|
![]() |
#1 |
![]() Güzel Ahlâk´a Ulaştıran Sebepler
Anlaşıldı ki güzel ahlâk, akıl kuvvetinin îtidal ve normal derecesine, hikmet´in kemâline, öfke ve şehvet kuvvetinin normal olup akla ve şeriate itaat etmesine bağlıdır. Bu normallik, iki yönden meydana gelir. 1.İlâhî bir cömertlikle, fıtrî bir kemâlle hâsıl olur. Öyle ki insan, kâmil bir akıl ile doğar. Güzel ahlâklı olarak dünyaya gelir.Hatta şehvet ve gazabı da korunmuştur! Onun şehvet ve öfkesi,akla ve ilâhî nizama itaat edecek ve normal bir şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan bu kimse öğrenmeksizin âlim olur. Öğrenmeden terbiyeli olur. Örneğin Hz. İsa (a.s), Hz. Yahya (a.s) ve bütün peygamberler böyledir. Tabiat ve yaratılışta gayret sûretiyle elde edilen bir şeyin bulunması uzak bir ihtimal değildir. Nice çocuklar vardır ki doğru lehçeli, cömert, cesaretli olduğu halde yaratılmıştır ve bazen de bunun aksi olur. Arıcak bu vasıflar alıştırma yoluyla ve güzel ahlâkla ahlâklanmış kimselerle oturup-kalkmak sûretiyle elde edilir. 2.Bu ahlâkları mücahede ve riyazet yoluyla elde etmektir. Bundan gayem, nefsi güzel ahlâkın istediği hareket ve fiillere zorlamaktır. Mesela cömertlik ahlâkını elde etmek isteyen bir kimse için yol cömertlik fiilini âdet haline getirmek için nefsini zorlayarak alıştırmaktır. Bu da malın verilmesi demektir. Daimî bir şekilde mal vererek bunu zoraki bir şekilde nefsine kabul ettirmeli ve bu hususta nefsiyle mücahede etmelidir. Ta ki bu, nefsi için tabiîleşip kolay hale gelinceye kadar... Böylece nefis, cömert olur. Böylece nefsine tevazu ahlâkını kazandırmak isteyen bir kimse,nefsine kibir ve gurur galip geldiği halde şu yolda onu elde edebilir: Uzun bir müddet mütevazi kimselerin fiillerine devam etmeli ve bu devamlılık müddetince nefsiyle mücahede edip zoraki bir şekilde onu bu yöne sevketmelidir. Bu ahlâk, nefsin ahlâkı olup, onda tabiî bir şekil alıp, kolayca onda yerleşinceye kadar devam etmelidir. Şer´an ve dinen güzel ahlâkların tamamı bu yol ile elde edilir. Kişinin gayesi, kendisinden çıkan fiillerden zevk alması olmalıdır. Bu bakımdan verdiğinden dolayı, vermiş olduğu maldan zevk alan bir kimse cömert bir kimsedir. İstemeyerek veren bir kimse ise, cömert sayılmaz. Mütevâzi kimse ise, tevâzudan lezzet duyar. Dinî ahlâklar ancak nefis, güzel âdetlerin tamamını îtiyad haline getirince ve kötü fiillerin tamamını terkedince yerleşir. Güzel fiillere aşık olan ve onlardan zevk duyan bir kimsenin devam etmesi gibi bunlara devam etmedikçe ve aynı zamanda çirkin fiilleri kerih görüp onlardan elem duymadıkça, güzel ahlâk onun kalbinde yerleşmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Benim gözümün nûru, namazda kılındı.39 İbâdetlerin yapılması ve mahzurların terkedilmesi kerahet ve ağırlıkla beraber olursa, bu eksikliktir. Kul bununla saadetin kemâline erişemez. Mücâhede ile bunlara devam etmek hayırlıdır. Fakat hayırlı olması, terketmesine nisbetendir. İsteyerek yapmasına nisbeten değil... Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bir de sabır ve namazla ALLAH´tan yardım isteyin. Gerçi bu ağır gelir. Fakat saygılı kimselere değil....39) Nesaî(Bakara/45) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Rıza halinde ALLAH´a ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa istemediğin birşeye sabretmekte çok hayır vardır.40 Güzel ahlâktan ötürü va´dedilen saadete ermek için bazen ibadetten lezzet almak, mâsiyeti hor görmek, bazen de tam aksini hissetmek yeterli değildir. Aksine daimî ve hayat boyunca böyle olmalıdır ki güzel ahlâktan ötürü va´dedilen saadete hakkıyla erilsin! Hayat uzadıkça fazilet daha yerleşir ve daha kemâle erer ve bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber´e saadet sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur: Saadet, ALLAH´a ibadette uzun ömürlü olmaktır.41 Bunun için de peygamberler ve velîler ölümü hoş görmemişlerdir. Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Hayatın uzamasıyla ibâdetler fazlalaşır, o nisbette de sevap çoğalır, nefsi de daha temiz olur. Ahlâk daha kuvvetlenir ve daha yerleşir, ibâdetlerin hedefi, kalbe tesir etmeleridir. Kalbe tesir etmeleri ise, ancak ibâdetlere devam etmekle mümkün olur. Bunlardan gaye, nefisten dünya sevgisini kesmek, ALLAH sevgisini yerleştirmektir. İnsanı öyle bir raddeye getirmektir ki ALLAH ile mülâki olmaktan, onun nezdinde, daha sevimli birşey olmamalıdır ve elindeki bütün imkânları kendisini ALLAH´a götüren yolda kullanmalıdır. İnsanın öfkesi ve şehveti insanın hizmetine verilen şeylerdendir. Bunların güzel kullanılması da ancak ilâhî nizam ve aklın terazisiyle ölçülmesine bağlıdır. Sonra onunla sevinmeli ve ondan lezzet almalıdır. Namazın gözün nuru olacak bir raddeye gelmesini, ibâdetin lezzet verici bir duruma ulaşmasını uzak sanmak uygun değildir. Çünkü âdet, nefiste bunlardan daha garip acaiplikleri istemektedir. Zira biz görürüz ki padişahlar ve servet sahipleri daimî üzüntüler içerisindedirler. Kumarcıyı görürüzazen kumarından ve içinde kıvrandığı çirkin fiilinden ötürü öyle bir ferahlık ve lezzet duyar ki halkın kumarsız sevinmesi bunun yanında az sayılır. Oysa kumar, çoğu zaman kişinin malını tamamen giderir, evini yıkar, kendisini müflis bırakır. Bununla beraber kişi kumarı sever ve ondan lezzet alır. Oysa bu, uzun zamandan beri kumara olan alışkanlığmdandır. Güvercin ve kuşlarla oynayan da böyledir. Bazen bütün gün ayakta, güneşin hararetinde bekler. Oysa kuşlara, hareketlerine, uçuşlarına, gökte halka olmalarına karşı duyduğu sevgiden ötürü o zahmetin elemini hissetmez. Hatta biz, aldatıcı fâsığı görürüz ki kendisi her türlü eza ve cefaya karşı sabır göstermekle iftihar eder. Bu hareketinden dolayı asılmaya bile sabır göstermekle böbürlenir. Bütün bunlarla beraber o nefsiyle mağrurdur. Bunlara karşı sabırlı olmasıyla iftihar eder. Hatta bunu nefsine böbürlenme vesilesi yapar. İçlerinden bazılarını yaptığını veya başkasının yaptığını ikrar ve itiraf etmek için azaları parça parça kesildiği halde inkârcılıkta ısrar ettiğini, kendisine tatbik edilen eziyetlere perva etmediğini görürsün. Mükemmellik, erkeklik ve kahramanlık kabul ettiği bu metânetinden dolayı sevinir. İçindeki azaba rağmen durumları kendisi için göz aydınlığı ve böbürlenmesinin sebebi olmuş olur. Hatta kadınlara benzetmek için tüylerini yolmak, yüzünü süslemek ve kadınlarla karışmakta muhannes bir kimsenin halinden daha kötü ve daha çirkin bir hâl olmadığı halde, buna rağmen görürsün ki muhannes kişi, bu halinden ötürü bir sevinç içindedir. Muhanneslikte mâhir olduğundan dolayı böbürlenmekte, muhanneslikteki bu durumu ile iftihar etmektedir. Hatta padişah ve âlimler arasında birbirlerine karşı iftihar yarışması yapıldığı gibi, hacamatçılar ve süpürgecilerin arasında da sanatlarından dolayı iftihar yarışmasının yapıldığını görürsün. Bütün bunlar, daimî bir şekilde bir tarza devam etmenin ve bunu âdet edinmenin sonuçlarındandır. Uzun bir müddet devam etmek, oturup-kalktığı ve tanıdığı kimselerde bunu görmek, böyle yapmasına yol açar. Bu bakımdan madem ki nefis, âdetten ötürü bâtıldan lezzet alıp ona ve çirkin şeylere meylediyor, o halde bir müddet hakka döndürüldüğü takdirde ve hakka devam etmesi sağlandığı müddetçe nasıl haktan lezzet almayabilir? Nefsin o kötü işlere meyletmesi tabiatı gereğidir. Çamurun yenmesine meyletmeye benzer. Zira çamur yemek, âdetin neticesi olarak bazı insanlarda galip gelir. Fakat nefsin hikmete, ALLAH sevgisine ve ALLAH marifetine meyletmesi ise tıpkı yemeye ve içmeye meyletmesi gibidir. Bu ise kalp tabiatının gereğidir. Çünkü bu rabbânî bir emirdir. Nefsin şehvet isteklerine meyletmesi aslında garip ve tabiatına sonradan gelmiştir. Kalbin gıdası hikmet, mârifet ve ALLAH sevgisidir. Fakat nefis, kendisinde vâki olan bir hastalıktan dolayı, tabiatının isteğinden uzaklaşmıştır. Nitekim insan midesinde hastalık olur ve bundan dolayı mide, yemek ve içmeyi istemez. Oysa bunların ikisi de midenin yaşamasının sebepleridir. Bu bakımdan ALLAH´tan başka herhangi birşeyin sevgisine meyleden her kalp, meyletmesi nisbetinde hastadır. Ancak o şey ALLAH sevgisinde ona yardımcı olduğu için seviyorsa, bu takdirde durum değişir. ALLAH´ın dininin sevgisinde kendisine yardımcı olan birşeyi sevmek, kalpte bir hastalığın varlığına delâlet etmez. O halde kesinlikle anlaşıldı ki, bu güzel ahlâkları riyazet yoluyla kazanmak mümkündür. Riyazet demek, kendisinden çıkan fiilleri başlangıçta zoraki bir şekilde, sonra da kendisine tâbi olsun diye işlemek demektir. Bu ise kalp ile âzâlar arasındaki ilginin şaşılacak hallerindendir. Bundan gayem nefis ve bedendir. Zira kalpte beliren her sıfat, eserini âzâlar üzerinde gösterir. Hatta âzâlar, ancak o sıfata uygun olarak hareket ederler. Âzâların yaptığı her fiilden bir eser kalbe yükselir. Oradaki iş, devir ve teselsüldür. Bu ise bir misâl ile bilinir. Yazmakta usta olmak isteyen bir kimse için, kâtib (hattat) olabilmek için nefsî bir sıfat vardır. El ile bir kâtibin yaptığını yapmaktan ve uzun bir müddet buna devam etmek-ten başka kendisinin bir yolu yoktur. Bu ise güzel yazıyı hikâye etmektir. Çünkü kâtibin yaptığı güzel yazıdır. Bu bakımdan kendisini zorlamak sûretiyle kendisini kâtibe benzetmeye çalışmalıdır. Sonra durmadan buna devam etmelidir ki bu, nefsinde sâbitleşmiş bir sıfat olsun! Bu bakımdan sonunda güzel yazı, tabiî olarak bundan ortaya çıkacaktır. Tıpkı başlangıçta zoraki bir şekilde kendisinden ortaya çıktığı gibi.,. O halde yazısını güzelleştiren kendisidir. Fakat başlangıçta bu iş zorlukla oldu. Ancak bu zorluktan kalbe bir eser yükseldi. Sonra o eser kalpten âzâya (ele) indi. İşte böylece kişi, tabiî olarak, güzel yazı yazmaya başladı. Böylece fakîh olmayı isteyen bir kimse için fakîhlerin yaptıklarını yapmaktan başka yol yoktur. Onların fiilleri ise, durmadan fıkhı tekrar etmek, bunun tekrarlanmasından kalbine fıkıh sıfatı yükselinceye kadar buna devam etmektir, böylece fakîh olur. Böylece, cömert, namuslu, halîm ve mütevazi olmak isteyen bir kimsenin de, bu karakterde bulunan kimselerin fiillerini zorlaya zorlaya yapması gerekir. Bu fiiller kendisi için tabiîleşinceye kadar buna devam etmelidir. Bu bakımdan bunun ilâcı ancak böyle yapmaktır. Nasıl ki fakîh olmayı isteyen bir kimse, bir gece de fakih olamadığı için ümitsiz olmuyorsa ve bir gece çalışıp tekrar etmekle bu mertebeye varamıyorsa, aynen bunun gibi nefsin tezkiyesine, mükemmel olmasına ve güzel amellerle süslenmesine talip olan bir kimse de bir günün ibâdetiyle bu hedefe varamaz ve bir günün isyanıyla da bundan mahrum olmaz. Bu söylediklerimiz şu sözün mânâsıdır: Bir tek büyük günah, ebedî cezayı gerektirmez. Fakat tekrar etmeyi bir gün terketmek insanı benzerine çağırır, sonra azar azar bu çağırma devam eder. Öyle ki nefis, tembelliğe alışır, sonunda tahsili kökten terkeder ve böylece fıkhın fazileti elinden kaçar. Küçük günahlar da böyledir. Onların bir kısmı insanı başka kısınma çeker, sonunda saadetin temelini, ve imanın esasını yıkmak sûretiyle, elden kaçırıncaya kadar devam eder! Nasıl bir gece yapılan tekrarın tesiri, nefsin fıkhında hissedilmiyorsa, nefsin fıkhı tedric yoluyla bedenin gelişmesi, kâmetin uzaması gibi yavaş yavaş beliriyorsa, bir taatin tesiri de nefsin tezkiyesinde ve temizlenmesinde derhal tesirini göstermez. Fakat az bir taatı hakir görmek de uygun değildir. Çünkü taatin çoğu tesir eder. Taatin çoğu ise, azlarından meydana gelmiştir. Bu bakımdan her azın tesiri vardır. Hiçbir taat yoktur ki, gizli de olsa onun bir tesiri bulunmasın. Bu bakımdan kesinlikle onun sevabı vardır. Sevap ise tesir karşılığıdır. Günah da böyledir. Nice fakîh vardır ki, bir gün ve bir gecenin boş geçirilmesini pek önemsemezler ve böylece gün be gün nefsini daimî bir şekilde geciktirirler. Sonunda tabiatı, fıkhı kabul etmekten çıkar. Küçük günahları önemsemeyen, daimî bir şekilde nefsini tevbeden alıkoyan, ölümün ansızın gelip gırtlağına yapışmasına kadar veya günahların karanlığı kalbinin üzerinde birikip tevbe etmesi zorlaşıncaya kadar bekleyen bir kimsenin hükmü de böyledir. Zira az, insanı çoğa davet eder. Böylece kalp, şehvetlerin zincirleriyle bağlanmış olur. Bir daha da kalbi, şehvetlerin pençesinden kurtarmak mümkün olmaz. Tevbe kapısının kapanmasının mânâsı bu demektir. ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesiyle bu kasdedilmiştir: Biz onların önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık; artık görmezler.(Yâsîn/9) Bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: İman, kalpte beyaz bir nokta olarak görünür. İman arttıkça bu beyazlık da artar. Ne zaman ki kul, imanın kemâline varırsa, o zaman kalbin tamamı beyazlaşır. Münafıklık, kalpte siyah bir nokta olarak görünür. Münafıklık arttıkça o siyahlık da artar. Kul, tam bir münafık olduğu zaman kalbin tamamı kararır! Bu bakımdan anlaşıldı ki güzel ahlâklar, bazen tabiat veya fıtratla, bazen de güzel fiillerin alışkanlık hâline getirilmesiyle ve bazen de güzel fiil sahiplerinin tanınması ve onlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Çünkü o güzel fiil sahipleri güzelliğin, salâh ve takvânın arkadaşlarıdır. Zira tabiat tabiattan hem şerri, hem de hayrı alır. Bu nedenle hakkında bu üç durumun gerçekleştiği -öğrenmek, âdet ve tabiat yönünden fazilet sahibi olan- bir kimsenin fazileti, faziletin zirvesi demektir. Rezil olan ve kötü arkadaşları bulunan, onlardan kötülüğü öğrenen, âdet edinilecek kadar şer sebeplerini kendisinde toplayan bir kimse ise, son derece ALLAH´tan uzaktır. Bu iki derece arasında bulunan bir kimse ise, bahsi geçen bu durumlardan bazılarının bulunduğu bir kimsedir. Bunların herbirinin yakınlık ve uzaklıkta, kişinin sıfat ve durumunun isteğine göre bir derecesi vardır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8) ALLAH onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.(Nahl/33) 39) Nesaî 40)Taberânî 41)Deylemî ki, b
![]() |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Ahlâk´ı Güzelleştirmenin Yolları
Daha önce anlaşılmıştı ki ahlâkta îtidal, nefsin sıhhati demektir. İtidalden uzaklaşmak ise, bir hastalıktır. Tıpkı mizacta îtidalin bedenin sıhhati, itidalden sapmanın o mizaçta bir hastalık olduğu gibi... Bu bakımdan biz bedeni misâl olarak ele alıp deriz ki; kötü huyların giderilmesi, faziletlerin ve güzel ahlâkın kazanılması hususunda nefsin tedavisi, bedenin illetlerini kendisinden uzaklaştırmak, sıhhatini kazandırmak hususundaki tedavisine benzer. Nasıl ki mizacın esasında, mûtedil olmak galip ise, mideye gıdalardan ve değişik durumlardan zarar geliyorsa, tıpkı bunun gibi çocuk da fıtraten sıhhatli ve mûtedil olarak doğup dünyaya gelir. Ancak annesi ve babası onu yahudi, hristiyan veya ateşperest yaparlar; yani alıştırmak ve öğretmek sûretiyle ona rezaletleri kazandırırlar! Nasıl ki beden, başlangıçta tam ve kâmil bir şekilde yaratılmıyorsa, ancak gıda ile terbiye edilip geliştiriliyor, yavaş yavaş kemâle doğru gidiyorsa, nefis de mükemmelliğe kabiliyetli olduğu halde, eksik olarak yaratılır. Ancak terbiye, ahlâkın güzelleştirilmesi ve ilim ile gıdalandırmak sûretiyle mükemmelleştirilir. Eğer beden sıhhatliyse, doktorun vazifesi bu sıhhatli bedene, sıhhati koruyucu prensipleri gösterip, kanunları öğretmekse, beden hasta olduğu takdirde doktorun durumu ona sıhhati kazandırmaksa, tıpkı bunun gibi senin nefsin temiz ve saf ise, sana uygun düşen hareket o temizliği korumak için çalışmaktır. Onu daha fazla kuvvetlendirmek, daha fazla temizlemek için çalışmaktır. Eğer nefsin mükemmel, saf ve temiz değilse en uygunu, nefse saflık kazandırmak için çalışmandır. Nasıl ki bedenin mûtedil durumunu değiştiren ve hastalığı getiren illet, ancak zıddıyla tedavi olunuyorsa, eğer hastalık hararetten ise soğukla, eğer soğuktan ise hararetle tedavi edilir. Tıpkı bunun gibi, kalbin hastalığı olan rezaletin de tedavisi zıddıyladır. Bu bakımdan cahillik hastalığı, öğrenmekle tedavi olunur. Cimrilik hastalığı cömertlikle, gurur hastalığı tevâzu ile, oburluk hastalığı zoraki bir şekilde yemeği kesmekle tedavi olunur. Nasıl ki ilacın acılığına ve iştahın çektiği şeylere sabretmenin şiddetine, hasta bedenleri tedavi etmek için katlanmak gerekiyorsa, tıpkı onun gibi hasta kal-bin tedavisi için de sabır ve mücâhedenin acılığına katlanmak lâzımdır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü insan bedenin hastalığından ölüm ile kurtulur. Kalbin hastalığı ise -ALLAH korusun-ölümden sonra da ebediyyen devam eden bir hastalıktır. Nasıl her soğuk, sebebi hararet olan her hastalığa elverişli değilse, ancak belli bir sınırda olduğu zaman elverişli oluyorsa, bu da şiddet, zayıflık, devamlılık veya devamsızlık, çokluk ve azlık ile değişir ve buna faydalı miktarı belirten bir (doz) lâzımdır. Çünkü eğer bunun ayarı (dozu) bilinmezse, fesad daha da artar. Aynen bunun gibi kötü huyların tedavisinde kullanılan zıt unsurlar için de bir ayar (doz) lâzımdır. İlaçların ölçüsü (dozu), hastalığın durumundan öğrenildiği gibi, doktor da hastalığın hararetten veya soğuktan geldiğini bilmedikçe tedavi edemez. Eğer hastalık hararetten ise, onun derecesini bilmesi gerekir. Acaba zayıf mıdır, şiddetli midir? Bunu bildiği zaman, bu sefer bedenin durumunu dikkate alır. Hastanın sanatına, yaşına ve diğer durumlarına bakar. Sonra onlara göre tedavi eder. Tıpkı bunun gibi önder olan ve müridlerin nefislerini tedavi eden ve irşad isteyenlerin kalplerine ilaç veren şeyh de müridlere özel riyazetleri ve birtakım zorlukları tatbik etmeye kalkışmamalı, onların hastalık ve huylarını bilmedikçe özel bir yolla bu formülleri kendilerine tatbik etmemelidir. Nasıl doktor, bütün hastalıklara tek bir ilacı tatbik ettiğinde onların çoğunu öldürürse, şeyhin durumu da böyledir. Eğer bütün müridlere, bir çeşit riyazet uygularsa, onları helâk eder ve kalplerini öldürür. Mürşid müridin hastalığını tedkik etmeli, onun halinin, yaşının, mizacının ve bünyesinin kaldırabileceği riyazeti güzelce düşünmelidir ve bunun üzerine uygulamasını yapmalıdır. Eğer mürid acemi ise, şeriatın sınırlarını bilmeyen bir cahilse, önce kendisine tahareti, namazı ve ibâdetlerin zâhirlerini öğretmelidir. Eğer mürid, haram bir malla meşgulse veya bir günah işliyorsa, herşeyden önce ona o günahı terketmeyi emretmelidir. Ne zaman ki müridin zâhiri, ibâdetlerle süslenir, zâhirî günahtan azaları temizlenirse, o vakit mürşid, du-rumun karinesiyle onun iç âlemine bakmalıdır ki kalbinin has-talıklarını ve ahlâkını sezebilsin. Eğer onun yanında zarurî ihti-yacından fazla bir mal görürse o malı kendisinden alıp hayır mü-esseselerine sarfetmelidir. Onun kalbini o fazla maldan boşaltmalıdır ki müridin kalbi o fazla mala iltifat etmesin! Eğer müridin kalbinde hamakat, gurur ve nefis izzetinin galip olduğunu görürse, ona çarşı ve pazarlarda dilenme emrini vermelidir ki nefsin izzetini, riyaset dâvasını kırmış olsun. Zira nefsin riyaset iddiası ancak zillet ile kırılır. Dilenmekten daha büyük bir zillet yoktur. Bu bakımdan mürşid, bir zaman için müride kibir ve gururu kırılıncaya kadar dilenmeye devam etmek teklifinde bulunmalıdır. Zira kibir, insanoğlunu öldürücü hastalıklardandır. Hamakat da böyledir. Eğer mürşid müridin, beden ve elbise temizliğine fazla önem verdiğini görürse ve kalbinin de buna meyyal olduğunu müşâhede ederse, kalbin bununla sevindiğini, buna iltifat ettiğini hissederse, bu sefer, böyle bir müridi tuvalet temizlemekte, pis yerleri süpürmekte, mutfağın ve dumanlı yerlerin işlerini yapmakta çalıştırmalıdır ki temizlik hakkındaki hamâkatı giderilsin! Çünkü elbiselerini temizleyip süslenen ve süslü yamaları, renkli seccadeleri arayan kimseler ile bütün gün kendisini süsleyip püsleyen gelinler arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan insanın kendi nefsine ibâdet etmesiyle bir puta tapması arasında hiçbir fark yoktur. O halde kul ne zaman ALLAH´tan başkasına ibâdet ederse, ALLAH´tan perdelenir. Kim elbisesinin helâl ve temiz olması cihetinden kalbinin iltifat edeceği bir şekilde başka birşeyi gözetirse, bu kimse nefsiyle meşguldür. Riyazetin inceliklerindendir ki mürid, kendiliğinden hamâkatı terketmek veya başka bir sıfatı terketmek suretiyle müsamaha göstermediği ve onun zıddıyla amel etmeye yanaşmadığı zaman, en uygunu onu o kötü ahlâktan, ondan daha az kötü olan bir ahlâka nakletmesidir. Tıpkı kanı sidik ile yıkayan, sonra sidiği su ile yıkayan bir kimse gibi... Bu da su kanı gidermediği zaman caiz olur. Nitekim çocuk, önce top oynamak, çelik çomak fırlatmak ve benzerini yapmak sûretiyle mektebe gitmeye teşvik edilir, sonra oyundan zînete ve güzel elbiselere nakledilir, ondan da riyaset ve makama teşvik edilir, ondan da ahirete teşvik edilir. Bu bakımdan mertebe ve makamı bırakmaya nefsi razı olmayan bir kimse, o makamdan günah yönünden daha hafif bir makama nakledilir. Diğer sıfatlar da böyledir ve böylece mürşid, obur olan müride oruç tutmayı ve az yemeyi emretmelidir. Sonra ona lezzetli yemekleri hazırlama zahmetine katılmasını emretmelidir. O lezzetli yemekleri ona değil, onun eliyle başkasına takdim ettirmelidir. Hazırladığı o güzel yemeklerden yememeli ki böylece nefsi kuvvet bulsun, sabretmeyi âdet edinip oburluğu kırılsın! Müridi genç iken evlenmeye iştiyaklı gördüğü, nafaka vermekten aciz olduğunu müşahede ettiği zaman müride oruç tutmayı emretmelidir. Müridin nefsinin oruç tutmakla terbiye edilmediğini görürse, bu sefer ona bir gece su ile iftar edip yemek yememek, başka bir gece de yemek yeyip su içmemek sûretiyle oruç tutmayı emretmelidir. Ona et yemeyi ve katığı, nefsi zelil oluncaya ve şehveti kırılıncaya kadar yasaklamalıdır. Bu bakımdan iradenin başlangıcında açlıktan daha başka bir tedavi formülü yoktur. Eğer müridde öfkenin galip olduğunu görürse, ona hilmi ve susmayı emretmelidir. Ahlâken kötü olan bir kimseyi ona musallat etmeli, ahlâken kötü olan bir kimsenin hizmetini kendisine vazife olarak vermelidir ve onun sertliklerine göğüs germek hususunda nefsi yetişinceye kadar bu vazifesi devam etmelidir. Nitekim hikâye olunuyor ki bir zat, nefsini hilim sıfatına alıştırıp öfkenin şiddetini gidermeye çalışırdı. Halk arasında kendisine küfretmek için adam kiralardı. Nefsini sabretmeye zorlar, öfkesini yutmaya alıştırırdı. Hatta bu şekilde hilim onun için bir âdet oldu. Hilim hususunda öyle gelişti ki bu vadide onunla darb-ı mesel getiriliyordu. Bir zat da nefsinde korkaklık ve kalbin zafiyetini hissetti. Şecaat ahlâkını kazanmayı istediği için kış mevsiminde denizin dalgaları kabardığı anda denizde seyahate çıkıyordu. Hindistan âbidleri de ibâdetteki tembelliği bütün geceyi tek ayak üzerinde geçirmek suretiyle tedavi ederler. Şeyhlerden biri başlangıcında ibâdet yapmakta tembelleşiyordu. Bütün gece başının üzerinde dururdu ki nefis kendiliğinden ayak üzerinde durmaya razı olsun! Bazıları da mal sevgisini bütün malını satmak ve denize atmak suretiyle tedavi etti.42 Çünkü malını satıp halka dağıtmakta cömertlik hamâkatına ve vermek suretiyle riyaya düşmekten korkuyordu. İşte bunlar birkaç misâldir. Sana kalplerin tedavi yolunu gösterirler. Bizim burada gayemiz her hastalığın ilacını zikretmek değildir. Zira bu husus, kitabımızın diğer kısımlarında gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz, bu husustaki umumî yolun, nefsin her isteğinin zıddını yapmak ve ona meyletmek olduğuna dikkati çekmektir. ALLAH Teâlâ bütün bunları aziz kitabında bir cümleyle şöyle ifade etmiştir: Ama kim rabbinin divanında du(rup hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir. (Nâziât/40-41) Mücâhedede en mühim temel, azim göstermektir. Bu bakımdan kişi şehvetin terkine azmettiği zaman, onun sebepleri kendisine müyesser olmuş demektir ve bu da ALLAH Teâlâ´dan bir iptila ve denemedir. O halde burada sabrederek devam etmesi uygundur. Çünkü kişi azmin terkini âdet edinirse, nefis buna alışır ve sonunda bozulur. Eğer kazara azim zaafa uğrarsa, en uygunu nefsin cezalandırılması bahsinde Muhasebe ve Murakabe bölümünde dediğimiz gibi nefsine bu hususta ceza vermesidir. Nefsini ceza vermekle korkutmadığı takdirde nefis ona galebe çalar, şehvetine uymayı güzel gösterir. Böylece riyazet ve çalışması tamamen bozulur. 42) Malı zâyi etmek İslâm´da yoktur. Ancak müellifin söylediği, bazı şahıslara mahsus bir istisnadır. Umumî bir düstur değildir Site İçi Bir Hadis Ben Sizin Gibi Değilim İbn Ömer (r.a.) şöyle haber vermiştir:Hz. Peygamber (a.s.) yiyip içmeksizin oruçları birbirine eklemekten nehiy buyurdu. Sahabeler: Ama siz peş peşe oruç tutuyorsunuz, dediklerinde. Resulüllah (a.s.): "Ben, sizin gibi değilim. Zira ben, (RABBİM tarafından) yedirilir ve içirilirim" buyurmuştur. Sahih-i Müslim´deki hadis numarası: 1844 Bir Ayet İnsanın Bencilliği Andolsun biz Musa´ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa´ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu´l-Kudüs´le teyid ettik. Demek size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak bir kısmınız da onu öldürecek misiniz? |
|
![]() |
#3 |
![]() Kalplerin Hastalıkları ve Sıhhate Kavuştuklarına Delâlet Eden Alâmetleri
Bedenin âzâlarının herbiri, kendisine mahsus bir fiil için yaratılmıştır. Onun hastalığı ancak kendisi için yaratıldığı fiili yapmamasıdır. Hasta olmaması için o fiil, kendisinden çıkmamalı veya bir nevi sallantı ile kendisinden çıkmalıdır. Bu bakımdan elin hastalığı, kendisine çalışmanın zor gelmesidir. Gözün hastalığı, görmenin kendisine zorlaşmasıdır. Kalbin hastalığı da yapması için yaratılmış olduğu fiilin yapılmasının kendisine zor gelmesidir. Bu fiil de ilim, hikmet, mârifet, ALLAH sevgisi, ALLAH´a ibâdet, ALLAH´ın zikrinden zevk duymak ve ALLAH´ın zikrini diğer şehvetlere tercih etmek ve bütün şehvetler ve âzâlarla ALLAH´ın zikrine yardım etmektir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.(Zâriyât/56) Bu bakımdan her âzâda bir fayda vardır. Kalbin faydası; hikmet ve mârifettir. İnsan nefsinin özelliği, hayvanlardan ayrılmasına sebep teşkil eden şeydir. Çünkü Âdemoğlu hayvanlardan yemek, cinsel güç, görme ve bunlara benzer özelliklerle ayrılmaz. Aksine eşyanın hakikatini bilmekle ayrılır. Eşyanın aslı, mûcidi ve onları eşya olarak yaratan ALLAH Teâlâ´dır. Bu bakımdan kişi herşeyi bilip ALLAH´ı bilmediği takdirde sanki hiçbir şey bilmiyor demektir. Mârifetin alâmeti sevgidir. O halde, ALLAH´ı bilen bir kimse ALLAH´ı sever. Muhabbetin alâmeti; dünyayı ve başka sevgilileri ALLAH´a tercih etmemektir. De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden meskenler, size, ALLAH´tan, Rasûlü´nden ve onun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık ALLAH´ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin! ALLAH fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez,(Tevbe/24) Bu bakımdan nezdinde ALLAH´tan daha sevimli birşey bulunan bir kimse hastadır. Nitekim çamur yemenin ekmek yemek ve su içmekten daha sevimli geldiği her midenin veya ekmek ve su isteğinin kaybolduğu her midenin hasta olduğu gibi... İşte hastalıkların alâmetleri bunlardır. Bu bakımdan ALLAH´ın dilediği hariç, bütün kalplerin hasta olduğu anlaşılmıştır. Ancak birtakım hastalıklar vardır ki sahipleri onları teşhis edememektedir. Kalbin hastalığı sahibi tarafından teşhis edilmeyen hastalıklardan olduğu için sahibi ondan gafil olur. Eğer biliyorsa ilacın acılığına sabretmek ona zor gelir. Çünkü ilacı, şehvetlere muhalefet etmektir. Bu ise ruhun zorluk çekmesi demektir. Eğer nefsinde tedaviye sabır göstermek kudreti görürse, ehil bir doktor bulamazsa, nefsini tedavi etmelidir. Çünkü doktorlar âlimlerdir. Maalesef onlara da hastalık galebe çalmaktadır. O halde hasta bir doktor pek az tedavisine bakar ve bunun için de bu hastalık daimî ve müzmin bir hastalık olmuştur. Bu ilim tamamen ortadan kalkmış, kalplerin tababeti tamamen inkâr edilmiştir. Halk dünya sevgisine, zâhirleri ibâdet, bâtınları âdet ve gösterişler olan amellerin sevgisine yönelmiştir. İşte bunlar hastalıkların esaslarının alâmetleridir. Tedaviden sonra sıhhate kavuşmasının alâmetlerine gelince, onlar da şunlardır: Kişinin tedavi ettiği illete bakmasıdır. Eğer cimrilik hastalığını tedavi ediyorsa, bu hastalığın öldürücü ve ALLAH´tan uzaklaştırıcı bir hastalık olduğunu bilmelidir. Bunun tedavisi ancak mal vermek ve infak etmekle mümkün olur. Fakat kişi bazen malı israfçı olacak derecede verir. Bu sefer israf da has-talık olur, kişi tıpkı soğukluğu, hararet galebe çalıncaya kadar tedavi eden bir kimse durumuna düşer ki bu da hastalıktır. Aksine istenilen, hararet ile soğukluğun arasındaki îtidal dengesini elde etmektir. Cimrilik hastalığının tedavisinde de böylece israf ile cimrilik arasındaki normal durumu elde etmek gerekir ki ifrat ve tefrit taraflarından uzak olup orta yolun tam üzerinde bulunsun. Orta yolun ne olduğunu bilmek istiyorsan, kötü ahlâkın gerektirdiği fiile bak! Eğer o fiil, senin için daha kolay ve zıddından daha hoş geliyorsa bil ki o fiili gerektiren kötü ahlâk sende galiptir. Mesela malın toplanması ve saklanması sence onu hak edene vermekten daha sevimli ve senin için daha kolay ise bil ki, sende galip olan cimrilik ahlâkıdır. O vakit malın verilmesine devam etmekte daha ileri git! Eğer müstehak olmayan bir kimseye vermek senin nezdinde hak ile tutmaktan daha sevimli ve kolay ise bil ki, sende israf sıfatı galiptir. O vakit malı yeniden elinde tutma durumuna dön! Böylece durmadan nefsini murakabe edip fiillerin yapılması ve neleri kapsadığıyla ahlâkının ne raddede olduğuna istidlâl ederek muttali ol! Kalbinin mala duyduğu ilgisi kesilinceye, malın dağıtılmasına ve tutulmasına meyletmeyecek raddeye varıncaya kadar devam et. Öyle ki mal senin nezdinde su gibi olmalıdır. O malı ancak bir muhtacın ihtiyacı için tutmalı veya bir muhtacın ihtiyacına sarfetmelisin. Senin nezdinde vermek, vermemekten daha sevimli olmamalıdır. Böyle olan her kalp -özellikle bu makamdan- ALLAH´a sapasağlam gelmiş bulunması ve böyle bir kalbin diğer kötü ahlâklardan da selim olması gerekir ki dünya ile ilgili olan bir şeyle alâkası bulunmasın! Nefis, dünyadan alâka ve irtibatlarını kesmiş olduğu halde, dünyaya iltifat etmeksizin, onun sebeplerine iştirâki olmaksızın ölünceye kadar böyle olmalıdır. İşte bu anda nefis, mutmain olan bir nefsin dönüşüyle rabbine döner. Hem rabbinden râzı, hem de rabbi kendisinden râzıdır. Rabbinin peygamberler, sıddîklar, şehid ve sâlihlerden olan mukarreb (yaklaştırılmış) kullarına katılmış olur. Bunlar da arkadaş olmak yönünden ne güzeldirler! İki taraf arasındaki hakikî itidalin bulunması gayet zor olduğundan hatta kıldan daha ince, kılıçtan daha keskin olduğundan, şüphesiz dünyada böyle dosdoğru yolun üzerinde olan bir kimse, ahirette de böyle bir köprünün üzerinden rahatlıkla geçebilir. İnsan taraflardan birisine meyletmeden, dosdoğru yoldan kaymaktan nâdiren kurtulabilir. Bu bakımdan kulun meyli hangi tarafta ise, kalbi mânen oraya bağlıdır ve bunun için de bir nevi azaptan ve ateş üzerinden geçmekten bir türlü kurtulamaz, çakan bir şimşek gibi geçse bile... Nitekim ALLAH Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur: İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ALLAH´tan korkup sakınanları kurtaracağız.(Meryem/71-72) Yani dosdoğru yola yakınlıkları, uzaklıklarından daha fazla olan kimseleri kurtaracağız. İstikametinin çetin oluşundan dolayı her kula gereken günde onyedi defa "Ya rabbî! Bizi dosdoğru yola ilet!´ duasında ısrar etmektir. Zira namazın her rek´atında Fatihayı okumak (Şâfiî´ye göre) farzdır. Rivayete göre bir kişi rüyasında Hz. Peygamberi gördü, "Ya RasûlALLAH! Sen ´Hûd suresi beni ihtiyarlattı´ demişsin. Neden böyle söyledin?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çünkü o sûrede ´Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!´ (Hûd/112) ayeti vardır". Dosdoğru yol üzerinde istikamet gayet zordur. Fakat istikametin hakikatine gücü yetmese dahi, onun yakınına varmak için var kuvvetiyle çalışmalıdır. O halde kurtuluş isteyen kişi ancak sâlih amellerle kurtulabilir. Sâlih ameller de ancak güzel ahlâktan meydana gelir. O halde her kul ahlâk ve huylarını tahkik etmeli, onları teker teker saymalı, gözden geçirmeli, tertip üzere onların teker teker tedavisiyle meşgul olmalıdır. Bu bakımdan biz, ALLAH Teâlâ´nın bizi mûttaki kullarından eylemesini niyaz ederiz. |
|
![]() |
#4 |
![]() İnsanın, Kusurlarını Bilmesinin Yolu
ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiği zaman, ona nefsinin ayıplarını gösterir. Bu bakımdan basireti keskin bir kimseye ayıpları gizli kalmaz. Ayıpları bildiği zaman da tedavi etme imkânı olur. Fakat halkın çoğu nefislerinin ayıbını bilmekten câhildirler. Onlardan birini görürsün ki kardeşinin gözündeki çapağı görür de kendi gözündeki merteği görmez. O halde nefsinin ayıplarını bilmeyi isteyen bir kimse için dört yol vardır: Birinci Yol: Nefsin ayıplarını bilen, âfetlerin gizliliklerine muttali olan ve basiret sahibi olan bir şeyhin huzurunda oturmalı, onu nefsine hâkim kılmalıdır. Nefisle yapılan mücâhedelerde onun işaretlerine tâbi olmalıdır. Bu şeyhle müridin durumu, öğretmenle talebenin durumu gibidir. Öğretmen ve şeyhi kendisine nefsinin ayıplarını ve tedavi yolunu öğretir. Bu zamanda böyle bir öğreticinin bulunması çok zordur. İkinci Yol: Dosdoğru bir dost istemektir. Basiret sahibi, dindar bir dost... O dostu kendi üzerine gözetleyici tâyin etmelidir ki o dost, onun durum ve fiillerini kontrol etsin, ahlâk ve fiillerinden, zâhir ve bâtın ayıplarından hoş görmediklerine dikkatini çeksin! Din sahasının imamlarından olan büyükler ve akıllı kimseler böyle yaparlardı. Hz. Ömer (r.a) derdi ki: ´ALLAH o kişiden razı olsun ki benin ayıbımı bana gösterir!´ Ömer (r.a) Selman-ı Fârisî´den ayıplarını sorardı. Selman, Hz. Ömer´e geldiği zaman Hz. Ömer Selman´a ´Hoşuna gitmeyen ne gibi fiillerim sana nakledildi? ´ dedi. Selman ´Ne olursun bu hususta bana birşey sorma´ dedi. Ömer buna rağmen durmadan ısrar etti ve bunun üzerine Selman şöyle dedi: -Benim kulağıma geldiğine göre, sen bir sofrada iki katık bulunduruyormuşsun. Senin iki elbisen varmış! Birisini gündüz,öbürünü de gece giyiyormuşsun! -Senin kulağına bundan başka şeyler de geldi mi? -Hayır! -Ben bunların ikisinden de kurtuldum. Hz. Ömer, Huzeyfe b. Yeman´a şöyle sordu: ´Sen Rasûlüllah´ın münâfıklar hakkında sırdaşısın. Acaba bende münâfıklık eserinden birşey görüyor musun?´ Hz. Ömer, derecesinin yüksekliğine, kıymetinin azametine rağmen nefsine bu kadar ithamda bulunuyordu. Bu bakımdan aklen gelişen, rütbece büyük olan herkesin, nefsini takdir etmesi pek az, itham etmesi de pek fazladır. Fakat bu da pek nâdir görünür. Dostlara yağcılığı terkeden pek azdır. Dostunun ayıbını söyleyen veya hasedi bırakan, gereken miktardan fazlasını söylemeyen pek azdır. Bu bakımdan senin dostların arasında hasedden sıyrılan veya ayıp olmayanı bir gareze binaen ayıp gören veya müdahene ederek bazı ayıplarını senden gizleyen kimseler vardır. Dâvud et-Tâî halktan uzaklaştı. Kendisine denildi ki: ´Neden halkla beraber olmuyorsun?´ Cevap olarak şöyle demiştir: ´Ayıbımı benden gizleyen kimseleri ne yapayım!´ Dindarların şehveti (zevki), başkasının uyarmasıyla ayıplarını görüp uyanmalarıdır. Bizim gibiler öyle bir duruma gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir. Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir. Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz, kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: ´Sen de filan filan şeyleri yaptın!´ Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası, iman zafiyetidir. Bu bakımdan biz, ALLAH Teâlâ´nın bizi doğruya hidayet etmesini, ayıplarımızı bize göstermesini, bizi ayıplarımızı tedavi etmekle meşgul etmesini, ayıplarımız hususunda bizi uyarana teşekkür etmeye bizi muvaffak kılmasını, minnet ve faziletiyle temenni ve niyaz ederiz. Üçüncü Yol: Nefsinin ayıpları veya marifeti hususunda düşmanlarının dilinden istifade etmektir. Zira düşman gözü, daima ayıpları açığa vurur. İnsan, ayıplarını haykıran düşmanından, kendisini öven, medh u senâsını yapan ve ayıplarını gizleyen yağcı bir dosttan daha fazla faydalanır. Ancak tabiat, düşmanı yalanlamak, söylediklerini hasede yormak üzere yaratılmıştır. Fakat basiret sahibi bir insan düşmanlarının sözünden faydalanmayı abes görmez. Zira onun kötü tarafları muhakkak düşmanlarının diliyle yayılır. Dördüncü Yol: Halk ile oturup-kalkmasıdır. Halk arasında gördüğü kötülükleri nefsinde aramalı ve nefsinde de bu kötülüğün olduğu düşüncesiyle hareket edip onu silmelidir. Çünkü müslüman, müslümanın aynasıdır. Müslüman başkasının ayıplarından önce kendi ayıbını görür. Bilir ki tabiatlar, nefsin hevasına tâbi olmak hususunda birbirine yakındır. Emsal ve akranından herhangi birisinde bulunan bir sıfatın esası veya ondan daha büyüğü veya ondan bir parça mutlaka diğerinde de vardır. Bu bakımdan nefsini incelemeli, başkasında görüp de hoşuna gitmeyen sıfatlardan temizlemelidir. Bu şekilde edeplenmek yeter de artar bile. Çünkü eğer insanlar, başkasından görüp de hoşlanmadıkları şeyleri bırakırlarsa, artık başka bir edep vericiye muhtaç olmazlar. Hz. İsa´ya (a.s) ´Sana kim edep öğretti?´ denildiğinde, şöyle demiştir: ´Bana hiç kimse edep öğretmedi. Ancak câhilin cehaletini çirkin gördüm ve cehaletten sakındım, hepsi o kadar!´ Şimdiye kadar söylediklerimizin tümü ârif, zeki, nefsinin ayıplarını bilen, dinde şefkatli ve nasihatçi olan, nefsini temizledikten sonra ALLAH´ın diğer kullarının nefislerini temizlemek ve onlara nasihat etmekle meşgul olan bir şeyhe rastlamayan bir kimsenin çıkar yollarıdır. Bu bakımdan herhangi bir kimse yukarıda belirtilen nitelikte bulunan bir şeyhe rastlarsa, doktoru bulmuştur, ondan ayrılmasın. Onu hastalığından kurtaracak olan o doktordur. Onu, içinde bulunduğu helâktan ancak o doktor kurtarır! |
|
![]() |
#5 |
![]() Güzel Ahlâk´ın Fazileti ve Kötü Ahlâk´ın Zemmi Ayet ve Hadîsler
ALLAH Teâlâ, peygamberini ve habîbini, onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur: Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzeresin! (Kâlem/4) Âişe validemiz de şöyle der: Hz. Peygamber´in ahlâkı Kur´an´dı!1 Bir kişi Hz. Peygamber´e güzel ahlâkı sorduğunda, Hz. Peygamber ona cevap olarak şu ayeti okumuştur: Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüzçevir! (A´raf/199) Sonra da şöyle buyurmuştur: Güzel ahlâk, seninle akrabalık bağlarını kesen akrabana sıla-i rahim yapmak, seni mahrum edene vermek ve sana zulmedeni affetmektir. Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim´.2 Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır.3 Bir zat gelerek Hz. Peygamber´e şöyle sordu: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ Hz. Peygamber (s.a) ´Din güzel ahlâktır´ diye cevap verdi. Aynı adam, Hz. Peygamber´in sağ tarafına geçerek ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Din güzel ahlâktır´ dedi. Sonra aynı adam, Hz. Peygamber´in arkasına geçti ve ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Din nedir?´ diye sordu. Hz. Peygamber ´Sen anlamaz mısın, din öfkelenmemendir´ dedi.4 Bir ara Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Şûm nedir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ahlâkın kötüsüdür´.5 Bir kişi, Hz. Peygamber´e gelerek şöyle dedi: -Bana nasihat et! -Nerede olursan ol, ALLAH´tan kork! -Dahasını söyle ey ALLAH´ın Rasûlü! -Günahının arkasından sevap işle ki o günahı silsin! -Dahasını söyle ey ALLAH´ın Rasûlü! -İnsanlarla iyi geçin.6 Hz. Peygamber ´Amellerin hangisi daha üstün ve faziletlidir?´ diye sordu, sonra cevap olarak da ´Güzel ahlâk!´ dedi Başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: Kitabu Riyazet ´in-Nefs ve Tehzib´il-Ahlâk 141 ALLAH Teâlâ bir kulunun yaratılış ve ahlâkını o kulunu ateşe atmak için güzelleştirmemiştir. (Kulunun sûretini ve ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateşe yem yapmaz).7 Fudayl der ki: Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle denildi: ´Filan kadın gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Fakat buna rağmen kötü ahlâklıdır, diliyle komşularına eziyet verir´. Hz. Peygamber şöyle dedi: O kadında hayır yoktur! O ateş ehlindendir.8: Ebu Derdâ der ki: Hz. Peygamber´den dinledim, şöyle buyurdu Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir.9 ALLAH Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Beni kuvvetlendir´. Bu duasına binaen ALLAH Teâlâ onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti. Küfrü yarattığı zaman küfür de şöyle dedi: ´Yarab! Beni kuvvetlendir´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisini cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki ALLAH Teâlâ bu dini kendi zatı için seçti. Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Dikkat edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin.10 Güzel ahlâk, ALLAH Teâlâ´nın en büyük mahlûkudur. 11 Hz. Peygamber´e şöyle soruldu: -Ey ALLAH´ın Rasülü! Mü´minlerin hangisi iman yönünden daha faziletlidir? -Ahlâkça en iyisi hangisi ise...12 Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz. Bu bakımdan onlara güler yüz ve güzel ahlâkla yardım ediniz.13 Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, sâlih amelleri bozar.14 Cerir b. Abdullah Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, ALLAH senin sûretini güzel yapmıştır. Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir.15 Berra b. Azib şöyle anlatır: ´Hz. Peygamber (s.a) yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk bakımından da onların en güzeliydi´.10 Ebu Mes´ud Bedrî Hz. Peygamber´in duasında şöyle dediğini nakleder: Ey ALLAHım! Sûretimi güzelleştirdin. Bu bakımdan ahlâkımı da güzelleştir.17 Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in şu duayı çokça okuduğunu rivayet eder: Ey ALLAHım! Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.18 Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet eder: Mü´min bir kimsenin şerefi dinidir. Soyu sopu güzel ahlâkıdır. Mürüvveti ise aklıdır.19 Usâme b. Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hz. Peygamber´e şöyle sordular: ´Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?´ Hz. Peygamber (s.a) ´Güzel ahlâk´ buyurdu.20 Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır.21 İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Üç haslet vardır, onların üçü veya onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi ALLAH´ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir.22 Hz. Peygamber´in namazın başlangıcındaki dualarından birisi şudur: Ey ALLAHım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur.23 Enes (r.a) der ki: Biz birgün Hz. Peygamber ile beraberdik Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir.24 Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir.25 Meymenet güzel ahlâktır.26 Hz. Peygamber (s.a) Ebu Zer el-Gıfârî´ye şöyle demiştir: Ey Ebu Zer! Tedbir gibi akıl, güzel ahlâk gibi soy ve sop yoktur!27 Enes´ten şöyle rivayet ediliyor: Ümmü Habîbe (r.a) Hz. Peygamber´e şöyle sordu: -Kadının dünyada iki kocası olmuşsa, kadın da onlar da ölüp, üçü de cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi kocasına verilecektir? -Dünyada iken kadının nezdinde hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir. Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir.28 Başarılı olan bir müslüman, güzel ahlâkının ve mertebesinin şerefi sayesinde muhakkak ki gündüz oruçlu, gece ibâdet eden bir kimsenin derecesini elde eder,29 Başka bir rivayette ´Sıcak günlerde susuz kalanın derecesini elde eder´ buyurulmuştur. Abdurrahman b. Semüre der ki: Biz Hz. Peygamber´in (s.a) yanında iken kendileri şöyle buyurdu: Ben dün akşam acaip birşey gördüm. Ümmetimden biri diz çökerek oturmuştu. Onunla ALLAH arasında perde vardı. Bu esnada güzel ahlâkı geldi (perdeyi kaldırıp) onu ALLAH´ın huzuruna soktu!30 Enes (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer. Oysa ibâdette kendisi zayıftır.31 Rivayet ediliyor ki Hz.Ömer (r.a) Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için izin istedi. O esnada Hz. Peygamber´in yanında, Hz. Peygamber ile konuşan ve çokça soru soran ve seslerini Hz. Peygamber´in sesinden daha fazla yükselten bir grup Kureyş kadını bulunuyordu. Hz. Ömer, Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için izin istediği zaman, kadınlar aceleyle perde arkasına gittiler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber´in huzuruna girdiğinde Hz. Peygamber´in güldüğünü gördü ve ´Annem-babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Niçin gülüyorsun?´ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: -Benim yanımda oturan şu kadınların haline hayret ediyorum. Senin sesini işitir işitmez acelece perde arkasına gittiler.32 Hz. Ömer ´Herkesten daha fazla senden korkmaları gerekiyordu´ dedikten sonra yüzünü kadınlara çevirdi ve şöyle haykırdı: -Ey nefislerinin düşmanları! Siz Peygamber´den korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz? -Evet, sen Hz. Peygamber´den daha katı ve az merhametlisin! Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer´e şunları söyledi: -Ey Hattab´ın oğlu! Dahası var! Nefsimi kudret elinde bulunduran ALLAH´a yemin ederim ki, bir yolda yürüdüğünde şeytan sana rastlarsa muhakkak yolunu değiştirir.33 Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır. Kötü zan ise, şerleri doğuran bir hatadır.34 Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü cehennemin en alt kısmına varır (düşer).35 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Lokman Hakîm´in oğlu babasına şöyle sorar: -Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha hayırlıdır? -Din! -Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri olur? -Din ile mal... -Üç olursa? -Din, mal, hayâ... -Dört olursa? -Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır... -Beş olursa? -Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir. -Altı olursa? -Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir. ALLAH´ın velisidir. Şeytandan uzaktır. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ahlâkı kötü olan, nefsini azaba verir´. Enes b. Mâlik şöyle demiştir: ´Muhakkak kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine varır. Kötü ahlâkı yüzünden de -âbid olduğu halde- cehennemin en aşağısına düşer!´ Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Ahlâk´ın güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır. Kötü ahlâklının misâli, kırılmış testi gibidir. Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!´ Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Güzel ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir âbidin ar-kadaşlığından daha sevimlidir´. İbn Mübarek, bir seferinde kötü ahlâklı bir kişi ile arkadaşlık yaptı. Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı. Kendisine ´Neden ağlıyorsun?´ denince, ´Ona olan şefkatimden ağlıyorum. Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı ondan ayrılmamaktadır´ dedi. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Dört şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az olsa da... Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir´. Kettânî der ki: ´Tasavvuf ahlâk demektir. Bu bakımdan ahlâ-ken senden ileride bulunan bir kimse, Tasavvuf´ta da senden ileri-dir´. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın. Fakat amellerinizle onlara muhalefet edin´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler´. İbn Abbas´a ´Kerem ne demektir?´ diye sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, ALLAH Teâlâ onu Kitab-ı Kerîm´inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: ´Muhakkak sizin ALLAH nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır´. (Hucurât/13)" Denildi ki: ´Haseb (soy, sop) ne demektir?´ Şöyle dedi: ´Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en üstününüzdür´. İbn Abbas şöyle demiştir: ´Her binanın bir temeli vardır. İslâm´ın temeli de güzel ahlâktır´. Atâ (r.a) şöyle der: ´Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir. Hiç bir kimse -Hz. Peygamber müstesna- güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır´. (Çünkü ALLAH Teâlâ: ´Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin´ (Kalem/4) buyurmuştur). Bu bakımdan ALLAH nezdinde insanların en sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz. Peygamber´in yolunu ve izini takip edenlerdir. 1)İbn Merduveyh 2)Hâkim, İmam Ahmed, Beyhakî 3)Ebû Dâvud, Tirmizî 4)Muhammed b. Nesr 5)İmam Ahmed 6)Tirmizî 7)Sohbet Âdâbı bölümünde geçmişti. ![]() 9)Ebu Dâvud, Tirmizî, (bir benzerini) 10)Dârekutnî ve Harâitî 11)Taberânî 12)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, Hâkim 13)Bezzar, Ebu Yâ´lâ, Taberânî 14)İbn Hibban, Beyhakî 15)Harâitî 16)Harâitî 17)Harâitî 18)Harâitî 18) İbn Hibban, Hâkim, Beyhakî 20) İbn Mâce 25)Harâitî 26)Harâitî 27)İbn Mâce, İbn Hibban 28)Bezzar, Taberânî, Harâitî 29)İmam Ahmed 30)Harâitî 31)Taberânî, Harâitî 32)Müslim, Buhârî 33)Müslim, Buhârî 34)Taberânî 35) Harâitî |
|
![]() |
#6 |
![]() Gelişine Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi
Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen herşeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder. Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur. Eğer şerre alıştırılır, hayvanlar gibi ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim ALLAH Teâlâ (ce) şöyle buyurmuştur: Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.(Tahrîm/6) Madem ki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır. Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmek, kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süs ve lüksü kendisine sevdirmemek demektir. Çünkü böyle olduğu takdirde büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatı zâyi olup, ebediyen helâk olur. Hatta başlangıçta onu gözetim altında tutmak, onu sâlih, dindar ve helâlyiyen bir kadının sütüyle ve dadılığı ile büyütmek daha uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslendiği takdirde çocuğun çamuru necasetten yoğrulmuş olur. Böylece tabiatı pisliklere uygun olana meyleder! Çocukta erginlik alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce murakabe etmek gerekir. Bunun başlangıcı, hayânın başlangıçlarının belirmesidir. Çünkü çocuk, çekildiği ve utandığı zaman, bir kısım fiilleri terkettiği an, aklın nûru onun üzerinde doğmuştur ki, bir kısım şeyleri çirkin görür ve bir kısmına muhalefet eder. Çocuk öyle bir hâle gelmiştir ki, birtakım şeylerden utanmaktadır. Bu ise, ALLAH Teâlâ´nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının normale döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir... ve bu durum çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir. Çocuğa ilk galebe çalan sıfat yemeğe karşı oburluktur. Bu bakımdan çocuğu bu hususta eğitmek gerekir. Mesela ´yemeği sağ elinle ye! Yemeğe başladığın zaman bismillâh de! Yemeği kendi, tarafına düşen kısmından ye! Arkadaşlarından önce yemeğe başlama! Gözünü dikerek yemeğe ve yemek yiyenlere bakma! Yemekte pek acele etme! Güzelce çiğne! Lokmaları arka arkaya atıştırma! Elini ve elbiseni kirletme!´ diyerek edep kurallarını öğretmek gerekir. Bazen yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır ki çocuk katığın bulunmasını şart görmesin! Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemelidir. Yani çok yiyen bir kimseyi hayvanlara benzetmeli ve böyle bir kimseyi çocuğun huzurunda küçümsemelidir. Yine çocuğun yanında edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemeğe düşkün olmamayı çocuğa öğretmelidir. Hangi yemek olursa olsun, kaba yemeklerle kanaat etmeyi çocuğa öğretmelidir. Çocuğa renkli ve ipekli değil de beyaz elbiseleri sevdirmelidir. Çocuğun yanında renkli elbiselerin ve ipeklilerin kadınlar ve kadınımsı erkekler için olduğunu söylemelidir. ´Gerçek erkekler ise, böyle elbiselerden sakınırlar´ demelidir ve bunu defalarca çocuğun yanında tekrar etmelidir. Ebeveyni ne zaman çocuğun sırtında bir ipekli veya renkli elbise görürse o elbiseyi kötülemelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Pahalı elbiseler giymekten çocuğu muhafaza etmelidir, Çocuğun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir. Sonra çocuk Kur´an´ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve durumlarını öğrenmelidir ki kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda aşktan ve aşk ehlinden bahseden şiirlerden ve gazellerden korunmalıdır. Edebin zerâfet ve tabiatın inceliğinden olduğunu iddia eden ediblerden uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir. Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir. Eğer bazı durumlarda, çocuk bu yaptığına muhalefet ederse, göz yumulması uygun olur. Çocuğun perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Ona, başkalarının da buna cesaret edeceğini belli etmemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Örtülmesi için gayret gösterildiği zaman, bu yöne daha da dikkat edilmelidir. Çünkü bunu çocuğa belli etmek, ona cesaret verir. Hatta sonunda çocuk böyle şeylerin açığa çıkmasından artık perva etmez olur. Böyle bir durumda bu fiil, ikinci bir defa çocuktan çıkacak olursa, gizlice çocuğu azarlamak ve bu fiilin çok büyük bir kabahat olduğunu söylemek uygun olur. Çocuğa ´Sakın böyle birşeye bir daha kalkışma, halk seni görür rezil olursun!´ diyerek sakındırmalıdır. Fakat her zaman çocuğu azarlamak doğru olmaz. Çünkü çocuğa çokça azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğu babasıyla korkutmak ve bu şekilde çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır. Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevkeder. Çocuğu gece uykusundan menetmemelidir. Çocuğun âzâlarının katılaşıp bedeninin yağ tutmaması için yumuşacık yataklardan menetmelidir ki çocuk rahata alışmasın. Aksine çocuğu yatağın, elbisenin ve yemeğin az ve kaba olanına alıştırmalıdır. Çocuğun gizlice yaptığı herşeyden onu menetmelidir. Çünkü çocuk gizlice yaptığı birşeyi çirkin kabul ettiği için böyle yapar. Bu bakımdan çocuğu bundan menetmek, çirkin davranışları terketmeyi öğretmek demektir. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya, sportif faaliyetlerde bulunmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmamaya, normalin üzerinde hızlı yürümemeye, ellerini gevşek bırakmamaya, göğsünün üzerine koymaya çocuğu alıştırmalıdır. Çocuğu, ebeveyninin servetiyle veya yemeklerinin, elbiselerinin, kitaplarının, kalem veya divitinin bir kısmıyla, akran ve yaşıtlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğuna, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Eğer çocuk, ihtişam sahibi kimselerin evlâdı ise, çocuğun gözünde muhteşem görünen birşeyi başkasından almaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir. Eğer çocuğun anababası fakir ise, çocuğuna tamahkârlığın, başkasından birşey almanın zillet olduğunu ve böyle yapmanın köpeklerin âdetinden olduğunu öğretmelidir. Çünkü köpek, bir lokma için beklemekte ve ona karşı kuyruk sallamaktadır! Kısacası çocuğuna altın ve gümüşün sevgisini, onlara karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü altın ve gümüş sevgisinin âfeti ve onlara karşı gösterilen tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Hatta büyükler için de böyledir. Çocuğuna oturduğu yere tükürmemeyi, sümkürmemeyi ve başkasının huzurunda gerinmemeyi öğretmelidir. Başkasına sırtını çevirmemeyi, ayak ayak üstüne atmamayı, el ayasını çenesinin altına koymamayı, başını dirseğine dayamamayı öğretmelidir. Çünkü böyle yapmak, tembelliğin delilidir. Çocuğuna oturma şeklini öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğuna fazla konuşmanın kişinin hakirliğine ve hayâsızlığına delâlet ettiğini ve fazla konuşmanın düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Esasında çocuğunu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle birşeye alışmasın. Çocuğunu arkadaşından önce konuşmaya başlamaktan menetmelidir. Ancak sorulan sorunun cevabı ve soru kadar konuşmaya alıştırmalıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hür-metle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir. Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğunu fuzulî konuşmaktan, çirkin konuşmaktan, lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Çocuğuna, öğretmeni tarafından dövüldüğü zaman fazla bağırmamasını ve başka bir arkadaşından bu hususta yardım istememesini öğretmesi gerekir. Hocasının dövmesine karşı sabretmeyi çocuğuna telkin etmeli ve böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu, fazla bağırmanın köle ve kadınların âdeti olduğunu çocuğuna söylemelidir. Çocuk mektepten dönünce ona oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Fakat burada çocuğun oyun ile yorulmamasını gözetmelidir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve öğrenmeye mec-bur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur. Anne ve babanın çocuğa, öğretmene itaat etmeyi öğretmesi gerekir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda oynamamayı çocuğa telkin etmelidir. Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terketmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğu ipeklinin her çeşidini giymekten ve altın kullanmaktan sakmdırmalıdır. Çocuğa muhtaç olduğu şer´î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çocuklarda çoğu zaman bulunan çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur. Çocuğa yemeklerin ilaç olduk-larını, onlardan maksadın insanın onlar vasıtasıyla ALLAH´ın iba-detine güç yetirmek olduğunu ve dünyanın temelsiz olup bâki ol-madığını, ölümün dünya nimetlerinin sonunu getireceğini, dünyanın istikrar yeri değil de geçit evi olduğunu, âhiretin geçici değil, daimî ev olduğunu, ölümün her saatte insanoğlunu beklediğini, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu ve böyle bir kimsenin gittikçe ALLAH nezdinde derecesinin büyüdüğünü ve böyle kimse için cennet nimetlerinin git-tikçe genişlediğini öğretmelidir, Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır. Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa, ço-cuk oyuna alışır, çirkin konuşmaya, yemek, elbise, süs ve böbür-lenmeye alışır, onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60 Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar´ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan ALLAH´ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona ´Nasıl hatırlayayım ve anayım?´ diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: ALLAH benimledir. ALLAH beni görür. ALLAH şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki: "Ey Sehl! ALLAH´ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse 60) Müslim, Buhârî ALLAH´a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde ´Himmetimin dağılmasından korkuyorum´ dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur´an´ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur´an´ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra´ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra´ya geldim. Âlimlere meselemi sordum. Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan´da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster´e döndüm. ALLAH Teâlâ´nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim". Ahmed der ki: ´Sehl et-Tüsterî´nin ölüp ALLAH´a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim´. 60) Müslim, Buhârî |
|
![]() |
#7 |
![]() İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı
Kalbiyle yakîn derecesinde âhireti müşahede eden bir kimse, zarurî olarak âhiretin mahsulünü istemekte ve ona iştiyak göstermekte, âhiretin yollarına girmekte, âhirete nisbeten dünyanın nimet ve lezzetlerini hakir görmektedir. Çünkü yanında boncuk bulunan bir kimse, değerli bir cevheri gördüğü zaman, artık boncuğa karşı rağbet ve iştiyak duymaz, onu cevherle değiştirmek ister. Ahiret meyvesine tâlip olmayan bir kimse ise, ALLAH´a ve son güne iman etmediği için ALLAH ile mülâki olmaya da tâlip değildir. Buradaki imandan gayem; dilin şehâdet kelimesini inanmaksızın ve ihlâssız olarak söylemesi değildir. Çünkü böyle söylemek, cevherin boncuktan daha üstün olduğunu tasdik eden, ancak cevherin hakikatini değil, sadece lâfzını bilen bir kimsenin sözüne benzer! Biri boncuğa rağbet ettiği zaman, onu bırakmak istemez. Cevhere karşı olan iştiyâkı pek fazla olmaz. Çünkü yolu bilmemek hedefe varmaktan insanı alıkoyar. Sülûkten meneden ise iradesizliktir. İradeden de meneden imansızlıktır! İmansızlığın sebebi ise, hatırlatıcı ve ALLAH´ı bilen, onun yoluna hidayet eden âlimlerin yokluğudur! O âlimler ki dünyanın hakirliğine ve yıkılacağına dikkat çekerler, ahiret işinin önemini ve devamlılığını hatırlatırlar. Bu bakımdan halk gafildir, şehvetlerine dalmışlardır, uykularına oldukça batmışlardır. Din âlimleri içinde de onları uyandıran bir kimse yoktur. Eğer onlardan biri uyanırsa, bu sefer cehaletinden dolayı yol gitmekten âciz olur. Eğer âlimlerden yolun gösterilmesini isterse, onların nefislerinin hevasına uyup doğru yoldan ayrıldıklarını görecektir. Bu bakımdan iradenin zayıflığı ve yolun bilinmemesi, âlimlerin nefislerinin hevasına göre konuşmaları, ALLAH´ın yolunun sâliklerden boşalmasına sebep olmuştur. Ne zaman hedef perdeli, delil yok, hevâ galip ve talip de gafil ise, hedefe varmak zorlaşır. Bu takdirde şüphesiz yollar kullanılmaz olur. Eğer biri kendiliğinden uyanırsa veya başkası tarafından uyandırılırsa âhiret mahsulüne ve ticaretine karşı iradesi harekete geçerse, ilk başta yapması gereken birtakım şartların olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki kendisi için uyulması gereken bir örnek vardır, ona yapışması lâzımdır. Kalesi vardır, ona sığınması lâzımdır ki yolunu kesen düşmanlardan emin olabilsin. Boynunda birtakım vazifeler vardır. Yolculuk esnasında onlardan ayrılmaması gerekir. İrade için öne alınması gereken şartlar ise, kendisiyle halk arasında gerilen perdelerin kaldırılmasıdır. Çünkü halkın haktan mahrum olmasının sebebi perdelerin üstüste gelmesidir. Yol üzerine barikatların kurulmasıdır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık; artık görmezler. (Yâsîn/9) Mürid ile halk arasındaki barikat ve engel dört tanedir: l.Mal 2.Rütbe 3.Taklid 4.Günah Mal: Mal perdesi, ancak kişinin mülkünden çıkıp, sadece zarurî miktarın elinde kalmasıyla kaldırılabilir. Kişinin elinde bir dirhem kalıp kalbi ona iltifat ettikçe, kişi onunla bağlı ve ALLAH´tan perdelenmiş demektir. Rütbe Rütbe perdesinin kaldırılması da rütbeden uzaklaşmak, tevâ-zuya bürünmek, namsızlığı ve şöhretsizliği, şöhret ve nâma tercih etmek, anılma sebeplerinden kaçmak, halkın kalbini nefret ettiren ve kendisini rahat bırakmalarını sağlayan amellerde bulunmakla mümkündür. Taklid: Taklid perdesi, mezhebler için gösterilen taassubun terkedilmesiyle ve ´Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah´ kelimesine gönülden iman etmek suretiyle kaldırılır. Bu kelimenin doğruluğunu kanıtlamak için ALLAH´tan başka bütün ilahları aradan kaldırmaya dikkat etmelidir. İnsanoğlunun en büyük ilahı hevâsıdır. Kişi bu ilahları aradan kaldırdığı zaman, takliden almış olduğu itikadının hakikati kendisine görünür. İnsan bu hakikatleri mücadele yoluyla değil, mücahede yoluyla aramalıdır. Eğer inancına karşı olan taassubu kendisine galip gelirse, nefsinde bir genişlik kalmazsa, bu durum onun için bağlayıcı bir kayıt ve perde olur. Zira müridin belli bir mezhebe nisbeti, asla müridlik şartından değildir. Günah: Günah bir perdedir. Bu perdeyi ancak tevbe, zulmen alınanları terketmek, gerçek azm ile bir daha dönmemeye niyetlenmek, yaptıklarından pişman olmak, zulmen aldıklarını geri vermek ve hasımlarını razı etmek kaldırır. Çünkü tevbesi sıhhatli olmayan,büyük günahları terketmeyen ve buna rağmen keşif yoluyla dinin sırlarına vâkıf olmak isteyen bir kimse, tıpkı Arap dilini öğrenmeden önce Kur´an ve tefsirinin esrarına vâkıf olmak isteyen bir kimseye benzer. Çünkü önce Kur´an arapçası bilinmeli, sonra oradan Kur´an´ın sırlarına ulaşmaya çalışmalı, hem önce hem sonra şeriatın zâhirini yerine getirip, sonra onun derinliklerine ve sırlarına vâkıf olmaya çalışmalıdır. Kişi önce bu dört şartı yerine getirip, mal ve rütbeden uzaklaştığında âdeta temizlenip abdest alan ve namaz kılmaya elverişli hâle gelen bir kimse gibi olur. Bundan sonra da uyulacak bir imama muhtaçtır. İşte mürid de böyledir; kâmil bir şeyhe ve uyulacak bir üstada muhtaçtır ki o üstad onu doğru yola iletsin! Çünkü dinin yolu gayet gizli ve muğlaktır. Şeytanın yolları ise açık ve çoktur. Kendisini hakikate hidayet eden bir şeyhi ve üstadı olmayan bir kimseyi şeytan kendi yollarına çeker. Bu bakımdan delilsiz çölün helâk edici yollarına dalan bir kimse nefsini tehlikeye atmış ve helâk etmiştir! Nefsini kendisi eğitmek isteyen bir kimse, kendiliğinden biten bir ağaca benzer. Böyle bir ağaç, bakıcısı olmadığı için pek çabuk kurur. Eğer bir müddet kalır, yaprak verirse de meyve vermez. Yani aşılanmadığı takdirde ya meyve vermez veya yabani meyve verir. Bu bakımdan adı geçen şartları yerine getirdikten sonra müridin elinden tutacak bir şeyhi olmalıdır. Mürid, tıpkı gözleri kör olan bir kimsenin nehrin kıyısında kendisine rehberlik edenin eline yapıştığı gibi, kâmil bir şeyhe yapışmalıdır. Bütün geleceğini ona teslim etmelidir. Hiçbir hususta ona muhalefet etmemelidir. Bilmelidir ki şeyhinin hatası, kendisinin isabet etmesinden daha faydalıdır. Bu bakımdan kişi, böyle bir şeyhi bulduğu zaman, o şeyhe, müridi korumak, sağlam bir kalenin içine almak, bütün yol kesicilerden korumak farz olur. Bu da dört şey ile mümkündür: A.Halvete çekilmek B.Sükût etmek C.Aç kalmak D.Uykusuz kalmak: İşte bunlar, kişiyi yol kesicilerden koruyan kaledir. Çünkü müridin hedefi kalbinin ıslahıdır ki o kalp ile rabbini müşahede etsin ve o kalp ile rabbine (mânen) yakınlaşmaya elverişli olsun! Açlık, kalbin kanını azaltır, kalbi bembeyaz yapar. Kan beyazlaşınca kalp nûrlanır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir. Yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, mükaşefe ilminin anahtarıdır. Nitekim kalbin katılığının, perdelenme sebebi olduğu gibi... Kalbin kanı eksildiği zaman düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalpleriniz rabbinizi görür´.: Sehl et-Tusterî şöyle demiştir: Abdal, ancak dört hasletle abdal olur: 1.Aç kalmak 2.Uykusuz kalmak 3.Sükût etmek 4.Halktan uzaklaşmak Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Deneme buna şehâdet etmektedir. İki şehvetin kırılması bahsinde bu husustaki tedric yönünün beyanı gelecektir.: Uykusuz kalmaya gelince, bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalpte oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde hakkın cemâli kalpte görünür. Âhiret derecele-rinin yüksekliği kalpte müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. ´Abdalların yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir´ denilmiştir. İbrahim Havvas şöyle demiştir: ´Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir´. Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir. Halvete gelince, onun faydası kendini meşgul eden şeylerden uzaklaşmak, kulak ve gözü zapt u rapt altına almaktır. Zira kulak ile göz, kalbin dehlizleridir. Kalp, bir havuz hükmündedir. Ona pis, bulanık ve kirli sular, duyu nehirlerinden akıp gelir. Riyazetin hedefi ise, o havuzu pis sulardan boşaltmak, orada biriken çamurlardan kurtarmaktır ki havuzun dibinden temiz su kaynayıp çıksın! Acaba nehirler durmadan havuza akarlarsa, kişi nasıl havuzun suyunu boşaltabilir? Oysa onun boşalttığından daha fazlası durmadan havuza akmaktadır. Bu bakımdan zaruret miktarı hariç, duyuları zaptu rapt altına almak gerekir. Bu ancak karanlık bir evde halvete çekilmekle tamamlanır. Eğer karanlık bir ev yoksa başını kucağına eğip bir cübbe veya geniş bir elbise ile örtünmeli-dir. Böyle bir durumda hakkın sesini işitir. Rubûbiyetin celâlini müşahede eder. Hz. Peygamber´e gelen nidanın, Hz. Peygamber bu haldeyken geldiğini bilmiyor musun? Ey örtüsüne bürünen!(Müzzemmil/1) Ey elbisesine bürünen!(Müddessir/1) İşte bu dört derece kalkan ve kaledir ki kişiden yol kesicileri defedip ârızlarını bertaraf eder. Mürid bunu yaptığı zaman, bundan sonra yolun sülûkü ile meşgul olmalıdır. Yolun sülûkü de geçitleri geçmek suretiyle mümkün olur. ALLAH Teâlâ´nın yolunda, dünyaya iltifat etmenin sebebi olan kalp sıfatlarından başka bir geçit yoktur. O geçitlerin bir kısmı diğer kısmından daha zor ve tehlikelidir. Onları geçmekteki tertib şöyledir: Önce en kolay olanından başlamalıdır. O geçitler sıfatlardır. Bunlardan maksadım iradenin başlangıcında bertaraf ettiği alâkaların eserleridir. Yani mal, rütbe, dünya sevgisi, halka iltifat etmek, günahlara karşı istekli olmaktır. Bu bakımdan zâhirini bunlardan arındırdığı gibi iç âlemini de bunların eserlerinden boşaltması gerekir. Buradaki mücâhede uzun sürebilir. Bu mücâhede, durumların değişmesiyle değişir. Çünkü sıfatların çoğundan kurtulan şahıslar için mücâhede pek uzamaz. Biz daha önce mücâhedenin yolunun, şehvetlerin zıdlarını yapmak, müridin nefsine galip gelen her sıfatta hevâ-i nefse muhalefet etmek olduğunu söyledik. Bu bakımdan kişi, bu sıfatlardan kendiliğinden kurtulduğu veya mücâhede yoluyla bunları zayıflattığı zaman kalbinde de herhangi bir ilgi kalmaz. O zaman kalbini zikirle meşgul etmelidir. Zikri daimî bir şekilde kalbine yüklemeli ve kalbini zahirî virdlerin çokluğundan menetmelidir. Hatta sadece farzlarla ve revatıblarla yetinmelidir. Virdi de virdlerin özü ve semeresi olan tek bir vird olmalıdır. Yani kalbini ALLAH´tan başkasının zikrinden boşalttıktan sonra ALLAH´ın zikrine sevketmelidir. Kalp, başka şeylere iltifat etmedikçe zikirle meşgul edilmemelidir. Şiblî, Hüserî´ye şöyle dedi: "Eğer bana geldiğin cum´adan öbür cum´aya kadar senin kalbine ALLAH´tan başka birşey gelirse, bana gelmen senin için haramdır´. Bu tecerrüd, ancak iradenin doğruluğuyla ve ALLAH sevgisinin kalbe galip gelmesiyle elde edilir. ALLAH sevgisi kalbe öyle galip gelmelidir ki kişi âdeta tirtir titremeli, sevgilisinden başka hedefi olmayan aşık gibi olmalıdır. Böyle olursa, şeyh onu kendisine mahsus bir zâviyeye sokar, hizmetine helâl yemek verecek bir kimseyi tayin eder. Çünkü din yolunun esası helâl rızıktır ve böyle bir durumda iken şeyh ona zikirlerden birini telkin eder ki kalbini ve dilini o zikirle meşgul etsin! Oturup ´ALLAH, ALLAH´ veya ´SübhânALLAH, sübhânALLAH´ demelidir veya şeyhin tensib ettiği kelimeleri tekrarlamalıdır. Dil hareketten düşünceye kadar bu zikirlere devam etmelidir. Kelime sanki dilin üzerinde hareket etmek-sizin çıkıncaya kadar devam etmelidir. Sonra bu duruma kelimenin eseri dilden düşünceye ve kalpte sadece kelimenin sûreti kalıncaya kadar devam etmelidir. Daha sonra nefsin harfler ve sûreti kalpten silinip manâsının hakikati kalbe yerleşinceye, kalpte hazır oluncaya ve kalbe galebe çalıncaya kadar devam etmelidir. Böylece ALLAH´tan başka herşeyden vazgeçmiş olur. Çünkü kalp birşeyle meşgul olduğu zaman, ne olursa olsun onun haricindeki şeylerden boşalır. Bu bakımdan, kalp, ALLAH´ın zikriyle meşgul olduğunda -ki ALLAH´ın zikri de kalbin hedefidir- şeksiz ve şüphesiz ALLAH´tan başka herşeyden boşalır. O zaman kişiye düşen görev kalbin vesveselerini murakabe etmek, dünya ile ilgili hatıratların gerek geçmişteki durumları ve gerekse başkalarının durumunu hatırlatıcı şeylerle ilgili hallerini murakabe etmektir. Çünkü kalp, herhangi birşeyle meşgul olduğu zaman -velev az bir zaman olsun- bu meşguliyet sebebiyle, o az bir zamanın içinde bile zikirden boşalır, bu da eksikliktir. Bu bakımdan kişi bunu bertaraf etmeye çalışmalıdır. Bütün vesveseyi bertaraf ettiği ve nefsini bu kelimeye çevirdiği takdirde kelimenin yönünden vesveseler gelmeye başlar: ´Bu kelime nedir? Bizim ALLAH dememizin mânâsı nedir? ALLAH hangi mânâdan dolayı ilah olmuştur?´ gibi... Bu vesveseler sırasında kalpte birtakım hâtırat başgösterir ve kalp için düşünce kapısını açar. Bazen de şeytanın vesveselerinden küfür ve bid´at olan şeyler kalbe hücum ederler; kişi bu gelen vesveseleri sevme-dikçe, onları kalpten söküp atmaya gayret gösterdikçe onlar kendisine zarar vermez. Bu vesveseler, ALLAH Teâlâ´nın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği şeyler ve ALLAH hakkında düşünülür mü düşünülmez mi diye şüphe ettiği şeyler olmak üzere iki kısma ayrılır. ALLAH´ın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği kısma gelince, bunun böyle olduğunu bilir, fakat şeytan onun kalbine onu atıverir, hatırından geçirir. Bundan kurtulmanın şartı; bu vesveseye aldırmamak, ALLAH´ın zikrine sığınmak, vesveseyi bertaraf etmek için ALLAH´a yalvarmaktır. Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, ALLAH´a sığın; çünkü O, işitendir bilendir. ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman (ALLAH´ı ve azabı) düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile!...(A´raf/200-201) ALLAH hakkında caiz olup olmadığında şüphe ettiği kısma gelince, bunu şeyhine arzetmesi uygun olur. Hatta kalbinde bulduğu herşeyi gevşeklik, iştiyak, herhangi bir şeye iltifat ve iradedeki doğruluk gibi, her durumunu mürşidine arzetmeli, başkasından da gizlemelidir. Şeyhinden başkasını bunlara muttali etmemelidir. Sonra şeyhi hâline bakar, zekasını ve aklını dikkate alır, onu kendi haline bıraktığı ve düşünceyi ona emrettiği takdirde kendiliğinden uyanıp meselenin hakikatine vâkıf olacağını bilirse onu düşünceye havale etmesi ve daimî bir şekilde düşünmeyi kendisine emretmesi uygun olur. Onun kalbine hakîkati keşfeden bir nûr atılıncaya kadar düşünceye devam etmesini sağlamalıdır. Eğer böyle bir düşünceye güç yetiremeyeceğini biliyorsa, onu kesin inanca, kalbinin alabileceği va´z, zikir ve anlayışına yakın delillerle çekmeye çalışmalıdır. Şeyhin böyle bir müride karşı nazik davranması, iltifat etmesi gerekir. Çünkü bu yollar, yolların en tehlikelileri, bu yerler tehlikelerin çok olduğu yerlerdir. Nice mürid vardır ki riyazetle meşgul olmuş, bozuk bir hayâl gelip kendisine hâkim olmuş, bunu anlayamamış böylece önündeki yolu şaşırmış, boş şeylerle meşgul olmuş ve herşeyi helâl telâkki etme yoluna girmiştir! Bu ise büyük bir tehlikedir. Zikir için herşeyden uzaklaşan, kalbindeki meşgul edici alâkaları söküp atan bir kimse, bu gibi fikirlerden bir türlü kurtulamaz. Çünkü böyle bir kimse, tehlike gemisine binmiştir. Eğer sahile sağ ve selametle çıkarsa din padişahlarından olur. Eğer yanlışlık yaparsa helâk olur ve bu-nun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kocakarıların dinine yapışınız!61 Kocakarıların dini ise, imanın esasını ve taklid yoluyla zâhirî inancı kabullenmek ve sâlih amellerle meşgul olmaktır. Çünkü böyle bir imandan dönmekte çok tehlike vardır. Bu sırra binaen denilmiştir ki; ´Şeyh´e müridin durumunda hassas davranmak ve sezgi sahibi olmak farzdır´. Eğer mürid zeki değilse, sadece zâhirî inanca sahipse, onu zikir ve fikirle meşgul etmemelidir. Aksine kendisini zâhirî amel ve virdlerle meşgul etmelidir veya onu fikre dalanların hizmetinde çalıştırmalıdır ki onların bereketinden o da istifade etsin! Çünkü savaşmaktan âciz olan bir kimsenin en azından savaşçılara su dağıtması, onların hayvanlarına bakması gerekir ki kıyamet gününde -her ne kadar onların derecesine ulaşamasa da- onlarla beraber haşrolunup, onların bereketi kendisine dokunsun! Sonra kendisini zikre ve düşünceye vermiş müridi bu vazifeden ucub, riyâ, kendisine keşfolunan hâllerle ve kerâmetlerle sevinmek gibi birçok mâniler menetmektedir. Ne zaman bunlardan herhangi birine iltifat eder, nefsi onlarla meşgul olursa bir gevşeklik olur. Hatta bütün hayatı boyunca hâline dikkat etmesi gerekir. Tıpkı susamış ve bütün dünya denizleri ağzına dökülse dahi susuzluğu gitmeyecek bir kimsenin suya yapışması gibi.. Sermayesi halktan uzaklaşıp hakka gitmektir. Seyyahlardan biri şöyle anlatır: Ben halktan ayrılmış bir kısım abdala şöyle dedim: -Tahkike giden yol nedir? -Dünyada sanki bir yolcu gibi davranmandır. -Bana öyle bir amel öğret ki ben kalbimi devamlı bir şekilde ALLAH ile beraber göreyim. -Halka bakma! Çünkü halka bakmak zulmettir. -Halka bakmak mecburiyetindeyim. -O halde onlarla iş yapma. Çünkü onlarla iş yapmak vahşettir. -Onların arasında yaşıyorum. Onlarla iş yapmak mecburiyetindeyim. -O halde onlara gönül verme. Çünkü onlara gönül vermekte felâket vardır. -Acaba illet bu mudur? -Sen gâfillere baktığın, câhillerin konuşmasını dinlediğin, tembellerle oturup-kalktığın halde kalbinin daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasını istiyorsun! Bu, ebediyyen olmayacak bir şeydir. Durum bu iken riyazetin son zirvesi; kişinin kalben daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasıdır. Bu ise, kalbi ALLAH´tan başka herşeyden boşaltmakla mümkün olur. Kalp de ancak uzun bir mücâhede sonunda başka şeylerden boşalır. Ne zaman kişinin kalbi ALLAH ile beraber olursa, kişiye rubûbiyetin celâli görünür, hak tecelli eder, ALLAH´ın lâtifelerinden vasfedilmesi câiz olmayan şeyler ona görünür. Hatta vasıflandırmak asla bu şeyleri kapsayamaz. Müride bunlardan birşey inkişaf ettiği zaman, bu durumları silen en büyük tehlike bunları başkalarına anlatmaktır. Nefis burada bir zevk hisseder, o zevki de başka bir zevk tâkip eder! Bu takdirde o zevk, kendisini o mânâların keyfiyeti hakkında düşünmeye davet eder. O mânâları ifade eden lâfızları süslü püslü yapmaya, zikirlerini tertip etmeye, onları hikâyelerle, Kumandan alman delillerle ve kıssalarla süslemeye ve konuşma sanatını güzelleştirmeye sevkeder. Bütün bunları, insanlar kendisine meylet-sin diye yapar. Çoğu zaman şeytan kendisine ´Senin bu yaptığın ALLAH´dan gafil bulunan ölü kalplerin diriltilmesidir. Sen ancak ALLAH ile halk arasında vasıtasın. Halkı ALLAH´a davet ediyorsun. Senin burada herhangi bir kazancın yoktur´ hayâlini verir(!) Konuşma yönünden ondan daha güzel, lâfız bakımından ondan daha zarif, halk tabakasının kalplerini etkilemek bakımından ondan daha kudretli birisi göründüğü zaman, şeytanın hilesi açığa çıkar. Çünkü -eğer kendisini harekete geçiren halk tarafından kabul edilme hissi ise- bu takdirde kişinin içinde hased akrebi harekete geçer. Eğer onu harekete geçiren hak ve ALLAH´ın kullarını ALLAH yoluna davet etmenin şevki ise, arkadaşının kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya atılmasına sevinir ve der ki: ´Kullarının isyanını engellemekte bana yardımcı olan bir arkadaşımla beni takviye eden ALLAH´a hamdolsun!´ Tıpkı sahipsiz bir ölüyü gördüğü zaman, onu gömmesi kendisine farz olan ve şer´an gömülmesinden sorumlu olan bir kimse gibi... Bu kimse, ölüyü bulduğu esnada kendisine yardım eden biri gelirse onun gelmesiyle sevinir, kendisine yardım edene hased et-mez. Gafil kimseler de kalben ölüdürler. Vâizler uyandırıcı ve dirilticidirler. Onların çok olması birbirlerini istirahat ettirmelerine ve yardımlaşmalarına vesile olur. Bu bakımdan bir vâizin, vâizlerin çokluğuyla sevinmesi uygun bir harekettir. Bu ise cidden pek nâdir bir durumdur. Bu bakımdan müridin bundan sakınması uygun olur. Çünkü bu desise, yolun kendisine açıldığı kimselere karşı şeytanın en büyük tuzaklarındandır. Zira dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek, insanoğlunda çok görülen bir niteliktir. Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A´lâ/16) Bundan sonra ALLAH Teâlâ şerrin tabiatlarda eski bir nitelik olduğunu beyan etmiştir ve bunun geçmiş kitaplarda da mevcut olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: Bu ilk sahîfelerde de vardır. İbrahim´in ve Musa´nın sahîfe-lerinde!(A´lâ/18-19) İşte tedrîcen ALLAH´ın mülakatına giden müridin riyazetinin ve terbiyesinin yolu budur! Riyazetin her sıfattaki ayrıntısına gelince, eserin ilerdeki bölümlerinde bu husus gelecektir. Çünkü insanoğluna hâkim olan sıfatlar midesi, tenâsül uzvu ve dilidir. Ben bunlarla ilgili şehvetleri kastediyorum. Sonra şehvetleri korumak için asker gibi olan öfkeyi kastediyorum. Sonra insanoğlu midesinin ve tenâsül uzvunun şehvetini sevdiği ve onlarla yakınlaştığı zaman dünyayı sever. Buna da ancak mal ve mertebe ile ulaşır. Mal ve mertebe istediği zaman, dünyayı sever. Mal ve mertebe istediği zaman, kendisinde kibir, ucub ve riyaset sevgisi başgösterir. Bunlar verildiği zaman nefsi, isteyerek dünyayı terketmeye râzı olmaz. Dinin de ancak içinde riyaset olan kısmını alır. Böylece gurur kendisine galip gelir. Bu kitabı takdim ettikten sonra, Mühlikât bölümünü sekiz kitap olarak -ALLAH´ın inayetiyle- tamamlamak bize zorunlu olmaktadır. O sekiz kitap da şunlardır: 1.Mide ve Tenâsül Uzvunun Şehvetini Kırmak 2.Dilin Âfetleri 3.Hased, Kin ve Öfkenin Kırılması 4.Dünyanın Kötülenmesi ve Hilelerinin Beyanı 5.Cimriliğin ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi 6.Rütbe Sevgisi ve Riyanın Kötülenmesi 7.Ucub ve Kibirin Kötülenmesi 8.Gurur´un Yerleri Bu helâk eden şeyleri zikretmek ve buradaki tedavi yolunu bildirmek sûretiyle -ALLAH´ın izniyle- bu bölümdeki hedefimize varmış oluruz. Birinci kitapta zikrettiklerimiz kalp sıfatlarının açıklanmasıydı. O kalp ki hem helâk edicilerin, hem de kurtarıcıların kaynağıdır. İkinci kitapta zikrettiklerimiz ise, ahlâkın temizlenmesi ve kalp hastalıklarının tedavi yoluna genel bir işarettir. Onların ayrıntıları ise -eğer ALLAH dilerse- gelecek bölümlerde zikredilecektir. Nefsin riyâzetine ve ahlâkın güzelleştirilmesine ilişkin bu bölüm ALLAH´ın hamdi, yardımı ve hüsn-ü tevfîki ile burada tamam-lanmış oldu. ALLAH´ın izniyle bu bölümü, iki şehvetin kırılmasına dair bölüm takip edecektir. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur! ALLAH Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının, yer ve gök ehlinden seçilmiş her kulunun üzerine rahmet deryalarını açsın! Tevfîk ancak ALLAH´tandır! ALLAH´a tevekkül eder ve sadece O´na dönerim! 61) İbn Tâhir et-Tezkire adlı kitabında ´Bu lâfız halk arasında kullanılmaktadır. Fakat ne sahih, ne de sakîm bir rivayette bunun aslına rastlamadım´ der. Bazı eserlerde Hz. Ömer´in sözü olduğu kaydedilmektedir. |
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|