtaramıyorlar. Bu yüzden bir beklentileri var: Erdoğan hükümetinin daha yürekli davranması ve daha çok güven telkin etmesi... Hükümetin başlatmış olduğu açılımın arkasındaki iyi niyet görülüyor ve takdir ediliyor. Diyarbakır kulisinde özellikle Başbakan Erdoğan’ın 11 Ağustos konuşmasının yarattığı yankılar hâlâ devam ediyor. Bir başka deyişle: Tayyip Erdoğan’ın Kürt meselesini yüreğinde hissettiği, bu konuda siyasal kararlılık içinde olduğu ve geri dönüşü olmayan bir yola girdiği birçok çevrede belirtiliyor. Kuşkular elbette olacak. Erdoğan nereye kadar gidebilir?.. Asker ne yapar?.. Devletin tepesinde şimdilik olduğu belirtilen ‘uyum’, iş bazı somut adım ya da ayrıntılara geldiğinde asker tarafından bozulur mu?.. Sorular çoğaltılabilir. Hasan Paşa Hanı’nda, Mustafa’nın Kahvaltı Dünyası’nda kahvelerimizi içerken, ‘Demokratik Açılım’ gazetesini satan çocuk yanımızdan geçiyor. Bir başkasının koltuğunun altında Kürtçe çıkan ‘Azadiya Welat’(Özgür Vatan) gazetesi var. Bu iki gazeteyi okuyup Roj TV‘yi seyredenlerin Diyarbakır’da siyasete damga vurdukları söylenebilir. Demokratik Açılım, Azadiya Welat ve Roj TV üçlüsünün bu dünyasını tam kavramadan bugün ‘Kürt siyaseti‘ni anlamak kolay değildir. Çünkü bu dünyanın çerçevesini öncelikle Kandil, yani PKK ile İmralı, yani Öcalan çiziyor. Asıl güç burada. ‘Silah’ orada çünkü... Bir de DTP var, siyaset meydanında gözüken de o. Eğer Kürt açılımı ya da demokratik açılımda bir yerlere doğru yol almak isteniyorsa, ‘İmralı-Kandil-DTP üçgeni‘nin bir bütün olarak göz önünde tutulması bir yerde kaçınılmaz. Bu üçgen siyasal bir olgu. Eski deyişle vakıa. Gözardı edilemez. Ama bunu söylemek, bu olguyu tanımak, ille de Öcalan’ı açıktan muhatap almak veya PKK’yı meşrulaştırmak anlamını da taşımıyor Böyle bir çaba DTP çevrelerinde var. DTP’nin kendi kendini siyaset sahnesinde etkisizleştirmeye çalışması hatalı bir tercihtir. Arabayı atın önüne koymaktır. Hükümetin İmralı’yla Kandil olgusuna gözlerini kapatması ne kadar gerçekçi değilse, DTP’nin de önceliği Öcalan’la PKK’nın meşrulaştırmaya vermesi o kadar yanlıştır. Siyasette bazı şeyler ille de sahnede, daha doğru deyişle sahnenin önünde yapılmaz. Bir de perde arkası vardır, siyasetin son derece kritik hâl aldığı dönemlerde... İki taraf da bunu unutmamalı. Hükümetin unuttuğunu sanmıyorum. Bazen uygun dili yakalamakta zorlansa da, neyin ne olduğu, ne olması gerektiği iktidar odaklarında farkedilmiş durumda. Buna karşılık, DTP de sahnede siyasetin dizginlerini ele alabilecek iradeyi göstermelidir. Arabayı atın önüne koyacak yönelişlerden sakınmalıdır. Kökleri Cumhuriyet devletinin kuruluşuna giden, son çeyrek yüzyıldır Türkiye’yi kanatan bir sorun, Kürt sorunu bugünden yarına açılacak bir kaç paketle çözülecek değildir. Kimse zamanı torbaya sokmaya çalışmasın. Böyle bir çaba, barış sürecini sabote etmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürer. Sabırla ama siyasal kararlılıkla, olabileceklerden olması gerekenlere doğru bir barış yolculuğuna çıkıyor Türkiye. Dağda parmakları tetikten çekerken, “Barışa emanet olun!” diyen Hayriye Ana’nın sözüne kulak vermektir doğru olan... 9 Eylül Çarşamba 2009 - Milliyet - Hasan Cemal... |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Barış için ille de acı çekmek gerekmiyor (3)
Ahmet Türk: “Askeri operasyonlar dursun, PKK da parmağını tetikten çeksin!” KASRI KANCO, Derik, Mardin Mezopotamya Ovası’nı seyre dalmak bana her seferinde sonsuzluk duygusu verir. Hele güneşin son ışıkları, Mardin’den Suriye’ye doğru açılan bu uçsuz bucaksızlığın üzerine vurmaya başlamışsa, harikulade bir manzara insanı gerçekten büyüler. Kasrı Kanco, Ahmet Türk ailesinin bu ovaya nazır taştan konağıdır. Salı günü akşamüstü, CNN Türk’te yeni başladığımız Tecrübe Konuşuyor programı için Cengiz Çandar’la bu konağın bahçesinde DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le konuşuyorduk. Haber geldi: Eruh’ta, Çirav Dağı kırsalında çıkan çatışmada 7 asker, 11 PKK’lı ölmüş... Bu haber bize ulaştığı sırada, Ahmet Türk geçmişte yaşanan acılardan söz ediyordu. Geçmişin esiri kalırsak barışı kuramayacağımızı, eğer güzel bir gelecek istiyorsak, acıların olgunlaştırıcı etkisinden yararlanmak gerektiğini söylüyordu. Dağdan gelen ölüm haberlerini program sırasında bizden öğrenince şöyle dedi: “Çok üzüntü duyuyorum. Ölümler elbette çok üzücü... Askeri operasyonlar dursun, PKK da parmağını tetikten çeksin.” Program sonrası iftar için kurulan yer sofrasına doğru yürürken, “İşte böyle, bir haber geliyor, bütün keyfimiz kaçıyor” diye yakındı Ahmet Türk. Yüzünden düşen bin parçaydı. Yalnız DTP Genel Başkanı’nın değil, hemen herkesin keyfi kaçmıştı. Dağdan gelen ölüm haberleri son zamanlarda özellikle tedirginlik ve kaygıya yol açıyordu. Ve hep aynı soru vardı: Barış açılımına, Kürt açılımına tuzak mı kuruluyor? DTP’lilerle de, sokaktaki adamla da konuştuğunuz vakit, kulağınıza hep tuzak, provokasyon, sabotaj gibi sözcükler çalınıyor. “Barış açılımına karşı olanlar mı düğmeye basıyor?” sorusu her sohbetin ayrılmaz parçası haline gelmiş durumda... Kasrı Kanco’nun terasında plastik sandalyelere oturmuş, Mezapotamya’nın üzerinde ateşten bir portakal gibi doğmuş ayın ışığında çaylarımızı içiyoruz. Elektrikler sürekli kesiliyor. Büyük bir gümbürtüyle yerimden fırlıyorum, ne oluyor diye. Bir F-16 savaş uçağı alçak uçuş yapmış... Biraz sonra ikincisi geçiyor Kasrı Kanco’nun üzerinden. Bu kez gayet sakin oturuyorum yerimde. Her şeye alışıyor insan. Gülüyor halime: “Buralarda üç aylık bebekler bile alışmıştır bu uçak seslerine...” Pazartesi gecesi Diyarbakır’da, Kervansaray Oteli’nin bahçesindeki bizim program sırasında habire uçan F-16’larla ilgili tespitimi tekrarlıyorum: “Bu uçaklar bu saatte ne zaman uçmaz, o zaman barış olur.” Kışkırtıcı soru Cengiz’in: “Bu savaş uçaklarının uçmaması için Kandil’dekilerin inmesi gerekmiyor mu?” Kocaman gözlerini açıyor: “Ama nasıl inecekler?..” Bu soruda çok şey düğümleniyor. Aklıma geliyor, geçen Mayıs ayı başında Kandil Dağı’nda Murat Karayılan bana şöyle demişti: “Piknik yapmak için çıkmadık ki dağa...” Peki ama PKK, çatışmanın olamayacağı yerlere çekilemez mi?.. 1999’da böyle olmadı mı? Bu soruların da yanıtı malum: “Evet 1999’da böyle oldu, PKK dışarı, uzaklara çekildi. Ama çekilirken, 500’ün üzerinde kayıp verdi. Çünkü asker operasyonları durdurmadı. Ya yine olursa?..” Bir başkası şöyle diyor: “Dağdaki gerilla gücü dışarı çekilir, olur bu. Ama devletin de kapalı kapılar arkasında güvence vermesi gerekir, tek kişinin burnu bile kanamayacak diye... 1999 tecrübesi böyle bir güvenceyi gerekli kılıyor.” Bazı sohbetlerde dikkatimi çekiyor. Sürekli olarak ‘askeri operasyon’ların durmadığına, bunun ‘Kürt açılımı’na zarar vereceği belirtiliyor. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın Eruh’taki 7 şehitle ilgili olarak yaptığı açıklamada, açılım sürecinin devam edeceğini söylemesi rahatlık yaratıyor. Yanımda oturuyor. 12 Eylül askeri yönetimi sırasında PKK’dan dolayı 1980’de hapse girmiş, on yıl yatıp çıkmış. Barış sürecinin önemini anlatıyor bana. Zaman, sabır ve anlayış gerektiğini söylüyor. Bize kulak misafiri olan bir başkası daha siyasi bir yorum getiriyor: “Hasan Cemal Bey, bu memlekette parlamento ne zaman ordusuna hakim olur, işte o zaman bu memlekette demokrasi olur.” Ahmet Türk’le iki üç yıl önce yine Kasrı Kanco’da bir gece geçirmiştik. 12 Eylül’de, Diyarbakır askeri cezaevinde çektiği acıları, gördüğü işkenceleri dinlemiştim kendisinden, içim acıyarak... Bazılarını yine anlattı. Ve dedi ki: “Bak Hasan Cemal, acıların, geçmişin esiri olursak, barışı kuramayız.” O geldiğimde Kasrı Kanco’da kalmıştım. Terastan Mezopatamya’nın üzerinde parlayan mehtabı seyredip bir kaç kadeh yuvarlamıştık. Salı gecesi de mehtap enfesti. Bana dedi ki Ahmet Türk: “Geceyi dışarıda, bu terasta geçirdin mi, yıldızlar üstüne dökülüyormuş gibi olur.” 10 Eylül Perşembe 2009 - Milliyet - Hasan Cemal... |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Barış için ille de acı çekmek gerekmiyor (4)
“Bizler ter akıttık, ama onlar da kan...” ERUH, Siirt Sabah serinliğinde Mardin’den yola çıktık. Midyat’ın, Hasankeyif’in tarihi güzelliklerinin içinden geçerek Batman üstünden Eruh’a doğru gidiyoruz. Aram Tigran‘nın hüzünlü sesiyle başka dünyalara dalıyorum. Geçmiş acılardan söz eden eşine, “Acıları unut, unutmazsak kardeşlik mümkün olmaz” diyen, bu nedenle Ermeni milliyetçileri tarafından çokça eleştirilen Aram Tigran bu yakınlarda öldü. Diyarbakır’da gömülmek istedi ama ne yazık ki bürokrasi engelini aşamadı. Bejan Matur şöyle der: “Aram Tigran bir Ermeni olarak doğdu. Kürtçenin en güzel aşk şarkılarını seslendirdi. Cümbüşü, uduyla, hançerenin o çokça kullanıldığı Ortadoğu coğrafyasında sükunetle şarkı söylemenin mümkün olduğunu gösterdi. Ben çocukken, annem Aram Tigran’ın kaçak kasetlerini dinlerdi. Annemin onda bulduğu şeyin tatlılıkla dile gelen bir sevda ve sükunet olduğunu sonradan fark ettim. İyileştirici bir etkisi vardı müziğinin. Erivan radyosunun kaçak istasyonundan Aram’ın müziği çalındığında her yer iyilikle dolardı.” Artık bu topraklarda da yasak değil Aram Tigran’ı dinlemek. Minibüsümüzün sürücüsü Erkan da seviyor onu. Erkan’ın üç kız kardeşi var. Biri dağda ölmüş... Biri hâlâ dağda... Biri de hapiste... Erkan’la birlikte dinliyoruz, “Acıları unutmazsak, kardeşlik mümkün olmaz” diye bu acılı topraklara uzaklardan seslenen Aram Tigran’ı... Eruh’a yaklaştıkça dağlar büyümeye, dikleşmeye başlıyor. Önümüzde Çirav Dağı. Bir gün önce bu dağın eteklerinden geldi, barış umuduna darbe vuran ve içimizi acıtan şehit haberleri, ölüm haberleri... Yıllardır dikkatimi çeker. Ve aynı şeyi düşünürüm. Eruh’a yaklaşırken de öyle oldu. Uzakta, dağın tepesindeydi askeri birliğin karargahı. Kartal yuvasını andırıyor. Anlaşılan, etrafı kuş bakışı kontrol edebilen güvenlikli bir yer olarak seçilmiş. Sanki bir ortaçağ şatosu... Yol boyu da öyleydi. Asker her yerde kum torbalarının, dikenli tellerin arkasına çekilmiş, elde silah kontrol kulübelerinden kuşkulu, tedirgin gözlerle dışarıya bakıyordu. Bu tecrit edilmişlik haliyle, asker ile devlet Kürtlerle arasına gitgide yükselen bir duvar ördü. Bu duvar, Kürtleri Ankara siyasetine, devlete yabancılaştırdı. Bu duvar, Kürt sorununu derinleştirdi. Bu duvar, Kürtler içinde PKK’nın kök salmasına yol açtı. Şimdi bu ‘duvar’ yıkılmadan Kürt sorununun çözüm rayına oturması ya da ‘barış açılımı’nın başarıya ulaşması, lütfen bir kenara not edin, imkansızdır. Eruh meydanı sakin. Saat kulesinin üstüne, ‘Vatan bütündür, bölünmez!” yazmış devlet... Çeyrek yüzyıl önce, 1984’ün sıcak bir Ağustos günü, devlete karşı PKK ilk silahı bu meydanda patlatmıştı. Cami minaresinden bildiri okumuş, jandarma karakoluna saldırmış, bir süre ele geçirmiş, meydana pankartlar asmıştı. Öğle vakti etraf çok sakin ve tenha. Sanki bir kovboy kasabasına geldik. Minibüsten inince bir süre ‘Bunlar da kim?’ diye bizi izleyen meraklı gözler... Sonra çevremizin kalabalıklaşmaya başlaması... Sorular sürpriz değildi. Herkes, Eruh’un sırtını dayadığı Çirav Dağı kırsalında bir gün önceki askeri operasyon ‘barış açılımı’nı nasıl etkiler, öğrenmek istiyordu. Eruh’ta geçen yerel seçimleri ilk kez DTP almış. DTP’nin oyu 2010, AKP’ninki 940. Yıllar yılı Ankara’da yaşamış olan 43 yaşındaki DTP’li Belediye Başkanı Mehmet Melih Oktay‘la makamında uzun uzun dağdan gelen son ölüm haberleriyle ‘Kürt açılımı’nı konuştuk. Askeri operasyon burada da kaygı yaratmıştı. Sonra dışarı çıktık. Çevremizi saranlarla sohbet ettik. Biri, PKK’nın bakışını özetlerken aynen şunları söyledi: “Benim kardeşim dağda, benim amca oğlum dağda... Şimdi hâlâ diyor ki devlet, ‘Biz o dağdakileri öldüreceğiz, bu arada size köy isimlerinizi geri vereceğiz, falan filan...’ diyor. Beş bin kişi dağdaysa, onlar ne diye çıktılar dağa?.. Biz de bıktık artık kan dökülmesinden... Ama iyileştirmeler olmadan, dağ kadroları için, İmralı için iyileştirmeler olmadan, ne diye inecek ki onlar dağdan... Kan dökülmesin, bir şeyler yapılsın ama... Tamam, anlıyoruz, hepsi aynı anda olmaz. Bazı adımlar atılsın, ateşkes süreci uzasın, ama bu arada bazı adımlar atılmaya, bazı iyileştirmeler yapılmaya başlasın.” Bir başkası söze giriyor: “Bakın, biz dağdakileri yalnız bırakamayız. Bizim için devlet bir şeyler yapmışsa, bu onların mücadelesi sayesinde olmuştur. Şimdi bize bir iyileştirme gelecek diye, dağdaki kadroları bırakamayız, yani onları satamayız. Dağdakilerin otuz yıllık mücadelesi olmasaydı, buralara gelemezdik. Burada bizler ter akıttık, ama onlar kan akıttı. Canını ortaya koydu. Bu yüzden dağdakileri, İmralı‘yı bırakamayız.” Biri de ekliyor: “Bakın, PKK öyle yalnızca kan dökmeye meraklı bir örgüt değildir, hayır öyle değildir. PKK’nın istekleri var, eşitlikle, demokrasiyle ilgili talepleri...” Yarınki yazı, Hakkari’nin Şemdinli’sinden... Mehmet Melih Oktay, Eruh’ta ilk kez yerel seçim kazanan DTP’li Belediye Başkanı... Kaygılarını uzun uzun anlatıyor. 11 Eylül Cuma 2009 - Milliyet - Hasan CEMAL... |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Barış için ille de acı çekmek gerekmiyor (5)
Şemdinli’de barışa duyulan hasret... Şemdinli Çarşısı’nda yürüyoruz. Herkes aynı şeyi, barışa duydukları hasreti dile getiriyor. Ve ortak bir dilek ağızlardan dökülüyor: Daha fazla kan dökülmesin... ŞEMDİNLİ Van’dan sabah vakti Şemdinli’ye doğru yola koyulduk. Şehrin çıkışında, Hakkâri kavşağında kısa adı KTM olan Kabul Toplama Merkezi. Bölgedeki birliklerine sevk edilecek askerler için güvenlikli konvoylar oluşturuluyor. Sapsarı ağaçsız tepeler... Tekdüze, biraz sıkıcı. İnsan kendi içine dönüyor. Düşün Allah düşün! Dağların arkasındaki çıplak sarılığın orta yerinde birdenbire yemyeşil bir ova, Gülpınar orası. 1915 öncesi Gülpınar ovasının köylerinde bütünüyle Ermeniler yaşarmış, sonra yitip gitmek zorunda kalmışlar kendi topraklarından, kendi evlerinden barklarından... Hoşap Kalesi! Yalçın kayalıklar üstünde bir ortaçağ şatosu tüm haşmetiyle dikiliyor önümüzde. Sanki bir peri masalı! 1643’de inşa edilmiş bir Kürt miri (beyi) tarafından. Kalenin dibindeki jandarma karakolunun üstünde, “Vatan bir bütündür, parçalanamaz!” yazısı... ‘Sert abilerin yeri’ Dağların arasından geçiyoruz. Rakım 2700 metre. Önce Aynur’un sesi patlıyor. Botan, Cizre yöresinden Kürtçe bir türkü, ‘İncir Ağacısın!’ Ama öyle böyle bir türkü değil, insanın içi kabarıyor, canhıraş zılgıtlarla ayaklanıyor. Arkasından da Ahmet Kaya, insanın içine işleyen yanık sesiyle. ‘Şafak Türküsü’nü söylüyor, bir idam mahkûmunun son saatlerini anlatan. Uzun yolda içime dönüyorum. Yazık değil mi, bu Kürtçe seslerin bunca yıl yasaklanmış olması?.. Demokrasi tarihimizin rezil sayfaları arasına katılmadı mı Ahmet Kaya’lara reva görülen baskılar?.. Devletin bu hoyratlıklarından kültürel zenginliğimiz kaybetmedi mi?.. Başkale’ye iniyoruz. Bir gün önce mayına basan iki askerin şehit oldukları ilçeyi geçtikten sonraki kavşakta bir yol Hakkâri-Çukurca-Şırnak’a gidiyor. Biz Yüksekova, İran yazan tarafa sapıyoruz. Jandarma kontrol noktası... Zırhlı araçlar... Kum torbaları, dikenli teller ve silahlı askerin etrafı gözlediği kuleler... Zap Suyu’nun bir kolu cılız akıyor. Kat kat sıra dağlar, günün değişen ışıklarında harikulade bir manzara oluşturuyor. Sağ tarafımız Kuzey Irak. Sol taraf İran’a açılıyor. PKK’nın en güçlü olduğu yerlerden biri olan ve buralı bir dostun “Sert abilerin yeri” diye nitelediği Yüksekova’nın içinden geçiyoruz. Otelin adı ilginç, Oslo Oteli... Son yerel seçimlerde DTP’ye sandıktan yüzde 88 oy çıkmış Yüksekova’da. Haruna Geçidi, rakım 2110. Muhteşem sıfatına layık bir manzara daha açılıyor gözlerimizin önünde. Şapatan Geçidi, rakım 1910. Yine büyüleyici bir coğrafya. Kuş bakışı aşağımızda, dağların arasına sıkışmış yemyeşil, ağaçlıklı bir vadinin içinde Şemdinli’yi görüyoruz. DTP’li belediyede sohbet hiç vakit kaybetmeksizin her durağımızda olduğu gibi ‘Kürt açılımı’nda düğümleniyor. Önce silahlar susmalı Barış konusunda kabaran umut dalgası her yerde olduğu gibi Şemdinli’de de varlığını belli ediyor. Belediye Başkanı’nı makam odasında beklerken her kafadan bir ses çıkıyor. Genellikle aynı tepkiler: “Evet umut besliyoruz, ama soru işaretleri de var.” “Operasyonlar durmalı!” “Operasyon olmazsa, çatışma da olmaz.” “Af çıkmalı, herkes kucaklaşmalı.” “Geçmiş unutulmalı!” “Buralar, Şemdinli’nin içi sessiz ama sınır boyları öyle değil.” “İmralı’yla konuşulsun.” “Barış, İmralı’yla konuşmaktan geçer, başka çare yok.” Başkan’ın odası yapma çiçeklerle dolu. Hepsinde üç renk öne çıkıyor: Sarı, kırmızı, yeşil... Belediye Başkanı 26 yaşında bir avukat, Sedat Töre. Doğma büyüme Şemdinlili. Kuzey Kıbrıs’ta hukuk okumuş. Son seçimde yüzde 59 oyla kazanmış belediye başkanlığını. AKP’nin oyu yüzde 35’te kalmış ama buraları için yüksek bir oy oranı... DTP’li Başkan diyor ki: “Önce silahların susması lazım. Önce bir sükunet ortamı şart. Ve operasyonların durması tabii. Askeri operasyonlar maalesef devam ediyor.” Şemdinli çarşısında bir gün Uzaktan savaş uçaklarının sesi kulağımıza çalınıyor. Başkan, “Şemdinli semalarından geçen uçaklar Hakurk’a doğru uçar. Kandil’e gidenler ise Çukurca üzerinden...” Şemdinli, 15 Ağustos 1984’te PKK’nın Eruh’la birlikte devlete ilk silahı attığı yer. Eruh’taki baskından iki saat sonra PKK’lılar üç saatlik bir baskın yapıyor Şemdinli’ye. Çarşıda propaganda konuşmaları ve dağıtılan bildirilerden sonra marş söyleyerek dağa doğru kayboluyorlar. Çarşıda yürüyoruz esnafla sohbet ederek. Umut Kitabevi yolumuzun üstünde. Sefer Yılmaz, 2005 yılı kasım ayında yaşanan ‘Şemdinli olayı’ndan sonra kitabevini küçük bir müzeye dönüştürmüş. Yerdeki bomba izleri, tavandaki şarapnel izleri ve Sefer Yılmaz’ın devam eden davası, bu ülkenin demokrasi ve hukuk yolculuğunun ne kadar zorlu geçeceğini gelecek kuşaklara anlatacak... Şemdinli çarşısında perşembe günü iftar saatine doğru Cengiz Çandar’la etrafımıza biriken herkes aynı şeyi, barışa duydukları hasreti dile getiriyorlar. Ve ortak bir dilek ağızlardan dökülüyor: Daha fazla kan dökülmesin! Yarın Van’dan son yazı, bir değerlendirme... Hakkâri-Çukurca-Şırnak’a gidiyoruz. Jandarma Kontrol Noktası, zırhlı araçlar, kum torbaları, dikenli teller ve silahlı askerin etrafı gözlediği kuleler. Hasan Cemal tarihi Hoşap Kalesi’nin önünde. Şemdinli’deki Umut Kitabevi artık küçük bir müze olmuş. Sefer Yılmaz, yerdeki bomba izini gösteriyor .. 12 Eylül Cumartesi 2009 - Milliyet - Hasan Cemal... |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
![]() Barış için ille de acı çekmek gerekmiyor (6)
‘Son teröristi öldürünceye kadar’ söylemi, barışa yatırım değildir! VAN Adına ister demokratik açılım, ister Kürt açılımı, ister barış açılımı deyin, Erdoğan hükümetinin başlattığı açılım bölgede büyük bir umut dalgası kabartmış durumda. Daha fazla kan ve gözyaşı dökülmesin, artık dağdan ölüm haberleri gelmesin diyenler ve silahla şiddetin çıkmaz sokak olduğunu çoktan anlayanlar gözlerini Ankara’ya dikmiş bekliyorlar. Umutlu bir bekleyiş bu. Ama aynı zamanda kaygı ve tedirginlik de var bu bekleyişte. Çünkü, bu umut verici sürecin ‘sabote edilmesi’nden korkuluyor. 5 günde 1500 kilometre yaptık. Her durakta aynı şeyi gördüm. Hava Kuvvetleri Komutanlığının 30 Ağustos’taki devir teslim törenindeki o söz, “Son terörist ölünceye kadar mücadele sürecek!” sözü bölgede umutsuzluk ve güvensizliği körüklemiş durumda. Cuma günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından da tekrarlanan bu söylemin barışa yatırım olduğunu sanmıyorum. Güneydoğu’da nereye gittiysek, bu söze büyük tepki vardı. Biliyorum şimdi denecek ki: “Ne var yani, devlet kendine silah çekenle mücadele etmeyecek mi?” Edecek tabii. Ama iş bununla bitmiyor ya da bu kadar kolay değil. Bu mesele öyle ezberci yaklaşımlarla bitmez. Nitekim bitmedi de. Çeyrek yüzyıldır bu ezberci yaklaşımlardır, devletin ve siyasal iktidarların Kürt sorunu ve PKK politikalarına damgasını vuran... Sonuç ne oldu? Dağın yolu kesilebildi mi? Hayır. Dağa çıkışlar engelenebildi mi? Hayır. PKK dağdan temizlenebildi mi? Hayır. PKK’nın şehirlere siyaseten nüfuz etmesi önlenebildi mi? Hayır. PKK’ya dayanan güçlerin Güneydoğu’da belediyeleri halkın oyuyla kazanmaları önlenebildi mi? Hayır. PKK’nın şehirlerde sivil toplum kuruluşlarını örgütlemesine set çekilebildi mi? Hayır. PKK’ya yönelik olarak Kürtlerde yer etmiş destek ve sempati azaltılabildi mi? Hayır. On yıldır hapiste olmasına rağmen Öcalan’ın hem PKK’daki, hem Kürt kitlelerindeki etkisi kırılabildi mi? Hayır. Ve çeyrek yüzyıldır dağda PKK’lı öldürmüyor mu devlet?.. Askeri yönetim dönemlerinde, sıkıyönetimlerde, olağanüstü hallerde işkencelerden faili meçhullere kadar her türlü baskı ve zulüm uygulanmadı mı Güneydoğu’da Kürt insanına?.. Peki, değişen ne oldu?.. Bakın, tekrar tekrar yıllarca aynı şeyi yapıp, değişik bir sonuç beklemek, akıllı insan işi değildir. Bu mesele artık elde silah, ‘öldürmek’le çözüm yoluna girmez. Dağın yolu böyle kesilmez, kesilemez. Geçmişin dersi budur. Dağda öldürdüğünüz her PKK’lı, şehirden dağa çıkacak yeni PKK’lıların yolunu açar. Dağda öldürdüğünüz her PKK’lı, örgütün kitleler nezdindeki destek ve sempatisini arttırır. Bu yalın gerçeği görmeden, hissetmeden bu ülkede barışın yolu açılamaz, Kürt sorunu çözüm yoluna sokulamaz. Devlet, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana gelen ezberleriyle, klişeleriyle bu sorunu içinden çıkılmaz hale getirdi. Devlet, kendini Kürtlere böyle yabancılaştırdı. Ve bu yabancılaşmada asker belirleyici rol oynadı. Çünkü bu alanı, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ‘sivil siyaset’e kapattı, Kürt sorununu kendi tekeline aldı. Tunceli ya da Dersim’deki gibi ‘tenkil’ siyasetiyle, Kürtlerin dilini, kimliğini inkar eden asimilasyon siyasetiyle ve bir tek ‘sopa’yla, aş ve işle bu meselenin üstesinden gelineceğini sandı devletle asker... 40 bin kişi öldü. Çözüldü mü? Tek kelimeyle hayır. Eğer ‘bölücülük’ diyorsanız, bölücülüğü asıl körükleyen, yani Kürtleri bu topraklarda küstüren, askerin damgasını vurduğu devlet politikalarıdır. Artık kafayı değiştirmek lazım. Kürtlere el uzatmak, aralarına girip onları anlamaya ve dertlerini hissetmeye çalışmak, kendinizi onların yerine koymaya gayret etmek şart. Başka türlü anlayamazsınız. Kürtleri de, sorunu da anlayamazsınız bu güne kadar süregelen tutumunuzla... Dikenli tellerin, kum torbalarının arkasına ya da fil dişi kulelere çekilerek, yani toplumla her türlü teması keserek ve de toplumsal ve siyasal gerçeklerle hiç bir ilintisi kalmamış, günlük deyişle cılkı çıkmış bir takım ezber ve klişelerle düşünürek bir yere varamazsınız. Bugüne kadar varamadınız. Bundan sonra hiç varamazsınız. Elbette PKK’nın da, DTP’nin de yanlışlar var. Arabayı atın önüne koymaya çalışan gerçekçilikten kopuk yönelişleri var. O saflarda da ‘barış süreci’ni sabote etmek isteyen güçler var. Ama hakim eğilim barıştan yana, silah ve şiddetten değil. Ben bunu mayıs ayı başında Kandil’de de gördüm, Güneydoğu’daki son beş günlük gezimde de... Bu yüzden Erdoğan hükümeti eğer Ankara’da gerekli ‘siyasal irade’yi gösterebilirse, Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu barış açılımı devam eder. Bu bir ‘süreç’tir. Zaman, sabır ve siyasal kararlılık isteyen bir süreç. Bugünden yarına bu mesele çözülmez. Kolayından zoruna doğru akacak bu sürecin kırılgan olduğunu bilerek yola çıkılması lazım. Şimdi ne mi yapmalı? Parmakları tetikten çekerek, dağda silahların sustuğu bir ortamda ‘barış açılımı’na devam etmektir en iyisi... Beş gün yollardaydık. Şemdinli çıkışında, Yüksekova’ya doğru kıvrılırken bir kontrol noktasında, hani fidan gibi derler ya, öyle gencecik askerler ile ayaküstü eğlenceli bir sohbet yaparken, “Yazık değil mi bu canlara” diye geçti içimden... Ve dört çocuğunu dağda kaybetmiş Hayriye Ana’nın barış hasreti çeken o sesi kulağımdan hiç gitmedi gezi boyunca: “Barışa emanat olun!” İyi pazarlar! 13 Eylül Pazar 2009 - Hasan Cemal - Milliyet... |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|