![]() |
#1 |
![]() Belki de başından beri nereye gitmek istediğimizi biliyorduk. Eski rüzgârlara, bin yıllık seslere karışacaktık. Henüz hayali kurulmadık gündüzlere uyanacaktık belki... Belleği ölümsüz taş mağaralardan, dehlizlerden geçerek, dünyanın kenarında unutulmuş gibi duran bir dağ aralığından içeri sızıp karanlık suların kavuştuğu yerde birbirimize dökülecektik. Seninle ben... Yaşam var mıydı sahiden volkanik kütlelerin kaynak sularında? Kıyameti birlikte karşılamayı göze almıştık. Bir taş düşse evet sanki kopuverecekti üzerimizde. Yıkılacaktı kaya saraylarının dik sütunları. Ve siyah taşları olan bir şehir alev alacaktı. Nemrut’un dağ köylerinden birinde on yedinci yüzyıla ait çok sevdiğim bir İran minyatürünün sanki içine girmiştik bir keresinde. Selviler, içinden ırmak akan yeşillikler, minik tepeler, otlayan bir sürü, yük taşıyan eşek, lila, turuncu, sarı bahar çiçekleri. Cennetteydik. Kalmamıştı ne korku, ne vesvese. Ağacın gövdesi ile çeşme arasında, çiçek ile minare arasında ufuk çizgisi yoktu. Bütün çizgileri kaldırmıştık. Birlikte dönüyorduk sanki. Yokluğa dönen varlıklardık. Varoluşunu yokluğa adayan yolculardık belki. Henüz karşılaşmamıştık. Karşılaşmalar Karşılaşmaya gelirken kalabalık bir kentte birer yabancıydık ikimiz de. Geçmişin kamburunu bulutsu hayallerle gizlemeyi başarmış yorgun yolcular, seçkin yalnızlardık... Korkusuzduk aslında. Biraz da ürkek. Bu yüzden atılan her adım büyük bir cesaret gerektiriyordu. Kaçak gibi yaşamanın nasıl bir tutsaklık olduğunu kimse söylememişti, ama bunu biz çoktan biliyorduk. Ayrı ayrı, kendi kaderini seçen iki yalnız. Seninle ben. Kendi haline bakmaktan sıkılmış, başkalarının halinde, bambaşka insanların hallerinde hakikati bulmayı uman iki düşperest. Ve önlerinde açılmadık kapılar. Kimi geniş, kimi dar. Ve birlikte geçilmedik eşikler... Henüz. Baktığımda gözlerimi kamaştıracak umut ışığını görür gibi oluyordum. Çivilerinden asabildiğim yarınlar olmalıydı yıkık duvarlarımda. Bir türlü karşılaşmıyorduk. Okuyamıyordum sonradan ezbere bildiğimi fark ettiğim o büyülü alfabeyi. Belki de sen oradaydın, yıkık duvarlarımın hemen ardında. Birbirine karışmamıştı gölgelerimiz daha. İki gövde idik kökleri için derinlerde su arayan. Ağzına taş yığılmış dağ geçitlerinde, yeryüzünün en minik su birikintilerinde, içi su dolmuş taş mezarlarında, en karanlık kaya mağaralarında birbirimize seslendik, sesimizin nerede yankıladığını asla duymadan. Bilmediğim adlarla çağırdım seni. Buz mavisi çiçeklere bastım, kuru sıcakta ker*** evlerde yattım, beyaz taylarla boz tepelerde dolaştım. Ceylanlara karıştım, bulmak için serinlediğin pınarları. Belki de başından beri nerede karşılaşacağımızı biliyorduk. Göbek adlarımızı aldığımız dedelerle ninelerin aynı çeşmeden su içtiğini söylememişti bize kimse. Buluşmamıştık evet ama ikimiz de aynı taş kulübeye, aynı ağaca ve aynı çeşmeye dönüp bakmıştık geçerken değişik mevsimlerde. Aynı yol üzerinde. Belki de tarihsiz mezar taşlarında ikimizin de geçmişinden getirdiği bazı sözler kazılıydı. Kırmızı gömlekli bir oğlana ikimiz de ayrı ayrı şaşırmış olmalıydık, serap görmüş gibi bu boz tepelerde. Buluşmamız bazen çok uzaktı, bazen çok yakın. Güvercin kulübelerinde sayısız mesaj biriktirmiştik belki birbirimize haber uçurmak için. Önceden defalarca rastlaşmış olabileceğimizi hiç bilmeden beklediğimiz köşelerde, hayatın bir gününde, günün bir vaktinde: Ansızın ışıldasın diye yarım kürelerimiz, kavuşmanın provasını yapmış mıydık ayrı ayrı... Mezopotamya ovasından yağan tozların bir türlü dibe çökmediği bir dağ şehrinde bir dilek tutmuş muyduk sonra... Birbirimize doğru yola çıktıktan çok sonra. Seninle ben... Başından beri milyonlarca kez kucaklaşacaktık iki kişilik bir dilde. Ne ilk bize aitti, ne son. Ezel ile ebed arasında bazen vardık, bazen yok. Su yolu gibi Arkaik bir dilde ilahiler mırıldandık sararmış buğday tarlalarında. Sessiz geceler geçiyordu, taş oyuyor, altın işliyorduk. Defne yaprakları koku saçıyordu hâlâ, serin kavaklıkların gölgesinde uyukluyordu genç kızlar, turunç bahçelerinin hasadıyla en güzel reçeller yapılıyordu yaz ikindilerinde. Kadınlarla adamlar hep biraz mesafeli, biraz uzak. Azizler dağ başlarındaki terk edilmiş manastırlarda kadim uykularını uyuyorlar çoktandır. Aziz Simeon bir tepede, Şuayb aleyhisselamın antik şehrinin ölüleri bir diğerinde. Kesik sütun başları, taş tabletler, kabartmalar, üzüm salkımları, nar... Hepsi çağlar sonrasındaki bir kavuşmayı bekliyor. Belki de aynı anda görüyoruz taşın rüyasını. Eğiliyoruz aynı harflerle. Devasa mermer blokları arasında bir hücreye kapanıyor kalabalıklar. Her biri ayrı ayrı. Sabaha kadar. Biz; seninle ben, iki kristal kalp, atışlarımızı dinliyoruz. Uçsuz bucaksız kum şehirlerinde kubbelerin altındaki gizi sadece avuçlarımızın bildiği bir dille tarif ediyoruz. Açarak onları semaya, elverdiğince şükrederek. Hiçbir şey birbirine benzemiyor. Seninle ben. İki yalnızlık. Bilmediğimiz onca hayat arasından mucizevi bir su yolu gibi aktık, aktık. Biz gittikçe uzadı yol. Bazen sonuna gelmişiz gibi silindi. Bizi bırakmadı. Yol uzun. Bu uzun bir yol... LEYLA İPEKÇİ (ZAMAN /PAZAR )
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|