Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 01-25-2009, 17:39   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı

Kalbiyle yakîn derecesinde âhireti müşahede eden bir kimse, zarurî olarak âhiretin mahsulünü istemekte ve ona iştiyak göstermekte, âhiretin yollarına girmekte, âhirete nisbeten dünyanın nimet ve lezzetlerini hakir görmektedir. Çünkü yanında boncuk bulunan bir kimse, değerli bir cevheri gördüğü zaman, artık boncuğa karşı rağbet ve iştiyak duymaz, onu cevherle değiştirmek ister. Ahiret meyvesine tâlip olmayan bir kimse ise, ALLAH´a ve son güne iman etmediği için ALLAH ile mülâki olmaya da tâlip değildir.

Buradaki imandan gayem; dilin şehâdet kelimesini inanmaksızın ve ihlâssız olarak söylemesi değildir. Çünkü böyle söylemek, cevherin boncuktan daha üstün olduğunu tasdik eden, ancak cevherin hakikatini değil, sadece lâfzını bilen bir kimsenin sözüne benzer! Biri boncuğa rağbet ettiği zaman, onu bırakmak istemez. Cevhere karşı olan iştiyâkı pek fazla olmaz. Çünkü yolu bilmemek hedefe varmaktan insanı alıkoyar. Sülûkten meneden ise iradesizliktir. İradeden de meneden imansızlıktır! İmansızlığın sebebi ise, hatırlatıcı ve ALLAH´ı bilen, onun yoluna hidayet eden âlimlerin yokluğudur!

O âlimler ki dünyanın hakirliğine ve yıkılacağına dikkat çekerler, ahiret işinin önemini ve devamlılığını hatırlatırlar. Bu bakımdan halk gafildir, şehvetlerine dalmışlardır, uykularına oldukça batmışlardır. Din âlimleri içinde de onları uyandıran bir kimse yoktur. Eğer onlardan biri uyanırsa, bu sefer cehaletinden dolayı yol gitmekten âciz olur. Eğer âlimlerden yolun gösterilmesini isterse, onların nefislerinin hevasına uyup doğru yoldan ayrıldıklarını görecektir. Bu bakımdan iradenin zayıflığı ve yolun bilinmemesi, âlimlerin nefislerinin hevasına göre konuşmaları, ALLAH´ın yolunun sâliklerden boşalmasına sebep olmuştur. Ne zaman hedef perdeli, delil yok, hevâ galip ve talip de gafil ise, hedefe varmak zorlaşır. Bu takdirde şüphesiz yollar kullanılmaz olur. Eğer biri kendiliğinden uyanırsa veya başkası tarafından uyandırılırsa âhiret mahsulüne ve ticaretine karşı iradesi harekete geçerse, ilk başta yapması gereken birtakım şartların olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki kendisi için uyulması gereken bir örnek vardır, ona yapışması lâzımdır. Kalesi vardır, ona sığınması lâzımdır ki yolunu kesen düşmanlardan emin olabilsin. Boynunda birtakım vazifeler vardır. Yolculuk esnasında onlardan ayrılmaması gerekir. İrade için öne alınması gereken şartlar ise, kendisiyle halk arasında gerilen perdelerin kaldırılmasıdır. Çünkü halkın haktan mahrum olmasının sebebi perdelerin üstüste gelmesidir. Yol üzerine barikatların kurulmasıdır.

Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık; artık görmezler.
(Yâsîn/9) Mürid ile halk arasındaki barikat ve engel dört tanedir:

l.Mal
2.Rütbe
3.Taklid
4.Günah

Mal:

Mal perdesi, ancak kişinin mülkünden çıkıp, sadece zarurî miktarın elinde kalmasıyla kaldırılabilir. Kişinin elinde bir dirhem kalıp kalbi ona iltifat ettikçe, kişi onunla bağlı ve ALLAH´tan perdelenmiş demektir.
Rütbe
Rütbe perdesinin kaldırılması da rütbeden uzaklaşmak, tevâ-zuya bürünmek, namsızlığı ve şöhretsizliği, şöhret ve nâma tercih etmek, anılma sebeplerinden kaçmak, halkın kalbini nefret ettiren ve kendisini rahat bırakmalarını sağlayan amellerde bulunmakla mümkündür.

Taklid:

Taklid perdesi, mezhebler için gösterilen taassubun terkedilmesiyle ve ´Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah´ kelimesine gönülden iman etmek suretiyle kaldırılır. Bu kelimenin doğruluğunu kanıtlamak için ALLAH´tan başka bütün ilahları aradan kaldırmaya dikkat etmelidir. İnsanoğlunun en büyük ilahı hevâsıdır. Kişi bu ilahları aradan kaldırdığı zaman, takliden almış olduğu itikadının hakikati kendisine görünür. İnsan bu hakikatleri mücadele yoluyla değil, mücahede yoluyla aramalıdır. Eğer inancına karşı olan taassubu kendisine galip gelirse, nefsinde bir genişlik kalmazsa, bu durum onun için bağlayıcı bir kayıt ve perde olur. Zira müridin belli bir mezhebe nisbeti, asla müridlik şartından değildir.

Günah:

Günah bir perdedir. Bu perdeyi ancak tevbe, zulmen alınanları terketmek, gerçek azm ile bir daha dönmemeye niyetlenmek, yaptıklarından pişman olmak, zulmen aldıklarını geri vermek ve hasımlarını razı etmek kaldırır. Çünkü tevbesi sıhhatli olmayan,büyük günahları terketmeyen ve buna rağmen keşif yoluyla dinin sırlarına vâkıf olmak isteyen bir kimse, tıpkı Arap dilini öğrenmeden önce Kur´an ve tefsirinin esrarına vâkıf olmak isteyen bir kimseye benzer. Çünkü önce Kur´an arapçası bilinmeli, sonra oradan Kur´an´ın sırlarına ulaşmaya çalışmalı, hem önce hem sonra şeriatın zâhirini yerine getirip, sonra onun derinliklerine ve sırlarına vâkıf olmaya çalışmalıdır. Kişi önce bu dört şartı yerine getirip, mal ve rütbeden uzaklaştığında âdeta temizlenip abdest alan ve namaz kılmaya elverişli hâle gelen bir kimse gibi olur. Bundan sonra da uyulacak bir imama muhtaçtır. İşte mürid de böyledir; kâmil bir şeyhe ve uyulacak bir üstada muhtaçtır ki o üstad onu doğru yola iletsin! Çünkü dinin yolu gayet gizli ve muğlaktır. Şeytanın yolları ise açık ve çoktur. Kendisini hakikate hidayet eden bir şeyhi ve üstadı olmayan bir kimseyi şeytan kendi yollarına çeker. Bu bakımdan delilsiz çölün helâk edici yollarına dalan bir kimse nefsini tehlikeye atmış ve helâk etmiştir!

Nefsini kendisi eğitmek isteyen bir kimse, kendiliğinden biten bir ağaca benzer. Böyle bir ağaç, bakıcısı olmadığı için pek çabuk kurur. Eğer bir müddet kalır, yaprak verirse de meyve vermez. Yani aşılanmadığı takdirde ya meyve vermez veya yabani meyve verir. Bu bakımdan adı geçen şartları yerine getirdikten sonra müridin elinden tutacak bir şeyhi olmalıdır. Mürid, tıpkı gözleri kör olan bir kimsenin nehrin kıyısında kendisine rehberlik edenin eline yapıştığı gibi, kâmil bir şeyhe yapışmalıdır. Bütün geleceğini ona teslim etmelidir. Hiçbir hususta ona muhalefet etmemelidir. Bilmelidir ki şeyhinin hatası, kendisinin isabet etmesinden daha faydalıdır. Bu bakımdan kişi, böyle bir şeyhi bulduğu zaman, o şeyhe, müridi korumak, sağlam bir kalenin içine almak, bütün yol kesicilerden korumak farz olur. Bu da dört şey ile mümkündür:

A.Halvete çekilmek
B.Sükût etmek
C.Aç kalmak
D.Uykusuz kalmak:

İşte bunlar, kişiyi yol kesicilerden koruyan kaledir. Çünkü müridin hedefi kalbinin ıslahıdır ki o kalp ile rabbini müşahede etsin ve o kalp ile rabbine (mânen) yakınlaşmaya elverişli olsun!

Açlık, kalbin kanını azaltır, kalbi bembeyaz yapar. Kan beyazlaşınca kalp nûrlanır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir. Yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, mükaşefe ilminin anahtarıdır. Nitekim kalbin katılığının, perdelenme sebebi olduğu gibi... Kalbin kanı eksildiği zaman düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalpleriniz rabbinizi görür´.:

Sehl et-Tusterî şöyle demiştir: Abdal, ancak dört hasletle abdal olur:

1.Aç kalmak
2.Uykusuz kalmak
3.Sükût etmek
4.Halktan uzaklaşmak

Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Deneme buna şehâdet etmektedir. İki şehvetin kırılması bahsinde bu husustaki tedric yönünün beyanı gelecektir.:

Uykusuz kalmaya gelince, bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalpte oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde hakkın cemâli kalpte görünür. Âhiret derecele-rinin yüksekliği kalpte müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. ´Abdalların yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir´ denilmiştir. İbrahim Havvas şöyle demiştir: ´Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir´.
Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir.

Halvete gelince, onun faydası kendini meşgul eden şeylerden uzaklaşmak, kulak ve gözü zapt u rapt altına almaktır. Zira kulak ile göz, kalbin dehlizleridir. Kalp, bir havuz hükmündedir. Ona pis, bulanık ve kirli sular, duyu nehirlerinden akıp gelir. Riyazetin hedefi ise, o havuzu pis sulardan boşaltmak, orada biriken çamurlardan kurtarmaktır ki havuzun dibinden temiz su kaynayıp çıksın! Acaba nehirler durmadan havuza akarlarsa, kişi nasıl havuzun suyunu boşaltabilir? Oysa onun boşalttığından daha fazlası durmadan havuza akmaktadır. Bu bakımdan zaruret miktarı hariç, duyuları zaptu rapt altına almak gerekir. Bu ancak karanlık bir evde halvete çekilmekle tamamlanır. Eğer karanlık bir ev yoksa başını kucağına eğip bir cübbe veya geniş bir elbise ile örtünmeli-dir. Böyle bir durumda hakkın sesini işitir. Rubûbiyetin celâlini müşahede eder. Hz. Peygamber´e gelen nidanın, Hz. Peygamber bu haldeyken geldiğini bilmiyor musun?

Ey örtüsüne bürünen!(Müzzemmil/1)

Ey elbisesine bürünen!(Müddessir/1)

İşte bu dört derece kalkan ve kaledir ki kişiden yol kesicileri defedip ârızlarını bertaraf eder. Mürid bunu yaptığı zaman, bundan sonra yolun sülûkü ile meşgul olmalıdır. Yolun sülûkü de geçitleri geçmek suretiyle mümkün olur. ALLAH Teâlâ´nın yolunda, dünyaya iltifat etmenin sebebi olan kalp sıfatlarından başka bir geçit yoktur. O geçitlerin bir kısmı diğer kısmından daha zor ve tehlikelidir. Onları geçmekteki tertib şöyledir: Önce en kolay olanından başlamalıdır. O geçitler sıfatlardır. Bunlardan maksadım iradenin başlangıcında bertaraf ettiği alâkaların eserleridir. Yani mal, rütbe, dünya sevgisi, halka iltifat etmek, günahlara karşı istekli olmaktır. Bu bakımdan zâhirini bunlardan arındırdığı gibi iç âlemini de bunların eserlerinden boşaltması gerekir. Buradaki mücâhede uzun sürebilir. Bu mücâhede, durumların değişmesiyle değişir. Çünkü sıfatların çoğundan kurtulan şahıslar için mücâhede pek uzamaz. Biz daha önce mücâhedenin yolunun, şehvetlerin zıdlarını yapmak, müridin nefsine galip gelen her sıfatta hevâ-i nefse muhalefet etmek olduğunu söyledik. Bu bakımdan kişi, bu sıfatlardan kendiliğinden kurtulduğu veya mücâhede yoluyla bunları zayıflattığı zaman kalbinde de herhangi bir ilgi kalmaz. O zaman kalbini zikirle meşgul etmelidir. Zikri daimî bir şekilde kalbine yüklemeli ve kalbini zahirî virdlerin çokluğundan menetmelidir. Hatta sadece farzlarla ve revatıblarla yetinmelidir. Virdi de virdlerin özü ve semeresi olan tek bir vird olmalıdır. Yani kalbini ALLAH´tan başkasının zikrinden boşalttıktan sonra ALLAH´ın zikrine sevketmelidir. Kalp, başka şeylere iltifat etmedikçe zikirle meşgul edilmemelidir.

Şiblî, Hüserî´ye şöyle dedi: "Eğer bana geldiğin cum´adan öbür cum´aya kadar senin kalbine ALLAH´tan başka birşey gelirse, bana gelmen senin için haramdır´.
Bu tecerrüd, ancak iradenin doğruluğuyla ve ALLAH sevgisinin kalbe galip gelmesiyle elde edilir. ALLAH sevgisi kalbe öyle galip gelmelidir ki kişi âdeta tirtir titremeli, sevgilisinden başka hedefi olmayan aşık gibi olmalıdır. Böyle olursa, şeyh onu kendisine mahsus bir zâviyeye sokar, hizmetine helâl yemek verecek bir kimseyi tayin eder. Çünkü din yolunun esası helâl rızıktır ve böyle bir durumda iken şeyh ona zikirlerden birini telkin eder ki kalbini ve dilini o zikirle meşgul etsin! Oturup ´ALLAH, ALLAH´ veya ´SübhânALLAH, sübhânALLAH´ demelidir veya şeyhin tensib ettiği kelimeleri tekrarlamalıdır. Dil hareketten düşünceye kadar bu zikirlere devam etmelidir. Kelime sanki dilin üzerinde hareket etmek-sizin çıkıncaya kadar devam etmelidir. Sonra bu duruma kelimenin eseri dilden düşünceye ve kalpte sadece kelimenin sûreti kalıncaya kadar devam etmelidir. Daha sonra nefsin harfler ve sûreti kalpten silinip manâsının hakikati kalbe yerleşinceye, kalpte hazır oluncaya ve kalbe galebe çalıncaya kadar devam etmelidir.

Böylece ALLAH´tan başka herşeyden vazgeçmiş olur. Çünkü kalp birşeyle meşgul olduğu zaman, ne olursa olsun onun haricindeki şeylerden boşalır. Bu bakımdan, kalp, ALLAH´ın zikriyle meşgul olduğunda -ki ALLAH´ın zikri de kalbin hedefidir- şeksiz ve şüphesiz ALLAH´tan başka herşeyden boşalır. O zaman kişiye düşen görev kalbin vesveselerini murakabe etmek, dünya ile ilgili hatıratların gerek geçmişteki durumları ve gerekse başkalarının durumunu hatırlatıcı şeylerle ilgili hallerini murakabe etmektir. Çünkü kalp, herhangi birşeyle meşgul olduğu zaman -velev az bir zaman olsun- bu meşguliyet sebebiyle, o az bir zamanın içinde bile zikirden boşalır, bu da eksikliktir. Bu bakımdan kişi bunu bertaraf etmeye çalışmalıdır. Bütün vesveseyi bertaraf ettiği ve nefsini bu kelimeye çevirdiği takdirde kelimenin yönünden vesveseler gelmeye başlar: ´Bu kelime nedir? Bizim ALLAH dememizin mânâsı nedir? ALLAH hangi mânâdan dolayı ilah olmuştur?´ gibi... Bu vesveseler sırasında kalpte birtakım hâtırat başgösterir ve kalp için düşünce kapısını açar. Bazen de şeytanın vesveselerinden küfür ve bid´at olan şeyler kalbe hücum ederler; kişi bu gelen vesveseleri sevme-dikçe, onları kalpten söküp atmaya gayret gösterdikçe onlar kendisine zarar vermez.
Bu vesveseler, ALLAH Teâlâ´nın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği şeyler ve ALLAH hakkında düşünülür mü düşünülmez mi diye şüphe ettiği şeyler olmak üzere iki kısma ayrılır. ALLAH´ın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği kısma gelince, bunun böyle olduğunu bilir, fakat şeytan onun kalbine onu atıverir, hatırından geçirir. Bundan kurtulmanın şartı; bu vesveseye aldırmamak, ALLAH´ın zikrine sığınmak, vesveseyi bertaraf etmek için ALLAH´a yalvarmaktır.

Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, ALLAH´a sığın; çünkü O, işitendir bilendir. ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman (ALLAH´ı ve azabı) düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile!...(A´raf/200-201)

ALLAH hakkında caiz olup olmadığında şüphe ettiği kısma gelince, bunu şeyhine arzetmesi uygun olur. Hatta kalbinde bulduğu herşeyi gevşeklik, iştiyak, herhangi bir şeye iltifat ve iradedeki doğruluk gibi, her durumunu mürşidine arzetmeli, başkasından da gizlemelidir. Şeyhinden başkasını bunlara muttali etmemelidir. Sonra şeyhi hâline bakar, zekasını ve aklını dikkate alır, onu kendi haline bıraktığı ve düşünceyi ona emrettiği takdirde kendiliğinden uyanıp meselenin hakikatine vâkıf olacağını bilirse onu düşünceye havale etmesi ve daimî bir şekilde düşünmeyi kendisine emretmesi uygun olur. Onun kalbine hakîkati keşfeden bir nûr atılıncaya kadar düşünceye devam etmesini sağlamalıdır. Eğer böyle bir düşünceye güç yetiremeyeceğini biliyorsa, onu kesin inanca, kalbinin alabileceği va´z, zikir ve anlayışına yakın delillerle çekmeye çalışmalıdır. Şeyhin böyle bir müride karşı nazik davranması, iltifat etmesi gerekir. Çünkü bu yollar, yolların en tehlikelileri, bu yerler tehlikelerin çok olduğu yerlerdir. Nice mürid vardır ki riyazetle meşgul olmuş, bozuk bir hayâl gelip kendisine hâkim olmuş, bunu anlayamamış böylece önündeki yolu şaşırmış, boş şeylerle meşgul olmuş ve herşeyi helâl telâkki etme yoluna girmiştir! Bu ise büyük bir tehlikedir. Zikir için herşeyden uzaklaşan, kalbindeki meşgul edici alâkaları söküp atan bir kimse, bu gibi fikirlerden bir türlü kurtulamaz. Çünkü böyle bir kimse, tehlike gemisine binmiştir. Eğer sahile sağ ve selametle çıkarsa din padişahlarından olur. Eğer yanlışlık yaparsa helâk olur ve bu-nun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kocakarıların dinine yapışınız!61

Kocakarıların dini ise, imanın esasını ve taklid yoluyla zâhirî inancı kabullenmek ve sâlih amellerle meşgul olmaktır. Çünkü böyle bir imandan dönmekte çok tehlike vardır. Bu sırra binaen denilmiştir ki; ´Şeyh´e müridin durumunda hassas davranmak ve sezgi sahibi olmak farzdır´. Eğer mürid zeki değilse, sadece zâhirî inanca sahipse, onu zikir ve fikirle meşgul etmemelidir. Aksine kendisini zâhirî amel ve virdlerle meşgul etmelidir veya onu fikre dalanların hizmetinde çalıştırmalıdır ki onların bereketinden o da istifade etsin! Çünkü savaşmaktan âciz olan bir kimsenin en azından savaşçılara su dağıtması, onların hayvanlarına bakması gerekir ki kıyamet gününde -her ne kadar onların derecesine ulaşamasa da- onlarla beraber haşrolunup, onların bereketi kendisine dokunsun! Sonra kendisini zikre ve düşünceye vermiş müridi bu vazifeden ucub, riyâ, kendisine keşfolunan hâllerle ve kerâmetlerle sevinmek gibi birçok mâniler menetmektedir. Ne zaman bunlardan herhangi birine iltifat eder, nefsi onlarla meşgul olursa bir gevşeklik olur. Hatta bütün hayatı boyunca hâline dikkat etmesi gerekir. Tıpkı susamış ve bütün dünya denizleri ağzına dökülse dahi susuzluğu gitmeyecek bir kimsenin suya yapışması gibi.. Sermayesi halktan uzaklaşıp hakka gitmektir.

Seyyahlardan biri şöyle anlatır: Ben halktan ayrılmış bir kısım abdala şöyle dedim:

-Tahkike giden yol nedir?

-Dünyada sanki bir yolcu gibi davranmandır.

-Bana öyle bir amel öğret ki ben kalbimi devamlı bir şekilde ALLAH ile beraber göreyim.

-Halka bakma! Çünkü halka bakmak zulmettir.

-Halka bakmak mecburiyetindeyim.

-O halde onlarla iş yapma. Çünkü onlarla iş yapmak vahşettir.

-Onların arasında yaşıyorum. Onlarla iş yapmak mecburiyetindeyim.

-O halde onlara gönül verme. Çünkü onlara gönül vermekte felâket vardır.

-Acaba illet bu mudur?

-Sen gâfillere baktığın, câhillerin konuşmasını dinlediğin, tembellerle oturup-kalktığın halde kalbinin daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasını istiyorsun! Bu, ebediyyen olmayacak bir şeydir.

Durum bu iken riyazetin son zirvesi; kişinin kalben daimî bir şekilde ALLAH ile beraber olmasıdır. Bu ise, kalbi ALLAH´tan başka herşeyden boşaltmakla mümkün olur. Kalp de ancak uzun bir mücâhede sonunda başka şeylerden boşalır. Ne zaman kişinin kalbi ALLAH ile beraber olursa, kişiye rubûbiyetin celâli görünür, hak tecelli eder, ALLAH´ın lâtifelerinden vasfedilmesi câiz olmayan şeyler ona görünür. Hatta vasıflandırmak asla bu şeyleri kapsayamaz. Müride bunlardan birşey inkişaf ettiği zaman, bu durumları silen en büyük tehlike bunları başkalarına anlatmaktır. Nefis burada bir zevk hisseder, o zevki de başka bir zevk tâkip eder! Bu takdirde o zevk, kendisini o mânâların keyfiyeti hakkında düşünmeye davet eder. O mânâları ifade eden lâfızları süslü püslü yapmaya, zikirlerini tertip etmeye, onları hikâyelerle, Kumandan alman delillerle ve kıssalarla süslemeye ve konuşma sanatını güzelleştirmeye sevkeder. Bütün bunları, insanlar kendisine meylet-sin diye yapar. Çoğu zaman şeytan kendisine ´Senin bu yaptığın ALLAH´dan gafil bulunan ölü kalplerin diriltilmesidir. Sen ancak ALLAH ile halk arasında vasıtasın. Halkı ALLAH´a davet ediyorsun. Senin burada herhangi bir kazancın yoktur´ hayâlini verir(!) Konuşma yönünden ondan daha güzel, lâfız bakımından ondan daha zarif, halk tabakasının kalplerini etkilemek bakımından ondan daha kudretli birisi göründüğü zaman, şeytanın hilesi açığa çıkar. Çünkü -eğer kendisini harekete geçiren halk tarafından kabul edilme hissi ise- bu takdirde kişinin içinde hased akrebi harekete geçer. Eğer onu harekete geçiren hak ve ALLAH´ın kullarını ALLAH yoluna davet etmenin şevki ise, arkadaşının kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya atılmasına sevinir ve der ki: ´Kullarının isyanını engellemekte bana yardımcı olan bir arkadaşımla beni takviye eden ALLAH´a hamdolsun!´

Tıpkı sahipsiz bir ölüyü gördüğü zaman, onu gömmesi kendisine farz olan ve şer´an gömülmesinden sorumlu olan bir kimse gibi... Bu kimse, ölüyü bulduğu esnada kendisine yardım eden biri gelirse onun gelmesiyle sevinir, kendisine yardım edene hased et-mez. Gafil kimseler de kalben ölüdürler. Vâizler uyandırıcı ve dirilticidirler. Onların çok olması birbirlerini istirahat ettirmelerine ve yardımlaşmalarına vesile olur. Bu bakımdan bir vâizin, vâizlerin çokluğuyla sevinmesi uygun bir harekettir. Bu ise cidden pek nâdir bir durumdur. Bu bakımdan müridin bundan sakınması uygun olur. Çünkü bu desise, yolun kendisine açıldığı kimselere karşı şeytanın en büyük tuzaklarındandır. Zira dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek, insanoğlunda çok görülen bir niteliktir.

Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A´lâ/16)

Bundan sonra ALLAH Teâlâ şerrin tabiatlarda eski bir nitelik olduğunu beyan etmiştir ve bunun geçmiş kitaplarda da mevcut olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:

Bu ilk sahîfelerde de vardır. İbrahim´in ve Musa´nın sahîfe-lerinde!(A´lâ/18-19)

İşte tedrîcen ALLAH´ın mülakatına giden müridin riyazetinin ve terbiyesinin yolu budur!
Riyazetin her sıfattaki ayrıntısına gelince, eserin ilerdeki bölümlerinde bu husus gelecektir. Çünkü insanoğluna hâkim olan sıfatlar midesi, tenâsül uzvu ve dilidir. Ben bunlarla ilgili şehvetleri kastediyorum. Sonra şehvetleri korumak için asker gibi olan öfkeyi kastediyorum. Sonra insanoğlu midesinin ve tenâsül uzvunun şehvetini sevdiği ve onlarla yakınlaştığı zaman dünyayı sever. Buna da ancak mal ve mertebe ile ulaşır. Mal ve mertebe istediği zaman, dünyayı sever. Mal ve mertebe istediği zaman, kendisinde kibir, ucub ve riyaset sevgisi başgösterir. Bunlar verildiği zaman nefsi, isteyerek dünyayı terketmeye râzı olmaz. Dinin de ancak içinde riyaset olan kısmını alır. Böylece gurur kendisine galip gelir.

Bu kitabı takdim ettikten sonra, Mühlikât bölümünü sekiz kitap olarak -ALLAH´ın inayetiyle- tamamlamak bize zorunlu olmaktadır. O sekiz kitap da şunlardır:

1.Mide ve Tenâsül Uzvunun Şehvetini Kırmak
2.Dilin Âfetleri
3.Hased, Kin ve Öfkenin Kırılması
4.Dünyanın Kötülenmesi ve Hilelerinin Beyanı
5.Cimriliğin ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi
6.Rütbe Sevgisi ve Riyanın Kötülenmesi
7.Ucub ve Kibirin Kötülenmesi
8.Gurur´un Yerleri

Bu helâk eden şeyleri zikretmek ve buradaki tedavi yolunu bildirmek sûretiyle -ALLAH´ın izniyle- bu bölümdeki hedefimize varmış oluruz. Birinci kitapta zikrettiklerimiz kalp sıfatlarının açıklanmasıydı. O kalp ki hem helâk edicilerin, hem de kurtarıcıların kaynağıdır. İkinci kitapta zikrettiklerimiz ise, ahlâkın temizlenmesi ve kalp hastalıklarının tedavi yoluna genel bir işarettir. Onların ayrıntıları ise -eğer ALLAH dilerse- gelecek bölümlerde zikredilecektir.

Nefsin riyâzetine ve ahlâkın güzelleştirilmesine ilişkin bu bölüm ALLAH´ın hamdi, yardımı ve hüsn-ü tevfîki ile burada tamam-lanmış oldu. ALLAH´ın izniyle bu bölümü, iki şehvetin kırılmasına dair bölüm takip edecektir.

Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur! ALLAH Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed´in, âlinin ve ashabının, yer ve gök ehlinden seçilmiş her kulunun üzerine rahmet deryalarını açsın! Tevfîk ancak ALLAH´tandır! ALLAH´a tevekkül eder ve sadece O´na dönerim!

61) İbn Tâhir et-Tezkire adlı kitabında ´Bu lâfız halk arasında kullanılmaktadır. Fakat ne sahih, ne de sakîm bir rivayette bunun aslına rastlamadım´ der. Bazı eserlerde Hz. Ömer´in sözü olduğu kaydedilmektedir.

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 01-25-2009, 17:40   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kesriş Şehaveteyn Konusuna Giriş

Azamet ve kibriyâsında celâl sıfatıyla tek olan, hamd, takdis, tesbih ve tenzihe müstehak olan, hükmettiği ve takdir ettiği konularda adaletle kaim olup, nimet olarak verdiğinde ve kullarına ihsân ettiğinde illetsiz hareket eden ve kulunu korumayı üzerine alan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki nimetlerle kuluna ihsan eder. Hatta kulunun bütün emellerini karşılayacak şekilde kuluna ihsan eder. Kulu irşâd ve hidayete erdiren O´dur. Kulunu öldüren ve dirilten O´dur. Hastalandığı zaman kula şifa veren, zayıfladığı zaman takviye eden, kulunu ibâdetine, tâatına ve rızasını gerektiren işlere muvaffak kılan O´dur. Yediren ve içiren O!... Helâktan koruyan ve muhafaza eden O!... Kulu helâk edici şeylerden yemek ve içmekle koruyan O´dur. Azığın azıyla kanaat etmeye kulunu muvaffak eden O´dur. Kulların düşmanı olan şeytanın yollarını daraltsın diye kullarını az yemeye muvaffak kılan O!.... Kendine düşmanlık yapan nefsinin şehvetini az yemekle kırması ve nefsin şerrini defederek rabbine ibadet etmesi için kulu bu yola sevkeden O!... Bütün bunları, kul için lezzete vesile olan, iştahını kabartan nimetleri çokça verdikten, bu nimetlere karşı teşvik edici isteklerini harekete geçiren sebepleri yarattıktan sonra yapmıştır... Bütün bunları, kulu imtihan etmek ve denemek için vermiştir. Kulun hevâ-i nefsinde nasıl tesir meydana getirip, ona ne gibi bir seçim yaptıracağını görmek için yaratmıştır. Kulun O´nun emirlerine nasıl itaat edeceğine, yasaklarından nasıl sakınacağına, tâat ve ibâdetlerine nasıl devam edeceğine ve günahlardan nasıl kaçınacağına bakmak için bunları bu şekilde yapmıştır. Salât ve selâm, şerefli kulu, değerli rasûlü Hz. Muhammed´e olsun! Öyle bir salât ki Hz. Peygamber´i ona yaklaştırır, nasibdâr eder, derecesini de yüceltir. Aynı zamanda salât ve selâm Hz. Peygamber´in nesline, akrabalarına, ashâb ve tâbiinin hayırlılarına da olsun!

Ademoğlu için helâk edicilerin en büyüğü midesinin şehvetidir. Bu şehvetten ötürü Âdem ve zevcesi Havva Dâr´u1-Karar´dan (Cennet´ten) ´Zillet ve iftikar evi´ olan dünyaya atıldılar. Çünkü onların ikisi şecere´den (ağaçtan) yememekle emrolunmuşlardı. Fakat şehvetleri galebe çaldı ve o ağaçtan yediler. Çirkin yerleri kendilerine göründü. Hakîkat noktasından bakıldığında mide, şehvetlerin pınarı, hastalık ve âfetlerin kaynağıdır. Zira mide şehvetini, tenâsül uzvunun şehveti ve kadınlara karşı heyecanın şiddeti takip eder. Sonra yemek ve evlenme şehvetini, dünya mertebeleri ile mala karşı olan rağbetin şiddeti takip eder. Dünya mertebesi ve mal, fazla evlenmeye ve fazla zevk ve sefâya dalmaya vesiledirler. Sonra fazla mal ve rütbeyi, kara câhilliğin çeşitleri, münakaşalar ve çekememezlikler takip eder. Sonra bu iki şehvetten, riya ve böbürlenmenin felaketi, zenginlikten gelen felaket ve azamet afeti doğup meydana gelir! Sonra bunlar insanoğlunu kindar ve hasedci olmaya, düşmanlık gütmeye ve buğzetmeye davet ederler. Sonra bu durum, sahibini zulmetmeye, münkeri işlemeye ve fuhşiyatta bulunmaya sürükler! Bütün bunlar, midenin ihmal edilmesinin sonuçlarıdır. Bunlar, mideden doğan oburluk ve mideyi tıkabasa doldurmanın kötü neticeleridir. Eğer kul, açlıkla nefsini terbiye eder, şeytanın yollarını daraltırsa, muhakkak ki nefsi ALLAH´ın ibadetine yönelir, serkeşlik ve mütecavizlik yolunda yürümez. Kendisini dünyaya dalmaya, geçici dünyayı âhirete tercih etmeye ve bu şekilde dünyaya yapışmaya sürüklemez.

Mide şehvetinin âfeti bu dereceye kadar vardığı zaman, onun tehlike ve âfetlerini açıklamak farzdır ki ondan sakınılsın! Yine onunla mücahede etmenin yolunu izah etmek, bu mücahedenin faziletine dikkati çekmek, bütün bunları o mücahedeye insanları teşvik ve tergib için yapmak farzdır. Tenâsül organının şehvetini izah etmek de gerekir. Çünkü tenâsül uzvunun şehveti mide şehvetine tâbidir. Biz ALLAH´ın inayetiyle bu durumu birkaç fasılda izaha çalışacağız. Bu fasılları meydana getiren konular şunlardır: Açlığın faziletinin beyanı, sonra faydalarının, sonra mide şehvetinin kırılmasında takip edilen riyazet yolunun az yemek ve geç yemek sûretiyle temin edilmesinin beyanı, sonra insanların durumlarına göre açlık hükmünün ve faziletinin değişmesinin beyanı.. Sonra şehvetin terkindeki riyazetin beyanı... Sonra tenâsül organının şehveti hakkındaki söz... Sonra evlenmenin terki veya yapılması hususunda müride düşen vazifenin beyanı. Sonra gözünün, tenâsül uzvunun ve midesinin şehvetine muhalefet eden bir kimsenin faziletinin beyanı.


 
Alt 01-25-2009, 17:42   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Açlığın Fazileti, Tokluğun Zemmi

Hadîsler
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Nefislerinize karşı açlık ve susuzluk (silahlarıy)la mücahede ediniz, çünkü buradaki sevap, ALLAH yolunda mücahede eden kimsenin sevabı gibidir. ALLAH Teâlâ nezdinde açlık ve susuzluktan daha sevimli bir amel yoktur.

İbn Abbas Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu nakleder:

Karnını tıkabasa dolduran kimse gökler âlemine giremez!1
Hz. Peygamber´e insanların hangisinin daha faziletli olduğu sorulduğunda, şöyle buyurmuştur:

Yemesi ve gülmesi az olup avret mahallini örten bir elbiseyle yetinerek lükse ve sükseye kaçmayan kimse (insanların en faziletlisidir).2

Amellerin efendisi (en hayırlısı) açlıktır. Nefsin zilleti ise yün elbiseler giymektir.3

Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet eder:

Giyiniz, yeyip içiniz, fakat karınlarınızı yarısına kadar (doldurunuz); çünkü bu, peygamberliğin bir parçasıdır.4

Hasan Basrî Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Düşünce, ibâdetin yarısıdır; az yemekse ta kendisidir.5

Yine Hasan Basrî, Hz. Peygamber!in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Kıyâmet günü ALLAH Teâlâ nezdinde derece bakımından en üstününüz, en fazla aç kalanınız ve ALLAH´ın sıfatları hakkında en fazla düşüneninizdir. ALLAH nezdinde en sevilmeyeniniz ise çok uyuyan ve çok yeyip içeninizdir!6

Hz. Peygamber, kendi arzusuyla ve zaruret olmaksızın aç kalır, açlığı tokluğa tercih ederdi.7 Nitekim kendileri şöyle buyurmuştur:

ALLAH Teâlâ, meleklere karşı dünyada az yeyip içen kimselerle iftihar ederek şöyle buyurur: ´Ey melekler! Kuluma bakınız! Ben onu dünyada yemeye ve içmeye müptelâ kılmışım; o ise sabretmiş ve onları terketmiştir. Ey melekler! Şâhid olun ki (benim için) terkettiği her yiyeceğin yerine kuluma cennette birçok dereceler vereceğim´.8

Kalpleri, çok yeyip içmekle öldürmeyiniz; çünkü kalp, ekin gibidir. Ekinler çok sulandıklarında ölür!9

Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmuş değildir! Ademoğluna, belini doğrultmasını sağlayacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemek istiyorsa karnının üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de nefes alıp verme için ayırsın.10

Usâme b. Zeyd ile Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği uzun bir hadîste açlığın fazileti şöyle zikredilmiştir:

Kıyâmet gününde insanların ALLAH´a en yakın olanları, dünyada O´nun için uzun süre aç, susuz ve mahzun kalmış olan kimselerdir. Bunlar, şöhretsiz muttakîlerdir ki bir yerde bulunduklarında tanınmazlar, yokluklarında ise aranmazlar. Onları ancak yeryüzünün bölgeleri tanır. Göklerin melekleri onların etrafını çepeçevre kuşatır. Halk dünyadan, onlar ise ALLAH´a ibâdet ve tâattan zevk alırlar... Halk, altlarına yumuşacık döşekler sererken, onlar alınlarını ve dizlerini sermiştir... Halk, peygamberlerin fiil ve ahlâkını zayi etmiştir, onlar ise korumaktadırlar. Yer küresi onlardan birini kaybettiği zaman ağlar. Cebbâr olan ALLAH Teâlâ, içerisinde bu kullarından bulunmayan memlekete gazap eder. Onlar köpeklerin leşlere daldığı gibi dünyaya dalmazlar; az yerler ve yamalı elbiseler giyerler. Üst ve başları toz toprak içerisindedir. İnsanlar onları gördüklerinde hasta zannederler; oysa onlarda hastalık yoktur. Onlar için, akıllarını kaybetmiş deniliyor; oysa onlar akıllarını kaybetmiş değildir. Fakat kalpleriyle kendilerini dünyadan uzaklaştıran ilâhî emre baktıklarından dünya ehline göre akılsız gezerler. Oysa halkın aklı başlarından gittiği zaman, onların akılları başlarında olacaktır. Âhirette şeref onlara aittir. Ey Usâme! Kendilerini herhangi bir memlekette gördüğün zaman bil ki, onlar o memleketin ahalisi için emniyet sübabıdırlar. ALLAH Teâlâ, onların içinde bulunduğu bir kavme azap etmez. Yer küresi, onlarla sevinmekte,

Cebbâr olan ALLAH onlardan razı olmaktadır... Bu bakımdan sen onları kendine arkadaş edin! Umulur ki onların yüzü suyu hürmetine kurtulmuş olasın. Elinden geldiğince karnın aç ve ciğerin susuz olduğu halde ölmeye çalış; çünkü bu şekilde konak ve derecelerin en şereflisini elde eder, pey-gamberlerle birlikte olursun ve ruhunun gelişiyle melekler sevinir, Cebbâr olan ALLAH da sana rahmet deryâlarını coşturur.11

Hasan Basrî´nin Ebu Hüreyre´den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yün elbise giyiniz; fakat bol olmasın! Yediğiniz zaman da midenizin yarısını dolduracak kadar yeyin. (Böyle yaptığınız takdirde) gökler âlemine dahil olursunuz.12

Hz. İsa havârilerine şöyle demiştir:

Ey havâriler! Nefislerinizi aç, bedenlerinizi (lüks ve süslü elbiseler giymemek sûretiyle) çıplak bırakınız ki kalpleriniz ALLAH´ı (O´nun cemâlini) müşâhede edebilsin!

Bu söz, aynı zamanda bizim peygamberimizden de (Tâvus kanalıyla) rivayet edilmektedir.
Tevrat´ta şöyle bir ifadenin yazılı olduğu söylenir: ALLAH Teâlâ şişman âlime buğzeder.
Çünkü şişmanlık, gaflete ve çok yemeye delâlet eder; bunlar ise çirkin şeylerdir. Hele âlim için daha da çirkin olur. Nitekim İbn Mes´ud şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ şişman kurra´ya (Kur´an okuyucusuna) buğzeder.

Mürsel bir hadîste Hz. Peygamber´den şöyle vârid olmuştur:

Şeytan, Ademoğlunun kanının dolaştığı yerlerde dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaşma yollarını, açlık ve susuzlukla daraltınız.

Tok karnına yemek, beras (alacalık) denilen deri hastalığına yol açar.

Mü´min bir mideyle, münâfık ise yedi mideyle yer!13

Yani münafık, mü´minin yedi mislini yer veya şehveti, mü´minin şehvetinden yedi kat fazla olur. Bu bakımdan hadîsteki, mide mânâsına gelen mia kelimesi, şehvetten kinâyedir; çünkü yemeği kabul eden mide olduğu gibi, yemeğe yakışan da şehvettir. Yoksa hadîsin mânâsı münâfığın midesinin sayısı mü´mininkinden fazladır demek değildir.

Hasan Basrî´nin Hz. Aişe´den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

-Cennetin kapısını çalmaya devam ediniz! Bunu yaptığınız takdirde size açılacaktır.

-Cennetin kapısını ne ile çalalım?

-Açlık ve susuzlukla!14

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, huzurunda geğiren Ebu Cühayfe´ye15 şöyle buyurmuştur:

Az geğir; çünkü kıyâmet gününde en çok aç kalacak olanlar dünyada fazlasıyla doyanlardır.16

Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber, hiçbir zaman doyasıya yeyip de karnını doldurmadı! Aç olduğu bir gün kendisine karşı şefkat ve merhametimden ağladım ve mübarek karnını elimle sıvazlayarak şöyle dedim:

- Canım sana fedâ olsun! Dünyadan, seni kuvvetlendirecek ve açlığını giderecek kadarını alsaydın ne olurdu?

- Ey Âişe! Benim ulu´1-azm arkadaşlarım, bundan daha şiddetli durumlara sabrettiler ve kendi halleriyle geçip gittiler; rablerinin huzuruna vardılar. Rableri onlara ikramda bulundu, sevaplarını artırdı. Bu bakımdan -eğer geçimde lükse ve refaha kaçarsam- bu durumun yarın (âhirette) derecemi onlarınkinden küçük düşürmesinden utanırım. O halde birkaç gün sabretmek, bana, yarın kıyâmette nasibimin azalmasından daha sevimli gelir. Nezdimde arkadaşlarıma ve kardeşlerime yetişmekten daha sevimli birşey yoktur.17
Hz. Âişe, sözünü şöyle tamamladı: ´ALLAH´a yemin ederim ki bu sözlerinin üzerinden bir hafta geçmeden ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´in ruhunu kabzeyledi´.

Enes´ten şöyle rivayet edilir: Birgün kızı Fâtıma Hz. Peygamber´e bir parça ekmek getirdi. Hz. Peygamber ´Bu nedir?´ diye sorduğunda Fâtıma ´Kendi ellerimle pişirdiğim bir ekmektir. Canım yalnız yemeye razı olmadığından bu parçayı da sana getirdim´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Şunu bil ki, bu ekmek üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir.18

Ebu Hüreyre şöyle der: ´Hz, Peygamber hiçbir zaman aile efradına, buğday ekmeğinden üç gün üst üste doyasıya yedirmemiştir. Dünyadan ayrılıncaya kadar da bu durum böyle devam etmiştir´.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Âhirette doya doya yiyecek olanlar, dünyada açlık çekenlerdir. İnsanların ALLAH nezdinde en sevilmeyeni, karınlarını tıkabasa doldurup mideleri ekşiyenlerdir. Canının istediği bir yemeği terkeden hiçbir kul yoktur ki onu terkedişi kendisi için cennette bir derece olmasın!

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer şöyle demiştir: ´Tıkabasa yemekten sakınınız; çünkü çok yemek, hayatta ağırlık, ölümden sonra ise kokuşmaktır´.

Şakîk Belhî şöyle der: İbâdet bir sanattır. Bu sanatın dükkanı halvethane, aleti ise açlıktır´.

Lokman Hekim, oğluna şunları söylemiştir: ´Ey oğul! Mideyi doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalarsa ibâ-detten bıkıp otururlar!´

Fudayl b. Iyaz nefsine şöyle derdi: ´Acaba neden korkuyorsun? Yoksa aç kalacağından mı korkuyorsun? Sakın korkma; çünkü sen ALLAH Teâlâ nezdinde bu dereceye erişecek kadar değerli değilsin. Bu dereceye ancak ve ancak Hz. Peygamber ile arkadaşları erişebilmiştir´.

Kehmes b. Hasan20 şöyle derdi: ´İlâhî! Sen beni aç ve elbisesiz bıraktın!. Gecelerin karanlığında lambasız oturttun! Acaba beni bu dereceye hangi vesile ile yükselttin?´

Feth el-Mevsılî, hastalığı ve açlığı şiddetlendiğinde şöyle derdi: ´Yârab! Beni hastalık ve açlığa müptelâ eyledin. Oysa sen bunları velî kullarına (sevdiklerine) verirsin. Bu bakımdan bana verdiğinin şükrünü hangi amelimle eda edebilirim?´

Mâlik b. Dinar, Muhammed b. Vâsi´e şöyle dedi: ´Ey Ebu Abdullah! Hem azığı olacak ve hem de kendisini insanlara muhtaç olmaktan kurtaracak kadar yiyeceğe sahip olanlara ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!´ Buna karşılık o da şunları söyledi: ´Ey Ebu Yahya! ALLAH Teâlâ kendisinden razı olduğu halde (aç karnına) sabahlayıp akşamlayan kimselere ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!´

Fudayl b. Iyaz şöyle derdi: ´Yâ rabbî! Beni ve aile efradımı aç, gecelerin karanlığında çırasız bıraktın. Oysa sen bunu velî kullarına bahşedersin. Acaba ben bu makama hangi derecemle lâyık oldum?´

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Râğıbların (ALLAH´ı isteyenlerin) açlığı uyarıcıdır. Tevbe edenlerin açlığı deneme, müctehidlerin açlığı da keramettir. Sabredenlerin açlığı siyaset, zâhidlerin açlığı ise hikmettir´.

Tevrat´ta şöyle yazılıdır: ´ALLAH´tan kork ve karnını doyurduğun zaman açları hatırla!´

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle der: ´Akşam yemeğinden bir lokmayı terketmek benim için bütün bir geceyi sabaha kadar ibâ-detle ihyâ etmekten daha sevimlidir. Açlık ALLAH nezdinde onun hazinesindendir. Onu ancak sevgili kuluna verir´.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, bazen yirmi küsür gün birşey yemezdi. Bu zatın bir senelik yiyeceğine bir dirhem kâfi gelirdi. Kendisi açlığa çok büyük değer verip bu konuda çok mübalâğalı hareket eder ve hatta şöyle derdi: ´Kıyamet gününde -Hz. Peygamber´e uyma bakımından- çok yemeyi terketmekten üstün sevap yoktur´.

Yine bu zat şöyle demiştir: ´Akıllılar, gerek din ve gerekse de dünya için açlıktan daha faydalı birşey görmemişlerdir. Âhireti is-teyenler için çok yemekten daha zararlı birşey bilmiyorum´.

Yine şöyle demiştir: Hikmet ve ilim açlıkta, mâsiyet ve cehâlet ise, tokluktadır. Helâli terketme hususunda ALLAH´a, nefsin isteklerine muhalefet etmekten daha üstün birşey ile kulluk yapılmış değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Midenin üçte biri yemek içindir. Bundan fazlasını yiyen kimse ancak sevaplarından yemiş olur.

Sehl´e, fazlasının alâmeti ve ne olduğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: ´Kişinin nezdinde yemeği bırakmak, yemekten daha sevimli olduğu ve bir gece aç kaldığında ALLAH Teâlâ´dan bu geceyi iki geceye çıkarmasını istediği zaman fazlasını bulmuş de-mektir´.
Yine bu zât şöyle demiştir: ´Abdallar bu makamı ancak karınlarını aç, gözlerini uykusuz ve dillerini konuşmasız bırakmak ve halvete çekilmekle elde etmişlerdir´.

Yine şöyle buyurmuştur: ´Gökten yere inen her sevabın başı açlıktır. Gök ile yer arasındaki her fısk u fücurun başı da tokluk-tur. Nefsini aç bırakan kimse vesveselerden kurtulur. ALLAH Teâlâ kullarına açlık, hastalık ve belâ ile yönelir. Ancak kullarından diledikleri, bunlarla müptelâ olmadıkları halde ALLAH´ın yönelişine mazhar olabilir. Biliniz ki şu zamanda nefsini açlık, uykusuzluk ve mücahede ile öldürmeyen kimse kurtuluşa eremez. Yeryüzünde hiçbir kimse geçmemiştir ki şu sudan kana kana içip de içirmesine karşılık ALLAH´a şükretse bile günahlardan kurtulabilmiş olsun. Suyun durumu bu olursa, tıkabasa yemenin durumunu varın siz düşünün´.

Bir hakîm ´Nefsimi hangi bukağı ile bağlıyayım?´ diyen birisine şöyle buyurmuştur: ´Nefsini açlık ve susuzlukla bağla... Nam u şânı terketmek ve azizliği bırakmak sûretiyle de onu ALLAH´a karşı zelil et! Âhiret evlâtlarının ayakları altına sermek sûretiyle küçült! Kurraların (âlimlerin) zâhirî elbiselerini ve süslerini terketmek sûretiyle kır! Kendisine karşı daima sû-i zanda bulunmak sûretiyle onun âfetlerinden kurtul! Onunla, hevâsına aykırı hare-ket etmekle arkadaşlık yap!´

Abdülvâhid b. Zeyd şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ´nın hiçbir ku-lunu açlık çekmeksizin safâvete erdirmediğine yemin ederim. (ALLAH´ın bu sevgili kullarının) su üzerinde yürümeleri ve yeryüzünün kendileri için dürülmesi de ancak açlık sayesinde olmuştur. ALLAH Teâlâ onlara ancak açlığın yüzü suyu hürmetine yardımcı olmuştur´.

Ebu Tâlib el-Mekkî de şöyle demiştir: ´Mide Muzhir´e benzer. Muzhir içi boş ve üzerinde teller bulunan ud (saz) demektir. Bunun sesi, hafif ve ince olduğundan ve içi de tıkabasa dolu ol-mayıp boş bulunduğundan dolayı güzel çıkar. Mide de böyledir. Boş olduğu zaman okuma, ibâdet ve uyku için daha istekli olur´.

Ebubekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ şu üç sınıf insanı sever:
1.Az uyuyanlar
2.Az yiyenler
3.ALLAH´ın ibâdetini bırakıp az istirahat edenler´.

Rivayet edildiğine göre Hz. İsa, altmış sabah hiçbir şey yemeksizin ALLAH´a münâcaat etti. Sonunda kalbine yemek geldi ve münâcaatı o anda kesiliverdi. Münâcaatı kesildiğinde de yanına bir ekmeğin konulmuş olduğunu gördü. Bunun üzerine (münâcaatı kesildiği için) ağlamaya başladı. Tam o sırada bir ihtiyarın kendisine bakmakta olduğunu farketti ve ona ´Ey ALLAH´ın velî kulu´ ALLAH´ın bereketi üzerine olsun! Benim için ALLAH Teâlâ´ya dua et; çünkü münâcaat halinde iken kalbime yemek arzusu geldi ve dolayısıyla münâcaatım birden kesiliverdi´ dedi. Bu dilek üzerine ihtiyar şöyle dedi: ´Ey ALLAHım! Seni tanıdığımdan beri kalbime ek-mek yemek gelmişse, beni affeyleme! Bilakis ben düşünmeden ve kalbimden geçirmeden, bana kendiliğinden verilen şeyleri yiyorum´.

Rivayet edildiğine göre; ALLAH Teâlâ, münâcaat için kendisine yaklaştırdığı zaman Hz. Musa önce otuz, sonra da on gün olmak üzere toplam kırk gün yemeyi terketmişti. Nitekim Kur´an´da da böyle vârid olmuştur; çünkü Hz. Musa´nın geceleyin niyet etmeksizin geçirdiği bir gün, on gün arttırıl

1)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
2)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
3)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
4)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
5)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
6)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
7)Beyhakî
11)Hatib, Zühd, (Said b. Zeyd´den)
12)Deylemî
13)Buhârî, Müslim
14)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
15)İsmi Vehb b. Abdullah es-Süvâî´dir. Hz. Peygamber´in vefatında erginlik çağına yaklaşmıştı.
16)Beyhakî
17) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır
18)Hâris b. Ebî Usâme
19)Taberânî, Ebu Nuaym
20)Âbid ve zâhid bir kimse olup Hasan Basrî´nin çağdaşıdır
 
Alt 01-25-2009, 17:42   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Yemeği Azaltan ve Şehvetleri Terkeden Bir Kimseye Ansızın Gelen Riya´nın Âfeti

Şehveti terkedenin kalbine iki büyük âfet girebilir ki ikisi de tehlike yönünden her istediğini yemekten daha tehlikelidir.

Birinci Afet

O âfetlerin birincisi, nefsin bir kısım yemekleri terketrneye gücünün yetmemesi ve iştahı onlara çekmesidir. Fakat buna rağmen canının bunları çektiğinin bilinmesini istemez. Böylece şehvetini gizlemeye çalışır. İnsanların yanında yemediklerini tenhada yer.

İşte gizli şirk budur. Âlimlerin birine bir zâhidin durumu soruldu. O âlim sustu. Kendisine denildi ki:

-Onun bir kötülüğü olduğunu mu biliyorsun?

-Cemaatle beraber yemediğini tek başına kaldığında yemektedir.

Bu ise büyük bir âfettir. Aksine kulun yapması gereken şey, yemeden vazgeçemediği ve yemeklere duyduğu arzuyu, müptelâ olduğu ve şehvetlerin sevgisinde bulunduğu zaman açığa vurmaktır. Çünkü böyle yapması durumunun doğruluğunu gösterir. Bu ise amellerle yapılan mücâhedelerin karşılığıdır. Çünkü kusurunu gizleyip, olgun olduğunu göstermek, katmerli iki noksanlıktır; gizlemekle beraber iki defa yalan söylemektir. Bu bakımdan böyle olan bir kimse iki azaba müstehak olur ve ALLAH böyle bir kimseden ancak iki sadık tevbe yaparsa razı olur. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ, münâfıkların hakkında şiddet göstererek şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.(Nisâ/145)

Çünkü kâfir, küfredip küfrünü açıklar. Münâfık ise kâfir olduğu halde küfrünü gizler. Küfrünü gizlemesi de ikinci bir küfürdür. Çünkü böyle yapan bir münâfık, ALLAH´ın, kendisinin kalbini bildiğini hafife almakta, insanların kendisini bilmesini ise büyütmektedir. İşte bunun için küfrünü gizler. Ârif kimseler ise şehvetlere, hatta günahlara müptelâ olurlar. Fakat riya, hile ve kusurlarını gizlemeye müptelâ olmazlar. Hatta ârifin kemâli, ALLAH için şehvetleri terketmek ve içinden şehvete taraftar olması keyfiyetini açıklamaktır. Bunu da halkın kalbinden mertebesini düşürmek için yapmalıdır. Çünkü selef-i sâlihînden biri, yiyecekleri satın alır ve evine asardı. Oysa kendisi onları yeme iştiyâkını öldürmüştü. O halde, bunları satın alıp asmaktan gayesi, halini gizlemektir ki gafillerin kalbi kendisinden uzaklaşsın, gafiller hal-lerini bozmasınlar. Zâhidliğin son noktası, zâhidlikte zâhid olmak, onun zıddını göstermek sûretiyle bunu başarmaktır. Böyle yapmak, sıddîkların amelidir. Çünkü böyle yapmak, iki doğruyu bir araya getirmek demektir. Nitekim daha öncekinin, iki yalanı bir araya getirmek olduğu gibi... Bu kimse, nefsine iki ağır yük yüklemiş, nefsine sabrın acısını iki defa; arzu ettiği şeyden nefsini alıkoyarak ve nefsinin hoşuna giden gösterişten uzak durarak tattırmıştır. Şüphe yok ki sabrettiklerinden dolayı onlara iki defa ecir verilir. Bu, kendisine verilen sadakayı açıkça alıp ve gizlice o sadakayı geri götürüp verene iade eden ve açıkça almak sûretiyle nefsini zilletle, gizlice geri vermek sûretiyle de nefsini fakirlikle kıran kimselerin yoludur.

Bunu yapamayan hiç olmazsa yemeklere duyduğu arzuyu ve eksikliğini açığa vurmak ve bu hususta doğru hareket etmek fırsatını kaçırmasın. Şeytanın ´Sen eğer bunu açığa vurursan başkası da sana uyar. Bu bakımdan başkasının ıslahı için bu durumunu gizli tut!´ demesine sakın aldanmasın. Çünkü kendi nefsinin ıslahı, başkasının ıslahından daha önemlidir. Bu bahane ise katıksız riyadır. Şeytan onu bu riyaya başkasının ıslahı kisvesi altında teşvik eder ve bu sırra binaen de kusurunun açığa çıkması kendisine gayet ağır gelir. Her ne kadar kusurunu bilen kimsenin, fiiline uyulacak bir kimse olmadığını veya kendisinin bunları terketmesine inanmasından dolayı aksini görse de, ürkmeyeceğini bilse de yine durum değişmez!

İkinci Âfet

Şehvetleri terketmeye gücü yetmesine rağmen bunları terkettiğinin bilinmesine sevinir. Böylece şehvetlerden çekinmekle şöhret bulur. Böyle kimse zayıf bir şehvet olan yemek şehvetine engel olabilir, fakat daha şerli olan rütbe şehvetine boyun eğer. Gizli şehvet ise, zaten bu ikincisidir. Ne zaman kişi, böyle bir şehvete taraftar olduğunu hissederse, bu şehveti kırmak, yemek şehvetini kırmaktan daha önemlidir. Bu bakımdan yemesi daha evlâdır.

Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Sana hoşuna giden bir yemek ikram edildiği zaman -sen de onu daha önce terketmişsen-ondan az bir şey al! Fakat nefsine son derecesine kadar arzusunu verme. Böyle yaptığın takdirde, nefsinin arzusunu gidermiş olursun ve aynı zamanda onun arzusunu tam olarak kendisine vermediğinden dolayı onu perişan etmiş olursun´.

Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle demiştir: ´Bana bir yemek hediye edildiği zaman nefsime bakarım. Eğer arzu duyarsa o takdim edi-len şeyden ona yediririm ve yedirmek onu menetmekten daha üstündür. Eğer arzusunu gizlerse, o takdim edilen şeyden çekindiğini belirtirse, ona vermemek sûretiyle cezalandırırım ve ona yedirmem´.

İşte bu yol, bu gizli şehvetten dolayı nefsin cezalandırılma yoludur. Kısacası, yemek şehvetini terkedip de riyâ şehvetine düşen kimse, akrepten kaçarak yılana sarılan kimse gibidir; çünkü riyânın şehveti, yemeğin şehvetinden çok daha zararlıdır. Tevfîk ve hidayet ALLAH´tandır!
 
Alt 01-25-2009, 17:43   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ferc´in (Tenasül Uzvu´nun) Şehveti

Cinsî ilişkinin şehveti, iki faydadan ötürü insanoğluna verilmiştir.

Birinci Fayda

Cima´nın zevkini anlayıp âhiret zevklerini ona kıyas etsin diye verilmiştir. Çünkü cima´nın zevki, eğer devam ederse bedenlerin en büyük zevki olur. Nitekim ateşin eleminin, bedenin en büyük eleminden olduğu gibi... Teşvik etmek ve korkutmak ise, insanları saadete sevk eder. Bu sevketmek ameliyesi ancak hissedilir bir elem, hissedilir ve idrak edilir bir zevk ile mümkündür. Çünkü zevk ile idrak edilmeyen birşeye karşı insanın iştiyakı kabarmaz.

İkinci Fayda

Neslin bekâsı ve varlığın devamıdır. İşte bu da cima´nın faydasıdır. Fakat cinsî ilişkide din ve dünyayı yok eden âfetler vardır. O âfetler eğer kontrol altına alınmaz ve normal hâle getirilmezse bu tehlike sözkonusudur. Nitekim

´Ey RABBİMiz! Güç yetiremiyeceğimiz şeyi bize yükletme!´ (Bakara/286) ayet-i celîlesinin tevilinde, bunun mânâsının şehvetin serkeşliği olduğu söylenmiştir.

İbn Abbas ´Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden´ (Felâk/3) ayetinin tefsirinde ´tenasül uzvunun intişarıdır´ demiştir. Bazı râviler bu sözü Hz. Peygamber´e isnad etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber ´İzâ vekabe´ ayetinin tefsirinde ibareyi ´Tenasül uzvu girdiği zaman´ şeklinde tefsir etmiştir.

´Kişinin tenasül uzvu intişar ettiği zaman, aklının üçte ikisi gider´ denilmiştir. Hz. Peygamber duasında derdi ki:

Ey ALLAHım! Kulağımın, gözümün, kalbimin, (tenasül uzvumun) ve menimin şerrinden sana sığınıyorum.49

Kadınlar şeytanın tuzaklarıdır. Eğer bu şehvet olmasaydı kadınların erkekler üzerindeki saltanatı olmazdı.50

Rivayet ediliyor ki, Musa (a.s) bir mecliste oturuyordu. Ansızın İblis çıkageldi. Sırtında renkli bir bornoz vardı. Musa (a.s) ona şöyle sordu:

-Sen kimsin?

-Ben İblisim!

-ALLAH seni yaşatmasın! Niçin geldin (işin nedir?)

-ALLAH nezdindeki yüksek derece ve makamından ötürü sana selâm vermek için geldim.

-Senin sırtında gördüğüm nedir?

-Bir bornozdur. Onunla Âdemoğullarının kalplerini çelerim.

-İnsanoğlu ne gibi bir fiilde bulunursa sen ona galebe çalarsın?

-Kendini beğenir, amelini çok görür ve günahını unutursa,ona galebe çalarım.

(Ya Musa!) Seni üç şeyden sakındırırım:

1.Nikâhı sana düşen bir kadınla tek başına kalma. Çünkü nikâhı düşen bir kadınla başbaşa kalan bir erkeğin arkadaşı benim. Onu o kadınla, o kadını da onunla kötülüğe sevkedinceye kadar arkadaşlığıma devam ederim!

2.ALLAH´a verdiğin bir sözü mutlaka yerine getir.

3. Ayırdığın sadakayı, muhakkak ver. Çünkü, kişi ayırdığı sadakayı vermediği zaman yanına sokulur, kendisiyle sadaka arasına girer, ona engel olurum.

Bunları söyledikten sonra İblis, dönüp giderken şöyle dedi: ´Eyvah! Musa insanoğlunu sakındıracak şeyleri bulmuş oldu´.

Said b. Müseyyeb der ki: ´ALLAH Teâlâ, ne zaman bir peygamber göndermişse, İblis onu kadınlar vasıtasıyla helâk etmekten ümidini kesmemiştir ve benim nezdimde kadınlardan daha korkunç bir tehlike yoktur. Medine-i Münevvere´de kendi evimle kızımın evi hariç hiçbir eve girmem. Kızımın evinde cuma günü yıkanır, sonra cumaya giderim´.

Seleften biri şöyle diyor: Şeytan, kadına şöyle der: ´Sen benim askerimin yansısın! Sen, atıp da yanılmayan okumsun. Sen sırrımın yerisin. Sen ihtiyaçlarım için gönderdiğim elçimsin´. Bu bakımdan şeytanın ordusunun yarısı şehvet, yarısı da öfke ve gazabdır. Şehvetlerin en büyüğü ise kadın şehvetidir! Bu şehvetin de ifrat, tefrit ve normal diye (üç) derecesi vardır. İfrat derecesi, aklı mağlûp edip erkeklerin himmetini kadınlar ve cariyelerle zevk sürmeye yöneltir. Böylece kişiyi âhiret yolunun yolculuğundan mahrum eder veya dinini zayıflatır. Sonunda insanı fuhşiyatları yapmaya sürükler. Şehvetin ifrat derecesi, bazen bir grubu iki kötü şeye sevkeder.

Bir

Cinsî gücünün artması için şehvetini takviye edici şeyleri almaya sevkeder. Nitekim insanların bir kısmının midenin takviyesi için birtakım ilâçlar aldığı gibi... Bu ilâçları, midenin yemeğe karşı arzusu artsın diye alırlar! Bunun misâli, yırtıcı canavar ve yılanlarla karşı karşıya kalan bir kimsenin misâline benzer. Bu adam bazen uyuyup kendisini parçalamaktan veya sokmaktan gafil olan o yırtıcı canavarı ve yılanları yeniden ürkütür sonra onları yatıştırmak ve ellerinden kurtulmak için uğraşır durur. Yemek ve cinsî ilişkinin şehveti, bir hastalıktır ki insan onlardan kurtulursa büyük bir zevk duyar. Eğer Hz. Peygamber´in (s.a) bu konuda Cebrail´e sorduğu şu hadîsi hatırlatacak olursan;

Cebrâil´e, cinsî ilişkideki zâfiyetimden şikayet ettim. Bana herîse denilen yemeği yememi tavsiye etti.51

Bil ki Hz. Peygamber´in nikâhı altında dokuz kadın vardı ve onların zevkini tatmin etmek sûretiyle iffetlerini muhafaza etmek Hz. Peygamber´in görevi idi. Onları boşasa bile, başkasının onlarla evlenmesi haram olduğu için Hz. Peygamber´in bu hususta kuvvet araması zevk için değil, bu durumun düzelmesi içindir.

İki

Bu şehvet bir kısım insanları aşk sapıklıklarına kadar vardırır. Bu ise, cinsî gücün verilmesinin hikmetinden son derece câhil olmak demektir ve aynı zamanda hayvanlıkta hayvanların aşağısına düşmektir. Çünkü bu yapmacık aşık, şehvetini teskin etmekle yetinmez. Oysa bu, şehvetlerin en kötüsüdür. Her şehvetten daha fazla bu şehvetten utanmak gerekir ki kişi şehvetin ancak birşeyle tatmin edileceğine inanır! Hayvan ise, şehvetini tatmin eder ve onunla yetinir. Bu aşık ise, belirli biriyle yetinmez, bunun için zillet üzerine zillet, kulluk üzerine kulluk yükü altına girer. Sonra bununla da yetinmez, aklı şehvetin hizmetinde kullanır! Oysa aklı, kendisine hizmet edilsin diye yaratılmış, şehvete hizmetçi olsun ve şehvetin hatırı için hilekârlık yapsın diye yaratılmamıştır. Aşk, şehvet ifratının kaynağıdır. Hiçbir hedefi olmayan ve boş olan kalbin hastalığıdır. Ancak daimî bakış ve bu husustaki düşünceyi terketmek sûretiyle onun önüne geçmek gerekir. Aksi takdirde yerleştiğinde sökülmesi zorlaşır. Mal, mülk, rütbe ve evlât aşkı da böyledir. Hatta kuşlarla oynamak, zar atmak, satranç oynamak alışkanlığı da böyledir. Çünkü bütün bu şeyler, birtakım insanları öyle yakalar ki onların din ve dünyalarını perişan eder. Onlar asla bunlarsız duramazlar. Aşkın kabarmasını ilk gelişmesinde kıran bir kimsenin misâli, bir kapıdan girmek için yönelen serkeş hayvanın dizginini tutup onu çeviren bir kimsenin misâline benzer. Hayvanın dizginini tutup çekerek onu istediği yere girmekten menetmek kolaydır. Yerleştikten sonra aşkın gücünü kırmak isteyen bir kimsenin misali de hayvanın başını kapıdan girip kapıyı geçinceye kadar bırakan, girdikten sonra hayvanın kuyruğuna yapışıp gerisin geriye çekip çıkarmak isteyen bir kimsenin misâline benzer. Bu iki işin -zorluk ve kolaylık hususunda- aralarındaki ayrılık çok büyüktür. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarında ihtiyatlı davranmak gerekir.İşin sonuna gelindiğinde, artık öldürecek derecede yorucu bir çalışma ile ancak tedaviyi kabul ettirebiliriz. Bu bakımdan şehvetin ifratı, aklı bu şekilde mağlup etmesi demektir. Böyle olması ise gerçekten çok kötüdür.

Şehvetin tefriti ise, iktidarsız olmak veya hiç evlenmemektir ki bu da kötüdür. Güzel olan ve övülen ise, şehvetin mûtedil olması, frenlemesinde ve bırakmasında akla ve şeriata itaatkâr olmasıdır. Şehvet ne zaman ifrata kaçarsa, onun kırılması açlık ve evlenmekledir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.

Ey gençler! Evleniniz! Evlenmeye gücü yetmeyen kimse oruç tutsun; çünkü oruç şehveti kırar.52

49)Dualar bölümünde geçmişti.
50)İsfehânî
49)Dualar bölümünde geçmişti.
50)İsfehânî
51)Ukaylî, Zuafa; Taberânî, Evsat
 
Alt 01-25-2009, 17:53   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Evlenmeyi Terketmek Hususunda İnsana Düşen Vazifeler
Müridin işin başlangıcında nefsini evlenmekle meşgul etmemesi gerekir. Çünkü evlenmek, insanı meşgul eden ve müridi seyr u sülûkten alıkoyan, kadınlara yakınlaşmaya götüren bir durumdur. Oysa ALLAH´tan başkası ile yakınlaşan bir kimse ALLAH´tan uzaktır! Sakın Hz. Peygamber´in çok evlenmesi müridi aldatmasın. Çünkü Hz. Peygamber´in kalbini dünyada olanların hiçbiri ALLAH´tan uzaklaştırmazdı. Bu bakımdan melekler hiçbir zaman demircilerle kıyas edilemez ve bu sırra binaen Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Evlenen bir kimse dünyaya meyletmiştir´. Yine şöyle demiştir: Hiçbir mürid görmedim ki evlenip de eski halinde dursun!´

Bir ara kendisine şöyle denildi: ´Senin kendisiyle yakınlık kuracak bir kadına ihtiyacın var´. Cevap olarak ´Hayır! ALLAH nasip etmesin, evlenip kadına yakınlaşmak ALLAH´tan uzaklaşmak demektir´ demiştir. Yine şöyle demiştir: ´Çocuk, mal veya kadın, seni ALLAH´tan meşgul ediyorsa, o senin için uğursuzdur´. Bu bakımdan Hz. Peygamber´den başkası, Hz. Peygamber´e nasıl kıyas edilebilir? Oysa Hz. Peygamber´in ALLAH sevgisine dalması öyle bir raddeye gelmişti ki bazen sevgi içerisinde cayır cayır yandığını hissederdi. Öyle bir dereceye gelmişti ki bazı durumlarda bu sevginin bedenini paramparça etmesinden korkulurdu. İşte bu sırra binaen Hz, Peygamber, elini zevcesi Âişe´nin oyluk kemiği üstüne vurarak şöyle demiştir:

Ey Âişe! Benimle konuş!53

Hz. Peygamber bu sözü, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin ağırlığından Âişe´nin konuşmasıyla bir zaman için -az da olsa-kurtulmak maksadıyla söylemişti. Çünkü bedeninin buna tahammül edemeyeceğini düşünüyordu. Hz. Peygamber´in tabiatı, ALLAH ile yakınlaşmaktı. Halk ile yakınlaşmak ise geçicidir. Sadece bedenine acıdığı içindir. Sonra Hz. Peygamber, halk ile uzun zaman beraber oturmaya katlanamazdı. Canı sıkıldığı zaman şöyle derdi:

Ey Bilâl! Bizi rahata kavuştur!54

Bunu, gözünün nûru olan namaz için ezan okuması anlamında söylerdi. Bu bakımdan, zayıf bir kimse kendini bu şekilde ele alırsa aldanır. Çünkü anlayışlar, Hz. Peygamber´in fiillerinin sırlarına vâkıf olmaktan âcizdir. Bu bakımdan müridliğin şartı, marifette kuvvet buluncaya kadar, başlangıçta bekar olmaktır. Tabiî bu da şehvet kendisine galebe çalmadığı zaman sözkonusudur. Eğer şehvet kendisine galip gelirse, şehveti uzun bir açlık ve devamlı oruçla kırmalıdır. Eğer şehvet buna rağmen eksilmezse ve gözünü (haramdan) koruyacak derecede değilse -tenasül uzvunu koruyacak güçte olsa bile- evlenmek böyle bir kimse için daha evlâdır ki şehveti sükûnet bulsun! Aksi takdirde gözünü korumadığı müddetçe fikrini de koruyamaz. Böylece himmeti dağılır ve çoğu zaman güç yetiremediği bir belâya düçar olur. Zaten göz zinası da küçük günahların büyüklerindendir. Göz zinası, kısa bir zamanda fahiş olan büyük günaha (zinaya) götürür. Gözünü haramdan korumaya gücü yetmeyen bir kimse, tenasül uzvunu korumaya da güç yetiremez demektir.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Haram bakıştan sakının! Çünkü haram bakış kalbe şehvet tohumunu eker. Fitne olarak bu durum yeter de artar bile!´

Said b. Cübeyr şöyle demiştir: "Hz. Davud için fitne, ancak haram bakıştan gelmişti ve bu sırra binaen Hz. Davud (a.s) şöyle dedi: ´Ey oğul! Arslan ve yılanların arkasından git de bir kadının arkasında yürüme!´ Hz. Yahya´ya (a.s) şöyle soruldu: ´Zinanın başlangıcı nedir?´ Cevap olarak ´Bakmak ve temenni etmektir!´ dedi".

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: "İblis der ki: ´O benim eski okumdur. O benim öyle bir okumdur ki onunla attığımda hedefi şaşırmam!´ İblis bununla ´haram bakış´ı kastediyor".
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Haram bakış, İblis´in oklarından zehirli bir oktur. Kim ALLAH´tan korkarak onu terkederse, ALLAH Teâlâ ona öyle bir iman verir ki o imanın tadını kalbinde hisseder...55

Ben kendimden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım.56

Dünya fitnesinden ve kadın fitnesinden sakının! Çünkü İsrail oğullarının fitnesinin başlangıcı kadınlar tarafındandı.57

ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur:

Mü´min erkeklere söyle: ´Gözlerini haram bakıştan kapatsınlar!´(Nûr/30)

Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her insanın zinadan nasibi vardır. Gözler zina ederler. Onların zinası bakıştır. Eller zina ederler. Onların zinası tutmaktır. Ayaklar zina ederler. Onların zinası (harama doğru) yürümektir. Ağız zina eder. Onun zinası öpmektir. Kalp himmet eder veya temennide bulunur. Tenasül organı ise ya kalbi tasdikler veya yalanlar.58

Ümmü Seleme şöyle anlatır: İki gözü kör olan İbn Ümmi Mektum (Abdullah b. Kays), Hz. Peygamber´in huzuruna gelmek için izin istedi. Beri ve Hz. Peygamber´in Meymune adlı zevcesi Hz. Peygamber´in yanında bulunuyorduk. Bunun üzerine Hz. Peygamber ikimize ´Perdenin arkasına çekiliniz!´ dedi. Hz. Peygamber´e ´İbn Ümmi Mektum´un gözleri kör değil mi?´ dedik. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Siz ikiniz onu görmüyor musunuz?59

Bu hadîs-i şerîf, kadınların, âmâ olan erkeklerle matem ve düğünlerde âdet olduğu gibi beraber oturmalarının câiz olmadığına delâlet eder. Bu bakımdan âmâ olan bir kimseye kadınlarla tenha bir yerde bulunmak haramdır. Kadına da âmâ ile oturmak, ihtiyaç olmaksızın ona bakmak haramdır. Kadınların erkeklerle konuşması ve erkeklere bakması sadece umumî ihtiyaç için câiz kılınmıştır. Bu bakımdan kişi gözünü kadından tutmaya muktedir ise de tüysüz çocuklardan tutmaya muktedir olmadığından dolayı evlenmek kendisi için daha iyidir. Çünkü tüysüz çocuklar için fitne daha yaygındır. Zira kişinin kalbi bir kadına meylederse, onunla evlenmek sûretiyle mübah bir şekilde ona ulaşabilir. Şehvet ile tüysüz çocuğun yüzüne bakmak ise haramdır. Hatta kalbi tüysüz çocuğun suretinin güzelliğiyle etkilenip; tüysüz çocuk ile sakallı arasında fark olduğunu idrak eden kimsenin tüysüz çocuğa bakması helâl değildir.

İtiraz: Her his sahibi, şüphesiz güzel ile çirkin arasındaki farkı idrak eder ve asr-ı saâdetten bu yana da tüysüz çocukların yüzleri açık bırakılmıştır.

Cevap: Ben ayırmaktan, sadece gözün ayırmasını kasdetmiyorum. Kişinin aradaki farkı idrak etmesi, yemyeşil ağaçla kupkuru ağaç, saf su ile bulanık su arasındaki farkı idrak etmesi gibi olmasını kastediyorum. Üzerinde çiçek ve yapraklar bulunan ağaç ile çiçekleri dökülen ağaç arasındaki farkı idrak etmeyi kastediyorum. Çünkü kişi bunların birisine, hem gözü, hem de tabiatiyle meyleder. Fakat bu meylediş, şehvetten uzak bir meyildir ve bunun için de kişi çiçeklere, güllere dokunup öpmek istemez. Saf suyu öpmeyi düşünmez. Güzel bir genç de böyledir. Bazen göz ona meyleder. Onunla çirkin bir yüz arasındaki farkı idrak eder. Fakat bu öyle bir farkediştir ki onda şehvet yoktur. Bu, nefsin yaklaşması, dokunması ve meyletmesiyle bilinir. Ne zaman bu meyil kişinin kalbinde bulunursa ve kişi güzel yüz, güzel bitkiler, nakışlı elbiseler ve süslü tavanlar arasındaki farkı idrak ederse, kişinin o yüze bakması şehvet bakışıdır ve haramdır. İşte bu husus, halkın gevşeklik gösterdiği bir husustur. Bu gevşeklik, halkı bilmedikleri tehlikelere sürükler.

Âriflerden biri şöyle demiştir: ´Ben ibâdet eden bir genç için yırtıcı bir canavarın, o gencin yanında oturan tüysüz bir çocuktan daha tehlikeli olduğunu sanmıyorum´.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi, ayaklarının parmaklarından ikisiyle şehveti irade ederek bir tüysüz çocukla oynarsa bu yaptığı livata sayılır!´

Selefin birinden rivayet ediliyor ki şöyle demiştir: ´Bu ümmette üç çeşit lûtî olacaktır: Birincisi bakar. İkincisi el sıkar. Üçüncüsü de bu işi fiilen yapar!´

Durum bu iken, o halde yeni yetişen tüysüzlere bakmanın âfeti büyüktür. Bu bakımdan mürid, gözünü kapatmaktan, fikrini kontrol altına almaktan âciz olduğu zaman, kendisi için güzel olan, evlenmek sûretiyle şehveti kırmaktır. Zira bazı nefisler vardır ki onun şehveti aç bırakmakla kırılmaz.

Biri şöyle anlatıyor: "Benim şehvetim, güç yetiremiyeceğim derecede bana galebe çaldı. Bu esnada ben çokça ALLAH´a yalvardım. Rüyamda bir şahıs göründü, bana ´Sen neden böyle sızlanıyorsun?´dedi. Ona durumumu anlattım. ´Bana doğru gel!´ dedi. Ona doğru gittim. Elini göğsümün üzerine koydu. O elin serinliğini ciğerimin ortasında ve bütün bedenimde hissettim. Sabahladığım zaman bendeki şehvet kayboldu. Bir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra şehvet tekrar geldi. Yine ALLAH´a yalvardım. Rüyamda bir şahıs bana geldi ve dedi ki: ´Sendeki şehvetin gitmesini, buna karşılık senin boynunu vurmamı ister misin?´ Ben ´Evet! İsterim!´ dedim. Bunun üzerine bana ´O halde boynunu uzat!´ dedi. Ben de boynumu uzattım. O şahıs, nûrdan yapılmış bir kılıcı kınından çekti ve onunla boynumu vurdu. Sabahladığımda o şehvet benden gitmişti. Bir sene şehvetten uzak kaldım. Sonra o şehvet veya ondan daha şiddetlisi tekrar geldi. Bu sefer rüyamda bir şahıs kaburgamla göğsümün arasında durup bana hitap ederek şöyle diyordu: ´ALLAH senden razı olsun! ALLAH´ın kaldırılmasını sevmediği bir şeyi kaldırmak için ALLAH´a daha ne kadar yalvaracaksın´. Bunun üzerine evlendim, şehvet de kesildi ve çocuğum da oldu!"

Mürid, evlenmeye muhtaç olduğu zaman, evlenirken ve evliliğin devamında müridliğin şartını terketmemelidir. Nikâhın başlangıcında güzel niyetle, devamında ise güzel ahlâk, yaşantının düzelmesi ve kadının haklarını yerine getirmekle müridliğin şartını terketmiş olmaz. Nitekim biz bunları Nikâh Adabı bölümünde tafsilatlı bir şekilde zikretmiştik. Onu tekrar etmekle kitabı uzatmayacağız. İradenin doğruluğunun alâmeti, fakir ve dindar bir kadınla evlenmek, zengin kadın aramamaktır. Adamın biri şöyle demiştir: "Zengin kadınla evlenen bir kimse beş zorluk ile karşılaşır:
1.Mehrinin çok olması

2.Zifafın geciktirilmesi

3.Kadının kocasına hizmet etmekten kaçınması

4.Nafakanın çokluğu

5.Kişi zengin kadını boşamak istediği zaman, kadının malının elinden gitmesinden korkarak bunu yapamaz. Fakir kadının durumu ise, bunun tam aksinedir".

Yine adamın biri şöyle demiştir: "Kadının dört yönden erkekten daha düşük olması uygundur, aksi takdirde kadın erkeği hakir görür. Bu dört şey şunlardır:

1.Yaşça erkekten küçük, olmalı

2.Boyca erkekten kısa olmalı

3.Malca erkekten fakir olmalı

4.Nesebce erkekten düşük olmalıdır.

Dört hasletle de erkekten üstün olması uygundur:

1.Güzellikte erkekten daha üstün olmalı

2.Terbiye açısından erkekten daha ilerde olmalı

3.Takvâda erkekten daha ilerde olmalı

4.Ahlâkça da erkekten daha üstün olmalıdır´"1.

Evliliğin devamında niyetin doğruluğunun alâmeti ahlâktır. Müridlerden biri bir kadınla evlendi. Kadına o kadar hizmet etti ki kadın utanıp kocasını babasına şikayet ederek şöyle dedi: ´Ben bu kişi hakkında hayrete düşüyorum. Senelerden beri evindeyim. Tuvalete gittiğimde mutlaka benden önce suyu tuvalete götürüp bırakıyor´.

Bir kimse güzel bir kadınla evlendi. Zifaf yaklaştığı zaman kadın çiçek hastalığına tutuldu. Kadının ailesi bundan dolayı pek mahzun oldular. Kocasının kendisini çirkin göreceğinden korktular. Bunun üzerine adam onlara gözünün ağrıdığını, sonra da gözünün kör olduğunu bildirdi. Böylece zifafa girdi ve onların üzüntüsü de gitti. O kadın, bu kocasının yanında yirmi sene kaldı, sonra vefat etti. Adam yirmi sene kapadığı gözünü açtı. Kendisine ´Neden yirmi seneden beri bu zahmete katlandın?´ denildiğinde şu cevabı verdi: ´Hanımımın ailesi üzülmesin diye bunu yaptım´. Kendisine ´Bu ahlâkınla sen, arkadaşlarını geçtin!´ dediler.

Sûfîlerden biri kötü huylu bir kadınla evlendi. Kadının her türlü eziyetine sabrediyordu. Kendisine ´Neden bu kadını bozamıyorsun?´ denildi. Cevap olarak ´Onun eziyetlerine dayanamayacak birinin onu alarak zahmet çekmesinden korktuğum için onu boşamıyorum´ dedi.
Eğer mürîd evlenirse, işte böyle olması uygundur. Eğer evlenmeyi terketmeye gücü yeterse, evlenmemek daha evlâdır. Fakat nikâhın faziletiyle, ahiret yolunun seyr u sülûkünü bir arada tutmaya imkânı olmadığını ve evlenmenin, kendisini bu durumdan alıkoyacağını anlarsa bekâr kalması daha iyidir.

Rivayet ediliyor ki Muhammed b. Süleyman el-Hâşimî´nin günlük geliri seksen bin dirhemdi. Bu zat Basra halkına ve âlimlerine evlenmek hususunda bir mektup yazdı. Bütün Basralılar, Rabiat´ul-Adevîye´nin uygun olduğuna karar verdiler. Bunun üzerine Muhammed, Rabia Hâtun´a şu mektubu yazdı:

Rahman ve Rahim olan ALLAH´ın ismiyle başlarım!
ALLAH Teâlâ beni dünya kazancından günde seksen bin dirhem gelire sahip kılmıştır. Pek fazla bir zaman geçmeden ben onu yüzbine çıkarırım. Ben bu servetin bir mislini sana vereceğim. Bu bakımdan bana evlenmek hususunda müsbet cevap ver!

Râbia Hâtun cevap olarak kendisine şu mektubu yazdı: Rahman ve Rahim olan ALLAH´ın ismiyle başlarım.

Dünya hususundaki zâhidlik, kalbin ve bedenin rahatıdır. Dünyaya rağbet göstermek, üzüntü ve gam getirir. Sana bu mektubum geldiği zaman, sen azığını hazırla, âhiret için gönder. Kendi kendinin vasîsi ol. Başkalarını mirasını taksim etmek için vasî yapma! Devamlı oruç tut! İftarın ölüm olsun! Bana gelince, eğer ALLAH Teâlâ bana, sana verdiğinin birkaç mislini ve birkaç katını verse bile, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa ALLAH´tan başka birşey ile meşgul olmak bana zor gelir.

Râbia Hâtunun bu sözü insanı ALLAH´tan başka şeyle meşgul eden her şeyin noksanlık olduğuna işarettir. Bu bakımdan mürid, haline ve kalbine bakmalıdır. Eğer halinin ve kalbinin bekarlıkta daha güzel olacağını anlarsa, bekarlık kendisi için daha yaklaştırıcıdır. Eğer bundan âciz olursa evlenmek daha iyidir.

Bu illet ve hastalığın ilâcı üç şeydir.

1.Açlık

2.Gözü haramdan korumak

3.Kalbi meşgul eden bir vazife ile uğraştırmak

Eğer bu üç tedavi şekli fayda vermezse, o zaman bu hastalığın kökünü kesen yegana ilâç evlenmektir ve bu sırra binaen selef erken evlenir ve kızlarını da erken evlendirirlerdi .

Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: "İblis herhangi bir kimseden ümitsiz olduğu zaman, muhakkak kadın1ar kanalı1a ona yaklaşmak ister´.

Yine Said, seksen dört yaşında iken ve bir gözü kör olduğu, diğer gözü de geceleyin görmediği halde şöyle demiştir: ´Bence şehvet yönünden kadınlardan daha korkunç birşey yoktur!´

Abdullah b. Ebu Veda´dan şöyle rivayet edilir: "Ben Said b. Müseyyeb´in sohbetine katılırdım. Bir müddet yanına gelmedim. Kendisine geldiğim zaman ´Sen neredeydin?´ diye sordu. ´Ailem vefat etti. Onunla meşguldüm!´ dedim. Said ´Neden bize haber vermedin ki biz onun cenazesine iştirak ederdik´ dedi. Sonra kalkmak istedim. Bana ´Sen herhangi bir kadından söz aldın mı?´ dedi. Ben ona ´ALLAH senden razı olsun! Kim bana kız verir. Ben iki veya üç dirhem paraya sahibim!´ dedim. Said ´Ben veriyorum!´ dedi. Ben ´Sen mi kızını bana veriyorsun?´ dedim. Said ´Evet´ dedi. Hemen ALLAH´a hamdetti. Hz. Peygamber´e salât ve selâm okudu ve kızını iki veya üç dirhem mehir karşılığı bana nikahladı. Ben sevincimden ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette ayağa kalktım. Evime gittim. Parayı kimden alayım ve kime borç edeyim diye düşündüm. Sonra akşam namazını kılarak evime döndüm, çırayı yaktım. Orucumu açmak için akşam yemeğini getirdim. Yemeğim de ekmekle zeytindi. Birden kapı vuruldu. Ben ´Kimdir kapıyı çalan?´ dedim. Çalan ´Said´dir´ dedi. Ben Müseyyeb´in oğlu Said hariç, ismi Said olan herkesi kalbimden geçirdim. Çünkü Müseyyeb´in oğlu Said, kırk seneden beri evi ile mescidin arasından başka bir yeri görmüş değildi. Kapıya çıkınca Said b. Müseyyeb´i gördüm. Kızı hakkında aklına birşey geldi de onu bana söylemek için geldiğini zannettim. ´Ya Ebu Muhammed! Keşke sen bana haber verseydin de ben sana gelseydim´ dedim. Said ´Hayır! Ben sana gelmeye daha müstehakım!´ dedi. Ben ´O halde emrin nedir?1 diye sorunca, Said ´Sen yeni evlenmiş bir kimsesin. Ben senin bu gece tek başına sabahlamanı çirkin gördüm. İşte senin hanımın!´ dedi. Baktım ki kızı arkasında ayakta duruyor. Sonra kızın elini tuttu. Kızı kapıdan içeri itti ve kapıyı kapattı. Kız hayâ ve utangaçlıktan yere düştü. Ben de kapıya tutundum. Sonra içinde ekmekle zeytin bulunan çömleğe gittim. Kız onu görmesin diye çıranın gölgesinde gizledim. Sonra evin damına çıktım. Komşulara taş atarak haber verdim. Bana gelerek ´ne oldu?´ diye sordular. Onlara ´ALLAH sizden razı olsun! Said b. Müseyyeb kızını bugün benimle evlendirdi ve benim haberim olmaksızın bu gece getirdi!´ dedim. Onlar Said mi sana kızını verdi?´ dediler. Ben´Evet!´ dedim. Onlar ´Kız evde mi?´ dediler. Ben ´Evet!´ dedim. Komşular kızın yanına iniverdi. Haber anneme gitti. Annem gelip ´Ben kızı hazırlayıncaya dek kıza dokunursan yüzüm senin yüzüne haram olsun´ dedi. Üç gün sonra zifafa girdik. Baktım ki kız, bir kadın güzelidir. ALLAH´ın Kitabı´nı herkesten daha güzel hıfzetmiş, Hz. Peygamber´in sünnetini herkesten daha iyi bilir, kocanın hakkını herkesten daha iyi anlar bir kadındı. Bir ay ne ben Said´e gittim ne de o bana geldi. Bir aydan sonra ona gittim. Ders halkasındaydı. Ona selâm verdim. Selâmımın karşılığını verdi. Halk dağılıp gidinceye kadar benimle konuşmadı. Sonra bana ´O kimsenin (kızını kastediyor) hâli nedir?´ diye sordu. Ben cevap olarak ´Ey Ebu Muhammed! Hayırlıdır; dostu sevindirecek ve düşmanı kızdıracak bir durum üzeredir´ dedim. Said bana ´Eğer onun herhangi bir şeyi seni şüphelendirme, bastona yapış!´ dedi. Ben evime döndüm. Said bana yirmi dirhem gönderdi".

Abdullah b. Süleyman şöyle anlatıyor: ´Said b. Müseyyeb´in bu kızını Abdülmelik b. Mervan, oğlu Velid´i veliahd yaptığı zaman istedi. Fakat Said, kızını Velid´e vermedi. Abdülmelik o günden sonra Said´in aleyhinde bir fırsat kolluyordu. Hatta soğuk bir günde Said´e yüz sopa vurdurup başına bir testi su döktü ve kendisine ceza olarak yünden yapılmış bir cübbe giydirdi´. İşte ey okuyucu! Said´in o gece zifaf hususunda acele etmesi, şehvet felaketinin ne olduğunu sana bildirmekte ve dinde şehvet ateşini evlenmekle söndürmenin vâcib oluşunu sana haber vermektedir. ALLAH ondan razı olsun ve onu rahmetine kavuştursun!

52) Nikâh bölümünde geçmişti
53)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
54)Namaz bölümünde geçmişti.
55)Nikâh bölümünde geçmişti.
56)Buhârî, Müslim
57)Müslim
58)Buhârî, Müslim
59)Ebu Dâvud, Nesâî,Tirmizi
 
Alt 01-25-2009, 17:54   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Göz ile Tenasül Uzvunun Şehvetine Muhalefet Eden Kimselerin Fazileti

İnsan için bu şehvet, şehvetlerin en zorlusudur. Heyecan anında akla en fazla karşı çıkan bu şehvettir. Ancak neticesi çok çirkindir ve insan onun açığa çıkmasından utanır ve onu yapmaktan korkar. İnsanların çoğunun o şehvetin isteğinden kaçınması ya acizliğinden, ya korktuğundan, ya utandığından veya bedenini koruduğundandır. Bu sebeplerin hiçbirisinde sevap yoktur. Çünkü böyle yapmak, nefsin isteklerinden birini diğerine tercih etmek demektir. Evet! Güç yetirememek de ismet ve korunmaktandır. Bu bakımdan bu engellerde bir fayda vardır. O da günahın defi ve ber taraf edilmesidir. Çünkü zinayı terkeden bir kimseden -hangi sebeple terkederse etsin- zinanın günahı düşer. Ancak fazilet ve büyük sevap, zinaya gücü yettiği, engeller ortadan kalktığı ve sebepler kolaylaştığı halde terketmektedir. Şehvetin -bütün imkânlar bulunduğu halde- sırf ALLAH rızası için terkedilmesi daha da üstün olur, Bu derece sıddîkların derecesidir ve bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kim (nikâhı kendisine helâl olana) aşık olursa, iffetine bürünüp aşkını gizler ve dolayısıyla ölürse, o şehiddir.60

Hz. Peygamber ´Yedi. sınıf vardır: Kıyamet gününde ALLAH´ın arşının gölgesinden başka gölge olmadığı günde ALLAH Teâlâ onları arşının gölgesinden gölgelendirir´61 buyurarak bu yedi sınıftan biri olarak da, güzel ve soylu bir kadın tarafından zinaya davet edilen ve bu davete karşılık ´Ben âlemlerin rabbi olan ALLAH´tan korkarım´ diyen kişiyi saymıştır. Hz. Yusuf (a.s) kıssası, kudreti olmasına ve Zeliha´nın davetine rağmen zinadan kaçınması çok meşhurdur. ALLAH Teâlâ, bu durumundan dolayı Kur´an´da Hz. Yusuf´u övmektedir. Hz. Yusuf (a.s) bu büyük şehvet hususunda şeytanla mücahede etmekte muvaffak olan herkesin önderi ve imamıdır.

Rivayet ediliyor ki Süleyman b. Yesar62 yüz bakımından insan güzeliydi. Bir kadın onun yanına gelerek kendisini cinsî münasebete davet etti. O da bu davete icabet etmekten kaçındı. Evinden çıkıp kaçtı ve kadını içerde bıraktı. Süleyman diyor ki: "O gece rüyamda Hz. Yusuf´u (a.s) gördüm. Sanki ben ona ´Sen Yusuf musun?´ diye soruyordum. O da ´Evet! Ben o Yusuf´um ki Zeliha´ya niyetlendim. Sen de o Süleyman´sın ki seni davet eden kadına meyletmedin´ dedi".63 Hz. Yusuf, bu sözüyle şu ayete işaret etmiştir.

Andolsun kadın onu arzu etmişti. Eğer rabbinin burhânını görmemiş olsaydı, o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24)

Yine Süleyman, Medine´den hacca gitmek üzere yola çıktı. Beraberinde bir arkadaşı vardı. Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ veya Iva denilen yerde konakladılar. Süleyman´ın arkadaşı kalkıp yemek sofrasını aldı, bir şeyler satın almak için pazara gitti. Süleyman ise çadırda oturdu. Süleyman, erkek güzeli ve çok muttakî bir kimseydi. Dağın başından bedevî bir kadın Süleyman´ı gördü. Dağdan inip çadırının yanına geldi. Çadırın önünde durdu. Yüzü peçeli, elleri eldivenli idi. Yüzünden peçeyi kaldırdı. Sanki ay parçasıydı. Süleyman´a ´Beni rahata kavuştur!´ dedi. Süleyman, kadının yemek istediğini zannetti. Sofralarından arta kalan yemeklere doğru gidip kadına vermek istedi. Kadın ´Hayır! Ben bunu istemiyorum. Ben erkeğin karısıyla yaptığı şeyi istiyorum!´ dedi. Süleyman, kadına ´Seni İblis süsleyip bana göndermiştir´ dedi. Sonra başını dizlerinin arasına eğerek hüngür hüngür ağladı. O, bu şekilde ağlayınca kadın peçesini kapattı ve dönüp gitti. Süleyman´ın arkadaşı pazardan geldi. Süleyman´ın ağlamaktan gözlerinin şiştiğini ve sesinin kısıldığını gördü ve ´Seni ağlatan nedir?´ diye sordu. Süleyman ´Hiçbir şey... Küçük kızımı hatırladım da..´ dedi. Arkadaşı ´Hayır! Yemin ederim ki öyle değildir. Senin başından bir hâdise geçmiş. Çünkü sen kızından üç gün önce ayrıldın´ dedi. Böylece, Süleyman´dan hâdiseyi öğreninceye kadar ısrar etti. Bu sefer arkadaşı sofrayı yere bırakıp şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı. Süleyman, arkadaşına ´Peki! Sen niçin ağlıyorsun?´ dedi. Arkadaşı ´Ben ağlamaya daha müstehakım. Çünkü ben senin yerinde olsaydım, o kadına karşı belki de sabretmezdim´ dedi. Bu sefer ikisi beraber ağlamaya devam ettiler. Süleyman Mekke´ye uğradığı zaman Safa ile Merve arasında say etti. Kâbe´ye ziyarette bulundu. Sonra Hicr-i İsmail´e gelerek elbisesi ile örtündü. Bu arada uykusu gelerek uyudu. Rüyasında parlak yüzlü, güzel işaretli ve güzel bir zat gördü. Süleyman ona şöyle sordu:

-Sen kimsin? Yoksa sen Sıddîk olan Yusuf musun?

-Evet! Ben Yusuf um!

-Seninle Aziz´in hanımı arasında geçen olay çok müthiş!

-Senin Ehvâ´daki kadınla olan durumun daha müthiş!Abdullah b. Ömer Hz. Peygamber´den şöyle rivayet ediyor:

Sizden önceki ümmetlerden üç kişi yola çıktı.: Akşam olunca bir mağaraya girdiler. O arada dağdan bir taş koparak mağaranın kapısına gelip kapattı. Onlar aralarında şöyle konuştular: ´Bizi bu taştan, ALLAH´ı sâlih amellerimizle çağırmamız kurtarabilir!´ Bunun üzerine içlerinden birisi "Ey ALLAHım! Sen biliyorsun ki benim ihtiyar bir annem ile ihtiyar bir babam vardı. Ben onlardan önce ne zevceme, ne de kölelerime yedirip içirmezdim. Birgün odun peşinde koşarak geciktim. Akşam dönünce onları uyur buldum. Onlar için akşam sütlerini sağıp getirdim. Uykuya daldıklarını görünce, onlardan önce aile efradıma ve kölelerime yedirip-içirmek istemedim. Süt kabı elimde olduğu halde fecr doğuncaya kadar onların uyanmasını bekledim. Çocuklarım, açlıktan ağlaşmakta idiler. Onların ikisi uyandılar ve sütlerini içtiler. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin hatırın için yapmışsam bu taştan dolayı içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua etti. Bu duadan sonra taş mağranın kapısından biraz uzaklaştı. Fakat o yarıktan çıkamazlardı. Bir diğeri "Ey ALLAHım! sen biliyorsun ki benim amcamın bir kızı vardı. Benim nezdimde insanların en sevimlisiydi. Onunla gayr-i meşrû yaşamak istedim. O bundan kaçındı. Bir müddet sonra, kıtlık senelerinden biri gelip çattı. O bana gelerek yardım istedi. Ben de yüz yirmi dinar karşılığında nefsini bana teslim etmek şartıyla vermek istedim. O da bu şarta razı oldu. Onunla cinsî ilişki kuracağım zaman bana dedi ki: ´ALLAH´tan kork! Mührü ancak hakkıyla boz (nikâh etmek sûretiyle yaklaş)´. Bu söz üzerine onunla cinsî münasebette bulunmaktan sakındım ve kendisinden uzaklaştım. Oysa, o benim nezdimde insanların en sevimlisiydi ve vermiş olduğum altınları da ondan geri almadım. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin vech-i kerîmin için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider" diye dua etti. Bu dua üzerine taş biraz daha öteye kaydı. Ancak onlar açılan delikten yine çıkamıyorlardı. Bu sefer üçüncüsü şöyle dua etti: "Ey ALLAHım! Ben ücretle amele çalıştırır ve onların ücretlerini verirdim. Ancak bir kişi payına düşen ücreti bırakıp gitti. Ben onun parasını çalıştırdım. Sonunda o ücretten mallar çoğaldı. O bir zaman sonra bana geldi ve dedi ki: ´Ey ALLAH´ın kulu! Benim ücretimi ver!´ Ben ona ´Senin gördüğün herşey, deve, sığır, koyun, köle senin ücretinden meydana geldi, hepsini al, götür´ dedim. O bana ´Ey ALLAH´ın kulu! Sen benimle alay mı ediyorsun?´ dedi. Ben "Hayır! Seninle alay etmiyorum. Al!

Gördüğün mallar senindir´ dedim, Bu söz üzerine malları sürdü ve hepsini alıp hiçbir şey bırakmaksızın götürdü. Ey ALLAHım! Eğer ben bunu senin vechin (rızân) için yaptımsa içerisinde bulunduğumuz sıkıntıyı bizden gider!7´ Bu dua akabinde taş tamamen uzaklaştı ve onlar çıkıp gittiler.64

İşte bu, şehvetlerinin isteğini yerine getirme gücünde olduğu halde iffete bürünüp şehvete dalmayan kimselerin faziletidir. Göz şehvetinin isteğini yerine getirmeye imkânı olduğu halde, gözünü haramdan koruyan bir kimse de buna yakındır. Çünkü harama bakma, zinanın başlangıcıdır. Gözün muhafazası mühimdir. Hafif sayıldığından ve korkusu pek büyük kabul edilmediğinden dolayı korunması pek çetindir. Oysa âfetlerin tamamı gözden kaynaklanır. Birinci bakış kasten yapılmazsa, kişi ondan sorumlu tutulmaz. Tekrar tekrar bakmaya gelince, kişi ondan ötürü hesaba çekilir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.

Birinci bakış senin lehinde, ikinci bakış ise aleyhindedir.65

Ebu Nasr Ulâ b. Zeyyad 63 şöyle demiştir: ´Gözünü kadının el-bisesine dikip arkasından bakma! Çünkü nazar, kalbe şehvet tohumunu eker´. Bakışında, gözü kadın ve tüysüz çocuklara ilişmeyen çok az insan vardır. İnsan gördüğünün güzelliğini düşündükçe tekrar tekrar bakmayı ister. İşte böyle bir anda insan nefsine şöyle demelidir: ´Tekrar tekrar bakman, cehâletin tâ kendisidir´. Çünkü tekrar tekrar bakıp güzel olduğunu anlarsan şehvetin kabarır. Fakat birşey de yapamazsın, hasretini çekip üzülmekten başka elinde birşey kalmaz. Eğer hoşuna gitmez, çirkin gelirse zevk almaz, güzel görmek için bakarken çirkin gördüğün için canın sıkılır. Bu bakımdan iki durumda da günah, elem ve hasret çekmekten kurtulamazsın. Ne zaman ki gözünü haram bakıştan korursan, kalbinden âfetlerin çoğu silinir. Harama baktığı halde kişinin kendisini koruması, büyük bir güçle mümkün olabilir.

Ebubekir b. Abdullah Müzenî´den şöyle rivayet ediliyor: "Bir kasap komşularından birinin kızına tutuldu. Kızın ailesi, ihtiyaç dolayısıyla kızı başka bir köye gönderdi. Kasap arkasından giderek yolda kızla cinsî ilişkide bulunmak istedi. Kız, kasaba ´Bunu yapma! Çünkü ben, senin bana aşık olmandan daha çok sana aşığım. Fakat buna rağmen ALLAH´tan korkuyorum´ dedi. Kasap ´Sen ALLAH´tan korkuyorsun da ben mi korkmuyorum?´ diyerek geri döndü. Yolda gelirken ölüm derecesinde susadı. O arada İsrail peygamberlerinden birisinin elçisine rastladı. Elçi kendisine ´Neden böyle oldun?´ diye sordu. Kasap ´Susuzluk beni bu hale koydu´ dedi. Elçi ´Gel ALLAH´a dua edelim de köye varıncaya kadar bize bir bulutla gölgelik yapsın!´ dedi. Kasap ´Benim sâlih bir amelim yok ki ALLAH´a dua edeyim! Bu bakımdan sen dua et!´ dedi. Elçi ´Ben dua edeyim, sen de âmin de´ dedi. Bunun üzerine elçi dua etti, kasap da âmin dedi ve böylece köye varıncaya kadar bir bulut kendilerini gölgelendirdi. Köye vardıkları zaman, kasap yerine giderken bulut onunla beraber kaydı. Elçi ´Hani sen benim sâlih bir amelim yok diyordun? Dua eden ben, âmin diyen sendin. Dolayısıyla bulut bizi gölgelendirdi. Şimdi seninle gelmektedir. Mutlaka bana durumunu haber vereceksin´ dedi. Bunun üzerine kasap başından geçeni elçiye anlattı. Elçi "Tevbe eden bir kimse, ALLAH nezdinde öyle bir mertebededir ki hiç kimse oraya varamaz´ dedi".

Ahmed b. Said el-Âbid babasından şöyle rivayet ediyor: "Kûfe´de bizim yanımızda ibâdet eden bir genç bulunuyordu. Bu genç cum´a namazı kılınan mescidden çıkmıyordu. Neredeyse mescidi terketmez hale gelmişti. Güzel yüzlü, boyu bosu yerinde, güzel ahlâklıydı. Güzel ve akıllı bir kadın ona aşık oldu. Bu aşk uzun bir zaman devam etti. Birgün kadın bu gencin yolu üzerinde durdu. Genç camiye gitmek istiyordu. Kadın ona ´Ey genç! Seninle konuşmak istiyorum. Sonra istediğini yap!´ dedi. Buna rağmen genç, kadını dinlemeden ve onunla konuşmadan yoluna devam etti. Sonra kadın yine evine gitmek isteyen gencin önüne çıktı ve ona ´Ey genç! Seninle konuşmak istediğim birkaç kelimeyi benden dinle!´ dedi. Genç, başını eğerek bir müddet düşündü ve ´Bu durum itham edilme durumudur. Ben ise töhmete fırsat vermek istemiyorum´ dedi. Kadın, gence şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim, ben senin durumunu bilmiyor değilim. Âbid kimselerin böyle bir durumu benden görmelerinden ALLAH´a sığınıyorum. Siz âbidlerin billûr gibi olup leke kabul etmeyeceğini bilirim. Sana söyleyeceklerimin hulâsası şudur; Bütün azalarım seninle meşguldür. Benim ve senin işinde ALLAH´tan kork!´ Genç, evine gitti. Namaz kılmak istedi. Fakat nasıl namaz kılacağını bilemedi. Bunun üzerine eline bir kâğıt aldı ve yazdı. Sonra evinden çıktı. Baktı ki kadın hâlâ yerinde durmaktadır. Mektubu kadının yanına attı ve evine döndü. Mektupta şunlar yazılıydı:

Rahman ve Rahîm olan ALLAH´ın ismiyle başlarım! Ey kadın! ALLAH Teâlâ, kulu kendisine ilk isyan ettiği zaman halîm olur. Kulu ikinci defa günaha döndüğü zaman, kulunun kusurunu örter. Kul, günahın elbisesini tamamen giydiği zaman, ALLAH Teâlâ nefsi için öyle bir şekilde gazaba gelir ki O´nuı gazabından gökler, yer, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar korkarlar. ALLAH´ın gazabına kim güç yetirebilir? Eğer benim söylediklerim bâtıl ise, ben sana öyle bir günü hatırlatıyorum ki gök o günde eritilmiş kurşun gibi, dağlar o günde atılmış pamuk gibi olur. Azim ve Cebbâr olan ALLAH´ın savleti önünde ümmetler diz çökerler. Yemin ederim ki nefsimi ıslah etmekten zayıf düştüm. Nerede kaldı başkasını ıslah edeyim. Eğer benim söylediklerim hak ise (ki haktır) ben sana bir hidayet doktoru göstereyim ki o doktor, hasta eden yaraları ve göz kamaştıran acıları tedavi eder..O doktor, âlemlerin rabbi olan ALLAH´tır. Doğru istemek sûretiyle ALLAH´a yönel! Benden sana fayda yok. Çünkü ben ALLAH Teâlâ´nın şu âyetiyle meşgulüm.

Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira (o gün) yürekler (korkudan âdeta yerinden sökülüp) gırtlaklara dayanmıştır; yutkunur dururlar. Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir aracıları yoktur. (ALLAH) gözlerin hâin bakışını da, kalplerin gizlediğini de bilir.
(Mü´min/18-19)

Acaba bu ayet-i celîlenin ifade ettiği hakikatlerden nereye kaçılır?

Birkaç gün sonra kadın tekrar geldi, yolun üzerinde durdu. Genç, kadını uzaktan görünce onu görmemek için evine dönmek istedi. Kadın ona ´Ey genç Geri dönme! Artık bugünden sonra dünyada karşılaşmayacağız. Karşılaşmamız yarın ALLAH´ın huzurunda olacaktır´ dedikten sonra şiddetli bir şekilde ağladı ve devamla ´Senin kalbinin anahtarı elinde bulunan ALLAH´tan, çetin olan işimi kolaylaştırmasını talep ediyorum´ dedi. Sonra kadın, gencin arkasından gelerek ´Bana her an gözönünde bulunduracağım ve amel edeceğim bir öğüt ver´ dedi. Genç, kadına şöyle dedi: Sana, nefsinin şerrinden nefsini korumayı tavsiye eder ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesini hatırlatırım:

O´dur ki sizleri geceleri uyutarak ölü gibi yapıyor. Gündüz de yaptığınız işleri biliyor. Sonra takdir edilen ömür tamamlansın diye sizi gündüz uyandırıyor. Nihayet dönüşünüz O´nadır. Sonra O, dünyada yapmış olduğunuz işleri size haber verecektir.(En´âm/60)

Kadın başını eğerek ilk ağlayışından daha şiddetli bir şekilde ağladı. Sonra başını kaldırıp evine çekilerek, ibâdete başladı. Aşk ateşi içinde ölünceye kadar ibâdetten ayrılmadı. Bu genç, kadının ölümünden sonra kadını anar ve ağlardı. Kendisine ´Neden ağlıyorsun? Oysa sen kadını kendi nefsinden ümitsiz ettin!´ denildiği zaman ´Ben onun isteğini işin başında kestim. Ondan ayrılmayı, ALLAH nezdinde kendime azık edindim ve ALLAH´tan, O´nun nezdine azık olarak gönderdiğim birşeyi geri almaya utandım!´ dedi".

ALLAH´ın hamdi ve keremiyle bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından -inşaALLAH- Kitabu Âfât´il-Lisan (Dilin Âfetleri) adlı bölüm gelecektir.
Evvelde ve âhirde, zahirde ve bâtında hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH´ın salât ve selâmı, efendimiz ve insanların en hayırlısı Hz. Muhammed´in ve yerde ve göklerde bulunan seçkin kulların üzerine olsun! Yâ rabbî! Onlara çokça salât ve selâm eyle!
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı