|
![]() |
#1 |
![]() Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU
Suriye’deki Alman-İngiliz çekişmesi İkinci Dünya Savaşında Ortadoğu’da Alman nüfuzunun artması İngiltere’yi harekete geçirdi. İngiltere “Suriye’yi hürriyete kavuşturabilirsiniz” diyerek bizi Kuzey Suriye’ye girmeye teşvik etti. Türkiye savaşı kabul etmeyince İngiliz ve Özgür Fransa orduları Suriye’ye girdi İngilizler, İkinci Dünya Savaşı'na Türkiye'yi sokmak için mücadele ettiler. 1943'te Adana ve Kahire görüşmeleri en bilinenidir. Ancak çok önce 1941'de İngilizler, Suriye'yi kullanarak bizi savaşa sokmaya çalışdı. Almanya, İkinci Dünya Savaşı'nda Yugoslavya ve Yunanistan'ı işgal etti 1941 Mayısında Girit'i ele geçirdi Hedef Ortadoğuydu Haziran 1940'da Almanya'ya teslim olan Vichy Fransası Suriye'yi kontrol ediyordu. Vichy Fransası Suriye'ye komiser atadığı Şam'ın önemli ailelerinden olan Azmzadeler'den Halid Azm'in yönetiminde hükümet kurdurdu. Almanlar, Vichy hükümetinin yönettiği Suriye'yi üs olarak kullandı Irak'ta ise Alman yanlısı darbe başarılı oldu. Suriye ve Irak Almanya'nın kontrolüne geçmek üzereydi. Bu Türkiye'nin güneyden Almanya ile çevrilmesi manasındaydı ingiltirenin Ortadoğu hakimiyeti tehlikeye girdi Türkiye'nin Almanya'dan önce davranıp, Suriye'yi işgal etmesini gündeme getirdi. İngiltere güneyden Suriye'yi işgal ederken, Türkiye'nin kuzeyden Suriye'ye girmesi planlandı. Türkiye Halep ve civarını ele geçirerek, ingilizlere yardım edecekti. İngiliz büyükelçisi 1941 Haziran'ınında Türkiye'nin Suriye'ye girmesini teşvik için Ankara'da Türk makamlarıyla temasa geçti. Bu durum tartışıldı. Suriye'ye girilmesini savunanlar bunun komşu ülkenin hürriyetini için yapılacağını söylüyordu. Ancak bu Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'na girmesi ve Almanya'nın karşısında yer alması demekti.Yunus Nadi, 25 Mayıs 1941 de Cumhuriyet Gazetesi'nde "Yeni Dünya Harbi Karşısında Türkiye" başlıklı yazıda bu fikri şöyle eleştirdi: "...Suriye halkını hürriyetine kavuşturacak hareketimizin sahası yalnız Suriye'ye ve hudutlarımıza münhasır kalmayacağını, bizi böyle bir sergüzeşte sürüklemek isteyenler de pekâlâ bilirler Dün Londra radyosunda harp konuşan Türk spiker Türk emniyet sahalarının tehlikeye girdiğinden bahsediyor memleketimizin selametini düşünmeğe davet eylerken İstanbul'daki neşriyatı kullanıyordu. Demek ki yeni dünya harbi siyasetimizin değiştirilmesi isteniyor... Türkiye'nin harbe karışması için Suriye'nin akıbetinde vesile bulanlar bu hesaba hürriyet prensibine mi iltica ediyorlar....Suriye'yi işgal etmek suretiyle hürriyet ve istiklâline kavuşturmak tavsiyesine uyarak harbe girelim mi?... Türkiye Cumhuriyeti hükûmeti takip ettiği ihtiyatlı, isabetli azamî ve kuvvetli siyasetinden ayrılmayacaktır". Yunus Nadi'nin Cumhuriyet gazetesindeki yazısı ve Basında tartışmalar sürerken diplomatik görüşmeler sürüyordu. Ancak İngilizler'in Türkiye'yi savaşa sokmamaya kararlı İsmet İnönü'yü Suriye'ye girmeye ikna edip, bizi İkinci Dünya Savaşı'na dahil etmeleri kolay değildi. Türkiye Suriye'ye girmeyi kabul etmedi. İngilizler ve Özgür Fransa birlikleri 1941 Haziran ve Temmuz'unda Suriye ve Lübnan'da Vichy Fransası'na ait kuvvetleri mağlup edip, bölgeyi ele geçirdiler. Sykes-Picot Antlaşması imzalandı ve Suriye’de Fransız mandası*kabul edildi Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU Seçimle II. Mahmud döneminde tanıştık Türkiye yeni seçim dönemine girdi. Seçimler, halkın iradesini sandığa yansımasıdır. Milletimiz kendisine verilen yetkiyi iki asırdır kullanarak haklarına sahip çıkmıştır.Osmanlı sıkıntıya girdiği dönemlerde ıslahatlarla kendisini toparlamıştı. 17. yüzyıl ıslahatlarında örnek,Kanunî idi. Avrupa örnek değildi.18. yüzyılda Lale Devri ile Osmanlı ilk defa yüzünü Batı'ya döndü. Avrupa örnek alındı gelenekle karışık Batılılaşma vardı. İkinci Mahmud dönemiyle Batılılaşma başladı.İkinci Mahmud döneminde gelenekler ve klasik Osmanlı sistemi değişti muhalefetin en önemli dayanağı Yeniçeri Ocağı 1826'da ortadan kaldırıldı Sultan Mahmud'un yaptığı yeniliklerde en önemli destekçisi Serasker Hüsrev Paşa'dır. II. Mahmud'un getirdiği*önemli değişimlerden biri seçimdi. İlk Seçimle İkinci*Mahmud döneminde tanıştık. İmparatorluğun*yapısı değişti muhtarlık teşkilatı,kuruldu bu halkın yöneticilerini seçmelerinin başlangıcıydı. Osmanlı yöneticileri asırlarca İstanbul'a göçü engellemek için herşeyi yapmışlar, ama önleyememişti. İkinci Mahmud, İstanbul'a göçü azaltmak, güvenlik temini için 1829'da Üsküdar, Eyüp ve Galatada muhtarlık teşkilatı kurdurdu. ilk muhtarlar seçimle değil tayinle göreve başladılar. 1833'te İstanbul dışında Kastamonu- Taşköprü'de ilk taşra muhtarlık teşkilatı kuruldu. muhtarlık imparatorluğa yayıldı. muhtar seçimlerinin yapıldığı ilk yer Bolu'dur. 1833'te muhtarlık teşkilatı ülkenin her yerinde uygulanmaya başladı. 1864 te Müslüman ve Müslüman olmayan köylerde her cemaat kendi muhtarını bir yıllığına seçti Muhtar seçimlerine, Osmanlı uyruğunda olan 18 yaşını doldurmuş erkeklerden yıllık en az 50 kuruş vergi verenler katılabiliyordu. Muhtar olabilmek için vergi vermek şarttı Sultan Mahmud'un reformlarını,*3 Kasım 1839'da Gülhane'de*Mustafa Reşid Paşa tarafından*okunan hatt-ı hümâyunla*Tanzimat takip etti. Tanzimat reformları zorlanınca mali sistem oluşturulma yoluna gidildi.Devletin vergi sisteminin yerini muhassıllık kurumu aldı. Belirli miktarda malı, mülkü ve geliri olup, vergi verenler kurullara seçildiler. kurullara âyan ve eşraf denilen bölgenin ileri gelenleri alınırdı.Tanzimat'la birlikte Hristiyan temsilciler de alınmıştı. Müslüman temsilciler bu durumu kabul etmek istemedi. ihtilaflar çıktı. zamanla birlikte çalışmaya alıştılar. Tanzimat'tan sonra eyalet ve sancaklarda meclisler oluşturuldu halkın yönetime katılması önemli bir adımdı. mutlakıyetten meşrutiyete giden önemli bir kilometre taşıydı. Her yıl meclis üyeleri meselelerini Şuray-ı Devlet'e bildirirler, taşra sıkıntıları müzakere edilirdi. ilk meclisimiz vilayet meclislerinde Osmanlı yönetimi taşradaki sıkıntıları gidermek için 1864'te vilayet Nizamnamesi çıkardı. Müslüman ve Gayrimüslim vilayet meclisi üyeleri cemaatlerce seçilmeyecek Vilayet yönetiminin adayları, vergi verenlerce seçilecekti.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU
Abdülhamid Han en çok Yörüklere güvenirdi Osmanlı yönetiminin Yörüklere zulmettiği yalan bir ifadedir. II. Abdülhamid Yörüklere o kadar güvenirdi ki geceleri yatak odasının kapısında Karakeçili aşiretinden askerler nöbet tutardı CHP*Başkanı Kılıçdaroğlu, Yörük-Türkmen Çalıştayı'nda "Osmanlı'nın zulmüne karşı burada ne mücadeleler verildi" diye konuştu. Osmanlı'nın Yörüklere zulmettiği eskimiş ve gerçeklere aykırı bir söylemdir. Doğru değildir. Osmanlıda Yörüklere*yönelik özel bir siyaset yoktu. Devlet hiçbir*grubu diğerinden daha üstün tutmadı Aşiretler, Osmanlı toplumundaki Türk unsurunu kuvvetlendirip, yenilemişlerdir. Osmanlı hâkimiyeti altındaki toplulumların iktisadî faaliyetlerini devam ettirdi Yörüklerin hayatına müdahale etmedi Osmanlı aşiretleri parçası görmüş ve Yörüklere sancak veya kaza statüsü vermiştir aşiretlerin hayvanlara ve yetiştirdiği için Türkmenler konar-göçer hayata devam etti Osmanlı yönetimi, aşiretleri hiçbir zaman rakip görmemiş, imparatorluk tebaası ve ekonominin parçası olarak bakmış ve asayişi bozmadıkları sürece üzerlerine gitmemişti. aşiretler Celali isyanlarının en yoğun olduğu devirlerde bile nadir olarak eşkıyalığa karışmışlardır.Aşiretlerle Osmanlı yönetimi arasında*vergi toplama ve iskân*gibi konularda zaman zaman meseleler çıkmıştır padişahlar Orta Asya'dan geldiklerinin ve Türklüklerinin farkındadırlar. kitaplarda Osmanlı hanedanı Oğuz Han'a bağlanır. Osmanlılar Oğuz neslinden Kayı boyundandır. Osmanlı tarihi Türk tarihinin parçasıdır Osmanlı padişahlarının Yörüklerle bir meselesi yoltur olsa tarihini kökenlerini Karakeçili aşiretine bağlamazlardı. güvenliklerini aşiret mensuplarına emanet etmişlerdir. İkinci Abdülhamid'in yatak odasında Karakeçili aşireti nöbet tutardı.Sultan Abdülhamid şahsi güvenliğine dikkat ederdi. Yıldız Sarayı'nda muhafızları vardı. Yıldız Sarayı'nda Karakeçili aşiretinden Söğüt Birliği vardı. Padişahın muhafızlığına seçilen Yörükler, padişaha sadakatle hizmet edeceklerine dair Ertuğrul Gazi'nin türbesinde yemin ederdi Abdülhamid Han Söğüt Birliği'ne çok güvenir ve muhafızlarına "öz hemşerilerim" diye hitap ederdi. her gece yattıktan sonra kapısı kilitlendiğinde, odasının dış tarafında, muhakkak Karakeçili aşireti bulunurdu.Osmanlı tarihimizdir. Türkiye Cumhuriyeti tarihimizdir. birbirinin devamıdır. Tarihi anlamak ve bilmek gerekir. Sayın Kılıçdaroğlu'na okumasını tavsiye ediyoruz. Aşiretlerle Osmanlı yönetimi arasındaki ilişkiler öğrenilebilir. Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU Osmanlı Türkçe’yi resmî dil ve bilim dili yaptı Osmanlı İmparatorluğu Türkçe’yi devletin resmî dili olarak kullandı. Edebî ve bilimsel eserlerdeki Arapça ve Farsça’nın hakimiyeti Osmanlı döneminde azaldı ve Türkçe bilim dili oldu Ana muhalefet Osmanlı'nın resmî dilinin Farsça olduğunu iddia etti. ezbere konuşmak yerine -iki satır okusa, Osmanlı Arşivi'ne gitse böyle yanlışlıklar yapmaz.Osmanlılar'dan önce Türkiye Selçukluları'nın resmî dili Farsça idi. Daha sonra beyliklerde de devam etti. Bu uzun süre gitti Hamidoğlu Hüseyin Bey'in, 1377'de I.Murad'a Niş'in fethini kutlamak için gönderdiği tebriknâme Farsça'dır. Karamanoğlu Mehmed Bey'in Konya'yı aldığı zaman Türkçe'yi resmî dil ilân etmesi sonuç vermemişti.Osmanlılar ise Türkçe'yi ilk dönemden itibaren resmî dil olarak kabul etdi Arapça ve Farsça'nın hakimiyeti Osmanlıda azaldı. Osmanlı döneminde yazılmış 2 bin 286 astronomi eserinin 986'sı yüzde 43'ü Arapça, bin 58'si Türkçe'dir. Türkçe'nin yüzdesi 46'dır. Türkçe XVI. yüzyılda Farsça'yı, imparatorluğun sonuna doğru da Arapça'yı geçerek hakim dil hâline gelmiştir. Türkçe her yüzyılda bilim dallarında gelişmesini sürdürmüştür. Osmanlı'dan önceki Türk devletlerindeki bilimsel eserlerde Türkçe'nin adı bile yoktur. Osmanlılar'dan önce yaşamış iki büyük Türk âlimi, İbn Sina ve Farabi'nin eserleri Arapçadır Osmanlıca, Arap harfleri ile yazılmış Türkçe'dir. Ayrı bir dil değildir. en büyük yanlışlık kendi dilimizi farklı bir dil gibi isimlendirmektir. Osmanlı döneminde kullanılan dil Osmanlıca değil eski Türkçe'dir. Bazı yazarlar eserlerinde aşırı derecede Arapça ve Farsça kullanarak kitaplarını anlaşılmaz hâle getirmiş Osmanlıca'yı farklı bir dil gibi takdim etmişlerdir resmî yazışmaları incelendiğinde kullanılan dilde güçlük yoktur. Ancak ortaya çıkan bir problem Osmanlı Türkçesi'ni zorlaştırmıştır. Bu da son 30 yılda dildeki sadeleşme ve kullandığımız kelime sayısının azalmasıdır. 1960 daki Türkçe ile Osmanlı Türkçesi kıyaslanırsa arada fark olmadığı anlaşılacaktır. Osmanlı dönemindeki Türkçe Osmanlıca değil eski Türkçedir |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU
Atatürk Meclis’i dualarla açmıştı Muharrem İnce, cumhurbaşkanlığı adaylığında Atatürk’ün Meclis’i açış yolunu taklit etti, ancak birçok şeyi eksik yaptı. 23 Nisan 1920’de Meclis açılmadan önce memleketin her tarafında Kuran-ı Kerim, Buhari-i Şerif ve mevlidler okunmuş, Atatürk cuma namazından sonra tekbirlerle yola çıkıp, kurbanlar kesildikten sonra dualarla Meclis’i açmıştı Batılılar, Birinci Dünya Savaşı'nda Türk milletini Anadolu'dan atmayı planlamış Ancak esareti kabul etmeyen atalarımız, direnişe başlamış, Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasıyla Milli Mücadele liderini bulmuştu.Son Osmanlı Mebusan Meclisi 28 Ocak 1920'de "Misak-ı Milli"yi kabul etti. İtilaf devletleri, 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal etti meclis kapatıldı. İstanbul'un işgaline tepki gösteren Kemal Paşa, 19 Mart'ta meclisin Ankara'da açılması için davette bulundu.21 Nisan 1920'de Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla sivil ve askeri makamlara telgraf çekilerek, 23 Nisan günü açılacak meclisin halka duyurulması istenmişti. Meclisin açılacağı gün Hacı Bayram- Camii'ndeki Cuma Namazı'nda izdiham vardı. Namazdan sonra tekbirlerle Meclis'e doğru yola çıkıldı. Hacı Bayram Veli'nin üzerinde ayetler yazan sancağı Sinop Mebusu Hoca Abdullah Efendi'nin başı üzerindeydi Fehmi Hoca yüksek sesle hatim duasını okudu Kemal Paşa tarafından meclis açıldı. mebuslar sıralara oturmuştu. Meclis dua ediyor ve Buhari-i Şerif okuyorlardı. Bayraklarla süslenen kürsüye Hacı Bayram-ı Veli'nin sancağı dikildi. Kur'an-ı Kerim ile Sakal-ı Şerif kürsüye kondu. Sinop mebusu Şerif (Avkan) Bey kürsüye gelerek, "... Milletimizin dahili ve harici istiklal-i tam dahilinde mukadderatını bizzat üstlendiğini ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum" diyerek meclisi açtı. Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU ERHAN AFYONCU Anne her zaman annedir Padişahların anneleri oğullarına “arslanım” diye hitap ettiler hükümdar anneleri çocuklarına “aman oğlum üşütme, aman cirit oynayıp sakatlanma dediğini görüyoruz Osmanlı tarihinin en renkli isimlerinden Kösem Sultan eşi Birinci Ahmed'in sonra da oğulları Dördüncü Murad ve Sultan İbrahim ile torunu Dördüncü Mehmed'in hükümdarlıklarında yarım asır imparatorlukta önemli rol oynadı. ümmü'l-Müminin, yani Müminlerin annesi olarak anıldı. 17. yüzyılda padişahların çocuk yaşta tahta çıkmaları devlet yönetiminde boşluk meydana getirdi. devlet idaresinde harem ve valide sultanlar ön plana çıktı Kadınların devlet yönetimini üstlenmesini tuhaf karşılayan tarihçiler valide sultanların devlet idaresindeki rollerini tenkit ettiler. hükümdar otoritesinin olmadığı bir dönemde Kösem Sultan ve Turhan Sultan'ın hanedanı her şeyin üstünde tutup devletin devamını sağladı. sarayda böylesine muktedir kadınların bulunması, Osmanlı Hanedanı ve İmparatorluk için şanstı. Kösem Sultan, bir taraftan devleti yönetiyor diğer taraftan kabına sığmayan oğlu Dördüncü Murad'a söz dinletmeye çalışıyordu. anne gibi oğlunun soğukta üşüyüp hasta olmamasına ve tehlikeyle uğraşmamasına çalışıyordu.Veziriazama yazdığı mektupta, "Arslanım sabah gider ahşam gelür. Ben dahi görmem soğuktan perhiz etmez. Mizacı bozulur. Hele oğul olmaya beni helâk edeyor. Allah emaneti buldukça kendiye nasihat edesiz canını esirgesün. Neyleyüm söz tutmaz. bunlar bende akıl komadular. demişti. oğlunun cirit oynamasından rahatsızdı. Veziriazama yazdığı mektupta Keşke sözceğizimi tutup Atmeydanı'nda ciridi kaldursanuz makul idi. Varsunlar oynasunlar. benim arslan hevesi hatırına gelür, aklım gider. bu eyi manadır tembih edesiz. Neyleyim sözümüz acı gelür. dünyada var olsun. Cümlemize lâzım vücududur. Derdim çoktur, kaleme gelmez. nasihat lâzımdır. Birin tutmazsa birin tutar. sağlık olsun. Hep olur biter" demişti. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU
padişahlarımıza ‘Mesih’ diyenler, Filistinliler’e aslan kesildi Filistinli Müslümanları katleden İsrailliler’in ataları olan Avrupa’dan kovulmuş Yahudiler, Osmanlı padişahlarını Mesih, Osmanlı fetihlerini Mesih’in çıkışı görmüşlerdi Osmanlı topraklarında her dinden insan özgürce yaşarken, Avrupa'da Müslümanlar'a hayat hakkı verilmez, Yahudiler çok zor şartlarda hayatlarını sürdürürlerdi. Başlarına felaketler gelirdi. 14. yüzyıldaki Avrupa'daki veba salgını sırasında Yahudiler, suçlu gösterilip, yok edilirlerse vebanın da biteceğine inanıldı. 1348 baharında Güney Fransa'da ilk Yahudi katliamları başladı. Yahudiler ahşap evlere doldurularak yakıldı Bavyera'da 12 bin, Erfurt'ta 3 bin Yahudi öldürüldü, Strasburg'da 2 bin Yahudi diri diri yakıldı. Avrupa'nın katliamlar oldu. Yahudiler cellatlarının eline geçmemek için kendilerini yaktılar. Yahudiler yakılmadan kazıklatıldı, fıçılara konularak nehirlere atıldı Osmanlılar tarafından fethedilen yerlere Yahudiler'in göç etmesi 14. yüzyılda başladı.*Macar Kralı Layoş*1360'ta Yahudiler'i kovan bir ferman yayınladı Yahudiler Osmanlı topraklarına sığındı*Fatih, İstanbul'u fethettikten sonra Yahudiler'e İstanbul'da oturma, ticaretle uğraşma, havra ve okul yapma hakkı verdi. Fatih,*Moses*Kapsali'yi hahambaşı tayin etti. Bizans döneminde Yahudi hahamlığı itibarlı bir görev değildi. Osmanlılar, hahamlığı patriklikle eşit seviyeye getirip, itibar ve prestij kazandırdı Yahudiler'i topraklarında yaşayan Hıristiyanlar'a ve Avrupalılar'a karşı güç olarak kullandılar. Anadolu ve Rumeliden getirilen Yahudiler İstanbul'a yerleştirildi. Yahudiler, Venedikliler tarafından hâkim olunan şehrin iş merkezi Çıfıt Kapı'dan, Zindan Kapı'ya kadar iskân edilmişlerdi. Fatih, Bizans döneminde şehirde önemli rol oynayan Venedikliler'in yerini Yahudi tüccarlara vermişti. Sultan, kuşatmadan önce ve kuşatma sırasında, İstanbul'dan Venedik'e kaçmış Venedik Yahudileri'nin dönmesi için Venedikten talepte bulunmuştu. Fatih'in hükümdarlığının sonlarında İstanbul'da Yahudi nüfusu artmıştı. 1477'de İstanbul'da 1647 Yahudi hanesi, yaklaşık 8 bin Yahudi vardı.Yahudiler, 15. yüzyılda İspanya yarımadasında aşağılandı 1480'den sonra İspanya'da Yahudiler'e Engizisyon baskısı başladı. Çeteler Yahudiler'e saldırdı. 1483'te Engizisyon yargıcı*Torquemada'nın emriyle binlerce Yahudi öldürüldü. baskılar üzerine Yahudiler, İspanya'yı terk etti İspanya'da baskıyla Katolikliği kabul eden Maranos Yahudileri Osmanlı topraklarına sığındı ve kendi dinlerine döndüler.*İkinci Bâyezid*döneminde İspanya, Portekiz ve İtalya ve Avrupa'nın her tarafından sürülen Yahudiler, 1492'den itibaren Osmanlıya geldiler. Kapsali*isimli Yahudi tarihçi padişahın Yahudilere acıdığını ve fermanlarla Yahudiler'i şehirlere kabul ettiğini yazar. 1492'den sonra İber yarımadasından göçeden 165 bin Yahudi'den 90 bininin Osmanlı topraklarına geldiği tahmin edilir. 16. yüzyılın ortalarından itibaren imparatorluğa Orta ve Doğu Avrupa'dan Yahudi göçü başladı. Yahudiler'in Türkiye'ye göçü devam etti. 19. yüzyılın sonlarında yaşadıkları ülkelerde baskıdan dolayı Doğu Avrupa ve Rusya'daki Yahudiler'in bir kısmı yine Türkiye'ye geldi Yahudiler'in Türkiye'ye göçlerini en iyi tasvir edenlerden 16. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelen Avusturyalı*Dernschwam Göçü, "Yeryüzünde Yahudiler kovuldular mı doğruca*Türkiye'ye gelirler" şeklinde tasvir eder.Osmanlı*tarihiinde İbranice tarih kitabı yazan en önemli Yahudi tarihçi*Eliyahu Kapsali'nin (1483- 1555), eserinde Hıristiyanlığı bozguna uğratan Osmanlı sultanlarının fetihleri, Yahudi sürgünlerinin sonu ve Mesih'in çıkışı müjdecisi kabul eder. Osmanlı sultanları kurtarıcıdır Kapsali, Osmanlı sultanlarını mesih olarak görmüştür Roma ve Bizans döneminden beri Osmanlılar'ın fethettiği topraklarda yaşayan Yahudiler'e "Romanyot" denirdi. İspanya ve Portekiz'den gelen Yahudiler ise "Sefarad"olarak adlandırılır. Orta ve Doğu Avrupa'dan gelen Yahudiler Aşkenazi" diye isimlendirildi. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU
Haçlılar’ın yıktığı İstanbul’u Fatih yeniden imar etti Sultan Mehmed, 1204’te Latinler işgaliyle parlak günlerini kaybeden İstanbul’u, fethin ardından imar ve iskânla canlandırarak Avrupa’nın en büyük şehri haline getirdi Dördüncü Haçlı Seferi, Müslümanlara değil Bizans ve İstanbul'a yönelmişti. 1204'te Konstantinopolis'i işgal eden Haçlılar, şehri yağmalayıp, yakıp, yıktı Tarihçi Steven Runciman "tarihte İstanbul'daki yağmanın örneği yoktur" der. İstanbul ihtişamını ve zenginliğini bir daha gelmeyecek şekilde kaybetti. İstanbul işgalden sonra gerilemeye girdi. köye döndü Fetihten önce İstanbul, "boş, yoksul harabe bir şehirdi Sultan Mehmed kuşatmada müstakbel başkente son hücumu yapmaya karar verdiğinde Bizansa şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif etti Mora despotluğunu vadetti. Bizanslılar şehri teslim etmeye niyetlenseler de Latinler karşı çıktı Fetih öncesi, İstanbul terkedilmiş bir kısmı kaçmış, geri kalanlar esir alınmıştı. Fatih, fetihten sonra ilk iş, şehri iyileştirmek için imar ve iskâna. İstanbul'u imparatorluk merkezi yapmak için büyük bir enerjiyle çalıştı. Fatih'in yegâne meşguliyeti, İstanbul'u, imparatorluğun hakikî merkezi yapmaktı Fetihten sonra artık Fatih Sultan Mehmed olarak anılan büyük sultan, esir alınan çok sayıda Rum'un, fidyelerini ödemeleri şartıyla serbest bıraktı. Esirlerin fidye parası için, inşaatlarda çalışmalarına izin verdi. Şehirden kaçanların dönerse evlerinin tamir edileceğini bildirdi.İstanbul'dan ayrılmadan surların restorasyonunu ve Yedikule'de kale yapılmasını emretti. şehrin merkezinde, İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yerde saray inşa edilmesini buyurdu. Fatih, şehrin imar ve iskânı için Anadolu ve Rumeli'den insan getirtti. Boş evler verdi. Silivri ve Galata halkı İstanbul'a yerleştirildi. İstanbul'un fatihi, fethettiği şehirlerden bir kısmını sürgün olarak İstanbul'a getirdi. Savaş esirleri sultanın kulları olarak, İstanbul'a gıda maddeleri temin etmek için şehire yerleştirildi. Seferlerde Eski ve Yeni Foça, Argos, Amasra, Trabzon, Mora, Midilli, Eğriboz, Taşoz, Semadirek, Kefeden Hristiyanlar, Konya, Larende, Aksaray ve Ereğli'den çok sayıda Müslüman ve Hristiyan nakledildi. Her grup, İstanbul'a gelişlerinde başka bir mahalleye yerleştirildi mahalleye eski memleketleri olan şehrin ismi verildi. Fatih'in, teşvikleri ve Osmanlı'nın müsamahasıyla Almanya ve İtalya'dan çok sayıda Yahudi göç etti. Ermeni Patrikliği İstanbul'a taşındı. 15. yüzyılda İstanbul. AVRUPA'NIN EN BÜYÜK ŞEHRİ ydi Köprüler ve yollar tamir edildi. Kaldırımlar yapıldı. Su kanalları ve su kemerleri tamir edilerek şehir suya kavuşturuldu Eski Saray 1464'te tamamlandı. Topkapı Sarayı ismiyle anılan Yeni Saraya başlandı. Büyük Bedesten Kapalı Çarşı'nın inşasıyla İstanbul, önemli bir ticaret merkezine kavuştu. Fatih,1459'da İstanbul yakınında Hz. Muhammed'in sahabesi Eyyüb el-Ensârî'nin şehid düştüğü yerde bir cami ile bir türbe, bir medrese ve bir imaret yaptırdı Bursa'dan getirilen göçmenler yerleştirildi. Eyüp, Mekke, Medine ve Kudüs'ten sonra İslâm dünyasının en önemli bölgesi oldu.İstanbul'un Türk kimliği Fatih döneminde oluştu. Fatih'in izinden giden devlet adamları, şehrin her bölgesinde vakıflar meydana getirdi İstanbul, kamu hizmeti ve devlet adamları, nüfuzlu ve zengin şahıslar eliyle kurulan vakıflar ve külliyelerle gelişti. sur içinde 163, Kasımpaşa'da 5, Galata'da 5, Boğaziçi'nde 6 ve Üsküdar'da 5 cami yapıldı. Medrese sayısı 21'dir. 32 hamam, 4 saray, 7 aşhane, 10 han ve kervansaray ile 28 çarşı inşa edildi. İstanbul, Fatih hayatta iken inşa edilen saraylar, hanlar, kervansaraylar, çarşılar, pazarlar, hamamlar ve medreselerle mamur bir Türk şehri hâline geldi. İstanbul 16. yüzyılda Avrupa'nın en büyük şehri oldu. FATİH'İN İSTANBUL'U ndan bize kalan birçok semt ve mahalle adı vardır. Vefa, Akşemseddin, Kovacı Dede, Kocamustafapaşa, Defterdar Sinan, Akbıyık, Tokludede, Ya Vedûd, Hızırbey, Saraçhane, İshakpaşa, Kasımpaşa, Mahmutpaşa, Molla Fenari, Molla Gürani, Birçok semtimiz Fatih dönemi devlet adamlarının ismini taşır. Gedikpaşa, Fatih'in veziriazamı Gedik Ahmed Paşa'nın yaptırdığı hamamdan; Hocapaşa, Fatih'in hocası Hoca Sinanüddin Yusuf Paşa'nın konağından; İshakpaşa, Fatih'in veziriazamlarından Fatih'in vezirlerinden Murad Paşa'nın Aksaray civarında yaptırdığı camiden; esinlenerek isim verilen semtlerdir. İstanbul'daki birçok yer Fatih zamanından izler taşır. İstanbul'a onun zamanında getirtilerek yerleştirilen Türkler, kendi geldikleri bölgelerin isimlerini iskân edilen bölgelere vermişlerdi: Aksaray, Çarşamba gibi. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
![]() Kaynak türkiyegazetesi.vehbi-tulek yazıları
Resûlullahın binlerce mucizesi görülmüştür Resûlullah efendimiz, ilk şefaat eden, ve şefaati ilk kabul olunandır. Abdurrahmân bin Kâsım Utakî hazretleri Mâlikî mezhebinin en meşhûr âlimlerindendir. 750 senesinde Mısır’da doğdu 806da Kahire’de vefât etti.*Derslerinde buyurdu ki: Resûlullah efendimiz kıyâmet gününde ilk önce kabirden çıkacaktır, insanlar ümitsiz düştükleri zaman, müjde verecek şefaatçi olacaktır.. En önce Resûlullah efendimiz Cennete girecektir. O, Kevser havuzunun sahibidir. Kevser havuzu miskten hoş suyu, baldan tatlı ve sütten beyazdır. Resûlullah sav Yerdeki ağaçlardan daha çok kimseye şefaat eder. Binlerce mucizesi görülmüştür. Bunlardan bazıları: Mekkeliler, Resûlullahtan bir mucize göstermesini istemişlerdi. efendimiz Ay'ın ikiye bölünmesi mucizesini gösterdi. Mekke müşrikleri mucizeye üzüldüler. Eshâb-ı kirâm ise sevindi. Ebû Cehil ahmaklığından Ay'ın bölünmesinin sihir olduğunu söyledi ve inanmadı. Ay'ın bölünüp bölünmediğini anlamaya, insanlar gönderdiler. Ay'ın bölündüğü söylenince, mucizenin sihir olmadığı ortaya çıktı. Bir gazâda Eshâb-ı kirâm susuz kalınca, efendimizden su istediler. efendimiz mübârek sağ elini, bulunan suya soktu. Parmaklarının arasından, pınarlar aktı sular taştı. Herkes sudan abdest aldı. Yüz bin kişi olsa, Resûlullahın bereketi ile o su kâfi geldi.Resûlullaha yeni doğmuş bir bebek getirildi Resûlullahın huzûrlarında konuşup, Peygamberliğine şehâdet getirdi. Katâde’nin ra nın gözü, Uhudda akmıştı. efendimiz onu, tekrar yerine koydu. o göz Resûlullahın bereketiyle en iyi ve sağlam göz oldu. Bedir muharebesinde, İslâm düşmanı Ebû Cehil, Afra ra nın elini kesmişti. efendimiz onun kesik elini yapıştırdı. Allahü teâlânın izni ile kolu eskisinden sağlam oldu. Ölümden nasıl gaflette olunur! “Ey oğul! Dünyânın insandan ayrılması muhakkak iken, dünyâya nasıl meyledilir!.."Hüseyn ibn-i Kâvân Geylânî hazretleri Şafiî mezhebi âlimlerindendir. 1438’de İran’daki Geylân’da doğdu 1484 de Mekke’de vefât etti.*buyurdu ki Peygamberimiz sav “Güzel ahlâk, sahibinin boynunda, Allahü teâlânın rızâsından bir halkadır. Rahmetten bir zincire bağlanmıştır. Bu zincir Cennet kapısında bir halkaya bağlanmıştır. Zincir onu Cennete çeker ve Cennete girmesine sebep olur. Kötü ahlâk sahibinin boynunda Allahü teâlânın gazâbından bir halkadır. Bir zincir ile Cehennem kapısındaki bir halkaya bağlıdır. O zincir sahibini oraya çeker ve o kapıdan Cehenneme sokar.” Resûlullaha bir adam Yâ Resûlallah din nedir?” dedi.*“Güzel ahlâktır”*buyurdu. sağ tarafına geçip, “Din nedir?” dedi.*“Güzel ahlâktır”*buyurdu. Arkasından gelip, “Yâ Resûlallah din nedir?” dedi.*Güzel ahlâktır”*buyurdu. Sonra ona dönüp,*“Din bilgilerine sâhip*olsan da, olmasan da, din; kızmamandır”*buyurdu.İbrâhim bin Edhem hazretleri bir yere gitmişti. bir asker çıktı “Sen köle misin?” dedi. “Evet” deyince, “Asker kızıp, kamçı ile kafasını yaraladı. talebeleri askere Sen ne yaptın?” Bu zât, İbrâhim Edhem hazretleridir” dediler. Vuran kişi af dileyip el öptü. “Neden kölemisin dediğim de evet dedin?” diye sordu. “Çünkü ben, Allahın kuluyum” dedi. “Peki sana vururken, onun Cennete girmesi için ona duâ ettin. sebebi nedir?” dediler. İstedim ki ona benden kötülük dokunmasın, benden nasîbini iyilik olarak alsın.” Lokman Hakim oğluna şöyle dedi: “Ey oğul! Ateş gelirken nasıl emin olunur. Dünyânın insandan ayrılması muhakkak iken, dünyâya nasıl meyledilir. Ölümden nasıl gaflette olunur, ölümün geleceğinden şüphe yoktur. Sen uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğul! İnsanın üç şeyi vardır. Rûhunu Azrail aleyhisselâm alır. Hayır veya şer, ameli kendisine âittir. Bedenini ise kurtlar yer ve toprak çürütür.” Resûlullaha itaat Allah'a itaattir... Resûlullahın peygamberliğine ve bildirdiklerine imân ettikten sonra, O’na itaat etmek lâzımdır. Ebüssü’ûd ibn-i Kazrûnî hazretleri Medîne-i münevverede yetişen Şafiî mezhebi âlimlerindendir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Zübeyr bin Avvâm rad ın neslindendir. 1572 de Medîne-i münevverede doğdu. 1640 da vefât etti. buyurdu ki efendimiz sav mucizelerinden birisi de, Allahü teâlânın O’na gaybı bildirmesidir. efendimiz vuku*bulacağını haber verdiği şeyler olmuştur. Resûl-i ekrem kendisinden sonra fitnelerin çıkacağını, Hz Osman’dan sonra, Hz Ali’nin şehid olacağını, Emevîlerin emir olacaklarını, Kıyâmet alametlerini, Hz Mehdî’nin çıkacağını, Ammâr ra âsilerin şehîd edeceklerini, Hâriciler'in zuhur edeceğini, yüzlerinin tıraşlı olacağı bozuk Kaderiyye'nin ve Eshâb-ı kirâma dil uzatanların çıkacağını ve doğru yoldan ayrılacaklarını bildirmiştir. Mekke müşrikleri, putlarını inkâr ettiği için, Resûlullahı öldürmek üzere ittifâk etmişlerdi. Resûl-i ekrem evinden çıkarken, onlara toprak serpti. Onlar, Server-i âlemin farkında olmadılar. Eshâb-ı kirâmdan ve Resûlullahın ümmetinden sâlih kimselerden zuhur eden kerâmetler Resûlullahın mucizelerindendir. Resûlullahı tasdik etmek, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına inandıktan sonra, Resûl-i ekremin Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuna inanmak farzdır. Resûlullaha îmân; O’nun peygamberliğine şehâdet etmek, Allahü teâlâdan getirdiklerini tasdik etmektir. Kalp*ile tasdik ve dil ile ikrâr bir arada bulununca imân tamam olur. Resûlullaha itaat, Allahü teâlâya itaatla beraberdir. Server-i âleme itaat edip, sünnet-i seniyye üzere yürüyen doğru yoldadır. O’nun emirlerine uyan, en büyük sevâba ve mükâfata kavuşur. O’na muhalefet edip, emirlerine karşı gelenler, en büyük azâba ve cezaya uğrar Resûlullaha itaat O’nun sünnet-i seniyyesine uymak, O’nun getirdiklerini kabul etmek, O’nun bildirdiklerini her tarafa yaymaktır. * Resûlullahı canından çok sevmedikçe... Hazreti Ebû Bekir'in Resûlullaha olan sevgi ve muhabbeti meşhurdur...Muhammed bin Sa’îd hazretleri Şafiî mezhebi âlimlerindendir. "İbn-i Kebben" adıyla meşhûr olmuştur. 1374 de Yemen’de doğdu. 1438 de aynı yerde vefât etti... buyurdu ki Her müminin Resûl-i ekremi sevmesi lâzımdır. Bir kimse Resûlullahı canından, malından, evlâdından, ana ve babasından çok sevmedikçe imânı kâmil olamaz. Resûlullah efendimizi seven, imânın tadını duyar, Resûlullahı*sevenler arasına katılır. Allahü teâlânın lütuf ve ihsânda bulunduğu kimselerle arkadaş olur. Eshâb-ı kirâm ra efendimizi canlarından çok seviyor. O’na kavuşmayı, O’na yakın olmayı, tercih ediyor O’na hürmette kusur etmemek için tüm güçleri ile çalışıyorlardı. O’na salât ve selâm okuyorlardı. Hazreti Ömer, Resûlullahı candan çok sevdiğini yemîn ile söylemiştir. Hz Osman ve Hz Ali Resûlullaha sevgi ve muhabbet ile doluydu Hz Ali’den şöyle bildirilmiştir: “Vallahi, Resûlullah bize, mallarımızdan, çocuklarımızdan, babalarımızdan analarımızdan, hararetten yanan ciğerlerin serin suya olan iştiyâklarından daha sevgili ve kıymetlidir.”Amr bin As ra buyurmuştur ki “Hiçbir kimse bana Resûlullahtan daha sevgili olmamıştır.” Resûlullah efendimize sevginin alâmeti, Resûlullaha hürmet ve ümmete şefkat, sâlihlere iyilik ve nasîhattir, faydalı olup, zararları onlardan def etmektir. Resûlullahı sevenlere O’nun emirlerine uyup, yasaklarından kaçanlara sıkıntı ve genişlikte O’nun âdabı ile edeblenenlere, O’nun emrettiklerini Allah için sevinip, Allah için sevenlere, O’nun sünneti ile amel edenlere, Resûlullahın sünnet-i seniyyesi istikâmetinde gidenlere, O’nun ahlâkı ile ahlâklananlara,Ehl-i beyte ve Eshâb-ı kirâma hürmet edip onları sevenlere ne mutlu... * Namaz kılan bir mümin, yükselir Namaz kılan bir Müslüman, Allahü teâlâya yaklaşır makamı yükselir. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi sekizincisidir. Seyyid olup,1745 de Hindistan’ın Pencap bölgesinde doğdu. Mazhar-ı Cân hazretlerine talebe oldu.sohbeti ve teveccühleri ile kemâle gelerek, zamanının bir tanesi oldu. kerâmetleri görüldü. 1824 de Delhi’de vefât eyledi. mektuplarına “Mekâtîb-i şerîfe” ismi verildi.*85.*Mektubunda şöyle buyurmaktadır: Namazı cemâat ile kılmak ve “rükû’da, secdelerde, her uzvun hareketsiz kılmak, rükû’dan sonra “Kavme” kalkıp, ayakta her uzuv yerine yerleşecek şekilde dik durmak iki secde arasında “Celse” yapmak bizlere Allahın Peygamberi sav tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbih söylemek sübhânallah demek Resûlullaha*salevât söylemek, günahlara istiğfar etmek ve ihtiyâçları yalnız Allahü teâlâdan isteyerek duâ etmek, namaz içindedir. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar Hayvanlar, rükû*hâlinde, cansızlar da namazda oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır.Namaz kılmak, mirâc gecesi farz oldu. mirâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uyup namaz kılan bir Müslüman, yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı edebi takınarak huzur ile namaz kılanlar, mertebelere yükseldiklerini anlarlar. Allahü teâlâ ve O’nun Peygamberi, ümmete merhamet ederek, ihsânda bulunmuşlar, namaz kılmayı farz etmişlerdir. Rabbimize hamd ve şükür olsun! sevgili Peygamberine salevât ve tehıyyât ve duâlar ederiz! Namazlardan sonra duâyı sessiz etmeli Duânın ve zikrin sessiz olması eftaldir. Cemaatin imam ile birlikte, sessizce duâ etmeleri eftaldir. Mehmed Zeynî Efendi 87. Osmanlı Şeyhülislâmıdır. 1667 İstanbul'da doğdu. Medrese tahsilinde Şeyhülislâm Ab*dullah Efendi'ye damat oldu. müderrislik, Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği yaptı. Şeyhülislâmlığa getirildi. 1751 de vefat etti. duâ, uyanık kalp*ile ve sessiz yapılmalıdır. Duâyı yalnız namazlardan sonra veya belli zamanlarda yapmak ve belli şeyleri ezberleyip, şiir okur gibi duâ etmek mekruhtur. Duâ bitince, elleri yüze sürmek sünnettir. Resûlullah, tavâfta, yemekten sonra ve yatarken duâ ederdi. duâlarında kolları ileri uzatmaz ve ellerini yüzüne sürmezdi. Duânın ve zikrin sessiz olması eftaldir. Cemaatin imam ile birlikte, sessizce duâ etmeleri eftaldir. Ayrı ayrı duâ yapmaları ve duâ etmeden kalkıp gitmeleri de câizdir. Son sünneti olan namazlarda, selâm verince imamın oturması mekruhtur. Sağa, sola veya biraz geriye çekilip son sünneti kılması lâzımdır. Yâhut, hemen gidip evinde kılar. Cemaat ve yalnız kılan, oturduğu yerde kalıp duâ okuyabilir.oturduğu yerde, sağda, solda veya geriye çekilerek son sünneti kılması câizdir.Son sünneti olmayan namazlarda, imamın, oturduğu yerde kıbleye karşı kalması mekruhtur, bid'attir. Kalkıp gitmesi cemaate dönmesi yâhut sağa, sola dönüp oturması lâzımdır. * Resûlullaha hürmet ve tazim farzdır!.. Resûlullaha hürmet ve saygı lâzımdır. Yahyâ bin Muhammed hazretleri Şafiî âlimlerindendir. “İbn-i Kirmânî” diye meşhûr oldu. 1361’de Bağdad’da doğdu. 1430’de Kâhire’de vefât etti. buyurdu ki: Allahü teâlâ, Resûl-i ekreme hürmeti farz kıldı. Onun huzurunda, O’ndan önce konuşmayı, O’na karşı edebe uymayan işlerde bulunmayı yasakladı. Eshâb-ı kirâma, Resûlullahın dinlemelerini emretti. muhalefet ve ses çıkarmaktan menetti. O’na hürmeti emretti. O’na, sevdiği isimler ile hitâb etmelerini emretti. O’nun yanında sesini alçaltarak konuşanları övdü ve onları af ve mağfiret buyuracağını ve mükâfata kavuşturacağını vadetti. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm ra Server-i aleme çok hürmetde bulunurdu Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer Resûlullaha gözlerini kaldırıp bakamazdı. otururlarken sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi otururlardı. Resûl-i ekrem abdest aldığı vakit, Resûl-i ekremin abdest suyunu alabilmek için birbirleri ile yarış ederlerdi. saçından bir kıl alabilmek için gayret gösterirlerdi. O’nun emirlerine uymak için canla başla çalışırlardı. Resûlullahın kapısını parmakları ile değil, tırnakları ile çalarlardı. Bir şey soracakları vakit, Resûlullaha hayâdan dolayı cesâret edemezlerdi.hadîs-i şerîfi duyduklarında onu alır, ezberler ve manasına göre amel ederlerdi. hadîs-i hürmetle dinlerlerdi.,Resûlullaha işittikleri zaman, gözlerinden yaşlar akar, hayran kalır, sapsarı olurlardı Abdestsiz asla hadîs-i şerîf yazmazlardı. Yatarak veya ayakta hadîs-i şerîf okumaz hadîs-i şerîf okunması istendiği zaman, gusül abdesti alır, temizliğini yapar ve yeni elbiselerini giyerlerdi. “Kim amel ederek tövbesini düzeltirse" İbni Atâ hazretleri buyurdu ki:*“Kim amel ederek tövbesini düzeltirse, tövbesi kabul olunur.” Abdürrahmân ibn-i Kudâme hazretleri Hanbelî âlimlerindendir. 1200’de Şam’da doğdu. 1283)’de orada vefât etti. Tövbe hakkında buyurdu ki: Kul kalbiyle pişman olmadıkça, diliyle istiğfar etmedikçe ve kendi üzerinde hakkı olan hak sahiblerinin hakkını ödemedikçe tövbe etmiş olmaz. Kul ibâdete yönelir, kulluğunu yaparsa, tövbeye ve zühde ulaşır. Zühde kavuşunca, sadâkata, sıdka kavuşur. Sıdka kavuşunca, tevekküle, istikâmete kavuşur.* Hazreti Ömer şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah*buyurdu ki:*“Kıyâmet günü tövbe en güzel surette getirilir, öyle güzel kokusu olur ki, onu müminlerden başkası duymaz? Kâfirler der ki: 'Müminler o kokuyu alıyorlar da, biz neden alamıyoruz?' tövbe onlara şöyle der: 'Eğer beni dünyâda kabul etseydiniz*şimdi kokumu duyardınız.' kâfirler: 'Şimdi seni kabul ediyoruz'*derler. Semâdan bir melek kâfirlere şöyle seslenir:dünyâdaki altın ve gümüşleri her şeyi getirseniz, sizden tövbe kabul olunmaz.”*Sonra Melekler onlardan uzaklaşır. Cehennem, bekçisi melekler gelir Kendisinde güzel koku olanları Cennete kor. Kötü koku bulunanları ise Cehenneme atar Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Her uzvun tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, haram olan işleri yapmaya niyeti terk etmesidir. Gözün tövbesi, harama uzanmaması, ayakların tövbesi, harama gitmemesi, kulağın tövbesi, haramı dinlememesi, karnın tövbesi, helâl yemek, fercin tövbesi, fuhşa dalmaması, işlememesidir...”Ebû Hafs hazretlerine, "tövbekârlar neden dünyâyı sevmezler?" denildi. “Çünkü onlar, günâha dünyâda batarlar” buyurdu. Fakat tövbe de dünyâda yapılır dediklerinde, “Bu günâha delîldir. İşleniyor ki tövbe yapılıyor, fakat günahların tövbesinin kabul edileceği kesin değildir.”Ebû Abdullah hazretlerine denildi ki:*“İnsan ne zaman tam tövbekâr olur?” Buyurdu ki: “Sol omuzundaki melek, yirmi sene hiç yazacak günah bulamadığı ve yazmadığı zaman efendimiz şöyle buyurdu:*“Allahü teâlâ*günahkâr kuluna sen bana duâ etmedin. günahlarına bağış istemedin. Eğer bunu isteseydin, arz dolusu günah olsa, göğe ulaşsa, onu bağışlar, günahına bakmazdım, buyurdu.” “Namaz gözümün nûrudur..." Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ezan ve gözümün nûru olan namaz ile bizi ferahlandır yâ Bilâl!”*Seyfeddîn ibn-i Mecdî hazretleri Hanbelî âlimidir.1208 de Şam’da doğdu. 1245)’de Şam’da vefât etti.*Namaz hakkında buyurdu ki: Peygamberimiz Ezan ve gözümün nûru olan namaz ile bizi ferahlandır yâ Bilâl!”*buyurdu. Ebu Saîd el-Harrâz’a “Namaza nasıl girmek lâzımdır?” denilince buyurdu ki:“Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûruna varıyormuş gibi, Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu ve kimin huzûruna çıkmakta olduğunu unutmadan girmek lâzımdır.” Bir zât, hurma bahçesinde namaz kılıyordu. Namazda iken hurma ağacına daldı ve yanlışlık yaptı çok üzüldü. Malım beni fitneye düşürdü dedi. Ellibin dinar değerindeki bahçesini, sadaka olarak fakirlere verdi. Müslim bin Yesar hazretleri, namaz kılarken kendinden geçer, yanında konuşanları duymazdı. Âsım hazretleri şöyle anlatmıştır: alime sordular nasıl namaz kılarsın?”. Buyurdu ki: vakti gelince iki abdest alırım!*Biri zâhirde bildiğimiz biri de batın abdesti.” “nasıl olur?” dedim. "Batını temizlemek; hased, ve kibirden dolayı pişmanlık duyup, tövbe etmektir. insan namaza böyle hazırlanmalıdır... mescide gitmek üzere yola çıkarım. Kıblem Kâbe'yi hatırlar ve makâm-ı İbrâhimi Cenneti sağımda, Cehennemi solumda düşünürüm. Cennet ehlinden olursam, oraya olmazsam, Cehenneme atılırım derim. Kendimi sırat üzerinde kabul eder, eğer oradan geçmeme sebep*olacak amel işlersem geçerim, yoksa Cehenneme düşerim derim, ölüm meleği arkamda eğer rükû’a vardığımda canımı alırsa, secdeye vakit kalmaz. Secdede canımı alırsa, kalkmaya fırsat kalmaz diye düşüne düşüne mescide varırım ve edebime uygun olarak içeri girerim. Namazda kırâati tefekkürle okurum. Tevâzu ile boyun bükerek ve tezellül ile secde ederim. sükûnet ve vakar üzere otururum. Sıdk ve sabır ile teşehhüd yapar, şükür ve sürûr ile selâm veririm” buyurdu. Saçıma düşen aklar ölümü hatırlatıyor... Hâlâ gaflette misin? Ölüm yakında senin bulunduğun sokağa da uğrayacak..." Makdisî hazretleri Hanbelî âlimlerindendir. 1146 de, Nablus’ta doğup, 1233 de Şam’da vefât etti.*Namazı cemaatle kılmanın fazileti hakkında buyurdu ki: Ubey bin Kâ’b*ra anlatır: Bir kimse evi mescide uzak olduğu hâlde, cemâati kaçırmazdı. Onun gayretini görenler*“Bir binek alsan da, zor zamanlarda, binip gelsen iyi olmaz mı?” dediler. O kimse, “Evimin mescide yakın olmasını, mescide gelmek için bineğimin olmasını arzu etmem. Yürüyerek gelip gitmekle çok sevap*kazanacağımı ümid ediyorum” dedi.Peygamber efendimiz o kimseye,*“Allahü teâlâ amelinin sevâbını eksiksiz verecek”*buyurdu. mübarek zatın kıymetli şiirleri vardır. Vefatından evvel şu beyitleri söyledi:“Ey Muvaffakuddîn! Hâlâ gaflette misin? Ölüm senin bulunduğun sokağa da uğrayacak. Geçip giden belâ ve musibetler, ölüm seni aldatmasın. ölümün nice isâbetli okları vardır. Kişi mutlaka nasîbini alacaktır. 'Yarın yaparım?' hülyası ne zamana kadar devam edecek? Her gün en yakın dostunun veya ayrılması da ibretli değil mi? Muhakkak ki sen de, onlara katılacaksın ölüm gelince, peşinden ağlayanların ağlaması, seni kurtarmayacak ve fayda vermeyecektir. Saçıma beyazlık, ak düştükten sonra da mı, kabirden başka bir evi imâr edeyim? böyle yaparsam ahmağım. Saçıma düşen aklar, ölümümün yaklaştığını bildiriyor ve doğru. Ömrüm her gün eksilmektedir. Onu kim geri getirebilir. Kendimi ölmüş, naaşımı uzatılmış bir vaziyette görüyorum. Kimi suskun, kimi içi yanarak ağlıyor. Bana sesleniyor gözlerinden yaşlar dökerek ağlıyorlar. daracık bir kabre gömüyorlar beni. Lahdimin üzerine onu kapayacak şekilde bir kaya koyuyorlar. En güvendiğim dostum, üzerime toprak doldurmaya başlıyor, şefkat ve merhamet sahibi olanlar, beni kabre teslim ediyor. Yâ Rabbî yalnızlık günümde, beni yalnız bırakma, bana teselli lütfeyle. ben, bildirdiklerinin hepsine inandım ve tasdik ettim...” *Kaynak yeniakit.com Yavuz Bahadıroğlu yazıları “Kahve Yemen’den gelir yolları ırak”... Meşhur müverrihimiz*Solakzade Efendi,*kahvenin*Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra, Müslüman tüccarlar tarafından 1519’da İstanbul’a getirildiğini, ancak rağbet görmediğini söylerken, Kâtip Çelebi 1543 yılında gemilerle İstanbul’a kahve geldiğini ve İstanbul ahalisinin kahveyle tanıştığını yazıyor.* “Aslı Yemen diyarından çıkıp tütün gibi dünyaya yayıldı. şeyhler Yemen dağlarını mesken edinip dervişleriyle ağaç yemişi bulup kalb ve bûn dedikleri taneleri yerlerdi ve kimisi de kavurup suyunu içerdi. şehveti kesmeye elverişli soğuk ve kuru gıda olduğundan Yemen ahalisi birbirinden görüp şeyhler ve sûfîler kullandılar.” Kahve ilk defa, Kanuni’nin Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından İstanbul’a getirildi”*diyen de var, 1511 yılına tarihleyenler de Peçevî İbrahim Efendi*ise, kahvenin İstanbul’a 1554 te girdiğini ve bu tarihten önce kahve ve kahvehanenin bilinmediğini iddia ediyor.*kahvenin zamanı, mekânı, kesin değil. Güzergâhı konusunda ihtilâflar mevcut. Yemen’den yola çıktığı,*Cidde, Süveyş, Mısır*yoluyla İstanbul İzmir, Selanik, Yafa, Akka, Trablus Sayda*ve*Antalya gibi Osmanlı şehirlerine ulaştığı söylenir uzun deniz yolculuğunda rutubet alıp bozulmaması için çekirdekler zembillerin içine konmuş, üstü çulla örtülmüş, rutubetten korunarak binbir zahmetle İstanbul’a ulaştırılmış. Çok sevilmiş, hızla yayılmış, kahvehane dükkânları açılıp her semte girmiş. Meşhur gezginimiz*Evliya Çelebi İstanbul’da kahve satan esnafın sayısını 500, kıraathâne-kahvehane sayısını 300 civarında veriyor.*Mısır Çarşısı’nda kahve satılan hanlar biliniyor. sözü*Peçevi’ye bırakalım Hicrî 962 senesinin sonuna doğru Halep’ten Hakem nâmında bir herif ve Şam’dan Şems adlı bir zarif gelüb* Tahtakale de birer büyük dükkân açarak kahve satdılar.Keyiflerine düşkün safâ ehli, okur-yazar zevk erbabı toplanır, yirmişer, otuzar yerde meclis kurar oldu. kimi kitap ve güzel şeyler okur, kimi tavla ve satranç oynar, kimi gazeller getirüb maarifden bahseder, akçalar ve pullar sarfedüb, dost toplantılarına sebep için ziyafet tertip edilir; bir iki akça kahve parasıyla eğlenir oldular.*işlerinden çıkarılanlar, kadılar, müderrisler, işsiz güçsüz oturanlar, ‘böyle bir eğlenecek ve gönül dinlendirecek yer olmaz’ diyerek kahvehanelere doldular; oturacak ve duracak bir yer bulunmaz oldu. * Kahve o kadar şöhret buldu ki, mevki sahiplerinden başka ne kadar kibar takımı varsa, gelir oldular.*İmamlar, müezzinler ve sofu takımı,*‘halk kahvehaneye dadandı, mescidlere gelinmez oldu’* ulemanin dikkatini çekti: Ulemâ,*‘Kötülük yeridir, oraya gitmektense meyhaneye gitmek evlâdır’deyü, vaizler yasak edilmesi için çalışır oldular. Müftiler,*‘herkangi sırf haramdur’ deyu fetvâlar virdiler.”* Eski İstanbul’un meşhur kıraathâneleri Eski İstanbul’a nam salmış kıraathâneler vardı.*“Kütüphaneli kahvehane”diyebileceğimiz mekânlarda çayın, kahvenin âlâsı yapılır kitap okunur, sohbet edilirdi.tiyatro ve konferanslara, sahne görevi yapar Bir *“İlim-irfan ocağı”*gibi çalışırlardı. Bunlardan bazılarını hatırlayalım… Fevziye Kıraathanesi: Şehzadebaşı Caddesi’nin*Fevziye Caddesi*ile kesiştiği köşede yer almıştı. en parlak dönemini 1885-1900 de yaşadı.*tiyatro gösterilerine, konferanslara, musiki fasıllarına ve aydınlara ev sahipliği yapdı. Darüttalim Kıraathanesi:Ahmet Hamdi Tanpınar, “Saatleri Ayarlama Enstitüsünde bu kıraathaneyi şöyle anlatıyor:*“Kahvehaneye her cins ve meşrepten insan geliyordu. Zengin mirasyedi, müflis tüccar, şöhretsiz şair, gazeteci, ressam, hülasa her meslekten adam...”*İstanbul’un ilk apartmanlarından Letafet Apartmanı’nın alt katında açılan kıraathanenin yerinde bugün*İstanbul Üniversitesi Zooloji Bölümü*var.*Letafet Apartmanı*ise 1964’te yıkılmış… Elit Kıraathanesi:*1936 da açılan kıraathane* Beyoğlu/ Asmalımescit Sokağı’nda*Merkez Apartmanı’nın altındaydı. Edebiyatçıların ve sanatçıların uğrak yeriydi. tanışıp tartışırlardı. Oktay Akbal*ve*Attilâ İlhan*bu kıraathanede tanışmışlardı.*Cemil Meriç*de kıraathanenin müdavimlerindendi. 1949 da kapanan*Elit Kıraathanesi’nin yerinde şimdi restoran var. İhsan Kıraathanesi:*Bâbıâli Yokuşu’ndaydı muhabirler özel olmayan haberlerini değiş tokuş için toplanırdı. Valiliğe işi düşenler, politikacılar, yabancı donanma komutanları ve ecnebi sefirler uğrardı. Hemen yanında defterdarlık, Türk Ocağı vardı. Hacı Reşit Çayhanesi:*1880’lerden 1910’lara kadar*Şehzadebaşı’nda faaliyet sürdürdü. Sahibi şairlik iddia eden bir kahveci idi. Cenap Şahabettin, “havasında bir lezzet-i edebiye vardı”*diye methediyor,*Hacı Reşid’i tanımamak, Muallim Naci’yi bilmemek veya Ahmed Mithad Efendi*ile görüşmemiş olmak gibi bir mahrumiyetti.”* Eftalikus Kahvehanesi:Taksim Meydanı’ndan* İstiklal Caddesi’ne girerken, köşedeki hamburgercinin yerinde, 1970 te yılla Eftalikus*adlı kahvehane varmış.*Salah Birsel: “Bir gözlem kulesidir Eftalikus. Pek çok insan da buraya bunun için gelir. Abidin Dino, Sait Faik,, Asaf Halet Çelebi, İlhan Berk kendileri için gelirler. Eftalikus en çok Sait Faik’in yurdudur”*diye anlatıyor.*Sait Faik’in mekânı konu alan bir hikâyesi var. Senarist*Bülent Oran,*pek çok senaryosunu burada yazdı. Sarafim Kıraathanesi:*Bayezidde Okçularbaşı Caddesi’nde idi. Geçmişi 1850’lere giden kıraathânenin büyük bölümü kütüphaneydi Kitap, gazete ve dergi bulunurdu.ünlü şairler yazarlar ilim adamları ve sporcular müdavimleriydi Bulunduğu yerden yol geçti.Acemin Kahvesi Bayezid’den*Laleli’ye inen caddede,*Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin karşısındaydı. İsmail*Dümbüllü* kahvehanenin müdavimleri arasındaydı.* Son zamanlarda da*Marmara, Küllük ve *bir nevi üniversite işlevi görmüş kıraathânelerdir. *Kaynak habertürk.com Murat Bardakçı Yazıları Benfica’nın kartalı Benfica’nın stadyumunda iyi terbiye görmüş kuş tribünlerin üzerinde kanat çırptıktan sonra tekrar terbiyecisinin koluna konuyordu.Kartal sembolü geçmişte ve birçok memlekette ve bizde de kullanılmıştı Roma’da ve Bizans’ta çift başlı kartal ile iktidarın sembolü olan kartal, Selçuklu, Kutsal Roma-Germen, Rusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Ermenistan, Sırbistan, Arnavutluk ve Karadağ gibi birçok devletin de arması yahut güç sembolüdür. İstanbul’da 19. yüzyıla kadar saltanat kayıklarının başında da yeralan kuş kartaldır iktidarın, ve hükümdarın gücünü temsil etmektedir. Birleşik Amerika ile Almanya’nın devlet armalarında bulunan tek başlı kartal da aynı semboldür Türkiye’de polis teşkilâtı spor klüplerinin armalarında ve Türk Tarih Kurumu’nun logosunda çift başlı kartal mevcuttur. SALTANAT KAYIĞINDAKİ KARTAL figür “basilisk” ismi verilen efsanevî bir canavardır; basiliske yahut kartala 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar yapılmış minyatürler ile gravürlerde rastlanır ve kuş geçmiş asırlarda padişahların saltanat kayıklarının ön kısmında yeralırdı Türkiye’de zamanımıza ulaşan tek ahşap basilisk İstanbul’da, Deniz Müzesi’nde muhafaza edilen ve Dördüncü Mehmed’e ait olduğu düşünülen 1647, 1655 arasına tarihlenen kadırganın baş ve kıç tarafının uçlarında bulunur. 19. asrın öncesine ait olan ama bugüne ulaşmayan saltanat kayıklarının baş taraflarında da basilisklerin bulunurdu basilisk İkinci Mahmud zamanından itibaren yerini kuş sembolüne bırakmış olduğu daha sonraki senelerde görülmektedir. Basilisk, coğrafî bölgeler ve hattâ kıt’alarda binlerce seneden buyana devam eden bir kültürün Sümerliler’den zamanımızın Birleşik Amerika’sına kadar uzanan geleneği teşkil eder. Eski sümer ve Mezopotamya inançlarında bulutlar kuş olarak düşünülmekte, “Anzu” yahut “İmdugud” ismini taşıyan fırtına ve yağmur tanrısı, iki başlı bir kuş şeklinde sembolize edilmektedir. Güneşin doğuşunu ve batışını temsil eden Anzu gece uçarak karanlıklara gidip gündüzleri dünyaya dönmektedir. Doğu ve batıda vücudu ve ayakları yılan şeklinde gösterilen ve birçok kuş özelliğini taşıdığı söylenen “Anzu”, zamanla Sümer inancının en güçlü tanrısı olur. Sümer’de kutsal kabul edilen çengin baş kısmında, anahtar tutan bir kuş sembolü vardır. Kuş, çengin güneş tanrısı ile münasebetini anlatır; anahtar 360 günlük yürüyüşü ile senenin devrini temsil eden güneşin 180’i doğuda, 180’i de batıda bulunan kapılarını açmaya yarar. Basilisk, Hz Süleyman ile ilgili efsanelere de girmiştir Mezopotamya mitolojisindeki eski güneş tanrılarının kuvveti ile ilgili inançlar zamanla Süleyman’ın özellikleri haline gelir. Hz Süleyman efsanelerde Kudüs’ün güneş tanrısı “Salman” ile özdeşleştirilir tanrısal üçler ona atfedilir. Süleyman’ın 12 basamaklı tahtının her basamağındaki hayvanlar burçların, tahtın en üstünde yüzüğü ile oturan Hz Süleyman da Sümer inancına göre güneş sembolüdür. Süleyman’ın ölümünden sonra çalınan ve mağaraya saklanan yüzüğü muhafaza eden ejderhayı andıran büyük yılan, basilisktir. Aynı yılan asırlardır tıbbın ve eczacılığın sembolüdür ve ölümsüzlüğe çare aranmasını temsil eder. İslâm mitolojisinde başı arşın üzerinde, ayakları yerin altında olan, kâinatı kaplayan, güneşi sembolize eden, güneşin kuşu olan ve horoz şeklinde tasavvur edilen bir başka kavram vardır. Bu horoz güneş doğarken kanatlarını çırparak güneşi selâmlamakta, sabah namazını haber vermekte ve kanat sesini işiten yeryüzündeki horozlar öterek müminlere namaz vaktinin geldiğini haber vermektedir Tanrıları güneş ve gücün sembolü olan basilisk daha sonra Ortadoğudaki birçok kaynakta geçer. Mezopotamya kaynaklı inanç sadece efsanelerde yer bulmamış, zamanla bazı devletlerin sembolleri hâlini almıştır. Sümer’de alt seviyede bir tanrı olan ve zamanla büyük güç izafe edilen Anzu yahut Imdugud’un sembolleri Mezopotamyadan batıya doğru uzanmış, eski Yunan’da “küçük kral” demek olan “Basilikos” ismini almış, batı dillerine “basilisk” şeklinde geçmiştir bir horozun yılan yumurtasında kuluçkaya yatması neticesinde dünyaya geldiği düşünülen, tek ve çift başlı sembolize edilen, bünyesinin yılandan, kartaldan ve yırtıcı hayvanların vücutlarından meydana geldiğine, nefesinin de öldürücü olduğuna inanılan efsanevî bir yaratık şekline bürünmüştür. Donald Trump ve dilsizleşen emperyalist bülbüller * Dosya kâğıdından büyükçe sayfayı dolduran ve tam bir megalomani beyanı olan tuğla kadar bir imza… Adam sanki kararname imzalamıyor, padişah fermanının üzerine “El muzaffer dâiman” yazan tuğra çekiyor! imzaladığı metni iki eli ile kaldırıyor, suratına zalim bir ifade veriyor ettiği haltı kameralara gösterip cihana ilân ediyor! Trump’ın politikasına âlet edeceği ses getirmesini istediği kararnameleri tulûatı andıran böyle bir ortamda imzalıyor Trump, yapımında ortak olduğumuz F-35 savaş uçaklarının teslimini erteleyen kararı askerî üssünde kavuklu ve pişekâr rolüne soyunmuş Amerikalı pilotların arasında oynayarak imzaladı.Atması nerede birkaç dakika süren kazık kadar imzasını çiziktirirken arkasındaki pilotlar, subaylar, kavuklular ve pişekârlar tebessüm ettiler; imza metnini havalara kaldırdı, tebessümü sırıtışa döndü ve Türk-Amerikan ilişkileri yerlere serildi. Amerika’nın seneler önceki ambargoları bir tarafa, ilk büyük kazığı 1914’te İngiltere’den yemiş, Sultan Osman” ve “Reşadiye” zırhlılarının bedellerini hazinede kuruş olmadığı için Donanma Cemiyeti’nin başlattığı yardım kampanyasından halkın yeme içmesinden kısarak bağışladığı paralardan ziynet eşyalarından karşılayıp son kuruşuna kadar peşin ödemiştik ama İngilizler Almanya ile yakınlaşmamızı gerekçe göstererek gemileri, gaspetmişti. NEDEN SUSKUNSUNUZ BEYLER? Aradan 104 sene geçti sahnede Trump duruyor Washington ile gerginlikler yaşadığımız günlerde Amerika’ya lâf edme uğruna senelerden buyana mangalda kül bırakmayan antiamerikan, antiemperyalist, solcu, vatansever, demokrat, ıvır-zıvırı, oldukları iddiasındakilerin “imzacılık” oynama meraklılarının tek kelime olsun etmemekte Vaktiyle “Kahrolsun Amerika” diye yeri-göğü inleten, “Emperyalizme ölüm!” sloganları ile kulakları sağırlaştıran, İstiklâl Caddesi’nde Amerikan sistemine veryansın eden bildiriler dağıtanlar şimdi sükûttalar hem de ne sükût! 1960’ da saftirik Amerikalı denizciyi karga tulumba edip denize atmayı abartıp marifetlerini “Altıncı Filo’yu Rıhtım’nda denize döktük” yahut “İkinci Kurtuluş Savaşı’nı kazandık” gibi tuhaflıklarla efsaneleştiren 68 kuşağının anlı-şanlı kahramanları! Trump’ın Türkiye’ye karşı yaptıkları size göre emperyalizm değil de başka bir “izm” mi? Bütün bunlar emperyalizmi teşkil etmiyor mu? Niçin susuyorsunuz Yoksa, Trump vaktiyle elinize fırsat geçtiği anda bir kaşık suda boğmaya heveslendiğiniz Amerika’nın değil de bir başka memleketin başkanı mı? Bize haftalardır yaptıklarına tek söz olsun etmemenizin sebebi “Oh olsun” havasına girip “Türkiye’nin başındaki gitsin de, nasıl giderse gitsin, kim gönderirse göndersin, bu işi Amerika da yapsa kabulümüzdür” zihniyeti mi, yoksa akşamdan kalma mahmurluğunuzdan çıkamamış olmanız mı Amerika ile aramızın bozulmasının hayırlı” neticeler getireceği ruyasına dalıp sevinçten dilleri tutulan beylerin ve hanımların unutmamaları gerekir: Yarım asırdır daldıkları hayallerin bir türlü hakikat olamaması gibi bu temennileri de mutlaka boşa çıkar ama sıkıntılar her tarafı etkiler, Cihangiri tarumâr eder! * Meral Hanım’ın tweet’indeki Hürriyet Anıtı Trump’ın Amerika’ya yaptığımız çelik ve alüminyum ihracatına uygulanan gümrük vergilerini arttıracaklarını açıklamasından sonra İyi Parti Başkanı Akşener bir tweet attı ve “Sayın Başkan, Hürriyet Anıtınızın parasını veren bir milletin hürriyetine kastediyorsunuz!” dedi. Akşener’in sözünü ettiği “Hürriyet Anıtı” “Özgürlük Heykeli”, 1886’dan buyana New York Limanında küçük bir adada yükselen 46 metrelik heykeldir yüksekliği kaidesi ile beraber 93 metredir. Peki heykelin bizimle ne alâkası var? Var, hem de derin bir alâkası var, zira New York’taki heykelin 1860’larda Türk toprağı olan Mısır’a, İskenderiye Limanı’nın girişine dikilmesi için hayi çalışılmış, proje buna göre hazırlanmış maddî imkânsızlıklardan hayata geçirilememişti modelde bazı değişiklikler yapılıp New York Limanı’na dikilmişti! Özgürlük Anıtı’nın bizimle bağlantısını ilk defa 2004’te bahsetmiştim yazıma tepki gelmiş ve makaslanmıştı Tepkinin sebebi okumadan ahkâm kesme meraklılarının her söz etme ve “Böyle birşey yoktur!” deme merakları idi; makaslamanın gerekçesi ise Hazıra konma ve “Armut piş, ağzıma düş!” zihniyeti…idi Özgürlük Heykelinin geçmişini yazayım: Osmanlı toprağı Mısır, 19. yüzyılda Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen ve “Hıdiv” unvanını alan valiler tarafından idare ediliyordu ve zamanla içişlerinde bağımsızdı Mısır valileri padişaha sadece yabancı anlaşmaları ve malî protokolleri tasdikle mükelleftiler. Bartholdy’nin İskenderiye’ye dikilecek heykeli Mısırlı bir kadındı Mısır Valisi Said Paşa, Fransız mühendis Lesseps’e Akdeniz ile Kızıldeniz’i birbirine bağlayacak bir kanal hazırlattı. “Süveyş Kanalı” projesi Osmanlı hükümdarına sunuldu. İngilizler projenin arkasında Fransa olduğu için Akdeniz ve Hindistan hakimiyetini tehlikeye atacak bu hazırlığa karşı çıkıyor ve Sultan Abdülâziz’i projeyi reddetmesi için baskı altında tutuyordu Said Paşa, İstanbul’un tasdikini beklemeden 1854’ün 30 Kasım’ında Fransızlara projenin hayata geçirilmesi için gerekli şirketin kurulması iznini verdi. İngiltere, Sultan Abdülâziz’e daha fazla baskıya başladı ve proje 12 yıl boyunca onaylanmadı.Said Paşa kanalın açılışını göremedi, 1863’te öldü yerini İsmail Paşa aldı… Mısır’ın hâkimi İngiliz taraftarıydı, projeye önem vermedi Kanal’ın Mısırı değiştireceğini farkedince işe sarıldı. Sultan Abdülâziz’e bu defa Fransızlar baskı yapdı. Abdülâziz, 1866’nın 19 Mart’ında Kanal’a izin verdi, Mısır’ın kanal inşaatı için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına aldı ve Kanal Şirketi’nin hisselerine yüksek bir meblâğ yatırdı. O günlerde,Bartholdi adında heykeltraş arkadaşları Mısırda firavun mekânlarını dolaştı Eserlerden etkilendı, Mısır için bir heykel yapma hayaline girdi, 1867’de Paris’e giden İsmail Paşa ile kanalın Akdeniz’e açıldığı yere, İskenderiye taraflarına dev bir heykel yapılma konusunda anlaştılar. Heykel firavunlar zamanı giysilerine bürünmüş Mısırlı bir kadın olacak elinde “Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini” sembolize eden meşale tutacaktı. Böylelikle “dünyanın yedi harikası”ndan olan ama yüzlerce sene önce yıkılan İskenderiye Feneri’nin yerine daha mükemmeli konacaktı! Bartholdy iki sene boyunca İsmail Paşa ile temasta bulundu, heykelin modellerini de hazırladı, parçalar halindeki eserin Marsilya’dan bir gemi ile İskenderiye’ye nakli çalışmalarını yaptı. Ama, ortaya büyük bir dert çıktı: Parasızlık... Süveyş Kanalı’nı inşa eden Fransız mühendis Lesseps, Bartholdi’yi uyarıp İsmail Paşa’nın maddî sıkıntısını söylemiş mimar dikkate almamıştı… Kanal 1869 Kasım’ında dünyanın dört tarafından gelen devlet büyüklerinin katıldığı büyük ama “heykelsiz” törenlerle açıldı, Bartholdi’nin eseri ise, Paris’te tozlanmaya terkedildi… O yıllarda dünyada, Fransa ile Amerika arasında muhabbet yaşanıyor ve taraflar jest yapıyorlardı. Paris’teki Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Laboulaye, Fransız Hükümeti’ni Amerikalılara dostluğun daima hatırlanması için bir hediye gönderilmesi konusunda ikna etti ve hediyenin devâsâ bir heykel olması kararlaştırıldı. Heykel bir elinde hukuku simgeleyen bir kitap tutacak, diğer elinde dünyayı aydınlatan özgürlük sembolü” meşale taşıyacaktı.Sipariş aynı heykeltraşa, Bartholdi’ye verildi. eser zaten hazırdı senelerden beri depoda duruordu ve tek eksiği üst kısmı ve ellerinde, değişiklik yapılması, Mısırlı kadının Romalı bir hanıma dönüştürülmesi idi… Amerikalılar heykelin New York’un girişindeki ufak adalardan birine yerleştirilmesine karar verdiler. Bartholdi yeri görmek için New York’a gitti Paris’e dönüşünde işe başladı. Bakır ve çelikten heykelin mühendisliğini Paris’e eyfel kulesini diken Gustave Eiffel ile tamamladı, heykele annesinin çehresini yerleştirdi ve 1884 te eseri Fransız hükümetine teslim etti. 350 parçadan oluşan heykel “İsere” adlı Fransız gemisine yüklendi 4 Kasım 1885 te New York’a ulaştı. New York’ta, heykelin yapımı için bağış kampanyası başlamış, ilk bağışı Macar göçmen olan, New York’ta “World” gazetesini çıkartan Pulitzer yapmış 100 bin dolar vermişti. Macar göçmeni gazeteci, gazetecilikte dünyanın en büyük ödülü sayılan “Pulitzer”in isim babası olacaktı. heykelin dikilmesinde ve resmi açılışta Bartholdi, New York’a yanına Süveyş Kanalı’nın mühendisi ve heykelin fikir babası olan Ferdinand de Lesseps’i alarak gitti ve 1886’nın 25 Ekim’inde eserin açılışını yaptı.Özgürlük Anıtı’nın hikâyesi budur, hadisenin ayrıntıları Suddi Arabistan ile Birleşik Amerika’nın ortaklaşa kurdukları petrol şirketi ARAMCO’nun kültür ve sanat yayınlarında defalarca yayınlanmıştır ve şu anda New York’un sembolü olan anıt için Türkiye’nin verdiği meblâğ da, Mısır’ın bize ait olduğu sırada Bartholdi’nin maket masrafları için yaptığımız ödemelerdir. İşte, ‘Yoktur’ dedikleri Sevr’in belgeleri! Tarihî meselelerde ortaya attığımız asılsız iddialara, tarihi ideolojilere kurban etme uğruna sıraladığımız saçmalıklara düşünmeden konuşanların sarfettikleri garip sözlere yenisi ilâve edildi: Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, “Sevr diye bir andlaşmanın mevcut olmadığı imzalanmadığı ve tanınmadığı” iddiasında bulundu.Tarih Kurumu, Sevr’in bundan böyle andlaşma” değil, “belge” diye öğretilmesi için çalışacakmış, zira ortada “Sevr” diye bir andlaşma mevcut değilmiş,bir belge varmış ama belge “andlaşma” olamazmış! Hoppalaaaa uğradığımız mağlûbiyetlerden bahsetmek âdetimiz değildir, hatâlarımızı değerlendirmek için bile olsa yenilgilerimizi hatırlamamaya çalışırız, 1071’in ve 1922’nin Ağustos’unda kazandığımız Malazgirt ile Başkumandanlık Meydan Muharebeleri’ni düşünüp Ağustos ayının “zaferler ayı” olduğunu söyleriz ama 10 Ağustos 1920’de tarihimizin en büyük felâketi Sevr Andlaşması’nı imzalamak zorunda kaldığımızdan bahsetmeyiz. Bu sene tuhaf âdetimizi bıraktık, Türkiye’nin tarihçilikte en önemli müessesesi Türk Tarih Kurumu’nun başkanı tarihimizin en ağır utanç belgesi Sevr Andlaşması’ndan bahsetti ama işte böyle, ySevr andlaşma değildir, uygulanmadığı için sadece bir belgedir” diyerek! Bizim için bir züll olan Sevr’in uygulanması, Damad Ferid Paşa’nın imzaladığı şeklinde bir kanı mevcuttur ama andlaşmada Ferid Paşa’nın imzası yoktur! Ferid Paşa andlaşmada sadrazamdır, ama delege değildi; imza koymamıştı. Sevr’i Türkiye adına imzalayanlar üç kişiydi: “Meclis-i Ayân âzası” yani “senatör” Hâdi Paşa ile şair Rıza Tevfik ve Türkiye’nin İsviçre’deki elçisi Reşad Halis Beyler... Ankara İstiklâl Mahkemesi, Sevr’in imzalanmasından bir buçuk ay sonra, 1920’nin 7 Ekim’inde andlaşmayı imzalayan üç kişiyi önce “vatana ihanet” ile idama mahkûm etti,üçü de sonra 150’likler listesine alınp vatandaşlıktan çıkartıldı Türkiye’ye girişleri yasaklandı. Sevr’in imzalanmasından önce 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda toplanan, başkanlığını Sultan Vahideddin’in yaptığı ve andlaşmanın imzalanıp imzalanmaması hususunu görüşen Saltanat Şûrâsı’nda andlaşmanın kabulü lehinde oy kullananlar Lozandan sonra şayet hâlâ görevde iseler vazifelerinden azledildiler ve emeklilik hakları iptal edildi. UNUTMAYALIM: SEVR, TAM BİR UTANÇ BELGESİDİR! Hâdi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşad Halis Beyler’in imzaladıkları metin, andlaşmadan ziyade güçlü bir memleketin sömürge yasasını andırır; askerî, siyasî ve malî hükümlerin yanısıra barış andlaşmasında bulunmaması gereken bazı garip maddeleriyle, müttefiklerin Türkiye’ye “medenileştirilmesi gereken geri kalmış bir topluluk” gibi baktıklarını gösterir. Andlaşmada, “Türkiye’nin tren vagonlarını sürekli fren aygıtının işlemesine engel olmayacak biçime sokması” kazı yapma iznini yalnız arkeoloji deneyiminde güvence gösteren kişilere vermesi” (Ağustos 1914’ten önce elde edilmiş tarihi eserleri iade etmesi” beyaz kadın ticaretini yasaklayıp önlenmesi” “müstehcen yayınları yasaklanması” tarıma yararlı kuşları korunması” gibisinden ancak sömürge idarelerinde rastlanabilecek yaptırımlar da vardır. Şimdi bu utanç verici maddeler ve Sevr’in Türkiye’yi paramparça etmiş olması ve hükümlerinin İstiklâl Harbinde ortadan kaldırılması bir tarafa bırakılıyor ve “Sevr andlaşma değildir, onaylanmadığı için geçerliliği yoktur, sadece bir belgedir” deniyor! Bu iddia, ayıptan da öte bir cür’ettir! TASDİK ETMEDİK AMA HERŞEYİ İLE UYGULANDI! Sevr’in onaylanmaması”, yani “hukukî geçersizlik” hadisesinin aslı şudur: Sevr imzalanmış ama Türkiye’de resmen tasdik edilmemiştir, Sultan Vahideddin, San Remo’da sürgünde iken Sevr Andlaşması’ndan bahsederken “Andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım” der. Vahideddin’in ilk kez Sevr hakkında söyledikleri şöyledir: sevr Andlaşması bana göre ne andlaşmaydı, ne pakttı: kötülüğün kendisiydi. Müttefiklerin baskısıyla andlaşmayı uzun bir toplantıdan sonra kabul eden Saltanat Şûrası’nı metni imzalayanları bu hareketden mes’ul tutamayız. Bana gelince; mecburi ve geçici imza taktiğiyle zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası’nı tüm mes’uliyeti üzerime alarak galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye’ye düşman bir tavır içine giren memleketlerin kamuoyunu sakinleştirmek için teşkil etmiştim. zaman kazanmaya çalıştım, olayların gidişatını normale sadece zaman çevirebilirdi. oyalama kararımı Sevr Andlaşması’nı kabul için delege gönderen Hindistan Komitesi’ne bildirdim. Hadiseleri beklemeyi tercih etmiştim. işler kötü gider ve oyalamakta muvaffak olamazsam, andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım”.Sultan Vahideddin Andlaşmayı onaylamamış Meclis-i Mebusan da kapatılmış olduğu için Sevr resmen tasdik edilmemiştir. Ama, mesele basit değildir… Sevr, Türkiye tarafından tasdik edilmemiştir fakat Türk delegeleri Sevr’i imzalamışlar diğer memleketlerden devlet başkanları, kralları parlamentoları andlaşmayı onaylamışlar Sevr bütün şiddeti ile uygulanmıştır! Sevr’in uygulanmasından doğan sıkıntıları, üzüntüleri, yıkıntıları, elem ve ıztırabı gösteren yüzlerce belge vardır… yüzlerce belgeyi görmezden gelip acıları da unutarak “Sevr yoktur” demek en azından ayıptır, insafsızlıktır ve aklı başında bir tarihçinin yapacağı iş değildir! BİR DEĞİL, TAM SEKİZ AYRI SEVR VARDIR! Türkiye’de, tarihimizin en acı vesikası Sevr’in imzalanmasının üzerinden bir asır geçmiş olmasına rağmen, hâlâ araştırma yapılmamıştır ve Sevr’in Müttefikler ile Türkiye arasında imzalanmış tek bir andlaşma olduğu zannedilir. Sevr, bir “andlaşmalar serisi”dir, Türkiye’nin imzaladığı ölüm fermanı” olan metin bu serinin sadece biridir ve Paris’in banliyölerinden Sévres’deki çini fabrikasının sergi salonunda 10 Ağustos 1920’de öğleden sonra saat dördü sekiz geçeden itibaren ardarda imzalanan Sevr ELE-GÜNE REZİL OLUYORUZ! Bugün hâlâ Sevr’in lehinde konuşan akıl ve idrak düşkünü birkaç bedbaht ortaya çıkıp andlaşmanın Lozan’dan ileride olduğunu” söyleyebiliyor; hattâ Sevr de yoktur, İstiklâl Harbi de…” diyecekler ama dilleri varmıyor fakat memleketin tarih konusundaki en ciddî müessesesi Türk Tarih Kurumu “Sevr’in andlaşma olmadığını” iddia ediyor! Türk Tarih Kurumu’nun Sevr’i değerlendirirken yürüttüğü mantık ile tuhaf iddialarda da bulunabiliriz: Meselâ tarihlere “93 Harbi” diye geçen savaşta Rus ordusunun Yeşilköy’e gelmesi üzerine 3 Mart 1878’de imzalamak zorunda kaldığımız Ayastefanos Andlaşması’nın şartlarının aynı senenin 13 Temmuz’unda Berlin Andlaşması ile hafifletilmiş olmasını gerekçe göstererek “Tarihimizde ‘Ayastefanos’ diye bir andlaşma yoktur, uygulanmamıştır, Ayastefanos sadece bir belgeden ibarettir” diye saçmalayabiliriz! Yakın tarihimiz konusunda senelerden buyana zaten dünya kadar palavra atıyoruz; şimdi de “Sevr andlaşma değildir, bir belgedir” gibisinden komiklikler ilim dünyasını tebesüme garkedecek ve birkaç nesil tarihçilerinin gözünde komik, zavallı ve âciz bir vaziyete düşeceğiz Tarih Kurumu’nun başkanı ve Selçuklu tarihinin üstadı Prof. Dr. Refik Turan kusura bakmasın ama tarihi perişan, İstiklâl Harbi şehidlerinin ruhlarını kıran saçmalamaların Türk tarihçiliğinin üzerine utanç verici bir yafta gibi yapıştırılmasına devletin tarihi araştırmakla görevli en önemli kurumunun asla ama asla hakkı yoktur! * Küçük kıyametin yıldönümü * on dokuz sene evvel, memleketin bağrına ateş düştü. Toprağın ani uğultusu ile başlayan sarsıntıda onbinlerce can gitti, yuvalar söndü, aylar boyunca her tıkırtıda ayaklara fırladık, zaman geçti ve korkularımızı endişelerimizi de unuttuk. deprem tedbirlerin'den vazgeçildi, depreme dayanıksız binaları elden geçiren kentsel dönüşüm rant kavgası hâlini aldı...Unutmayalım: Marmara Bölgesi’nde her 250 senede bir çöken zelzele belâsı vardır. Zamanı geldiğinde gelmemezlik ettiği görülmemiştir; vurur, yıkar, canlar alır, azabı tattırır ve 250 sene sonra tekrar teşrif eder! Bu, İstanbul’un bilinen tarihi, Bizans’ın* ilk zamanlarından buyana böyle olmuştur. Kendini göstermeye milâttan asırlar önce başlamış, Osmanlı zamanının Türk İstanbul’unu da defalarca perişan etmiştir. Şehrin 1509’da ve 1766’da yaşadığı âfetler hep 250 senede bir gelen belânın eseridir sarsıntılar şiddetli olmuştur ki Mısır’dan Kırım’dan hissedilmişdir “BEKLEYİN, GELİYORUM” DEDİ 1999 depremi, en son 1766’da uğrayan ve iki buçuk asır sonra mutlaka tekrar edecek derdin ön hazırlığı,, “Bekleyin, geliyorum” mesajı idi! Tarihler 250 senelik periyodda ufak-tefek değişikliklerin görüldüğünü, depremin beklenenden birkaç sene önce mutlaka geldiğini yazarlar... 1766’ periyodu 2016’da tamamlandı ve şimdilerde uzatmaları oynuyoruz! Gönül, bilimin deprem zamanını tâyin edebilmesini arzu ediyor ama mümkün değil; deprem hocaları başka şeyler söylüyor, ufak çaplı sarsıntıların merkezi, büyüklüğü ve şiddeti hususlarında bile anlaşamıyorlar ve mutlaka yapılması gereken hay-huy arasında kaynayıp gidiyor: Tarihçiler ile deprem uzmanları arasındaki işbirliği...Deprem geçmişimiz konusunda tarihçiler çalışma yaptılar ortak projeler hazırlandı ama uygulanmasına fırsat verilmedi...Çalışmanın temelini tarihçiler ile deprembilimciler teşkil ediyordu. Proje hazırlandı, TÜBİTAK’a sunuldu ve reddedildi Deprem meselesindeki manzara-i umumiye işte budur! * Kaynak sabah.com.tr ERHAN AFYONCU yazıları iki asır önce Devletin yapılandırılması kolay olmadı II. Mahmud’un reformları 500 yıllık Osmanlı imparatorluğu’nu tamamen değiştirmiş devlet yeniden yapılandırılmıştı. yapılandırmada çok sıkıntı çekmiştik Cumhurbaşkanlığı sistemiyle devlet yeniden yapılandırılıyor. Biz bu yapılanmayı iki asır önce II. Mahmud ve Tanzimatda yapmıştık. İkinci Mahmud Osmanlı İmparatorluğu'nu değiştiren bir padişahtır. Batılılaşma başlamıştır. Hükümdarlık dönemi yoğun geçmiş ve hükümdar yıpranmıştı ki "gaile-i saltanattan usandım" demişti. Merkezi otoritenin güçlendirilmesi ve yapılandırılması Sultan Mahmud döneminin özelliğidir. 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasıyla askeri reformlar yapıldı. iç ve dış güvenlik meseleleriyle uğraşıldı. saltanatının sonlarında idari değişiklikler yapıldı. Geleneksel kurumlar Avrupai modelde teşkilatlandırıldı. Tanzimat Dönemi'nin başlangıcı da Sultan Mahmud dönemidir Reformlar planlı, programlı değil de kısa vadeli sonuçlar düşünülerek çok hızlı yapıldığı için bazı kurumlarda sıkıntılar çıktı birçok düzenlemelere gidildi. II. Mahmud, hem Tanzimat, hem de sonraki dönemlerde yeni kurumlar kuruldu, lağvedildi, başka yerlere bağlandı. Birleştirildi, ayrıldı, Devlet adamlarının düşüncelerine göre devleti şekillendirme istekleri yüzünden liberal ve muhafazakâr kanatda nüfuz mücadelesi oldu birçok aksaklık meydana geldi. devlet yapısının oturması çok uzun bir zaman aldı. II. Mahmud reformlarında Pertev Said Paşa ve Hüsrev Paşa ön plandaydı . Bazı konular tartışıldı, bazıları anlık karara bağlandı. Sultan Mahmud, sadrazamlığı başvekâlete dönüştürüp, müstakil bir makam olmaktan çıkardı, Başvekâlet, nezaretleri yönetmekten ziyade koordinasyon sağlayacaktı. İlk başvekil dahiliye nazırı olmuştu. başvekâlet uzun ömürlü olmadı. Sultan Abdülmecid tahta geçince Hüsrev Paşa, kendisini eski yetkilerle sadrazam ilân ettirdi. Dahiliye Nezareti kaldırılarak sadarete devredildi. 20 yıl sonra 1869'da Dahiliye Nezareti yeniden kuruldu. Sultan Mahmud hazineleri birleştirerek kurduğu Maliye Nezareti Sultan Abdülmecid zamanında lağvedilip, Hazine-i Âmire ve Hazine-i Mukataat defterdarlıkları kuruldu. İki yıl sonra hazineler tekrar birleştirilip Maliye Nezareti yeniden kuruldu yeniden yapılanmada meclisler ihdas edildi. Meşveret Meclisi'nin dışındaki meclis uygulaması olmadığından birçok mesele ortaya çıktı. Meclise ilk atanan üyeler diğer işleriyle birlikte meclis üyeliği yaptıkları için çalışmaları verimli olmadı. meclis üyelikleri müstakil memuriyet haline getirildi. rütbe farkları da meclis çalışmalarını olumsuz etkilemişti. rütbeleri eşitlendi. Bazı meclisler kapatıldı veya başka kurumlara bağlandı. Hükümete yardımcı alan "Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâli" birçok konuda çalışma yapacaktı. verimli çalışamayınca 1839'da lağvedildi. Başarılı çalışmalar yapan "Meclis-i Umur-ı Nâfia" 1839'da Ticaret Nezareti'ne bağlandı. 1838'de kurulan Meclis-i Vâlâ ile 1854'te kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat gibi reformlarla ilgili düzenlemeleri yapan meclislerin aynı anda olması sıkıntılara sebep olduğu için 1861'de iki meclis Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye adıyla birleştirildi. Kurumların isimlerinin oturması zaman almıştır. Örneğin nezaretlerin kurulması üzerine oluşturulan Meclis-i Vükela, yani bakanlar kurulu "Encümen-i Mahsus, Encümen-i Mahsus-ı Vükela, Meclis-i Has, Meclis-i Meşveret, Meclis-i Hass-ı Vükela, Meclis-i Hass-ı Meşveret, gibi birçok değişik isimle anılmıştır. II. Mahmud ve Tanzimat dönemindeki reformlardaki sıkıntıların üç sebebi vardı. Ne yapılacağını tespit edip, uygulayacak yetişmiş devlet adamı, reformlar yapmak için savaş tehdidi altında olduğu için reformları soğukkanlı olarak yapacak zaman sıkıntısı çekilmişti. reform yapacak, hem de yapılan reformları uygulayacak, işin altından kalkabilecek kadrolar yoktu Yetişmiş insan eksikliği çekildi yeni kurumlara eskiden benzer görevi yapanlar getirilmek zorunda kalındı. reformlar eski kadrolar tarafından yürütüldü Reformları uygulayacak bürokrat ve memurların isteksizlik ve karşıtlıkları ıslahat sürecinin sağlıksız yürümesine sebep oldu II. MAHMUD DÖNEMİNDEKİ YENİ KURUMLAR BÂbıÂlı'de*Sadaret başbakanlığının bir birimi olarak 1821'de Tercüme Odası kuruldu. 1826'da angarya usulü kaldırıldı.İstanbul'da Vak'a-yı Hayriye ile bozulan düzenin iadesi amacıyla kolluk kuvveti ve belediye hizmetlerini için 1826'da İhtisab Nezareti kuruldu.Vakıf gelirlerinin kontrolü ve idaresi için Ekim 1826'da Evkaf-ı Hümâyûn Nezareti kuruldu. Asakir-i Mansure ordusunun gelir ve giderlerini için Şubat 1827'de Mukataat Nezareti kuruldu. Vergilerin toplanabilmesi amacıyla 1831'de ilk nüfus sayımı ve kapsamlı arazi sayımı gerçekleştirildi. 1831'de Takvim-i Vekayi adıyla ilk resmî gazete yayınlanmaya başlandı. 1836'da Reisülküttaplık Umur-ı Hariciye Nazırlığı'na yani Dışişleri Bakanlığı'na, Çavuşbaşılık Nezareti'ne ve Sadaret Kethüdalığı Umur-ı Mülkiye Nazırlığı'na yani İçişleri Bakanlığı'na dönüştürüldü. Umur-ı Mülkiye Nezareti'nin ismi Ekim 1837'de Dahiliye Nezareti şeklinde değiştirildi. 1838'de Mansure hazinesi ve Hazine defterdarlıkları birleştirilerek Maliye Nezareti kuruldu. II. Mahmud devrinin sonlarında, Mayıs 1839'da da Zahire Nezareti kaldırılarak Ticaret Nezareti tesis edildi. Nazırlara vezir ve müşir rütbeleri verilmiş, ancak sivil oldukları için paşalık verilmemişti. bir süre sonra hariciye ve dahiliye nazırlarına paşa ünvanı verildi. Nezaretlerin işlemesinde nazırlara yardımcı olmak üzere müsteşar tayin edildi. 30 Mart 1838'de Sadaret kurumu yeniden teşkilatlandırıldı "Başvekalet"e dönüştürüldü. padişahın mutlak otoritesi pekiştirilirken, sadrazamın idari etkinliği sınırlandırılmıştı. Başvekil, içişleri bakanı sıfatının yanında bakanlıklardan sorumlu temsilci hâline getirildi modern manada bakanlıkların kurulmasındaki amaç, Avrupa'daki kabine sistemini hazırlamaktı. yeniden yapılanma döneminin hukuki esaslarını tespit üzere, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, Dâr-ı Şurâ-yı Bâbıâli, Dâr-ı Şurâ-yı Askeri, Meclis-i Vükela gibi yasama ve danışma meclisleri kuruldu. ziraat, bayındırlık, sanayi ve kalkınma için tüm işleri yürütmek üzere Haziran 1838'de Meclis-i Umur-ı Nafia ve sağlık işlerini düzen amacıyla da Meclis-i Umur-ı Sıhhiye gibi meclisler ihdas edildi. Yurt dışındaki elçiliklerin fonksiyonel hale getirilmesi yönünde adımlar atılıp,Avrupa başkentlerine zeki, basiretli ve aynı zamanda dil bilen diplomatların atanmasına özen gösterildi. Yurt dışına çıkışta pasaport usulü getirildi. 1838'de karantina teşkilatı kuruldu. Haberleşme alanında 1832'den itibaren yeni posta yolları yapıldı ve posta teşkilatı kurulması yönünde aşamalar kaydedildi. Osmanlı padişahları cülus törenleriyle tahta çıkardı padişahlar, büyük ve ihtişamlı törenle tahta çıkar Saltanat değişiklikleri imparatorlukta büyük şenliklerle kutlanırdı Tarihimizde de devlet başkanlarımızın değişmesi büyük törenler İslamiyet'ten önce Türkler tahta çıkan hakanı keçe üzerine oturtup, dokuz kere havaya indirip kaldırırdı Hakan törenle beylere kımız ikram ederdi. TOPLAR ATILIYOR Osmanlı anlayışına göre 16. yüzyılın sonlarına kadar padişahın erkek çocukları tahta geçme hususunda eşit hakka sahipti Şehzadeler devlet idaresinde tecrübe için Anadolu'daki sancaklara gönderilirdi. Tahttaki padişahın ölüm haberi veziriazam tarafından ulaklar vasıtasıyla sancaklardaki şehzâdelere ulaştırılırdı.Üsküdar'a gelen şehzade devlet ricali tarafından kadırga ve kayıklarla karşılanırdı. Yeni hükümdar kadırgaya binerek Üsküdar'dan Eminönü'ne geçerken Tophane'den toplar atılırdı atına binen padişah binlerce asker ve saray görevlisi eşliğinde alayla Topkapı Sarayı'na intikal ederdi. Alay yol alırken çavuşlar alkış tutup, dua ederdi. Alkış çavuşları törenlerde "Aleyke Avnullah; Uğurun açık olsun, ikbalin efzun;Padişahım ömrü devletinle bin yaşa; Maşallah, mağrur olma padişahım senden büyük Allah var" diye bağırırdı. III. Mehmed'den sonra şehzadelerin sancağa gönderilmemesiyle tahta çıkış törenleri şekil aldı. padişahın vefatından harem ağası vasıtasıyla haberdar olan sadrazam, İstanbul'daki devlet ricalini durumdan haberdar ederdi. Devlet adamları matem kıyafetlerini giymiş hâlde saraya giderler, Divân-ı Hümâyûn'a veya Sünnet Odası'na geçip, padişahı beklerlerdi Harem ağası taht sırası hangi şehzâdedeyse padişahın vefatını haber verir kendisini tahta davet ederdi. Selefinin naaşını gören yeni padişahın koluna giren harem ağası, Hırka-i Şerif Dairesi'ne girerken şehzâdenin diğer koluna silahdar ağa girerdi. ilk biat gerçekleştirilir, önce sadrazam ve şeyhülislâm sonra da harem ağası ve saray ağaları yeni padişaha biat ederdi.İlk biatten sonra genel biata hazırlanılırdı. Teşrifatçıbaşı tarafından cülus merasiminde hazır bulunacaklar saraya davet edilir, bir davetiye de yeni padişaha gönderilirdi. padişahın tahtı Bâbüssaâde önüne kurulur Teşrifatçı herkesi mevkilerine uygun tertip edince, bâbüssaâde ağası Hırka-i Şerif Dairesi'ndeki padişaha hazırlıkların tamamlandığını haber verirdi.Harem ağası padişahın koluna girer, diğer koluna da bâbüssaâde ağası sonraları da silahdar ağa girer tahta gelirlerdi. Meydandakileri selamlayan padişah, tahta otururdu. Nakibüleşrâf'tan başlamak üzere herkes sırasına göre biat ederdi. En son teşrifatçının biat etmesiyle tören sona ererdi.Saraydaki biat merasiminden sonra, padişahın halk içine ilk çıkışı kılıç kuşanma münasebetiyle tertiplenen alayla olurdu. Avrupa'daki taç giyme töreni bizde kılıç kuşanmaya denkdi. Yıldırım Bâyezid ve II. Murad'a Bursa'da Emir Sultan kılıç kuşatmıştı. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Eyüp'te kılıç alayları yapıldı Edirne'de tahta çıkan II. Mustafa ve II. Ahmed Eski Camii'de kılıç kuşanmışdı Padişahlar, Peygamberimizin, Hazreti Ömer'in, Halid bin Velid'in, Osman Gazi'nin, Yavuz Sultan Selim'in kılıçlarını kuşanırlardı. IV. Murad, Peygamberimizin ve Yavuz Sultan Selim'in kılıçlarını kuşanmıştı. Tahta çıkan hükümdarlar askere ve devlet ricaline cülus bahşişi dağıtır ve maaşlara zam yapardı. Padişah, cülustan sonra kendi adına mühr-i hümayun denilen mührü kazıtırdı. Bu mühr saltanat değişikliğiyle eski sadrazama veya hükümdarın tayin ettiği yeni sadrazama verilirdi.Padişah cülustan sonra tahta çıktığını diğer devletlere kendi tuğrasıyla bir fermanla bildirirdi.Buna cülus tebliği denirdi.Yabancı ülkelerden cülus tebriki için elçiler gelir ve törenlerle karşılanırdı. Padişahın ilk Cuma Namazı büyük törenlerle olurdu.ilk Cuma namazı Ayasofya Camii'nde kılınır. Yeni padişahı görmek isteyen halk törene gelirdi. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|