Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


 
Stil
Seçenekler
 
Prev önceki Mesaj   sonraki Mesaj Next
Alt 07-27-2008, 01:43   #2
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart "Bediüzzaman'ın bir ayakkabısı diğerinden farklıdır"- (Röportaj)
Yolcu, Kuyu başlıklı bir hikaye ile başlıyor. Kuyu motifi klasik doğu edebiyatında sıkıntının, zorluğun, inzivanın, kendini bulma yolunda önemli bir sürecin sembolü. Kuyu denildiğinde ilk akla gelen isim şüphesiz Hz. Yusuf'tur. Bize genel anlamda Risale-i Nur'da ve sizin eserinizde kuyunun ne şekilde işlendiğini anlatır mısınız?

Kuyu burada doğrudan dünyanın imajıdır. Çünkü kuyu aşağıda, alçakta olan bir şeydir. Dünya kelimesi de Kur'an'da sefil olanların en aşağısı olarak geçiyor, Arapça'da 'deni' kelimesinden türetilerek kullanılıyor. Zaten alemlerin en altında dünya alemi var. Kuyuyla ilgili hikaye, Bediüzzaman'ın Sözler'indeki sekizinci sözde geçiyor. Sekizinci sözün orijininin Hz. İbrahim'e inen Suhuf'ta geçen bir mesel olduğu söyleniyor. Ama bunu belirleyemiyoruz tabi ki çünkü suhuf yok elimizde. İlginçtir ki; Tolstoy'un İtiraflarım kitabının Gençlik bölümünde de var bu hikaye. Bir yolcu çölde yürürken bir aslan çıkıyor karşısına. Aslandan kaçarken atmış arşın derinliğinde bir kuyuya düşüyor. Düşerken kuyunun yüzeyinde olan bir ağaca tutunuyor. Ağacın köklerini siyah ve beyaz iki fare kemiriyor. Ağacın köklerinden sürgün vermiş birbirinden farklı meyveler var. Bir kısmı dikenli ama dikenleri gizlenmiş. Bunlar dünyadaki birtakım meşru- gayrimeşru hazları temsil ediyor. Kuyunun dibine bir bakıyor ki bir canavar onu bekliyor. Burada canavar yokluktur, aslan ölümdür. Ölüm gibi manevi şeylerin öte alemlerde belli bir hakikati olurmuş. O hakikate uygun dünyada bir imgesi olurmuş. Hadis-i şeriflerde de geçiyor ya... "Herkes ölür sonra dirilir. Mahşer meydanına ölüm bir aslan suretinde, koç suretinde getirilir ve öldürülür. Ve bir nidacı da 'Ölüm öldürüldü, ölüm öldürüldü' diye bağırır." Aslan işte burada olduğu gibi ölüm demektir. Aslında orada hikayenin hikaye olmadığını, gerçeğin bir boyutu olduğunu görüyoruz. Biz bir güzellik yaşıyorsak bunu hayra vesile olmak adına insanlara yazmamız lazım hikaye olarak. Ama bunu çok samimi ve yalın bir şekilde, dilin imkanlarını kullanarak, dilin doğasına nerdeyse müdahale edecek biçimde yapmalıyız. Dikkat çekmek için, falan için, filan için veya başka bir sürü motivasyon ile değil; sadece bu halimizi paylaşmak üzere..."Onlar ki hakkı ve sabrı birbirine tavsiye ederlerdi." doğrultusunda hareket etmek için. Çünkü bu ilahi bir emir. Eğer insan olduğunu hissediyorsa, insan bununla yükümlü. Yaşadığımız kötü bir hadise varsa, bir musibet varsa bunu da anlatmalıyız.

"Basın ilkelerini diyanet tanzim etmeli."

"Batılı tasvir safi zihinleri idlal eder." diyor üstad. Çirkin şeyleri anlatmak zihnin safiyetini bozar diyor. Bu ifadeyi göz önünde bulundursak sizce batılı tasvirin ölçüsü ne olmalı?

Bediüzzaman bir ara gazetecilere yönelik, "Edipler edepli olmalı hem de edeb-i İslamiyye ile müteeddip olmalı." diye uyarıyor. "Matbuat nizamnamesini, basın ilkelerini diyanet tanzim etmeli." diyor. Çünkü vicdan Allah'ın elçisidir, Allah'ın sesidir. O böyle ahlaki bir norm, ilke veriyor. Demek ki aslında güzel olan şey iyidir. İyi olan da gerçektir, hakikidir. Böyle bir formülasyonu da içermiş oluyor. İkincisi ehl-i dalalet ve sefaheti, ahlaki çizgiden çıkmış, birtakım çirkin işler yapan insanları yolundan vazgeçirmenin çare-i yeganesi onlara o sefahet ve dalalet içerisindeki aynı elemi göstermektir. Batılı tasvir safi zihinleri idlal eder. Siz bir acı, günah, karanlık yaşadınız. Bunu hissettiniz, Cenab-ı Hak bunu size gösterdi. Bunu da anlatabilirisiniz öykülerinizde. Böylesi hikayeler yazmış tarihte doğuda ve batıda pek çok edebiyatçı vardır. Ancak Lawrence gibi kötü, tahripkar edebiyatçılar da var. Bunların çok okunuyor olması, çok önemsenmesi, birtakım edebiyat eleştirmenlerinin bunlar hakkında çok iyi şeyler söylemesi onların doğru, iyi yazar olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü bir çirkinlik için 'bana göre iyidir' diyemezsiniz. Bunu biz tanımlayamıyoruz çünkü meşruiyet zeminini Allah belirliyor. İyilikten, hayırdan haberi olmayan kötü bir edebiyatçının yazdığı kötü bir hadise başkaları için ibret vesilesi olabiliyor. İşte Bediüzzaman böylesi ölçüler veriyor. Bediüzzaman'ın Yolcu'ya konu olan kendi hallerinde mutlak güzellik ve mutlak hayır var. Zaten onun her hali olağanüstü.

Eserlerde iyi ve kötü hikaye kahramanları var. Yolcu'daki o kahramanları yalnızca bir hikaye kahramanıymış gibi oturduğumuz koltuklardan mı okumalıyız, yoksa hikayenin içine girip o kahramanların ardına mı düşmeliyiz?

Yolcu'daki hikayeler bizim hikayelerimiz, insanın hikayesi. Varlığın olumlu olumsuz iki kutbu, iyi- kötü, olumlu-olumsuz, güzel-çirkin, şer-hayr , müsbet-menfi yalnız tecelli aleminde,bu alemde var. İman- küfür yalnızca bu alemde geçerli. Güzel- çirkin, duyularımızla algıladığımız bu alemde var yalnızca; Allah'ın katında yok. Bediüzzaman Risale-i Nur için "Kur'an'ın elmas dükkanından alınmış bir pırlantadır" diyor. O hazinelerden gelmiş bu kıssalar ve Kur'anidir. Fakat bir insanlık durumu hikayesi olmak üzere Bediüzzaman'ın yaşadığı en zor, en ağır şartlarda yaşadığı durumlar da çok güzel birer hikayedir. Göz kamaştırıcı bazı vizyonları var mesela. O anlatmış ama bizatihi kendisi yaşadığı için onu bizim anlamamız çok zor çünkü diyor ki Tahirül Mevlevi; "Velilerin seyrü süluklarını anlamamız için o seyrü sülukları yapmış olmak lazım." Biz sadece zihinsel kalıplarımızın elverdiği oranda Bediüzzaman'ı algılayabiliyoruz. Ama Bediüzzaman söz söyleyerek irşad eden bir adam ve ölümünden sonra da tasarrufu devam ediyor. Risaleleri okuyarak irşad oluyor insanlar. Kendisine bir tür mürşitlik vazifesinin verildiğinin ilk işareti olan bir ifadesi var: "Bir zaman ağrı dağının karşısındaydım.Büyük bir patlama oldu. Baktım annem yanımda. Bir heybet bir korku oldu. Dedim anne korkma, Cenab-ı Hak rahimdir, kerimdir. Sonra anladım ki bu gördüğüm vakıa bir vizyondur. Kur'an'ın etrafındaki surlar yıkılacak. Bu zamanda o icazın ben olduğunu anladım." Ağrı dağı göründüğü zaman o anlattığı şey bir imaj olarak canlanıyor.

"Ne kadar günahkar olursak olalım bu kamil insanın hikayesini yazmak zorundayız."

Bediüzzaman'ın Erek Dağı'nda geçirdiği günler nasıldı?

Bediüzzaman, Erek Dağı'nda geçirdiği günlerde dünyadan kopuk, son derece mütevazı bir hayat yaşıyor. Orda birkaç talebesiyle Hz. İsa'nın havarileriyle yaşadığı gibi bir farklı bir haldedir Bakir doğanın ortasında çok az yemek yiyerek hayatta kalıyor. "Bir köpeğin gıybetini yapmayın" diyor. "Bir tavuğum vardı diyor, her gün bana rahmetten yumurta getiriyordu. Misafirlerim gelince bana her gün iki tane getirmeye başladı" diyor. Bu kadar büyük bir bilgenin bu kadar sade yaşaması müthiş bir şey. Talebeleriyle dağda kırda gezerken Kur'an okuyor, cevşen okuyor, her şey ayet olduğu için kainat kitabını okuyor. Biz doğayı neden tahrip etmiyoruz, çiçekleri koparmıyoruz, suyun debisini neden bozmuyoruz? Çünkü onların her biri bir ayet. Orda yürürken talebelerine alıç, yaban armudu gibi dağ meyvelerini göstererek; "Bunları yemeyin diyor. Onlar dağdaki hayvanların rızkıdır. Sizin rızkınız şehirdeki bağ ve bahçelerdedir." diyor. Müthiş bir hayat, değil mi? Fıtratın, tabi halin bozulduğu böylesi zor bir zamanda hiçbir şeye bulaşmaksızın müstağni yaşıyor üstad. Şunun hikayesini yazmalı birisi: Talebelerine diyor ki "Siz bana hizmet ediyorsunuz. Ben yaşlı bir adamım. Tek başıma hizmetimi göremeyebiliyorum. Hastayım. -Zaten 38 yıl sistematik bir işkence yapmışlar. Çok güç şartlarda yaşamış. Zehirlenmiş defalarca.- Bediüzzaman çok büyük bir alim, bir veli, ona hizmet edersek Allah'ın rızasını kazanırız diye düşünmeyin. Bu yanlış, bu Kur'an'ın sırrına terstir. Bediüzzaman çok güzel kitaplar yazdı, biz onları okuduk, irşad olduk, minnet ve şükran hissiyle de sakın bana hizmet etmeyin diyor. -Hizmetten kastı da bir bardak suyunu getirecekler, abdest alacağı zaman havlusunu getirecekler.- Ancak yaşlı ve kimsesiz, hasta bir adamım, böyle bir insana hizmet etmek sevaptır diye acıdığınız için olabilir belki. Bir bardak su getirebilirsiniz. Ama sakın bunun da sevabını düşünerek yapmayın. Hölderlin'in dediği gibi, yeryüzünde şairane oturur diyor insan-ı kamil, adem-i hakiki, yetkin insan. Bediüzzaman, bizim kitaplardan tanıdığımız bildiğimiz insan. Bu kamil insanın hikayesini yazmak çok zor bir şey ama en azından şunu düşünebiliriz; biz ne kadar kötü insanlar olursak olalım, ne kadar günahkar olursak olalım; biz en azından bu yetkin insanın hikayesini yazmak zorundayız. Çünkü zaten modern zamanlarda düçar olduğumuz bu çürümeyi, kokuşmayı anlatan,tasvir eden birçok kitap var.

Sadık Yalsızuçanlar Yolcu'yu yazmış, bize artık yazılacak bir şey kalmamış, diye düşünemez miyiz?

Asıl hikaye henüz yazılmamıştır. Ve bir de ne kadar çok insan ne kadar çok yazarsa yazsın asıl yazılan şey hiçbir zaman yazılmayacaktır. Söylenen şey de söylenmeyecektir. Asıl söylenenden daha yücesi, daha safı mutlaka söylenir ve yazılır.

Röportaj: Yüsra Mesude
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
 


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı