![]() |
#1 |
![]() Yüce Allah Kuran’da, gerçekten iman edip etmediklerini ortaya çıkarmak için insanları çok çeşitli olaylarla deneyebileceğini bildirmiştir.Allah’ın bildirdiği bu “sınama”lardan biri, Peygamberimiz (sav)’in hayatında en güzel örneklerinden birini gördüğümüz “hicret” olayıdır. Peygamber Efendimiz (sav) ile birlikte hicret eden müminler, sahip olduklarıherşeyi geride bırakarak Allah Katında şerefli olan bir hayatı seçmişlerdir.
İslam tarihinin en önemli olaylarından biri olan hicret, aynı zamanda Peygamber Efendimiz (sav)’in ve salih müminlerin güzel ahlaklarının, Allah’a olan teslimiyetlerinin, cesaretlerinin ve güçlü imanlarının önemli bir delilidir. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki hicretin nedeni, inkarcıların iman edenlere uyguladıkları baskılar değil, Allah’ın bu konuda peygamberlere vermiş olduğu hükümdür. İnkarcıların tüm baskılarına rağmen, hicret ancak Allah’ın dilediği anda gerçekleşmiştir. O Dönemde Mekke’nin Durumu Peygamberimiz Hz. Muhammed, Allah’tan ilk vahyini alıp insanlara İslam’ı tebliğ etmeye başlamadan önce, Arap Yarımadası’nda farklı cahiliye anlayışları hüküm sürüyordu. Arabistan’ın çoğunluğu, farklı putları ilah edinmiş putperest (müşrik) kabilelerden oluşuyordu. Bu kabilelerin bazıları çölde göçebe olarak yaşayan Bedeviler, bazıları da şehirlerde yaşayan “Medeniler” (şehirliler)di. Şehirliler, hayvancılıktan başka hiçbir şey bilmeyen Bedevilere göre daha ileri bir kültüre sahiptiler. Özellikle de Arabistan Yarımadası’nın en önemli kenti olan Mekke’nin sakinleri, o dönemde dünyanın ileri sayılabilecek kültürlerinden birini temsil ediyorlardı. Mekke, hem dini hem de ticari bir merkezdi, bu nedenle buraya uzak ülkelerden çok sayıda kervan geliyor ve devrin ileri kültürlerini buraya taşıyorlardı. Mekkeliler, edebiyatta, sanatta, giyim ve estetikte oldukça yüksek bir seviyedeydiler. Ancak kültürel ve teknik alandaki bu ileriliğe rağmen Allah’a iman etmiyor, din ahlakını yaşamıyorlardı. Dolayısıyla ahlaki yönden bir sefalet içindeydiler. Tüm Mekke ve aslında tüm Arabistan, koyu bir kabilecilik ve çekişmeye sahne oluyordu. Kişisel kibir ve ihtiraslar kabilecilik saplantısı ile birleşince, ortaya daimi bir sürtüşme ortamı çıkıyordu. Buna paralel olarak, toplumda “faşizan” bir ahlak yapısı gelişmişti: Güçlülerin haklı sayıldığı, kadınların güçsüzlükleri nedeniyle hor görüldüğü, hatta bu yüzden yeni doğan kız çocuklarının bir utanç vesilesi sayılarak diri diri toprağa gömüldüğü zalim bir toplum düzeni vardı. Mekke, önceki satırlarda da belirtildiği gibi, bu cahiliye düzeninin merkeziydi. Bu ise, şehrin ticari bir merkez olmasının yanı sıra, putperest dininin de merkezi olmasından kaynaklanıyordu. Neredeyse iki bin beş yüz yıl önce Hz. İbrahim tarafından Allah’a adanarak inşa edilen “Beyt-i Atik” (Eski Ev, Kabe), putperest dininin tapınağı haline gelmişti. Kabenin içine üç yüzü aşkın put konmuştu ve Arabistan’ın dört bir yanından her yıl bu putları ziyaret etmek için hacılar gelirdi. İnsanlar Allah’ın Hz. İbrahim’e “İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler.” (Hac Suresi, 27) ayetiyle bildirdiği hac emrini terk etmiş, bunu zaman içerisinde bir putperest ibadetine dönüştürmüşlerdi. Mekke’nin hac merkezi olması, şehre çok büyük bir maddi gelir de sağlıyordu. Hac zamanı Mekke bir panayır yerine dönüyor ve Arabistan’ın dört bir yanından şehre gelen hacılar, şehre çok önemli karlar bırakıyorlardı. Kabe’nin koruyucusu olmak ise, Mekkeliler için bir “şeref” ve prestij kaynağıydı.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|