|
![]() |
#1 |
![]() Kalbin Gizli Orduları ve Misâlleri
Şehvet ve öfke orduları bazen tam mânâsıyla kalbe itaat ve inkıyad etmektedirler. Böylece kalp, onların bu itaatleri sayesinde, yürüdüğü yolda kendilerinden yardım görür ve aynı yolda onlarla güzelce arkadaşlık yapar. Bazen de kalbe karşı isyan bayrağını kaldırarak karşı gelirler. Öyle ki kalbi elde edip köleleştirirler. Bu takdirde kalbin helâk olması, ebedî saâdete kavuşmak içladığı yolculuğundan geri kalma durumu vardır. Kalbin başka bir ordusu vardır. O da ilim, hikmet ve tefekkürdür. Nitekim bunun izahı ileride gelecektir. Bu ordudan yardım dilemek kalbin hakkıdır. Çünkü bu ordu, ALLAH Teâlâ´nın, şehvet ve gazap ordusuna karşı çıkardığı ordusu ve partisidir. Zira şehvet ve gazap, bazen şeytanın partisine iltihak ederler! Bu bakımdan eğer kalp, ilim, hikmet ve tefekkür ordusundan yardım istemeyi terkederse, kendi nefsine gazap ve şehvet ordularını musallat kılarsa muhakkak helâk olur ve açıkça zarar eder. Halkın çoğunun durumu budur. Zira halkın akılları, şehvetlerinin giderilmesi için şehvanî kuvvetlere musahhar kılınmıştır. Oysa aklın muhtaç olduğu ko-nularda şehvetin akla musahhar kılınması gerekir. Biz bunu, üç misâl vermek sûretiyle senin anlayışına yaklaştırmaya çalışacağız. I. Misâl İnsanoğlunun bedenindeki nefsinin misali ki nefis´ten adı geçen lâtifeyi kastediyorum memleketindeki padişahın misaline benzer. Zira beden, nefsin memleketi, âlemi, istikrar bulduğu yerdir. Âzalar ve kuvvetleri ise, sanatkârlar ve ameller mesabesindedir. Tefekkür ve aklî kuvvet ise, nasihatçi, müsteşar ve akıllı vezir gibidir. Şehvet ise, kötü köle gibidir. Ona yemek ve şehrine azık getirir. Öfke ve gayretkeşlik ise, polis müdürü gibidir. Azığı şehre getiren köle yalancı, hilebaz, kandırıcı ve habistir. Fakat nasihatçi sûretinde görünür. Oysa onun nasihatinin altında korkunç bir şer yatmaktadır. Öldürücü bir zehir vardır. Onun âdeti, hakikî nasihatçi olan vezirin görüşlerinde daima ona karşı çıkmaktır. Öyle ki bir saniye dahi bu karşı çıkıştan geri kalmaz. Nitekim memleketinin tedbîrinde vezîr ile yetinen, onunla istişarede bulunan ve bu kötü kölenin yanıltıcı işaretinden yüz çeviren ve sevabın, bu kölenin görüşüne muhâlif harekette olduğuna kanaat getiren vâlinin işine bu köle karışırsa, polis müdürü tarafından te´dib edilir, vezîre uyması sağlanır, vezirin emrini dinler hâle getirilir ve vezîr vâli tarafından bu habis köleye onun dost ve yardımcılarına musallat kılınır. Öyle ki bu köle, şerre çekici değil, şerden uzaklaştırılan biri olur. Emîr ve düzenleyici değil, memur ve düzene uyan biri olur. Bu takdirde memleketin işleri doğru-düzgün olur ve bu sebepten dolayı adâlet intizamlı yürür. İşte böylece nefis de akıldan yardım talep ettiği zaman, hamiyyetle gazabı edeblendirdiği ve şehvete musallat kıldığı, gazap veya şehvetin birisinden yardım isteyerek diğerini mağlup ettiği zaman şehvetin muhâlefeti ve kandırılmasıyla gazabın gururunu ve mertebesini azaltır, şehvetin isteklerini çirkin göstermek sûretiyle şehveti gemler ve kahreder. Evet, böyle bir zamanda nefsin kuvvetleri mutedil olur, ahlâkları güzelleşir ve kim bu yoldan dönerse, tıpkı ALLAH Teâla´nın şu ayetinde kötülediği kimse gibi olur: Heva ve hevesini ilah edinen ve ALLAH´ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağın ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? (Casiye/23) Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A´raf/176) ALLAH Teâlâ, nefsini hevadan meneden bir kimse hakkında ise şöyle buyurmuştur: Ama kim rabbinin divanına dur(up hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir.(Nâziat/40-41) Bu ordularla mücâhede etmenin ve bu orduların bir kısmını diğerine musallat kılmanın keyfiyeti, Nefsin Riyazeti bahsinde -inşaALLAH- gelecektir. II. Misâl Beden şehir gibidir. Akıl yani insanın idrâk edici kuvveti, o şehri düzene sokan pâdişah gibidir. Onun zâhir ve bâtın havasslardan meydana gelen idrâk edici kudretleri, padişahın askerleri ve yardımcıları gibidir. Bedenin âzaları halk gibidir. Şehvet ve gazaptan ibaret olan ´kötülüğü emreden nefis´ padişahın memleketini elinden almak için onunla çarpışan ve halkını helâk etmeye gayret gösteren düşman gibidir. Bu bakımdan insanoğlunun bedeni, sınır boylarında bulunan kale ve derbentler gibidir. Nefsi ise, o kale ve derbentlerde nöbet bekleyenler gibidir. Eğer bu nöbet bekleyen, düşmanla çarpışır, onu hezimete uğratır, bedenin istediğ gibi mağlup ederse, huzura vardığı zaman, onun yapmış olduğu güzel hareketler övülür. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece yönünden oturanlardan üstün kılmıştır. (Nisâ/95) Eğer kaleyi koruyamaz, halkı ihmâl ederse, yaptığı reddedilir ve ALLAH nezdinde kendisinden intikam alınır. Kıyamet gününde ona şöyle denilecektir: Ey kötülük çobanı! Sen eti yedin! Sütü içtin, fakat kaybolana sahip çıkmadın. Yaralıyı tedavi etmedin. Bugün senden in-tikam alacağım.3 Bu mücahede tarzına, Hz. Peygamber´in (s.a) şu hadîsiyle işaret edilmiştir: Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük.4 III. Misâl Aklın misali, avcı bir süvarinin misaline benzer. Şehveti atı gibidir, gazabı köpeği gibidir. Bu bakımdan ne zaman ki süvari usta, atı talimli, köpeği eğitimli ise, böyle bir süvarinin muzaffer olması uygundur. Ne zaman ki süvari haddi zâtında beceriksiz, atı serkeş, köpeği kendi nefsi için avlanır ise, böyle bir süvarinin altında kendisine itaat eden ne koşar atı vardır, ne de işaretiyle avın üzerine göndereceği köpeği vardır demektir. Bu bakımdan böyle bir süvarinin istediği avı yakalaması şöyle dursun, helâk olması kendisinin hâline daha uygun düşer. Süvarinin bilgisizliği,insanın cehaletine misaldir. Hikmetinin azlığına, basiretinin yorulmasına örnektir. Atın serkeşliği, şehvetin galebe çalmasına misaldir. Midenin ve tenâsül uzvunun şehveti ve köpeğin kendi nefsi için avlanması ise, gazabın galebe çalıp istilâ etmesinin misâlidir. ALLAH Teâlâ´dan lûtf-i ilâhîsi ile güzel tevfîkini bize refik eylemesini diliyoruz. 3)imam Irâkî, hadisin aslına rastlamadığını kaydeder. Fakat Ebu Nuaym, Hilye´de bu hadîsi rivayet eder. 4)Beyhakî
![]() |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() İnsan Kalbinin Özellikleri
Bizim söylediğimizin tamamını, ALLAH Teâlâ insanoğlunun dışında kalan bütün hayvanlara da ihsan etmiştir. Zira hayvanın da şehveti, öfkesi, zâhirî ve bâtınî duyuları vardır. Hatta koyun, gözüyle kurdu görür, kalbiyle onun düşman olduğunu bilir ve ondan kaçar. İşte bu, bâtın idrâkin tâ kendisidir. Bu bakımdan biz burada insanoğlunun kalbine bahşedilen özellik ve hususiyetten bahsedelim. O özellik ki insanoğlunun şerefi ondan dolayı büyüdükçe büyümüş ve ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmaya müstehak olmuştur. Bu da ilim ve iradeye dönüşmüştür. İlim İlim´den gaye; dünyevî ve uhrevî işleri, aklî hakikatleri kapsayan ilimdir. Zira bunlar mahsusatların (hislerle bilinenlerin) ötesinde bulunan emirlerdir. İnsanoğluna burada hayvanlar iştirâk etmemektedirler. Aksine zarurî ve umumî ilimler, aklî özellikle-rindendir. Zira insanoğlu bir şahsın aynı halde iki yerde olmasının düşünülemeyeceğine hükmeder ve insan bu hükmü her şahıs için yürütür. Oysa insanoğlu bazı şahısları hissiyle idrâk etmiştir. Bu bakımdan onun bütün şahıslar üzerinde böyle hükmetmesi hissiyle idrâk ettiğinden fazladır. Zarurî ilim hakkında bunu anladığın zaman, bu durum diğer nazarîler hakkında daha açık bir şekilde anlaşılır. İrade İnsanoğlu aklen işin sonucunu ve o işteki salâh yolunu idrâk ettiği zaman, maslahat niyetine bir iştiyâk onun zâtından belirir. Maslahat sebeplerini elde etmeye doğru bir şevki olur, onları irâde eder. Bu irâde ise, şehvet irâdesinin dışındadır. Hayvanların irâdesinin de dışındadır. Hatta bu irâde şehvetin tam zıddına olur.Zira şehvet, bedenden kan aldırmak ve hacamat yapmaktan nefret eder. Akıl ise bunu ister, arar ve bu yolda mal sarfeder. Şehvet, hastalık ânında lezzetli yemeklere meyleder. Akıllı bir kimse ise nefsinde bu lezzetli yemeklerden meneden bir kuvvet hisseder. O menedici kuvvet şehvet değildir. Eğer ALLAH Teâlâ, işlerin sonucunu bilen aklı yaratmış olup, aklın hükmü istikametinde âzaları tahrik ve teşvik edici kuvveti yaratmasaydı, o vakit kesinlikle aklın hükmü zâyi olurdu. Durum bu iken, insanoğlunun kalbi, ilim ve irâde ile hususiyet kazanmış oldu. Hayvanların kalbi ise, bu özellikten mahrumdur. Hatta yaratılışın başlangıcında çocuk da bu özellikten mahrumdur. Ancak bu özellik, erginleşme çağından sonra çocukta oluşur. Şehvet, öfke, zâhir ve bâtınî hassalar ´a gelince, bunlar çocuklarda mevcutturlar. Sonra bu ilimlerin çocukta oluşmasının iki derecesi vardır: Birinci derece, çocuğun kalbi, ilk basamakta bulunan ve zarurî olan diğer ilimleri kapsamaktadır. Muhallerin muhalliğini, zâhirî mümkünlerin mümkünlüğünü bilmek gibi... Bu bakımdan bu husustaki nazarî ilimler asıl değildir. Ancak bu nazarî ilimler, usûl ve imkânı, yakın ve mümkün kılmışlardır. Çocuğun ilimlere izafeten hâli, yazmaktan ancak divit, kâlem ve tertipli değil de tek olan harfleri bilen kâtibin hâline benzer. Çünkü böyle bir kâtip, yazmaya yaklaşmıştır. Fakat daha bilfiil yazmaya varmamıştır. İkinci derece, fikir ve denemelerle elde edilen ilimlerin çocuğa hâsıl olmasıdır. Bu bakımdan o ilimler, çocuk yanında depolanmış gibidir. Çocuk ne zaman isterse, onlara müracaat edebilir. Çocuğun hâli, yazmak hususunda usta olan bir kimsenin hâlidir. Zira böyle bir kimseye, bilfiil yazmasa dahi, yazmaya kudreti olduğundan dolayı kâtip denilmektedir. İşte bu, insanlık derecesinin en son haddidir. Fakat bu derecede sayılamayacak kadar mertebeler vardır. İnsanlar malûmatın çokluk, azlık, şerefli, hasis ve tahsil yolu ile elde edilmesi sebebiyle bu hususta değişik mertebelere sahiptirler. Zira mükâşefe yolu ile, ilâhî bir ilhamla fertlerin bazısına bunlar verilmiştir. Bazı kalplere de öğrenmek ve çalışmakla verilir. Fakat bazı kalpler bunu çabuk, bazı kalpler ise çalışmasına rağmen geç elde eder. Şu makamda âlimlerin, hükemanın, enbiya ve evliyânın mertebeleri değişiktir. Bu bakımdan bu husustaki terakki dereceleri had ve hesaba gelmez, Zirâ ALLAH Teâlâ´nın malûmatının sonu yoktur. Rütbelerin en yücesi peygamber rütbesidir. O peygamber ki ona bütün hakikatler veya hakikatlerin çoğu keşfolunur. Hem de çalışıp yorulmaksızın... Hatta çok kısa bir zamanda ilâhî bir keşifle keşfolunur. Bu saadetin sayesinde mekân ve mesafe ile değil, hakîkat ve sıfatla ALLAH Teâlâ´ya yakın olur Bu derecelerin terakki merdivenleri ALLAH´a doğru gidenlerin menzil ve konaklarıdır. Onların haddi hesabı yoktur. Ancak her sâlih kul, sülûkü esnasında vardığı konağı bilir. O konağı ve arkasında kalan konakları târif edebilir. Önündeki konaklara gelince, onların hakikatlerini ilmen kapsayamaz. Fakat îman bi´l-gayb yönünden onları tasdik eder. Nitekim bizler, nübüvvete ve peygambere iman eder, onun varlığını tasdik ederiz. Fakat peygamberliğin hakikatini ancak peygamber bilir ve nitekim cenîn, çocukluk hâlini, çocuk da mümeyyizlik hâlini bilmediği, mümeyyize açılan zarurî ilimleri idrâk etmediği gibi, mümeyyiz de akıllının hâlini ve çalışma neticesinde elde ettiği nazarî ilimleri bilemez. İşte böyle akıllı bir kimse de ALLAH Teâlâ´nın velî ve peygamber kullarına lütfundan ve rahmetinden vermiş olduklarını bilmemektedir. ALLAH Teâlâ´nın kullarına açmış olduğu rahmeti kapatan hiçbir kuvvet yoktur. Bu rahmet ALLAH´ın kerem ve cömertliğinin gereği olarak bol bir şekilde verilir. Hiç kimseden esirgenmemektedir. Fakat bu rahmet ALLAH´ın rahmetinin kokularına açık bulunan kalplerde açık olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak sizin rabbinizin zamanınızın günlerinde dalgalı dalgalı gelen rahmet kokuları vardır. Dikkat ediniz! Bu koku dalgalarına kalbinizi açıp, hazır bulunun.6) Bu rahmet dalgalarına kalbi açıp hazır bulundurmak, kalbi temizlemek, kötü ahlâktan hâsıl olan bulanıklık ve pisliği kalpten söküp atmak demektir. Nitekim bunun açıklaması ilerde gelecektir. Hz. Peygamber (s.a) şu hadîs-i şerifiyle ALLAH´ın bu tür cömertliğine işaret etmiştir: ALLAH Teâlâ her gece en yakın göğe (keyfiyeti bizce mâlûm olmayan bir şekilde) iner ve buyurur ki: ´Acaba çağıran var mı ki ben kendisine icâbet edeyim, dileğini kabul buyurayım!6 Rasûlullah´ın rabbinden hikâye ederek söylediği şu hadîs-i şerifle de bu cömertliğe işaret vardır: Muhakkak ki iyilerin benimle buluşmaya iştiyâkı arttıkça arttı. Oysa ben onlarla kavuşmaya daha fazla iştiyak duyuyorum.7 Bu cömertliğe, ALLAH Teâlâ´nın hadîs-i kudsîde ´Bana bir karış yaklaşana bir zirâ´ yaklaşırım´8 cümlesiyle de işaret edilmektedir. Bütün bunlar şuna işarettir ki, ilimlerin nûrları cimrilikten veya nimet sahibi ALLAH Teâlâ cimrilik ve esirgemeden yücedir, tarafından herhangi bir mâni ile kalplerden perdelenmiş değildir. Fakat ilimlerin nûrları kalpler cihetinden gelen meşguliyet, bulanıklık ve pisliklerden dolayı perdelenmiş olduğu için kalplere giremez. Çünkü kalpler, kaplar gibidir. Kap su ile dolu oldukça hava içine girmez. Bu bakımdan ALLAH´tan başka şeylerle meşgul olan kalplere ALLAH´ın celâlinin mârifeti girmez ve buna Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifiyle işaret edilmiştir: Eğer şeytanlar Ademoğulları´nın kalpleri etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki Ademoğulları göklerin melekûtunu seyredeceklerdi.9 Bunlardan anlaşılıyor ki, insanoğlunun özelliği ve hususiyeti, ilim ve hikmettir. İlim çeşitlerinin en şereflisi ALLAH, ALLAH´ın sıfatları ve fiillerinin ilmidir. Bu bakımdan bu ilimle insanoğlunun kemâli tamamlanır. İnsanoğlunun saadet, celâl ve kemâl huzurunun komşuluğuna yararlılığı, ancak kemâlindedir. Bu bakımdan beden nefsin merkebidir. Nefis ilmin yeridir. İlim insanın maksududur ve insanoğlunun yaratılışından kastedilen özelliktir. Nitekim at da yük taşıma bakımından merkeple ortaktır, fakat düşman üzerine gitmek ve düşmanın hücumundan süvârisini kurtarmak ve güzel görünüşü gibi hususiyetleriyle merkepten ayrılır. Bu bakımdan at, bu özellik için yaratılmıştır. Eğer bu özellik attan sıyrılırsa, o vakit merkep mertebesine düşer. İnsanoğlu da böylece birtakım işlerde at ve merkeple ortaktır. Onlardan, özelliği olan birtakım işlerle ayrılır. İnsanoğlunun o özelliği, âlemlerin rabbine yakın olan meleklerin sıfatlarındandır. İnsanoğlu mertebe açısından hayvanlar ile melekler arasında bulunur. Çünkü insanoğlu yemesi ve üremesi bakımından bitki gibidir. Hissetmesi ve kendi iradesiyle hareket etmesi bakımından hayvan gibidir. Sûreti ve kıymeti bakımından duvar üzerine nakşedilmiş resim gibidir. Onun özelliği ancak şeylerin hakikatlerini bilmektir. Bu bakımdan kim bütün âzalarını ve kuvvetlerini -onlardan ilim ve amel elde etmek için- yardım istemek yönünde kullanırsa, bu kimse meleklere benzemiş olur. Madem ki meleklere benzer, onlara iltihak etmeye hak kazanır. Ona melek demek, rabbanî demek uygun düşer. Nitekim ALLAH Teâlâ Hz. Yusuf hâdisesine isimleri karışan kadınların şöyle söylediklerini haber vermektedir: Bu beşer değildir! Ancak bu, şerefli ve kerîm bir melektir! (Yusuf/31) O halde, kim himmetini, bedenî lezzetlerin arkasında koşmaya sarfederse, hayvanların yediği gibi yerse, böyle bir kimse, hayvan derekesine düşer. Böyle bir kimse, ya öküz gibi akılsız veya domuz gibi obur veya köpek gibi ısırıcı veya kedi gibi tırmalayıcı veya deve gibi kindar veya kaplan gibi kibirli veya tilki gibi hilebaz olur veya inatçı bir şeytan gibi bütün bu kötü sıfatları nefsinde toplar. Hiçbir âza ve hiçbir hâssa yoktur ki ALLAH´a giden yolda onun yardımından istifade etmek mümkün olmasın. Nitekim bunun bir kısmının izahı Şükür Kitabı´nda gelecektir. Bu bakımdan kim bu yolda herhangi bir âzasını kullanırsa, o zaferi elde etmiştir, kim de bunu kullanmaktan sarfı nazar ederse, böyle bir kimse zarar etmiş ve mahrum olmuştur. Bu husustaki saadetin özeti şudur: Kişi ALLAH ile kavuşmayı kendisine maksat ve hedef edinmelidir. Âhiret evini ebedî yurt, dünyayı konak, bedeni merkep, âzaları hizmetçi yapmalıdır. Bu bakımdan insanoğlunun idrâk edici özelliği padişah gibi memleketinin ortası olan kalpte istikrar etmelidir. Dimağın mukaddimesine bırakılan kuvve-i hayaliye, postacı gibi gidip gelmelidir. Zira hissedilen şeylerin haberleri, dimağların mukaddimesi yanında toplanır. Meskeni dimağın sonunda olan kuvve-i hâfıza, hazine gibi işlenmelidir. Dil de onun tercümanı gibi olmalıdır. Hareket hâlinde olan âzalar onun mektubu gibi olmalıdır. Bu bakımdan onların herbirine bir memleketin haberlerini toplamak vazifesini vermelidir. Göz, renkler âleminin haberlerini; kulak, sesler âleminin haberlerini; burun, kokular âleminin haberlerini toplamakla görevlendirilmelidir. Diğer âzalar da böyledir. Çünkü o âzalar haber sahipleridir. Bu âlemlerden haberleri toplarlar. Postacı gibi olan kuvve-i hayaliye´ye o haberleri iletirler. Posta sahibi de onu kuvve-i hâfıza dan ibaret olan hazineciye teslim eder. Hazineci de (değerlendirmek için) o haberleri padişaha arzeder. Padişah, memleketinin idaresinde, saadetinde ve üzerinde bulunduğu seferin tamamlanmasında, düşmanını yok edip yol kesicileri bertaraf etmekte kendisine yarayanları o haberlerden çıkarır. Padişah bunu yaptığı takdirde muvaffak ve mutlu olur, ALLAH´ın nimetinin şükrünü yapmış sayılır. Ne zaman ki bunları başıboş bırakırsa veya düşmanın lehinde kullanırsa (düşmanları ise şehvet, gazab ve diğer geçici zevklerdir) veya bunları konağında değil yolunun tâmirinde kullanırsa -zira dünya onun geçtiği yoludur- onun vatanı ve istikrar bulacağı yer âhirettir. Böyle kullandığı takdirde mahrum, şakî ve ALLAH´ın nimetini inkâr etmiş olur. ALLAH´ın ordularını zâyi eden ve düşmanlarına yardımda bulunan ALLAH´ın hizbini yardımsız bırakmış olur. Böylece gazaba, dünya ve âhiretinde uzaklaştırılmaya müstahak olur. Biz böyle olmaktan ALLAH´a sığınırız. Bizim beyan ettiğimiz bu misâle Ka´b´ul-Ahbar işaret ederek şöyle demiştir: Aişe validemizin huzuruna girdim ve ona dedim ki: İnsanoğlunun gözleri hidayet edici, kulakları derleyici, dili tercüman, elleri kanatlar, ayakları sağa-sola koşturulan postacı, kalbi ise padişahtır. Bu bakımdan padişah iyi oldu mu askerler de iyi olur Bu sözleri işiten Aişe validemiz ´Ben de Rasûlullah´tan böyle duydum´ demiştir.10 Hz. Ali kalplere misâl olarak şöyle demiştir: Muhakkak ALLAH Teâlâ´nın yeryüzünde kapları vardır. O kaplar da kalplerdir. Bu bakımdan kalplerin ALLAH´a en se-vimli geleni en incesi, en sâf ve en dürüstüdür. Sonra Hz. Ali, bunu tefsir ederek şöyle demiştir; ´Bu, din hususunda en kuvvetli, yakîn hususunda en sâf ve müslümanlar için en fazla merhametlisi demektir´. Hz. Ali´nin bu sözü, ALLAH Teâlâ´nın şu ayetindeki ´Kâfirlere karşı şiddetli, aralarında ise merhametlidirler´ (Fetih/29) cümlesine ve yine ´O´nun nûrunun misâli, içinde çıra bulunan bir kandil gibidir´ (Nûr/35) ayetine işarettir. Ubey b. Ka´b şöyle demiştir: Bu ayetin mânâsı ´Mü´min bir kimsenin nûrunun ve kalbinin misâli, içinde çıra bulunan kandil misâline benzer demektir. ALLAH Teâlâ´nın ´Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir´ (Nûr/40) sözü ise, münâfığın kalbi için misaldir´. Zeyd b. Eslem ´Mahfuz ve korunmuş bir levh´dedir´ (Buruc/21) ayetini ´mü´minlerin kalbidir´ şeklinde tefsir etmiştir. Sehl et-Tüsterî ´Kalbin ve göğsün misâli, arşın ve kürsünün misâli gibidir´ demiştir. İşte bunlar kalbin misalleridir. 6)İmam Mâlik, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre´den) 7)Irâkî´ye göre aslına rastlanmamıştır. Ancak Deylemî bu hadîsi nakleder. 8)Buhârî, Müslim 9)İmam Ahmed 10) Ebu Nuaym, Taberânî |
|
![]() |
#3 |
![]() Kalbin Vasıfları ve Misallerinin Toplamı
İnsanoğlu, yaratılış ve terkibinde dört şüphe ile malûldur. İşte bunun için insanoğlunda dört çeşit sıfat vardır. Onlar yırtıcı, hayvanî, şeytanî ve yırtıcı hayvanların fiillerinden olan düşmanlık, buğz, vurmak ve küfretmekle insanlara hücum etmekten ibaret olan fiilleri ile alâkalıdır. Kendisine şehvet musallat olması bakımından hayvanların oburluk, halislik, şehvetperestlik ve benzeri fiilleri yapar ve yaratılışın hakikati açısından bu rabbânî bir emirdir. Nitekim ALLAH Teâlâ ´De ki: Ruh, RABBİMin emrindendir´ (İsra/85) buyurmuştur. Bu bakımdan insanoğlu nefsi için rububiyet iddia eder. İstilâ ve istivâyı sever. Bütün işlerde müstebidane hareket etmek ve sadece sözün kendisinde bulunmasını, tek başına reis olmayı, tevâzu ve ubûdiyet yularından çıkmayı ister. Bütün ilimlere vâkıf olmayı ister. Hatta ilim, mârifet ve her işin hakikatini bildiğini iddia eder. İlme nisbet edildiği zaman sevinir. Cehle nisbet edildiği zaman üzülür. Oysa bütün hakikatleri bilmek, cebir sûretiyle bütün mahlûkata galebe çalmak, rububiyetin sıfatlarındandır ve insanoğlunda bu vasfı elde etmeye karşı bir hırs vardır. Şehvet ve öfkede hayvanlarla ortak olmakla beraber, idrâk ile hayvanlardan ayrılma özelliği bakımından ise, kendisinde şeytanî sıfat hâsıl olur ve böylece şerir olur. Kendisini hayvanlardan ayıran sıfatını şerrin çeşitli yönlerini elde etmede kullanır. Hile ve aldatma ile hedefine varmak ister. Hayrın yerine şerri ister. İşte bütün bunlar şeytanların ahlâkıdır. Bir de kendisine rabb-ânî, şeytanî, yırtıcı ve hayvanî sıfatlardan dört asıl katışmış olan her insanın -oysa bütün bu vasıflar, kalpte toplanmıştır- sanki derisinde domuz, köpek, şeytan ve bir hekim beraberce bulunurlar! Domuz şehvettir. Zira domuz, renginden, şeklinden ve sûretinden dolayı zemmedilmiş değildir. Aksine oburluğundan, köpekliğinden ve harîsliğinden zemmedilmiştir. Köpek ise öfkedir. Zira yırtıcı hayvan ve dişleyici köpek, sûret, renk ve şekil bakımından yırtıcı ve köpek sayılmış değildir. Aksine onlarda yırtıcılık, saldırganlık ve ısırıcılık mânâsının ruhu vardır da ondan! İnsanoğlunun iç âleminde yırtıcı hayvanın saldırganlığı, öfkesi, domuzun harisliği ve oburluğu vardır. Bu bakımdan domuz,oburluktan ötürü fuhşiyat ve münkeri işlemeye insanoğlunu dâvet eder. Yırtıcı hayvan, öfkeden ötürü zulüm ve eziyet yapmaya dâvet eder. Şeytan ise daimî bir şekilde domuzun şehvetini, yırtıcının öfkesini durmadan körükler, birisini diğeriyle kışkırtır. Yaratılışların îcabı olanı onlara güzel göstermeye gayret eder. Aklın misâli olan hekim ise, şeytanın hilesini ayırt edici basiretiyle keşfedip defetmekle görevlidir. Apaçık ve pırıl pırıl parlayan nûruyla onun desiselerini bilmek ve dolayısıyla köpeği bu domuza musallat kılmak sûretiyle domuzun oburluğunu kırmak ile görevlidir. Zira öfke, şehvetin kabarmasını kırıp söndürür ve yine aklın misâli olan hekim, domuzu köpeğe musallat kılmak sûretiyle köpeğin saldırganlığını defetmekle ve mağlup ederek emrinin altına almakla görevlidir. Eğer hekim bunu yapar ve güç yetirirse iş normale döner, beden memleketinde adalet görünür ve hepsi dosdoğru yol üzerinde yürür. Eğer hekim bunları mağlup etmek-ten âciz kalırsa, bu sefer onlar hekimi mağlup eder ve hizmetlerinde kullanırlar. Artık hekim, daimî bir şekilde domuzu doyurmak ve köpeği razı etmek için çeşitli hilelere baş vurmak ve ince fikirler yürütmek mecburiyetinde kalır. Böylece hekim, daimî bir şekilde köpek ve domuzun hizmetinde bulunur. (Maalesef insanların çoğunun hâli himmetleri, işkembeleri, tenasül uzuvları ve düşmanlara karşı kibir ve gurur cihetine fazlasıyla sarfedildiği için böyledir). Böyle bir insanın, putperestlerin taşlara yapmış olduğu ibadetlerini kınamaları ne tuhaftır. Oysa eğer bu insanın manevî perdesi kalkar ve hâlinin hakikatini görürse ve hâlinin hakikati kendisine -nitekim uyku ve uyanıklık hâlinde ehl-i keşfe görüldüğü gibi- gösterilirse, nefsinin domuzun önünde el bağlayıp bazen domuza secde ettiğini, bazen domuza rükû ettiğini, bazen de domuza itaat ettiğini, emir ve işaretini beklediğini görür. Bu bakımdan domuz, şehvetlerinden herhangi bir şeyi istediği zaman derhal nefsinin domuzun hizmetine koştuğunu ve isteğini hemen yerine getirdiğini müşahede edecektir veya görecektir ki nefsi, saldırgan bir köpeğin önünde el pençe divan durmuştur. O köpeğe ibâdet edici, itaat edici, onun istek ve arzularını dinleyici, ona itaat etmek için çeşitli hileler hakkında inceden inceye düşünücü olduğunu görecektir. Tabiîdir ki domuza veya köpeğe böyle itaat eden nefis, şeytanın sevgisini kazanmak yolunda çaba sarfetmektedir. Zira domuzu harekete geçiren ve köpeği saldırtan ve onları hizmetine koşturan şeytandır! Bu nedenle bu tip bir insan, domuza ve köpeğe itaat ettiğinden ötürü şeytana ibâdet etmiş olur. Bu nedenle her kul, hareket ve sekenelerini, sükûtunu, konuşmasını, kalkışını, oturuşunu gözetmeli ve basiret gözüyle bakmalıdır! Eğer nefsi insaflı ise, bütün gün bunların ibâdetinde koştuğundan başka birşey göremeyecektir. Bu ise, zulmün katmer-lisidir. Çünkü böyle bir insan padişahı köle kılmıştır. Sahibi hizmetkâr, efendiyi kul, gâlibi mağlup kılmıştır. Çünkü efendi, galebe ve istilâya müstehak olan akıldır. Oysa bu insan, aklın domuz, nefis ve şeytana hizmetçi kılmıştır. Madem ki böyle yapmıştır, şek ve şüphe yoktur ki bunların taatinden onun kalbine, kalbi kaplayan birtakım sıfatlar yerleşecek, öyle ki kalp o kötü sıfatlardan ötürü mühürlenecek ve öldürücü ve helâk edici bir pas olarak kalbin yüzüne o sıfatlar sürülecektir. Şehvet domuzunun taatine gelince, bundan hayâsızlık, pislik, israf, cimrilik, riya, utanmazlık, boş bulunmak, harislik, oburluk, yağcılık, hased, kin, başkasının musibetine sevinmek ve benzeri çirkin sıfatlar doğar. Öfke köpeğinin tâatine gelince, o tâatten de kalbe şu sıfatlar yayılır; tehevvür, rezalet, kibir, ucub, öfkeden yırtılmak, gurur, enaniyet (egoistlik), alay, küçük görme, halkı hakir görmek, şerri istemek, zulmün şehveti ve benzerleri... Şehvet ve öfkeye itaat etmek sûretiyle şeytana yapılan ibâdete gelince, bu ibâdetten, kalpte şu sıfatlar oluşur: Mekr (hile), kandırmak, hilebazlık, şeytanî kurnazlık, cür´etkârlık, göz boyayıcılık, insanları birbirine düşürmek, saman altından su yürütmek, sinsilik ve benzerleri... Eğer iş tersine çevrilirse, bütün bunlar rabbânî sıfatın emri altına sokulup, mağlup edilirse, bu takdirde kalpte rabbânî sıfatlardan olan ilim, hikmet, yakîn, şeylerin hakikatlerini ihata etmek, işlerin künhüne vâkıf olmak, ilim ve basîret sayesinde hepsini istilâ etmek, ilmin kemâli ve celâli için bütün halkın öncülüğüne müstehak olmak gibi sıfatlar yerleşecektir ve bu takdirde şehvet ve öfkeye ibâdet etmekten müstağni olacaktır ve şehvet domuzunu zaptetmek, onu îtidal sınırında durdurmak için kalpte şerefli sıfatlar oluşacaktır. İffet, kanâatkârlık, sükûnet, zâhidlik, verâ, takvâ, inbisat, güzel görünüş, hayâ, zarafet, yardımseverlik ve benzerleri gibi... Yine bu takdirde kalpte öfke kuvvetinin zaptı ve mağlup edilmesi mümkün olacaktır ve bu saldırgan kuvveti gerekli olan duruma şu sıfatlar dönüştürecektir: Şecâat, cömertlik, yardıma koşmak, nefsi zaptetmek, sabır, ilim, zahmetlere katlanmak, affetmek, musibetler karşısında tınmamak, yüksek hedeflere doğru atılmak azmi, şehamet, vekar ve benzerleri... Bu bakımdan kalp, kendisine tesir eden bütün bu şeyler tarafından kaplanan bir ayna hükmündedir. Şu eserler ardı kesilmeksizin kalbe doğru akıp giderler. Bizim zikrettiğimiz güzel eserlere gelince; onlar kalp aynasının cilâsını, revnakını, nûr ve ziyasını daha da arttırırlar. Öyle ki hakkın tecellisi orada pırıl pırıl parlar. Dinde güzel olan işin hakikati o kalpte keşfolunur. İşte Hz. Peygamber (s.a) böyle bir kalbe şu hadîs-i şerifîyle işaret etmiştir: ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irâde ettiği zaman, onun kalbinde, ona va´zedici bir kuvvet yaratır.11 Kimin kalbinde ona va´zedici bir kuvvet varsa, ALLAH´tan o kimsenin üzerinde onu koruyucu bir kuvvet var demektir.12 Hadîste bahsi geçen bu kalp, öyle bir kalptir ki ALLAH´ın zikri orada istikrar bulur. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Dikkat ediniz! ALLAH´ın zikriyle kalpler itminan bulur´ (Ra´d/28) buyurmuştur. Kötü eserlere gelince, o eserler kapkaranlık bir duman gibi kalbin aynasına yükselir, zaman zaman onu karartıp simsiyah yapıncaya kadar onun üzerine yerleşir ve böylece kalp tamamen ALLAH´tan gâfil olur. İşte perdeli ve mühürlenen kalp budur ve ALLAH Teâlâ´nın ´Hayır! Doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır´ (Mutaffifîn/14) ve ´Eğer biz dilemiş olsaydık, öncekiler gibi bunlara da günahlarının cezasını verirdik. Fakat biz kalplerinin üzerlerini mühürleriz de onlar gerçeği işitmezler´ (A´raf/100) ayetlerinde görüldüğü gibi, kalbin hak ve hakikati dinlememesi, günahlardan ötürü mühürlenmeye bağlanmıştır. Nitekim ALLAH Teâlâ, dinlemeyi de başka bir ayetinde takvâya bağlayarak şöyle buyurmuştur: ALLAH´tan korkun ve emirlerini dinleyin! (Mâide/108) ALLAH´tan korkun! ALLAH size ilim öğretiyor. ALLAH her şeyi kemâliyle bilicidir.(Bakara/282) Günahlar ne zaman teraküm ederse, kalpler mühürlenir ve o zaman hakikati idrâk etmekten, dinin salâhını bilmekten kalp körleşir. Ahiret işini hafife alır. Dünya işini oldukça büyük telâkki eder. Bütün himmetini dünyaya sarfeder. Kulağına âhiret işi ve âhiretteki tehlikeler geldiği zaman, bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Kalpte istikrar bulmaz. Kendisini tevbeye ve kusurlarını telâfi etmeye doğru itmez. İşte onlar o kimselerdir ki âhiretten kâfirlerin, ölülerin dirilmesinden ümitsiz oldukları gibi ümitsizdirler´. Evet! Kalbin günahlarla kararmasının mânâsı budur. Nitekim bu durumu Kur´an ve Sünnet açıkça beyan etmiştir. Meymun b. Mehran şöyle demiştir: ´Kul herhangi bir günah işlediği zaman, onun kalbinde simsiyah bir nokta yazılmış olur. Ne zaman günahtan elini çekip tevbe ederse, kalbi kalaylanıp tertemiz olur. Eğer ikinci defa günah işlerse o siyah nokta, kalbini kaplayıncaya kadar fazlalaşır. İşte ayette bahsi geçen rân budur´. Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyurmuştur: Mü´minin kalbi tertemizdir. O kalbin içinde pırıl pırıl yanan bir lâmba vardır. Kâfirin kalbi simsiyah ve baş aşağı dönüktür.13 Şehvetlere muhalefet etmek sûretiyle ALLAH´a itaat kalbi temizler. Günahlar ise kalbi karartırlar. Bu bakımdan günaha yönelen bir kimsenin kalbi kararır. Günahın akabinde sevap işleyen bir kimsenin kalbinden ise, günahın eseri silinir, kalp kararmaz, sadece kalbin nûru azalır. Tıpkı üzerine üflenen, sonra silinen ayna gibi. Böyle bir ayna karanlıklardan boş değildir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. (s.a) şöyle buyurmuştur. Kalpler dört sınıftır: 1.Tertemiz bir kalptir ki onun içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu kalp mü´minin kalbidir. 2.Simsiyah bir kalptir ki baş aşağıdır. Bu kalp kâfirin kalbidir. 3.Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlı bir kalptir. Bu kalp münâfığın kalbidir. 4.Açık bir kalptir ki orada hem iman, hem de nifak bulunur. O kalpteki imanın misâli, baklanın misâline benzer. O baklaya tatlı su yardım eder. Oradaki nifakın misâli ise,çıbanın misâline benzer. O çıbanın gelişmesine irin ve sarı su yardım eder. Bu bakımdan bu iki maddeden hangisi galipse, o kalp için bu galip madde ile hükmedilir.14 Hadîsin diğer bir rivayetinde ´O kalpte hangi madde galipse, kalbi o kapıp götürür´ buyurulmuştur. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulur. Şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A´raf/201) İşte görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, kalbin cilâlanmasının ve kusurlarının telâfi edilmesinin ancak zikirle elde edildiğini haber vermektedir. Bunu da ancak muttakîlerin elde edeceğini bildirmektedir. Bu bakımdan takvâ, zikrin kapısıdır. Zikir de keşfin kapısı, keşif ise en büyük zaferin kapısıdır. En büyük zafer de ALLAH´la mülâki olmaktır. 11)Deylemî 12)Irâkî aslına rastlamadığını kaydeder. 13)İmam Ahmed, Taberânî 14)İmam Ahmed, Taberânî Konu Duygu'Seli~ tarafından (01-11-2009 Saat 21:19 ) değiştirilmiştir.. |
|
![]() |
#4 |
![]() İlm´e Nisbetle Kalbin Hâli
İlm´in konağı kalptir. Kalpten gayem; bütün âzaları sevk ve idare eden latifedir. İtaat edilen ve bütün âzalar tarafından hizmetine koşulan sadece bu kalptir. Bu kalbin, malûmatın hakikatlere izafesi, aynanın renkli sûretlere izafesi gibidir. Nasıl ki renklinin sûreti varsa ve o sûretin misali aynada belirip ayna ile meydana gelirse, böylece her malûmun bir hakikati var. O hakikatin de bir sûreti vardır. Kalbin aynasında o sûret belirip keşfolunur. Nasıl ki ayna başka, şahısların sûreti başka ise, aynada misâllerin meydana gelmesi de başkadır ki bunlar üç şekilde olur. Böylece burada üç husus vardır: 1.Kalp 2.Şeylerin hakikatleri 3.O hakikatlerin bizzat kendisinin kalpte hâsıl ve hazır olması Bu bakımdan âlim, kendisinde şeylerin hakikatlerinin misâlinin meydana geldiği kalpten ibarettir. Malûm ise, şeylerin hakikatinden ibarettir. İlim ise, o misâlin aynada hâsıl olmasından ibarettir. Nasıl ki, meselâ tutmak, el gibi bir tutucuyu, kılıç gibi bir tutulanı, kılıcın ele alınmasıyla kılıç ile el arasındaki bitişmeyi -ki, ona kabz ismi verilir- istiyorsa, öylece mâlûmun misâlinin kalbe vâsıl olmasına ilim ismi verilir. Oysa hakîkat mevcuttur. Kalp de mevcuttur. Fakat ilim hâsıl olmamıştır. Çüpkü ilim hakikatin kalbe varmasından ibarettir. Nitekim kılıç da mevcuttur, el de mevcuttur. Fakat kabzın (tutuşun) ismi hâsıl olmamıştır. Çünkü daha kılıç ele geçmemiştir. Evet! Kabz, kılıcın bizzat kendisinin ele alınmasından ibarettir. Malûmun bizzat kendisi ise, kalpte hâsıl olmaz. Bu bakımdan ateşi bilen bir kimsenin kalbinde ateşin bizzat kendisi bulunmaz. Aksine orada bulunan, ateşin târifi ve ateşin sûretine uygun düşen hakikatidir. Bu bakımdan kalbi ayna ile tefsir etmek daha uygundur. Çünkü insanoğlunun özü aynanın içerisine girmez. Ancak aynanın hakikatine uygun bir misâlin kalpte var oluşuna ilim ismi verilir. Sebepler Nasıl ki aynada şu beş şeyden dolayı sûret gözükmüyor ise... 1.Sırlanmadan, teşekkül etmeden, müdevver kılınmadan önce,demirin cevheri gibi sûretin noksanlığıdır. 2.Her ne kadar şekli tam ise de bulanık, paslı ve kirli olması nedeniyledir. 3.Sûret cihetinden başka cihete çevrilmesidir. Sûretin aynanın arkasında olduğu zamanda olduğu gibi. 4.Ayna ile sûret arasında sarkıtılan perdeden dolayıdır. 5.İstenilen sûretin hangi cihette olduğunun bilinmemesinden dolayıdır ki bu bilgisizlik sebebiyle aynayı sûretin cephesine ve cihetine çevirmek zorlaşır. İşte böyle bir kalp de kendisinde bütün emirlerdeki hakikatin künhü tecelli etsin diye hazırlanmış bir aynadır. Ancak şu gelecek beş sebepten dolayı kalpler ilimlerden boş bulunurlar: I.Çocuğun kalbinde olduğu gibi; kalbin zâtında bir eksiklik vardır. Çocuğun kalbi nâkıs olduğu için, orada malûmatlar belirmez. II.Şehvetlerin çokluğundan ötürü kalbin üzerinde biriken kir ve günahların bulanıklığıdır. Çünkü bu bulanıklık kalbin saflığını ve cilasını yok eder. Bu nedenle bulanıklığından ve karanlığından dolayı hakkın orada belirmesi mümkün olmaz. Nitekim Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifinde buna işaret vardır: Kim bir günah işlerse, o kimseden akıl bir daha dönmemek üzere ayrılır! Yani onun kalbinde, eseri bir daha kalkmamak üzere bir bulanıklık meydana gelir. Çünkü onun bu bulanıklığı kaldırmak için en son yapacağı onu silecek bir sevabı işlemektir. Bu bakımdan eğer daha önce, günah yapmadan bu sevabı işleseydi, hiç şüphesiz kalbi daha fazla parlardı. Madem ki günah, bu sevaptan önce işlenmiştir, sevabın faydası düşmüş demektir.Ancak o sevap sayesinde kalp, günahtan önceki durumuna dönebilir. Fakat o sevaptan ötürü, günahtan önceki kalbin parlaklığına herhangi bir parlaklık eklenmez. İşte bu apaçık bir zarardır ve kurtuluşu olmayan bir eksikliktir. Bu bakımdan önce kirlenen, sonra temizlemek sûretiyle temizlenen ayna, kirlenmeden parlaklığını daha fazlalaştırmak için temizlenen ayna gibi değildir. O halde ALLAH´ın taatına yönelmek, şehvetlerin isteklerinden yüz çevirmek kalbi parlaklaştırır, saflaştırır. Bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ´Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki ALLAH, iyilik yapanlarla beraberdir´ (Ankebût/69). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Bildiğiyle amel eden bir kimseye ALLAH Teâlâ bilmediklerinin bilgisini ihsân eder. III. İstenilen hakikatin cihetinden döndürülmesidir. Çünkü sâlih ve itaatkâr bir kimsenin kalbi, her ne kadar saf ise de bu durumda orada hakkın açıklığı tam mânâsıyla belirmez. Çünkü hakkı talep etmediği gibi aynasını da istenilenin tam yönünde tutmamaktadır. Aksine çoğu zaman himmetini bedenî ibâdetlerin ayrıntılarıyla ve maişet sebeplerinin hazırlanmasıyla meşgul etmektedir. Rubûbiyet hakkında, ilâhî ve gizli hakîkatler konusunda fikrini düşünceye doğru yöneltememektedir. Bu bakımdan ancak kendisine, düşündüğü amellerin âfetlerinin incelikleri, nefis ayıplarının gizlilikleri inkişaf eder. Eğer bu hususta düşünüyorsa tabiî... Eğer yaşantısının maslahatları için düşünüyorsa, onun maslahatları kendisine inkişâf eder. Amellere bağlanmak ve ibadetlerin ayrıntıları hakkın tecelli ve inkişafına mâni oluyorsa, acaba hikmetini dünyevî şehvetlere; lezzet ve ilgilere sarfeden bir kimse hakkında artık nasıl düşünürsün? Acaba böyle bir kimse hakikî keşiften nasıl mahrum olmaz? IV.Hicab dır; zira şehvetini yenen, itaatkâr, hakikatlerin hakîkati hakkında saf bir düşünceye dalan bir kimse için bazen bu düşündüğü hakîkat keşfolunmaz. Çünkü ta çocukluk devresinden beri taklid yoluyla ve hüsnü zan ile kabullendiği bir inançtan dolayı o hakkı görmekten perdelenmiştir. Zira bu yanlış inanç,onunla hakkın hakikati arasına perde olarak girer. Taklidin zâhirinden elde ettiği zanndan başka birşeyin kalbinde inkişâf etmesine engel olur. İşte bu da büyük bir perdedir. Kelâmcıların ve mezheb müteassıblarının çoğu bu perde ile hakikatten geri kalmışlardır. Hatta gök ve yerin melekûtu hakkında düşünen sâlih kimselerin çoğu da böylece mahrum kalmışlardır. Çünkü onlar da nefislerine dönüp kalmış, kalplerinde yerleşmiş birtakım taklidî îtikadlar yüzünden bu hakikatlerden perdelenmişlerdir ve onların o taklidî inançları, kendileri ile hakikatlerin idrâki arasında gerilmiş birer perde olmuştur. V.Matlûba götüren vesileyi bilmemektir. Çünkü ilim isteyen bir kimse için, meçhul ile ilmi elde etme imkânı yoktur. Ancak insanoğlu, matlûbuna uygun ilimleri hatırlamak sûretiyle elde edebilir. İnsanoğlu, o ilimleri hatırlar ve nefsinde hususî bir şekilde âlimlerce bilinen ve nazar-ı îtibara alınan yollardan elde ederse, o zaman istediği yere ulaşabilir. Böylece matlubun hakikati onun kalbinde belirir. Çünkü matlub olan ilimler, fıtrî ve yaratılıştan değildir. Onlar ancak hâsıl olan ilimlerin ağını kurmak sûretiyle elde edilirler. Hatta her ilim ancak daha önce geçmiş ve özel bir şekilde birleşen ve biri diğerine yakınlaşan ve onların birleşmesinden üçüncü bir ilim hâsıl olan iki ilimden elde edilir. Tıpkı yavrunun, erkek ve dişinin çiftleşmesinden meydana gelmesi gibi... Sonra tıpkı bir kimse bir tayı elde etmek istediği zaman, onu eşek ile deveden veya insandan elde etme imkânına sahip değilse, tayı ancak dişi ve erkek atın hususî bir aslından elde edebiliyorsa, öylece her ilmin iki hususî aslı vardır. O asıllar arasında birleştirmede takip edilen bir yol vardır. Onların birleşmesinden istenilen ve istifade edilen ilim hâsıl olur. Bu bakımdan o asılları bilmemek ve çiftlerin birleşme yolunu kestirememek, ilmin elde edilmesine mânidir. Bunun misâli ise, daha önce sûretin bulunduğu ciheti bilmemektir. Hatta onun misâli şudur: İnsanoğlu ensesini ayna ile görmek istiyorsa, aynayı yüzünün tam hizasına tuttuğu zaman o aynayı ensesinin hizasına getirmiş sayılmaz. Bu bakımdan o aynada ensesi görülmez. Eğer aynayı ensesinin hizasına kaldırırsa, bu takdirde de aynayı gözünden kaçırmış olur. Ne aynayı ve ne de aynadaki ensesinin sûretini görebilir, Bu bakımdan ikinci bir aynaya muhtaç olur ki o aynayı ensesinin arkasına tutsun, önündeki aynayı da tam onun hizasına getirsin ki arkadaki aynayı görmüş olsun ve iki aynanın duruşu arasındaki uygunluğu gözetmeli ki ensesinin sûreti öndeki aynada görünsün, işte böylece ilimleri elde etmekte de acaip yollar vardır. O yollarda dolambaçlar ve kayganlıklar vardır. Bunlar ayna hakkında söylediklerimizden daha acaiptirler. Yeryüzünde o dolambaçlardan yürümenin keyfiyetini bilen insan pek azdır. İşte bunlar, kalpleri işlerin hakikatini bilmekten meneden sebeplerdir. Aksi takdirde her kalp fıtrî ve yaratılışının icabı olarak hakikatlerin mârifetin elverişlidir. Çünkü kalp, rabbânî ve şerefli birşeydir. Bu özellik ve şereften ötürü âlemin diğer cevherlerinden ayrılmaktadır ve ona ALLAH Teâlâ´nın şu ayetiyle işaret edilmiştir: Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi.(Ahzab/72) Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Ancak anne ve babası onu yahudi veya hiristiyan veya putperest yapar.15 Bu ayet-i celîle işaret eder ki, kalbin bir özelliği vardır.O özellik sayesinde kalp, göklerden, yer ve dağlardan ayrılır. O özellik sayesinde ALLAH´ın emanetini yüklenmeye hazır olur ve esasında bu yükü çekmeye gücü yeter. Fakat teker teker zikrettiğimiz sebepler, emaneti yüklenmekten ve emanetin hakikatine varmaktan insanoğlunu geciktirmekte ve mâni olmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer şeytanlar Ademoğulları´nın kalpleri etrafında dönüp dolaşmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı.16 Bu hadîs, sebeplerin bir kısmının kalp ile melekût âlemi arasında perde olduklarına işarettir ve yine İbn Ömer´den (r.a) rivayet edilen hadîste de bu hakikate işaret edilmiştir: Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle soruldu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH nerededir? Yerde mi, gökte mi?´ Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Mü´min kullarının kalplerinde!´17 Bir hadîs-i kudsî´de ALLAH Teâlâ´nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Benim arzımı ve benim semâm beni istiâb edemedi. (Fakat beni) sâkin, yumuşak ve mü´min kulumun kalbi istiâb etti.18 Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı kimdir?´ diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuşlardır: -Her mü´minin kalbi mahmûmdur! -Kalbi mahmûm olan da ne demektir? - Kalbi mahmûm demek; muttaki, kalbinde hile olmayan, zulüm, gadr, kin ve hased bulunmayan tertemiz mü´min demektir!19 İşte bunun için Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Kalbim RABBİMi gördü!´ Zira aradaki perde takvâ ile kaldırıldı. Kimin kendisiyle ALLAH arasındaki perde kalkarsa, mülk ve melekûtun sûreti onun kalbinde tecelli eder. O. eni gökler ve yer kadar olan cennetin bir kısmını görür. Cennetin tamamı ise, göklerden ve yerden çok daha geniştir. Çünkü gökler ve yer, mülk ve şehâdet âleminden ibarettir. Her ne kadar göklerin ve yerin etrafları genişse, birbirlerinden uzaksa da onun sonu vardır. Melekût âlemi ise -ki o da gözlerin müşahedesinden uzak olan ve basiretin idrâkine mahsus bulunan sırlardan ibarettir- onun sonu yoktur. Evet, o âlemden kalbe görünen sonlu bir miktardır. Fakat esasında ve ALLAH´ın ilmine izafeten sonu ve nihayeti yoktur. Mülk ve melekût âleminin tamamı, bir defada ele alınırsa buna rubûbiyet hazreti denir. Çünkü rubûbiyet hazreti, bütün mevcudatı kapsayıcıdır. Zira varlıkta ALLAH´tan ve O´nun fiillerinden başka birşey yoktur. O´nun memleketi ve kulları ise, bir kavme göre cennetin ta kendisidir ve bu ehl-i hak nezdinde cennete müstehak olmanın sebebidir. Cennetteki mülkünün genişliği, mârifetinin genişliği hasebiyledir. ALLAH Teâlâ´nın sıfat ve fiilleri ne kadar kulun kalbine tecelli etmişse, o kadardır. İbadetler, âzaların amellerinin bütün gayesi, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilâlanmasıdır. Kalbini temizleyen felâha kavuşmuştur. Kalbin temizlenmesinden gaye; iman nûrlarının orada meydana gelmesi, mârifet nûrunun parlamasıdır. Nitekim şu ayetle de bu mânâ kastedilmiştir: ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm´a açar, gönlüne genişlik verir.(En´am/125) ALLAH´ın İslâm nûruyla kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o, rabbinden bir hidayet üzeredir. O halde vay o ALLAH´ın zikrinden kalpleri katı olanlara! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.(Zümer/22) Bu tecelli ve bu imanın üç mertebesi vardır: I.Avâmın imanıdır. Bu iman katıksız taklidî bir imandır. II.Kelâmcıların imanıdır, Bu iman bir nevi istidlâlle karışıktır. Derecesi avâmın imanı derecesine yaklaşır. III.Ariflerin imanıdır, Bu iman yakîn nûruyla müşahede edilen imandır. İşte sana bu mertebeleri bir misâl ile beyan edeceğiz. Şöyle ki: Mesela Zeyd´in evde olduğunu tasdik etmenin üç derecesi vardır: I.Doğruluğundan emin olduğun bir kimsenin sana haber vermesidir ki bu kimsenin yalan söylediğine vakıf olamamış ve hiçbir zaman onu itham edecek bir hâlini görememişsindir. Böyle bir kimsenin haber vermesiyle kalbin mutmain olup sadece ondan duymak sûretiyle kalbin sükûnete kavuşur. İşte bu mücerred taklid ile var olan imandır. Bu âvam-ı nâsın imanı gibidir. Zira halk tabakası erginlik çağına vardığı zaman, babalarından ve annelerinden ALLAH´ın varlığını, ilmini, irâdesini, kudretini ve diğer sıfatlarını dinlerler. Peygamberler gönderildiğini, doğru olduklarını ve getirdikleri ilâhî nizamı işitirler. İşittikleri gibi de kabul edip bunun üzerinde sebat ederler. Kalpleri mutmain olur ve kalplerine işittiklerinin aksi birşey de gelmez. Çünkü babalarına, annelerine ve öğretmenlerine sonsuz güvenleri ve güzel zanları vardır. Bu iman, âhirette kurtuluş sebebidir. Bu imanın sahipleri ashâb-ı yemin mertebelerinin ilk saflarını teşkil ederler. Fakat mukarreblerden değildirler. Çünkü bu tür imanda keşif, basîret ve yakîn nûruyla kalbin inşirahı yoktur. Zira fertlerden dinlenilen hükümde yanlışlık mümkündür. Hatta inançlarla ilgili konularda yanılmalar sayılamayacak kadar vardır. Zira yahudi ve hiristiyanların kalpleri de atalarından dinledikleriyle mutmaindir. Ancak onlar inandıklarına yanlış bir şekilde inanmışlardır. Çünkü kendilerine yanlış şekilde telkin edilmiştir. Müslümanlar ise hakka inanmışlardır. Bu hakka inanışları, hakka vâkıf olmalarından değildir. Aksine onlara hak kelimesi telkin edilmiş olduğu içindir. II.Senin, evinin içinde konuşan Zeyd´in konuşmasını ve sesini işitmendir. Fakat bunu duvarın arkasından dinlersin ve bununla Zeyd´in içeride olduğuna karar verirsin. Bu bakımdan senin imanın, tasdikin ve yakînin, Zeyd´in içeride olduğuna dair sadece ´Zeyd içeridedir´ demekle tasdik edenin tasdikinden daha kuvvetlidir. Çünkü sen ´Zeyd içeridedir´ denildiği zaman, onun sesini de işitirsen yakînin daha da artar. Zira sesler, sûreti müşâhede ettiği halde, sesi dinleyenin nezdinde şekil ve sûrete delâlet ederler. Böylece müşahede edenin kalbi ´bu ses o şahsın sesidir´ diyerek daha da kuvvet kazanır. İşte bu tür iman, delil ile karışık bir imandır. Yanlışlığın bu imana da karışması mümkündür. Zira ses, bazen başka bir sese benzer. Bazen de taklid yoluyla başkasının sesine benzetmek mümkündür. Ancak bu durum dinleyenin kalbine gelmez. Çünkü dinleyen, itham etmek için herhangi bir sebep ve bu hileli durumda herhangi bir hedef ve garezin olduğunu o anda düşünemez. III. Eve girip kendi gözünle Zeydi görmen ve müşahede etmendir. İşte hakikî mârifet, yakînî müşâhede budur. Bu, mukarrebler ve sıddîkların müşahede ve mârifetine de benzer. Çünkü mukarreb ve sıddîklar görüp de iman ediyorlardı. Bu bakımdan onların imanının kapsamına avâm-ı-nâsın ve kelâmcıların imanı dahildir. Üstelik onlar yanlışlık ve yanılma imkânını ortadan kaldıracak bir özellikle de avam-ı nas ve kelâmcılardan ayrılmış bulunuyorlar. Evet, mukarrebler ve sıddîklar da ilimlerine ve keşif derecelerine nisbeten derece alırlar. İlimlerin derecelerine gelince, onun misâli şudur: Zeyd´i evde yakından görmek. Evin sahanlığında görmek.... Güneşin pırıl pırıl parladığı vakitte görmek... Böyle bir görüşte idrâk tam kemâle erer. Başka birisi onu bir evde görür veya uzaktan görür veya akşam vakti görür. Zeyd´in sûretinde ona öyle bir misâl görünür ki yakînen onun Zeyd olduğuna kanaat getirir. Fakat onun nefsinde Zeyd´in sûretindeki incelikler ve gizlilikler temessül etmez. İşte bunun gibisi ilâhî emirlerin müşahedesindeki farklılıklarda da tasavvur edilebilir. İlimlerin miktarına gelince, evde Zeyd, Amr, Bekr ve başkasını görmendir. Diğer biri de ancak Zeyd´i görür. Bu bakımdan bunun mârifeti malûmatların çokluğuyla artar ve artmasında şüphe de yoktur! İşte bu, ilimlere izafeten kalbin hâlidir. En doğrusunu ALLAH bilir! 15) Buhârî, Müslim 16)Daha önce geçmişti. 17)Taberânî 18)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. Fakat Taberânî benzerini rivayet etmiştir 19)İbn Mâce |
|
![]() |
#5 |
![]() Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına Nisbeten Hâli
Kalp, yaratılşıyla -daha önce de geçtiği gibi- mâlumatın hakikatlerini kabul etmeye hazırdır. Fakat kalbe gelen ilimler, aklî ve şer´î olmak üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler de zarurî ve kesbî ilimler diye iki kısma ayrılır. Kesbî ilimler de uhrevî ve dünyevî diye iki kısma ayrılır. Aklî ilimlere gelince, aklî ilimlerden gayemiz; aklın tabiatının istediği ilimdir. Taklid ve dinlemekle elde edilemeyen ilimlerdir. Bu ilimler, insanoğlunun tek şahsın aynı anda iki yerde bulunamayacağını ve tek şeyin hem hâdis (sonradan olma), hem kadîm, hem var, hem yok olmayacağını bildiği gibi, nerede ve ne zaman var olduğu bilinmeyen zarurî ilimdir. Bu ilimler ta çocukluk çağından beri insanoğlunun nefsinde bulunmakta ve insanoğlu bu ilimlerle birlikte yaratılmış olmakta ve bu ilim nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu, yani yakîn sebebini bilmemektedir. Eğer ´Yakîn sebebini bilmemektedir´ dememizin sebebi, kesinlikle insanoğlu kendisini yaratan ve hidayet edenin ALLAH olduğunu bilir. Bir de istidlâl ve öğrenmekle elde edilen kesbî ilimlere bölünmektedir. Bu iki kısım ilme de aklî ilimler denilir. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: Aklı iki akıl olarak gördüm, birisi metbû (fıtrî), diğeri mesmû (öğrenmek yoluyla elde edilen)... Fıtrî akıl olmadıkça öğretilmekle elde edilen akıl fayda vermez. Nitekim göz kör olduğu zaman güneşin fayda vermemesi gibi... Birinci akıl, Hz. Peygamber´in Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastolunmaktadır: Nezdinde akıldan daha şerefli birşeyi ALLAH yaratmış değildir.20 İkinci akıl, Hz. Peygamberin Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastedilmiştir: Ya Ali! insanlar ALLAH´a iyiliğin çeşitleriyle (mânen) yaklaştığı zaman, sen de aklınla yaklaş!21 Zira fıtrî şeylerle ve zarurî ilimlerle ALLAH´a yaklaşmak mümkün değildir. Aksine insan çalışma neticesinde elde edilen ilimlerle ALLAH´a yaklaşır. Fakat Hz. Ali gibi kahramanlar ancak aklını kullanıp ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmaya vesile olan ilimleri elde edip ALLAH´a yaklaşmaya muktedir olurlar. Bu bakımdan kalp, göz yerine geçer. Kalpteki akıl denilen nesne ise, gözde görünen kudret yerine geçer. Görme kuvveti ince bir kuvvettir. Kör olan bir kimsede okuma kaybolur. Gözleri sağlam olan bir kimsede ise gözlerini kapatsa veya, kapkaranlık bir gece olsa bile okuma kaybolmaz. Onun vasıtasıyla kalpte hasıl olan ilim, gözdeki görme özelliğinin kuvvet-i idrâkiyesi ve şeylerin bizzat kendilerini görme kuvveti yerine geçer. Erginlik ve bülûğ çağına kadar çocukluk müddetinde ilmin, aklın bizzat kendisinden geri kalması, tıpkı görünen eşya üzerine feyezan eden ve güneşin pırıl pırıl parlama çağına kadar gözden geri kalan görmeye benzer. Kalp sayfalarının üzerine ALLAH tarafından yazan kalem ise, güneş kursunun yerine geçer. Erginlik çağından önce, çocuğun kalbinde hâsıl olması gereken ilim ancak şundan dolayı hâsıl olmamıştır: Çünkü çocuğun kalbi henüz ilmin bizzat kendisini kabul edecek raddeye gelmemiştir. Kalem, ALLAH Teâlâ´nın yarattığı mahlûklardan sadece bir tanesidir. ALLAH onu ilimlerin beşerin kalbine nakşedilmesine sebep kılmıştır... Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: O kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alâk/4-5) ALLAH´ın vasfı, mahlûkatının vasfına benzemediği gibi, kalemi de mahlûkatnın kalemine benzemez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kalemi ne kamıştandır, ne de ağaçtandır. Nasıl ki zâtı da ne cevherdir, ne araz... O halde, bâtın basiret ile zâhir görme arasındaki muvazene bu yönlerden doğrudur. Ancak şeref hususunda aralarında münasebet yoktur. Çünkü bâtın basîret, idrâk edici lâtifeden ibaret olan nefsin ta kendisidir. Bâtın basîret süvari gibidir. Beden ise at gibidir. Süvarinin körlüğü süvariye atın körlüğünden daha fazla zarar verir- Hatta bu iki zararın arasında kıyas bile tasavvur edilemez. Bâtın basîret, zâhir basiretle muvazeneli olduğu için ALLAH Teâlâ, bâtın basirete zâhir basiretin ismini vererek şöyle buyurmuştur. Gördüğünü kalp tekzib etmedi. (Necm/11). İşte görüldüğü gibi burada kalbin idrâk ettiğine görme denilmiştir. Böylece ALLAH Teâlâ´nın şu ayeti de te´vil edilmelidir Biz İbrahim´e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin ve yerin acâipliklerini ve güzelliklerini de gösteriyorduk ki tevhid hususunda yakîn sahibi olsun!(En´am/75) ALLAH Teâlâ buradaki ´göstermekten´ zâhirî görmeyi irâde etmemiştir. Bu sadece Hz. İbrahim´in özelliği değildir ki bununla ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´e minnet etsin! İşte bunun içindir ki bu görmenin zıddına körlük adı verilmiştir. Gerçek şudur ki gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46) Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür (dünyada doğru yolu göremeyen, âhirette de kurtuluş yolunu göremeyecektir, hatta o) yol bakımından daha da sapıktır.(İsrâ/72) İşte buraya kadar aklî ilimlerin açıklaması yapıldı. Dinî ilimlere gelince, bunlar peygamberlerden (s.a) taklid yoluyla alınmıştır. Bu da ALLAH´ın Kitabı´nı okumak, Hz. Peygamber´in sünnetini öğrenmekle meydana gelir, Kitab ve Sünnet´in mânâsını anlamakla elde edilir. Bu ilimle kalbin sıfatı kemâle, erer. Kalp, hastalık ve marazlardan selâmette kalır. Bu bakımdan aklî ilimler tek başına kalbin selâmeti için yeterli değildir. Her ne kadar kalp, bu aklî ilimlere muhtaç ise de... Nitekim beden sıhhatinin devamında sadece aklın yeterli olmadığı gibi... Aksine insanoğlu doktorlardan öğrenmek yoluyla ilâçların özelliklerini, bitkilerin özelliklerini bilmeye muhtaçtır... Sadece akıl buna yetmez... Bunu işittikten sonra anlaması da ancak akılla mümkün olur. Bu nedenle işitmeden akıl ve akıl olmadan da işitmek yeterli olmaz, ikisi birden lâzımdır. O halde aklı tamamen bir kenara iterek katıksız bir taklide çağıran bir kimse câhildir. Sadece akılla Kur´an ve Sünnet´in nûrlarından istifade etmeye kalkışan bir kimse de mağrur ve aldanmıştır. Bu bakımdan bu iki grubun birisinden olmaktan sakın! İki aslı bir arada bulunduranlardan ol! Çünkü aklî ilimler gıda, şer´i ilimler de ilaçlar gibidir. Hasta bir şahıs, ilaçsız gıda aldığı zaman, gıda kendisine zarar verir. İşte böylece kalplerin hastalıklarının tedavisi ancak şeriattan istifade edilen ilaçlarla mümkündür. Bu ilaçlar da kalplerin ıslahı için peygamberler tarafından terkibi yapılan´ ameller ve ibâdetlerin vazifeleridir. O halde, hasta kalbini şer´î ibâdetlerle tedavi etmeyen ve sadece aklî ilimlerle yetinen bir kimseye bu aklî ilimler zarar verirler. Nitekim hasta bir kimsenin gıdadan zarar gördüğü gibi... Aklî ilimlerin şer´î ilimlere zıt düştüğünü, bu iki ilmin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını zanneden bir kimsenin zannı, bâsiretinin körlüğünden meydana gelen bir zandır. Böyle bir zandan ALLAH´a sığınıyoruz. Hatta böyle diyen bir kimsenin görüşünde şer´î ilimlerin bir kısmını diğer bir kısmıyla çarpışmaktadır ve bu kimse şer´î ilimlerin çeşitli kısımlarını bir arada bulundurmaktan da âcizdir. Bu zavallı zanneder ki bu, dinde -hâşâ- bir tenakuzdur ve böylece şaşkına döner. Dolayısıyla yağdan çekilen kıl gibi, dinden sıyrılıp dinin dışına çıkar! Böyle olması da ancak nefsindeki âcizliğinden, dinde tenakuz olduğunu hayal etmesinden ileri gelir. Oysa ALLAH´ın dininde tenakuz nerede ve ne gezer! Bu zan sahibinin misâli tıpkı bir kavmin evine giren ve ev içinde yerli yerinde bulunan kapkacağa dolaşıp düşen bir körün misâline benzer. Bu kör, ev sahiplerine şöyle haykırır: ´Neden bu kap kacak yolun üzerinde bırakılmış? Neden bu kap kacak yerli yerine konulmuyor?´ Ev sahipleri kendisine derler ki: ´O kap-kacak yerli yerinde yerleştirilmiştir. Fakat sen körlüğünden dolayı yolu görmemekte ve gidip onlara takılmaktasın. Senin durumuna hayret etmek gerekir. Sen düşmeni neden körlüğüne hamletmiyor, bir türlü kusurun kendinde olduğunu kabul etmiyorsun da kusuru başkasında görüyorsun´. İşte buraya kadar söylediğimiz, dinî ilimlerin aklî ilimlerle olan nisbetidir. Aklî ilimler dünyevî ve uhrevî diye iki kısma ayrılır. Dünyevî ilimler, tıp, matematik, hendese, astronomi ve sair sanat ilimleri gibidir. Uhrevî ilimler de kalplerin halleri, amellerin âfeti, ALLAH´ın sıfatlarının ve fiillerinin ilmi gibidir. Nitekim biz bunlardan İlim Kitabı´nda uzun uzadıya bahsettik. Bu iki ilim, birbirine zıttır. Yani zıddiyetlerinden şunu kastediyoruz; kim inayetini onların birisine sarfeder ve bu iki ilimden birinde derinleşirse, artık basireti çok zaman öbür ilme ulaşmaz. Onu hakkıyla elde edemez ve bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) dünya ve ahiret için üç darb-ı mesel getirerek şöyle demiştir: ´Dünya ve ahiret, terazinin iki kefesi, veya batı ile doğu veya iki kuma gibidir. Ne zaman onlardan birini razı edersen, diğerini küstürürsün´. Bunun için dünya işlerinde, tıp, matematik, hendese ve felsefe de akıllı olanları görürsün ki, âhiret işlerinde câhildirler. Âhiret ilimlerinin inceliklerinde akıllı olan kimseleri görürsün ki dünya ilimlerinin pek çoğunda câhildirler. Çünkü aklın kudreti çoğu zaman iki işi birden yapmaktan âcizdir. Bu bakımdan bu işlerin biri, diğerinin mükemmel olmasına mânidir ve bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Cennet ehlinin çoğu, dünya işlerinden habersiz olan kimselerdir 22) Hasan Basrî, va´zlarının birinde şöyle demiştir: ´Biz öyle bir kavme yetiştik ki eğer sizler onları görmüş olsaydınız, muhakkak onlara deli derdiniz. Eğer onlar da sizleri görmüş olsaydılar muhakkak size şeytan derlerdi!´ Buna rağmen ne zaman dinî emirlerden garip ve pek yayılmamış bir emri, diğer ilimlerde ilerlemiş bir kimsenin inkâr ettiğini görürsen sakın onların inkârı seni bu emri kabul etmekten alıkoymasın! Çünkü doğudaki yolcunun, batıdaki şeyleri bilmesi muhaldir. İşte böylece dünya ve âhiret işleri devam eder ve bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Öldükten sonra huzurumuzda hesap vermeyeceklerini umup dünya hayatına razı ve onun emniyeti içinde olanlar, bir de delillerimizden gâfil bulunanlar, işte bunların elde ettikleri kötü ameller sebebiyle varacakları yer cehennem ateşidir!(Yunus/7) Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler.(Rûm/7) Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir! İşte onların ilimden erebildikleri budur.(Necm/29-30) Buna rağmen dünya ve din maslahatlarında basîretin kemâline varmak, ancak ALLAH Teâlâ tarafından kullarının dünya ve âhiretini tedbir ve tedvir etmekle kemâle erişen kimseler için müyesser olur. Bunlar da ´Rûh´ul-Kudüs´ ile teyid ve takviye edilen peygamberlerdir. O peygamberler ilâhî bir kuvvetten yardım alırlar. O ilâhî kuvvet ki bütün işleri kabzasına alır ve işlerin çokluğundan yorulmaz. Diğer yaratıkların kalplerine gelince, bunlar dünya işleriyle meşgul oldukları zaman âhiretten yüz çevirirler. Âhirette kemâle varmaktan mahrum kalırlar. 20)Hakîm-i Tirmizî, Nevâdir 21)Ebu Nuaym 22) Bezzar, (Enes´ten zayıf olarak); Kurtubî, Tezkire, (sahih olarak); İbn Adîy´e göre bu ri-münker´dir. |
|
![]() |
#6 |
![]() İki Makam Arasındaki Farkın Bir Misâl İle Beyanı
Kalbin acaip halleri duyuların idrâklerinin dışına taşmıştır. Çünkü kalp de hissin idrâkinin dışındadır. Duyularla idrâk edilmeyen birşeyi, anlayışlar ancak görünür bir misâl ile kavrayabilir. Biz de bunu zayıf anlayışlara iki misâl ile yakınlaştıracağız. Birinci Misâl: Bir yerde kazılmış bir havuz düşünürsek, nehirlerden bu havuza su akma ihtimali vardır veya havuzun altından deşilip toprağı atmak sûretiyle suyun merkezine varıncaya kadar kazarsak havuzun altında suyun kaynaması ihtimali de vardır. Bu şekilde elde edilen su daha saf ve daha devamlıdır. Bazen de daha bol olur. İşte kalp havuza benzer, ilim de suya... Beş duyu da nehirlere... Bazen ilimleri, duyular vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Bazen de görünenlerden ibret alma vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Böylece kalp, ilimle dolar. Bu nehirleri halvete ve uzlete çekilmek, gözü kapatmak, temizleyerek kalbin derinleşmesini sağlamak, kalpten perdeleri kaldırmak sûretiyle kapatmak da mümkündür ki kalpte ilmin pınarları içten kaynasın! Eğer ´İlimden boş olduğu halde, kalpte ilmin kaynaması nasıl mümkün olabilir?´ dersen, bil ki böyle olması, kalp sırlarının acâipliklerindendir. Muamele ilminde bunu açıklamaya ruhsat yok-tur. Açıklaması mümkün olan miktar şudur: Şeylerin hakikatleri levh-i mahfuzda yazılıdır. Hatta mukarreb meleklerin kalplerinde de yazılıdır. Nasıl ki mühendis olan bir zat, birtakım binaları kalbinde tasavvur eder, sonra tasavvur ettiği gibi onu fiiliyata dökerse, aynen onun gibi gökler ve yeri yoktan var eden ALLAH da âlemin plânını başından sonuna kadar levh-i mahfuzda yazmıştır. Sonra ona uygun olan varlık âlemine çıkmıştır. Sûretiyle var olan âlemden diğer bir sûret his ve hayale sirayet eder. Çünkü göğe ve yere bakan bir kimse, sonra gözünü kapatırsa, hayalinde gök ve yerin sûretini görür. Hatta sanki onlara bilfiil bakıyormuş gibi olur. Faraza yer ile gök yok olup, o adam kalsa dahi yine nefsinde yer ile göğün sûretini bulacaktır. Sanki onları müşahede eder, onlara bakar gibi... Sonra onun havalinden bir eser kalbine nüfuz eder. Kalpte, his ve hayale giren şeylerin hakikatleri hâsıl olur. Kalpte hâsıl olan, hayalde hâsıl olan âleme, hayalde hâsıl olan âlem de insan hayalinin ve kalbinin haricinde olan mevcut âleme uygun-dur. Mevcut âlem de levh-i mahfuzda mevcut olan şeye uygundur. Sanki âlemin varlıkta dört derecesi vardır: 1.Levh-i mahfuz´daki varlık. Bu varlık, cismanî varlıktan öncedir. 2.Bu varlığın arkasında, varlığın ikinci derecesi olan hakikî varlık gelir. 3.Bunu da hayalî varlık takip eder. Hayalî varlıktan gaye; sûretinin hayaldeki varlığı demektir. 4.Hayalî varlığın peşinden aklî varlık gelir. Aklî varlıktan maksadım; sûretinin kalpteki varlığıdır. Bu varlıkların bazısı ruhanî, bazısı cismanîdir. Ruhanî varlıkların bazısının ruhanîliği bazısından daha şiddetli ve kuvvetlidir. Bu lûtuf, ilâhî hikmetten gelmektedir. Çünkü ALLAH Teâlâ senin gözbebeğinin küçüklüğüne rağmen onu öyle yaratmıştır ki oracıkta âlemin, göklerin ve yerin bunca genişliğine rağmen sûreti tab´ olunur. Histeki varlığından bir varlık hayale sirayet eder. Hayalden bir varlık kalbe gelir. Çünkü sen, hiçbir zaman sana gelenin dışında birşeyi idrâk etmemektesin. Eğer bütün âlemin bir misâli senin zatında olmamış olsaydı asla zâtına aykırı düşen şeyden senin haberin olmayacaktı. Kalpte ve gözde, bu acaiplikleri tedvîr eden, sonra bunların idrâkinden kalbi ve gözleri kör eden -öyle ki halkın çoğunun kalpleri,kendi nefsini ve nefsindeki acaiplikleri bilmemektedir ALLAH´ın şânı ne yücedir! Biz maksud olan hedefimize dönelim. Kalpte âlemin hakîkat ve sûretinin hâsıl olması, bazen duyulardan, bazen de levh-i mahfuz-dan ileri gelir. Nasıl ki gözde, güneşin sûreti, bazen güneşe bakmak, bazen de güneşin tam kaşısında bulunup güneşin sûretini yansıtan suya bakmak sûretiyle hâsıl oluyorsa... Bu bakımdan kalp ile levh-i mahfuz arasındaki perde kalktığı zaman, levh-i mahfuzdaki eşyayı görür ve levh-i mahfuzdan kalbe doğru ilim akmaya başlar. Böylece duyuların, iç âlemlerinden ilimleri iktibas etmeye ihtiyacı kalmaz ve böyle olan bir kalp, tıpkı yerin derinliğinden kaynayan suya benzer. Görünenlerden hâsıl olan hayallere yöneldiği zaman kalbin bu yönelişi levh-i mahfuz´u seyretmesine perde olmaktadır. Nitekim su nehirlerde toplandığı zaman, bu toplanışı yerden suyun kaynamasına mâni olduğu gibi veya güneşin sûretini yansıtan suya bakan bir kimsenin güneşin kendisine bakmış olmadığı gibi... Bu bakımdan kalbin iki kapısı vardır: 1.Melekût âlemine açılan kapı. Melekût âlemi, ´levh-i mahfuz´ ve ´melekler âlemi´ demektir. 2.Beş duyuya doğru açılan kapı. O duyular ki mülk ve şehâdet âlemine yapışıktırlar. Şehâdet ve mülk âlemi de bir tür yansıtma ile melekût âlemini aksettirirler. Duyulardan iktibasa doğru kalbin açılan kapısı ise, bunun nasıl olduğu sence gizli değildir.Melekût âlemine ve levh-i mahfuz´un mütalâasına açılan dahilî kapı ise, onu ancak yakînen rüyanın acaipliklerini, kalbin uyku âleminde gelecek zamandaki olaylara muttalî olmasını veya mâ- zide olan olayları görmesini, duyular cihetinden bunları iktibas ihtimâli olmadığı halde, böyle olmasını güzelce düşünürsen öğrenmiş olursun. Bu kapı, ancak ve ancak ALLAH Teâlâ´nın zikri için tamamen boşalmış bir kimseye açılır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: -Müferridler yarışı kazandılar. -Ya RasûlALLAH! Müferridler de kimlerdir? -O kimselerdir ki ALLAH´ın zikrine bütün varlıklarıyla dalmışlardır. O´ndan başkasıyla konuşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir ve onlar bu sayede kıyamete yükleri hafif olduğu halde gelmişlerdir.25 Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Acaba yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi bilir misin veya herhangi bir kimse biliyor mu? Onlara ilk verdiğim nûru onların kalbine atarım. Buna binâen benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber vermeye başlarlar.26 Bu haberlerin giriş kapısı dahilî kapıdır. Bu bakımdan evliyâ ile enbiyânın ilimleriyle ulema ile hükemânın ilimleri arasındaki fark şudur: Evliyânın ve enbiyânın ilimleri kalbin dahilinden gelir, melekût âlemine açılan kapıdan gelir. Hikmet ilmi ise, duyuların kapılarından gelir. O kapılar ki mülk âlemine açılmışlardır. Kalp âleminin acaiplikleri, kalbin şehâdet ve gayb âlemleri arasındaki tereddüdünü muamele ilminde tamamen sayıp dökmek mümkün değildir. İşte bu, iki âlemin girişlerinin arasındaki farkı sana bildiren bir misâldir. İkinci Misâl: Sana iki amelin arasındaki farkı bildirir. İki amelden gaye, âlimlerin ve velîlerin amelidir. Zira âlimler, ilimlerin bizzat kendisini öğrenip kalbe celbetmek için çalışırlar. Sûfîlerin velîleri ise, sadece kalbin cilâsı, temizlenmesi, tasfiye ve kalaylanması için çalışırlar. Hikâye ediliyor ki Çinliler ile Romalılar bir padişahın huzurunda sanatlarının güzelliğiyle ve nakış yaptıkları sûretlerin güzellikleriyle karşılıklı olarak övündüler. Neticede padişah onlara büyük bir salon tahsis edip Çinlilerin salonun bir tarafına, Romalıların da öbür tarafına nakışlarını işlemesine, iki grubun arasına perde gerilmesine ve böylece birisinin diğerinin yaptığından haberdar olmamasına, sonunda ikisinin sanatının karşılaştırılmasına karar verdi ve öyle yapıldı. Bunun üzerine Romalılar, hadde hesaba gelmeyecek kadar garip boyalar toplayarak çalışmaya başladılar. Çinliler ise, boyasız girdiler ve paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar da kendi paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar paylarına düşen duvarı bitirdikleri zaman Cinliler de işlerini bitirdiklerini söylediler. Fakat iki grubu kontrol eden padişah, Çinlilerin iddiasına hayret etti. ´Nasıl bunlar boyasız nakışlarını bitirebilir?´ diye şaşkına döndü. Çinlilere ´Siz nasıl olur da duvarınızı boyasız bitirebilirsiniz?´ dedi. Çinliler de ´Sizi ilgilendirmez. Siz perdeyi kaldırınız´ dediler ve böylece perde kaldırıldı. Gördüler ki Çinlilerin duvarında Romalıların sanatlarının acaiplikleri, daha fazla bir parlaklık ve câzibe ile pırıl pırıl parlamaya başlamış! Zira Çinlilerin payına düşen duvar, sikalin çokluğundan cilâlı bir ayna gibi olmuştu. Sikalin çokluğu sebebiyle Çinlilerin tarafı daha fazla güzelleşmişti. İşte kalbin temizlenmesine, cilâsına, tezkiye ve tasfiyesine ihtimam gösteren ve dolayısıyla o kalpte sonsuz bir ışıkla hakkın tecellisini parlatan velîlerin durumu da Çinlilerin yaptığı gibidir. Hükema ve ulemanın çalışma yoluyla ilimleri nakşetmek, o nakışları kalpte tahsil etme ihtimamları Romalıların yaptığı gibidir. İş nasıl olursa olsun, müslümanlarm kalbi ölmez. Ölüm çağında onun ilmi imhâ edilmez. Kalbinin saflığı bulanmaz. Nitekim Hasan Basrî (r.a) şu sözleriyle buna işaret etmiştir: ´Toprak, imanı yiyemez. Aksine toprak ALLAH´a yaklaşmanın bir vesilesi olur´. Kişinin tahsil ettiği ilim, ilmi kabul etmek için gayretle sarfettiği istidat ve saflık ise, kişi bundan müstağni olamaz ve hiç kimse için, ilim ve mârifet birlikte olmadığı takdirde saadet tasavvur edilemez. Saadetlerin bir kısmı diğer bir kısmından daha şerefli ve üstün olur. Nitekim malsız zenginlik tasavvur edilmediği gibi... Bu bakımdan bir dirhemin sahibi zengin, ağzına kadar dolu hazinelerin sahibi de zengindir. Saidlerin derecelerinin değişikliği mârifet ve iman değişikliğine göredir. Nasıl servetlerinin azlığı ve çokluğu hasebiyle zenginlerin dereceleri değişik oluyorsa, saidlerin dereceleri de öyledir. Bu bakımdan mârifetler nûrlardır. Mü´minler ALLAH´ın mülâkatına ancak nûrlarıyla varabilirler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: O gün mü´min erkekleri mü´min kadınları nûrları önle-rinde ve sağlarında koşuyor görürsün!(Hadid/12) Nitekim şöyle bir rivayet de nakledilmiştir: Müzminlerin bir kısmına dağ gibi nûr verilir. Bir kısmına daha küçük nûr verilir. Hatta en son gelen bir kişiye, ayaklarının baş parmağı üzerinde bir nûr verilir. O nûr bazen ışık verir, bazen söner. Işık verdiği zaman iki ayağını ileriye atıp yürür. Söndüğü zaman olduğu yerde kalır. Mü´minlerin köprü üzerindeki geçişleri nûrları nisbetindedir; kimi göz kırpmak kadar çabuk geçer, kimi çakan şimşek gibi, kimi de bulut gibi, kimi kayan yıldız gibi, kimi yarış meydanında şiddetle koşan at gibi geçer. Ayağının baş parmağı üzerinde kendisine nûr verilmiş olan kimse ise yü-züstü sürünür, el ve ayak üstü sürünerek yürür. Bir eli çeker, diğer eli sarkıtır. Onun etrafına ateş isabet eder. Kurtuluncaya kadar bu durumda kalır.27 İşte bu hadîsle ortaya çıkmaktadır ki insanlar imanda çeşitli derecelere sahiptirler. Eğer Ebubekir´in imanı, nebîler ve rasûller hariç, bütün âlemin imanı karşısında tartılsa, mutlaka ağır gelir. Bu hüküm, Hz. Peygamber´in şu sözüne de benzer: ´Eğer güneşin ışığı yeryüzündeki bütün lambaların ışığına karşı tartılsa mutlaka onlara ağır basar´. Bu bakımdan halk tabakasının fertlerinin imanının nûru, lamba ışığı gibidir. Bazılarının nûru mum ışığı gibidir. Sıddîkların imanının nûru ise ay ve yıldızların ışığı gibi-dir. Peygamberlerin imanı ise, güneş gibidir. Nasıl ki güneş ışığında, genişliğine rağmen bütün âfâkın sıfatı belirir, lambanın ışığında ise ancak evin daracık bir zâviyesi görünürse, aynen böyle mârifetler vasıtasıyla kalp inşirahının farklılığı da düşünülebilir. Melekût âleminin genişliği böylece âriflerin kalplerine inkişâf eder. Kıyamet gününde ´Kalbinde bir miskal, yarım miskal, çeyrek miskal, bir arpa, hatta yarısı veya dörtte biri veya bir şaire veya bir zerre kadar imanı olan bir kimseyi ateşten çıkarın!´ denir.28 Bütün bunlar iman derecelerinin farklı olduğuna işaret etmektedir. İmanın bu kadarının insanı ateşe girmekten alıkoymadığına işarettir. Bu hadîsin mefhumunda şu vardır: İmanı miskalden fazla olan kimse ateşe girmez. Girse de herkesten önce ateşten onun çıkması emredilir. Yine işaret eder ki kalbinde zerre kadar iman olan bir kimse ateşe girse dahi ebediyyen orada kalmaya müstehak değildir. Mü´min insan hariç, hiçbir şey yoktur ki bin mislinden daha hayırlı olsun! Bu hadîs-i şerîf de yakîn derecesinde ALLAH´ı bilen ârif kişinin kalbinin faziletine işarettir; zira böyle bir kişinin kalbi, halk tabakasından olan bin kişinin kalbinden daha hayırlıdır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.(Alu İmran/139) Mü´minleri müslümanlardan daha üstün kılmak yönünden ALLAH Teâlâ böyle ferman buyurmuştur. Buradaki mü´minden gaye taklidçi mü´min değil, ârif mü´mindir. ALLAH sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.(Mücâdele/1l) ALLAH Teâlâ bu ayette mü´minlerden ilimsiz olarak ALLAH´ı tasdik edenleri kastetmiştir ve onları ilim sahiplerinden ayırmıştır. ALLAH Teâlâ´nın bu ayırması delâlet eder ki mü´min ismi mukallid bir kimseye de verilir, isterse bu mukallidin tasdiki basîret ve keşiften ileri gelmesin! İbni Abbas ´Kendilerine ilim verilenler için ise dereceler vardır´ ayet-i celîlesini tefsir ederken şöyle demiştir: ´ALLAH mü´min âlimi, âlim olmayan mü´minden yediyüz derece daha üstün tutmuştur. Bu yediyüz derecenin herbirinin arası yer ile gök arası kadardır´. Cennet ehlinin çoğu, dünya işinden pek fazla anlamayanlardır. İlliyyûn denilen makam da akıl sahipleri içindir.29 Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Âlimin âbidden üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en küçüğünden üstünlüğüm gibidir.30 Diğer bir rivayette şöyle gelmiştir: ´Ondörtlük ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir´. İşte bu delillerle sana açık bir şekilde göründü ki cennet ehlinin dereceleri arasındaki farklılık, kalpleri ve mârifetleri arasındaki farklılığa göredir. Bunun içindir ki kıyâmet günü Tegâbün Günü (zarar ve kâr günü) olmuştur. Zira ALLAH´ın rahmetinden mahrum olan bir kimsenin zararı çok büyüktür. Mahrum bir kimse derecesinin üstünde çok büyük dereceler görür. Bu bakımdan bu kimsenin o üstün derecelere bakması, tıpkı on dirheme sahip olan bir zenginin şarktan garba sahip olan bir zenginin servetine bakması gibidir. Bunların ikisi de zengindir. Fakat aralarındaki fark pek büyüktür. Bundan nasibini almayanın zararı ne kadar da büyüktür! 25)Müslim (Ebu Hüreyre´den) 26)Müslim ve Hâkim 27) Taberânî 28)Taberânî 29)Daha önce geçmişti. 30)Tirmizî (Ebu Umâme´den) |
|
![]() |
#7 |
![]() Mûtad Yolu Takip Etmeksizin ve Bir Öğrenme Olmaksızın Ehl-i Tasavvufun Marifet´i Elde Etmesinin Sahih Oluşuna Delâlet Eder
İlham yoluyla ve bilmediği bir yönden kalbe gelmek sûretiyle -az da olsa- kendisine birşey keşfolunan bir kimse, tasavvuf ehlinin yolunun doğru olduğunu bilen bir ârif olur. Hiç bir zaman nefsinde bunu idrâk etmeyen bir kimsenin kalben bunu tasdik etmesi uygundur. Çünkü buradaki marifet derecesi cidden pek nadirdir. Bunun hakikatine şer´î deliller, tecrübeler ve hikâyeler şahitlik etmektedirler. Şer´î delillere gelince, onlardan biri şu ayet-i celîledir: Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz.(Ankebût/69) Bu nedenle öğrenmeksizin, ibadete devam etmekten ötürü kalpte oluşan her hikmet keşif ve ilham yoluyla olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur Bildiğiyle amel eden bir kimseye ALLAH Teâlâ bilmediğinin ilmini ihsân eder. Cennete müstehak oluncaya kadar onu çalıştığı sahada muvaffak kılar. Bildiğiyle amel etmeyen bir kimse ise bilmediğinde şaşkına döner ve çalışma sahasında muvaffak olamaz. Dolayısıyla ateşe müstehak olur.31 ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur: Kim de ALLAH´tan korkarsa, ona (darlıktan) genişliğe bir çıkış yolu ihsân eder.(Talâk/2) Yani ALLAH Teâlâ müşkilât ve şüphelerden çıkmak için kendisine bir yol ihsân eder, öğrenmeksizin ona bir ilim öğretir, tecrübe olmaksızın kendisini tecrübe sahibi yapar. Ey müminler! Eğer ALLAH´tan korkarsanız, O size hak ile bâtılı ayırdedecek bir anlayış verir.(Enfal/29) Bazı müfessirler ´Bu anlayıştan gaye, hak ile bâtılı ayırdedecek bir nûrdur´ demişlerdir. Kişi bu nur vasıtasıyla şüphelerin içinden çıkar ve bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) duasında ALLAH´tan çokça nûr isteyerek şöyle dua etmiştir: Ey ALLAHım! Bana nûr ver, nûrumu artır. Kalbimde bana bir nûr kıl! Kabrimde bana bir nûr kıl! Kulağımda nûr, gözümde nûr kıl! Hatta devamla şunu da buyurmuştur: Kıllarımda, derimde, etimde, kanımda ve kemiğimde nûr kıl!32 ALLAH´ın İslâm dini için kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o rabbinden bir hidayet üzeredir.(Zümer/22) Bu ayet-i celîle´de geçen genişlik ´ten gayenin ne olduğu Hz. Peygamber´e sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir: Nûr bir kalbe atıldığı zaman, göğüs oldukça genişleşir ve inşiraha kavuşur.33 Hz. Peygamber, İbn Abbas için şöyle demiştir: Ey ALLAHım! Onu dinde anlayışlı kıl ve ona Te´vîl´i öğret!34 Hz. Ali (r.a) der ki: ´Biz ehl-i beyt´in yanında Hz. Peygamberin gizlice bize teslim ettiği herhangi birşey yok! Ancak ALLAH´ın kuluna verdiği anlayış vardır´. Hz. Ali´nin sözünde bahsi geçen kulun anlayışı öğrenmekle değildir. ´Hikmeti dilediğine verir´ (Bakara/229) ayetinin tefsirinde denilmiştir ki: ´Bu hikmetten gaye ALLAH´ın Kitabı´nda anlayış sahibi olmaktır´. ´Biz o meselenin hükmünü Süleyman´a bildirdik´. Hz. Süleyman´a (a.s) keşif yoluyla görünen hakîkat ´fehm´ kelimesiyle tahsis edilmiştir. Ebu Derdâ şöyle der: ´Mü´min o kimsedir ki incecik bir perdenin arkasından ALLAH´ın nûruyla bakar. ALLAH´a yemin ederim! ALLAH hakîkati onun diliyle söyletir´. Mü´minin ferâsetinden sakınınız! Çünkü mü´min, ALLAH´ın nûruyla bakar!35 Seleften biri şöyle demiştir: ´Mü´minin zannı kehanettir´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Elbette bunda keskin anlayışlılar için ibret alâmetleri vardır. (Hicr/75) Biz kesinlikle inanan bir kavim için ayetleri beyan ettik. (Bakara/118) Hasan, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder: İlim iki kısımdır: Bir bâtın ilim vardır ki kalpte saklıdır. İşte en fazla fayda veren ilim odur.36 Bazı âlimlerden ´bâtın ilmin´ ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demişlerdir: ´ALLAH Teâlâ´nın sırlarından bir sırdır. ALLAH Teâlâ o sırrını dostlarının kalbine atar. O sırra ne bir melek, ne de bir insan muttali olabilir´. Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki benim ümmetimde ilham alanlar, öğretilenler ve kendileriyle konuşulanlar vardır ve muhakkak ki Ömer de bunlardan biridir.37 İbn Abbas ´Senden önce hiçbir peygamber göndermedik´ (Enbiya/25) ayetinin hemen akabinde ´Nebî ve ilham alan da göndermedik´ ibaresini eklemiştir. İbn Abbas ´ilham alanlar´ dan sıddîkları kastetmiştir. Hadîste ve İbn Abbas´ın sözünde geçen ´Muhaddes´ kelimesi ´ilham alan´ mânâsına gelir. İlham alan o kimsedir ki dâhilî cihetten onun kalbinin bâtınında ona hakîkat keşfolunmuştur. Hariçten ve mahsusat cihetinden değil... Kur´an, takvânın hidayet ve keşif anahtarı olduğunu açıkça belirtmektedir.Bu ise öğrenmeksizin elde edilen bir ilimdir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ALLAH´ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklarda, ALLAH´tan korkan bir kavim için büyük deliller ve ibretler vardır.(Yunus/8) Görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, ALLAH´tan korkan muttakîleri bu delil ve ibretlerden anlayan kimseler olarak ilân etmektedir. Yine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: İşte Kur´an-ı Kerîm´de olan bu kıssalar bütün insanlar için hak sözü açıklamadır ve ALLAH´tan korkanlar için de bir öğüt!(Âli İmran/138) Ebu Yezid ve bir başka âlim der ki: ´Âlim, kitaptan birşeyler ezberleyen değildir. Çünkü ne zaman ezberlediklerini unutursa câhil kesilir. Aksine âlim o kimsedir ki istediği vakitte ezberlemeksizin ve ders okumaksızın ilmini rabbinden alandır´. İşte rabbânî âlim, bu âlimdir! Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve katımızdan bir ilim öğretmiştik!(Kehf/65) Bütün ilimler ALLAH´ın nezdinden gelmesine rağmen ilimlerin bir kısmı insanların öğretmesi vasıtasıyla olduğundan ona ´ledünnî ilim´ denilmez. Bilakis ´ledünnî ilim´ o ilimdir ki hariçten gelen ve bilinen bir sebep olmaksızın kalpte açılıp inkişaf eder. İşte bunlar naklî delillerdir. Eğer bu konuda gelen ayet, haber ve eserlerin tamamı bir araya getirilirse hadde hesaba sığmaz. Tecrübelerle bunu görmeye gelince, bu da hesaba sığmayacak kadar çoktur. Sahabîler, tâbiîn ve onlardan sonra gelenlerde meydana gelmiştir. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) vefat edeceği zaman, kızı ve mü´minlerin vâlidesi Hz. Aişe´ye şöyle demiştir: ´Ancak onlar senin iki kardeşin ve iki kız kardeşindirler´. Ebubekir Sıddîk bu sözü söylediği zaman hanımı hamile idi ve bir müddet sonra bir kız doğurdu. İşte görüldüğü üzere, Ebubekir Sıddîk, hanımının doğumundan önce karnındaki yavrunun kız olacağını bilmiştir. Hz. Ömer (r.a), hutbesinin ortasında şöyle haykırdı: ´Ey Sâriye! Dağa, dağa koş!´ Çünkü Hz. Ömer´e keşfolundu ki düşman, dağın tepesine çıkmaktadır. Bunu bildiğinden dolayı kumandanı Hz. Sâriye´yi bundan sakındırdı. Hz. Ömer´in sesinin Sâriye´nin kulağına gitmesi büyük kerâmetlerdendir.38 Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Ben yolda giderken bir kadına rastladım ve keskin bakışlarla ona baktım. Kadının güzelliği hakkında düşündüm ve böylece Hz. Osman´ın huzuruna girdim. Osman (r.a) beni görünce şöyle dedi: ´Sizden herhangi biriniz, iki gözünde zinanın eseri açıkça görüldüğü halde huzuruma giriyor! Ey Enes! Sen bilmez misin? Gözlerin zinası, nâmahrem bir kadına bakmaktır. ALLAH´a yemin ederim, ya sen bu günahtan tevbe edeceksin veya seni cezalandıracağını!7 Bu söz üzerine ben şöyle îtirazda bulundum: -Hz. Peygamber´den sonra vahy var mıdır? -Hayır! Ondan sonra vahy yoktur. Fakat bâsiret, burhan ve doğru feraset vardır. (Yani ben basiret ve ferâsetimle bunu anladım). Ebu Said el-Harraz´dan şöyle rivayet ediliyor: Mescid-i Harâm´a girdim, orada sırtında iki hırka olan bir fakir gördüm. İçimden şunları geçirdim: Bu ve benzeri kimseler, halkın sırtından geçiniyorlar, halkın boynunda asalaktırlar! Derhal bana döndü ve dedi ki: ´Ey kişi! ALLAH senin içinden geçeni biliyor! O halde ALLAH´ın kahrından kork!´ Bunun üzerine ALLAH´tan af talep ettim. Tekrar bana haykırdı ve dedi ki: ´Ey kişi! Kulun tevbesini kabul eden O´dur!´ Sonra benim gözümden kayboldu ve kendisini bir daha da görmedim. Davud´un oğlu Zekeriyya der ki: Mesruk´un oğlu Ebu Abbas, hasta olan ve Haşim soyundan gelen Ebu Fadl´ın yanına gitti. Ebu Fadl denilen bu zat, aynı zamanda çoluk çocuk sahibi idi ve belli bir geliri de yoktu. Ebu Abbas der ki: Ziyaretinden kalkıp çıkmak istediğim zaman içimden şöyle dedim: ´Bu kişi nereden yiyor?´Arkamdan şöyle bağırdı; ´Ya Ebu Abbas! Bu kötü töhmeti kalbinden at! Çünkü ALLAH Teâlâ´nın gizli olan nice lûtufları vardır´, Ahmed en-Nakib der ki: Ebubekir eş-Şiblî´nin huzuruna girdim. Beni görünce dedi ki: ´Ya Ahmed! Fitnelendik!´ Ben ´Durum nedir?´ diye sorunca dedi ki: "Oturuyordum. Kalbimden ´sen cimrisin´ diye geçti´. Dedim ki: ´Ben cimri değilim´. İkinci bir defa aynı şey hatırımdan geçti: ´Sen cimrisin´. Bunun üzerine kendi kendime dedim ki: ´Bugün bana ne gelirse, ilk rastladığım fakire onu vereceğim´. Şiblî devamla dedi ki: Kalbimden geçen bu söz henüz tamam olur olmaz, baktım ki halifenin hizmetçilerinden Mü´nis´in bir arkadaşı huzuruma girdi. Beraberinde elli dinar vardı. Bana dedi ki: Bunu maslahatına sarfet! Bunun üzerine ben kalktım, o elli dinarı aldım. Dışarı çıktım, baktım ki iki gözünden âma bir fakir bir berberin önünde oturmuş, başını traş ettirmekte... ona yaklaştım ve elli dinarı eline uzattım. Bana dedi ki: ´Bunu berbere ver!´ Dedim ki: ´Onun hakkı şu kadardır!´ Bunun üzerine âma zat bana şöyle dedi: "Biz daha önce sana ´sen cimrisin´ demedik mi?" Bu söz üzerine parayı berbere uzattım. Berber bana ´Bu fakir benim önümde oturduğu zaman aramızda ücret almayacağımıza dair sözleştik´. Şiblî der ki: Bu durum karşısında kalınca parayı Dicle´ye fırlattım ve dedim ki: ´Seni aziz eden bir kimse muhakkak ALLAH tarafından zelîl edilmiştir´. Abdullah el-Alevî´nin oğlu Hamza diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´nin39 huzuruna girdim. Ona selâm vermek ve onun evinde birşey yemeden çıkıp gelmek niyetindeydim. Evinden çıktığım zaman baktım ki, arkamdan bir kap yemek yetiştirdi ve dedi ki: ´Ey genç! Sen artık bu saatte o kalbindeki niyetin dışına çıkmış bulunuyorsun! Onun için ye!´ Ebu Hayr et-Tinânî denilen zat, kerametlerle şöhret bulmuştu. İbrahim er-Rukkî diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´ye selâm vermek maksadıyla gittim. Akşam namazı oldu, nerede ise doğru dürüst Fâtiha´yı sonuna kadar okuyamayacak bir durumdaydı. İçimden dedim ki: ´Benim´ buraya kadar gelişim boşuna gitti!´ Selâm verdiğim zaman abdeste çıktım. Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti. Ben Ebû Hayr´ın yanına geri döndüm ve kendisine dedim ki: ´Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti´. Bu söz üzerine dışarı çıktı ve o yırtıcı hayvana ´Sana, benim misafirlerime karışma demedim mi?´ Bu söz üzerine arslan geri geri çekildi. Ben de abdest alıp eve dönünce Ebu Hayr şöyle dedi: ´Siz dışınızı düzeltmeye çalışmışsınız! Fakat arslandan korkuyorsunuz. Biz de iç âlemimizi düzeltmeye çalışmışız. Arslan bizden korkuyor´. Meşâyih-i kirâmın ferâsetinden, halkın inancını okuyuşlarından ve birçok kimsenin kalbinden geçirdikleri niyetleri keşfedişleri hakkında gelen hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Hatta onların Hızır´ı görmeleri, Hızır´dan sormaları, gaybdan gelen sesleri işitmeleri ve kerametlerin diğer türleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat inkâr eden, nefsinde bu durumu müşahede etmedikçe bu hikâyeler kendisine fayda veremez. Aslı inkâr eden bir kimse tafsilâtı da inkâr eder. Kesin delil odur ki hiç kimse tarafından inkâr edilmez, bunlar iki tanedir. 1.Doğru rüyaların acaiplikleridir. Zira doğru rüyalarla gayb âlemi keşfolunur. Madem ki bu uyku halinde caizdir ve oluyor, öyleyse uyanıklık halinde de olması muhal değildir demek olur.Çünkü uyku ancak beş duyunun durmasıyla uyanıklıktan ayrılır.O duyuların görünen şeylerden ilgisini kesmesiyle uyku uyanıklıktan ayrılır. Oysa nice uyanık kimseler vardır ki oldukça dalmış, ne dinler, ne de görür! Çünkü nefsi ile meşguldür. 2.Hz. Peygamber´in gaybdan ve gelecekte olacak şeylerden haber vermesidir. Nitekim Kur´an bu durumu kapsamaktadır. Madem ki peygamberle gaybdan ve gelecekten haber vermek caiz ve mümkündür, öyleyse başkalarının da gaybdan haber vermesi caiz ve mümkün demektir. Çünkü peygamber (a.s) işlerin hakikatine vâkıf ve halkın ıslahıyla meşgul olan bir şahıs demektir. Bu bakımdan dünyada işlerin hakikatini keşfedip halkın ıslahıyla meşgul olmayan başka bir şahsın varlığı muhal değildir. Bu ikinci şahsa ´Peygamber´ denilmez, ´Velî´ denir. Kim peygamberlere inanır, doğru rüyayı tasdik ederse, şeksiz ve şüphesiz kalbin iki kapısı olduğuna inanması gerekir. Bu kapılardan biri,duyulardan ibaret olan ve dışa açılan kapıdır. İkincisi kalbin dahilinde melekûta açılır. Bu iç kapı ilham, kalbe üfürme ve vahy kapısıdır. Ne zaman ki kişi bu iki kapıyı tasdik ederse, bu takdirde ilmi sadece öğrenmek ve bilinen sebeplere öğrenmeyi hasretmek onun için mümkün değildir. Hatta mücahede etmenin de ilme varan bir yol olmasını caiz görür. İşte bu hüküm, bizim söylediklerimizin hakikatine dikkati çekmektedir. O söylediklerimiz de şehâdet ve melekût âleminin arasındaki kalbin acaip bir şekilde tereddüdüdür. İşin rüyâ âleminde tabire muhtaç olan bir misâl şeklinde keşfolunmasının ve böylece peygamberlere ve velîlere çeşitli şekillerde görünmesinin sebeplerine gelince, bunlar da kalp acâipliklerinin esrarındandır. Bunu izah etmek, mükâşefe ilmine dâhildir. Bu bakımdan biz söylediklerimizle kalalım. Çünkü söylediklerimiz, mücâhedeye teşvik ve mücâhede yoluyla keşfi elde etmeye teşvik hususunda yeterlidir. Keşif erbabından biri dedi ki: ALLAH´ın meleği bana göründü! Melek benden kendisine, tevhidî müşahedemden gelen gizli zikrimden birşeyler okumamı istedi ve devamla melek bana dedi ki: -Biz senin herhangi bir amelini yazmıyoruz. Oysa biz istiyoruz ki seni ALLAH´a yaklaştırıcı bir amelini ALLAH´ın huzuruna yükseltip götürelim. -İkiniz farzları yazmıyor musunuz? -Evet, yazıyoruz! -O halde bu sizin için kâfidir! Bu söz işaret eder ki ´Kirâmen kâtibîn´ melekleri kalbin sırlarına muttali olmazlar, ancak zâhirî amellere muttalî olurlar. Ariflerden biri der ki: Abdalların birinden yakînin müşahedesini sordum. Bu sual üzerine abdal, soluna baktı ve dedi ki: ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ Sonra sağına baktı ve yine ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ dedi. Sonra başını öne eğerek ´ALLAH senden razı olsun! Sen ne dersin?´ diye sordu. Sonra dünyada işittiğim cevapların en garibini verdi ve ben kendisine şöyle sordum: ´Neden önce soluna, sağına sonra önüne bakarak birşeyler sordun?´ Dedi ki: "Mesele hakkında benim kuvvetli bir cevabım yoktu. Önce soldaki melekten sordum. O ´bilmem´ dedi. Sonra sağdaki melekten sordum -ki sol-dakinden daha âlimdir- o da ´bilmem´ dedi. Sonra kalbime baktım; ona sordum. İşte sana vermiş olduğum cevabı kalbim bana haber verdi. Bu bakımdan kalbim iki melekten de daha âlimdir". Sanki bu olay Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsıdır. ´Muhakkak benim ümmetimden ilham alanlar vardır ve muhakkak Ömer, onlardan biridir´. Bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: ´Herhangi bir kulun kalbine bakıp, onun kalbinde zikrime yapışma düşüncesini görürsem, o kulumun idaresini yürüten ben olurum. Onun arkadaşı ben, onunla konuşan ben olurum´. Ebu Süleyman ed-Darânî der ki: ´Kalp, kurulmuş bir çadır mesabesindedir. Onun etrafında kapalı kapılar vardır. Ona hangi kapı açılırsa oradan girer´. Böylece anlaşıldı ki kalbin kapılarından bir kapı, melekût ve mele-i âlâ âleminin tarafına açılır ve o kapı ancak mücahede ve takvâ ile açılır. Dünya şehvetlerinden yüz çevirmek sûretiyle açılır ve bunun için de âdil halîfe Hz. Ömer (r.a), hududlarda çarpışan ordu kumandanlarına şöyle yazdı: ´ALLAH´a itaat eden kullardan dinlediklerinizi ezberleyin! Çünkü ALLAH´a itaat eden kullara birçok doğru şeyler keşfolunur´. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kudret eli hükemanın ağızları üzerindedir. Bu bakımdan hükema, ancak ALLAH Teâlâ´nın kendilerine hazırladığı hakikati haykırırlar´. Başka biri de şöyle demiştir: ´Eğer dilersem diyebilirim ki muhakkak ALLAH Teâlâ, kendisinden korkan kullarını birtakım sırlarına muttali kılar´. 31)ilim bölümünde geçmişti. 32)Buhârî, Müslim 33)İlim bölümünde geçmişti. 34)Buhârî, Müslim 35)Tirmizî 36)İlim bölümünde geçmişti. 37)Buhârî 38) Vâkıdî, (Usame b. Zeyd´den, o da Hz. Ömer´den) 39) Tinan, Musul´un köylerindendir. Bu zat aslen Mağriblidir, el-Ekda mahlasıyla tanınmaktadır. __________________ |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|