|
|
|
|
#1 |
|
Dünyanın Zemmi
Dünyanın zemmi hakkında vârid olan ayetler ve misaller pek çoktur. Kur´an´ın birçok ayeti bu hususu belirtmektedir. İnsanları dünyadan döndürmeye ve ahirete yöneltmeye çağırmaktadır. Hatta peygamberlerin, maksadları odur; onlar ancak bu nedenle gönderilmişlerdir. Bu bakımdan bu husus açık olduğundan Kur´an´ın ayetleriyle delil getirmeye gerek görmüyoruz. Biz bu hususta vârid olan bir kısım haberleri zikredeceğiz. Hadîsler Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber (s.a) ölü bir koyun leşinin yanından geçerken şöyle buyurmuştur: Siz şu leşi, ehlinin gözünde kıymetsiz olarak mı görüyorsunuz? -Zaten kıymetsizliğinden dolayı sahipleri onu mezbeleliğe atmış!... -Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim ki dünya ALLAH nezdinde, şu leşin sahipleri nezdinde kıymetsiz olduğundan daha kıymetsizdir. Eğer dünya ALLAH katında bir sivrisineğin kanadına eşit olsaydı ALLAH Teâlâ o dünyadan hiçbir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.1 Dünya mü´minin zindanı, kâfirin cennetidir.2 Dünya mel´undur.3 Dünyadan ALLAH için olan şeyler hariç, her ne varsa hepsi lanete uğramıştır.4 Ebu Musa el-Eş´arî, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kim dünyasını severse âhiretine zarar verir Kim âhiretini severse dünyasına zarar verir. Bu bakımdan siz daimi kalıcı olanı geçiciye tercih ediniz.5 Dünya sevgisi her yanlışlığın temeli ve başıdır.6 Zeyd b. Erkam der ki: Biz Ebubekir Sıddîk´la beraberken su istedi. Kendisine bal şerbeti getirildi. O şerbeti ağzına yaklaştırdığında yanındaki arkadaşlarını ağlatacak şekilde ağladı. Onlar sustukları halde o hâlâ susmamıştı. Sonra yeniden ağlamaya başladı. Hatta yanındakiler istediğini bulamadığı için ağlıyor sandılar. Sonra gözlerini sildi ve kendisine ´Ey Rasûlullah´ın halifesi! Seni ağlatan nedir?´ dediler. Hz. Ebubekir şöyle dedi: ´Ben Hz. Peygamber ile beraberdim. Baktım ki beraberinde hiç kimse olmadığı halde birşeyi kendisinden uzaklaştırıyor. Bunun üzerine ´Ey ALLAH´ın Rasûlü, uzaklaştırdığın nedir?´ diye sordum. Cevap olarak şöyle dedi: ´Şu dünyadır! Bana temessül etti. Ben ona ´Benden uzaklaş!´ dedim. Tekrar döndü ve dedi ki: ´Eğer sen yakanı benim elimden kurtarsan bile senden sonra gelenler yakasını elimden kurtaramaz´.7 Şu kimsenin durumuna hayret ediniz ki o kimse ebediyet evini tasdik ettiği halde aldatma evi için var kuvvetiyle koşar, çabalar.8 Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) bir mezbelelik üzerinde durdu ve şöyle buyurdu: ´Ey ashabım! Gelin dünyaya bakın!´ Bu esnada mezbelenin üzerinden çürümüş bir paçavrayı ve çürümüş bir kemiği eline aldı ve şöyle dedi: İşte bu dünyadır!´9 Hz. Peygamber´in bu sözü dünya ziynetinin bu paçavra gibi gelecek zamanda çürüyeceğine işarettir. O süs ve ziynet içerisinde görünen iskeletler çürümüş kemiklere dönüşecektir! Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Dünya tatlı ve yemyeşildir. ALLAH Teâlâ, sizi dünyada kendisine halife yapmıştır ki sizin nasıl hareket ettiğinizi görsün! Dünya İsrailoğulları için yayılıp döşendiğinde elbise, koku, kadın ve ziynetin içerisinde yollarını şaşırdılar! Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: Sakın dünyayı ilâh edinmeyin ki o da sizi köle edinmesin! İsraf edip zayi etmeyen bir kimseye hazinelerinizi emanet ediniz. Zira dünya hazinesinin sahibi için âfetten korkulur. ALLAH hazinesinin sahibi için ise âfet sözkonusu değildir. (İbn Ebî Dünya) Yine Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey Havârîler! Ben sizler için dünyayı yüzüstü yere yıkmış bulunuyorum. Bu bakımdan benden sonra onu canlandırmayınız! Zira dünyanın habasetinden biri de onun içinde ALLAH´a isyan edilmesidir. Başka bir habaseti de ahiret ancak onu terketmekle elde edilir. Dikkat ediniz! Dünyayı bir geçit edininiz! Onu ahiret gibi tamir etmeyiniz! Biliniz ki her hatanın kökü dünya sevgisidir. Çoğu zaman bir anlık şehvet uzun bir zaman üzüntüyü icap ettirir´. Yine şöyle demiştir: ´Dünya sizin için yayıldı. Siz onun sırtına oturdunuz! Sakın onun hakkında padişah ve kadınlar sizinle münazaaya girişmesinler. Padişahlara gelince, dünya için onlarla münazaa etmeyiniz. Siz onları dünyalarıyla başbaşa bıraktığınız müddetçe size dokunmazlar. Kadınlara gelince, oruç tutmak ve namaz kılmak suretiyle (şehvetlerinizi kırıp) onların şerrinden kaçınınız!´ Yine şöyle demiştir: ´Dünya hem talib, hem de matlubdur. Bu bakımdan dünya ahiret talibini arar ki o rızkını dünyada tam mânâsıyla alsın. Dünya talibini ise ahiret arar. Ta ki ölüm gelip onun yakasına yapışıncaya kadar´. Musa b.Yesar10 Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet etmektedir: ALLAH Teâlâ dünyadan daha değersiz birşey yaratmış değildir ve ALLAH Teâlâ dünyayı yarattığından beri ona şefkat nazarıyla bakmamıştır.11 Rivayet ediliyor ki, Hz. Süleyman, başucunda kuşlar gölge yaptıkları, sağında ve solunda insanlar ve cinler olduğu halde debdebesiyle ve haşmetiyle İsrailoğulları´ndan bir âbidin yanından geçti. O âbid Hz. Süleyman´a şöyle haykırdı: ´Ey Dâvud´un oğlu! Yemin olsun, ALLAH sana büyük bir mülk vermiştir´. Bu sözü işiten Hz. Süleyman (a.s) şu cevabı verdi: ´Muhakkak ki bir mü´minin sahifesine yazılan bir tek tesbih, Dâvud´un oğluna verilen dünyalıktan daha hayırlıdır. Zira Dâvud´un oğluna verilen dünyalık geçicidir. Tesbih ise bâkîdir´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Dünyanın bolluğu sizi ALLAH´a ibadetten meşgul etmiştir. Âdemoğlu durmadan ´malım, malım´ diye tepiniyor. Ey Ademoğlu! Acaba senin malından senin yiyip bitirdiğin, giyip eskittiğin veya sadaka verip ebediyyen defterine yazdırdığından başka birşey var mı?12 Dünya, evi olmayanın evidir. Malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan bir kimse dünyayı toplar. İlmi olmayan bir kimse dünya için başkasına düşmanlık güder. Fıkhı olmayan bir kimse dünya için başkasına hased eder. Yakîni olmayan bir kimse durmadan dünya için çaba sarfeder.13 Kim himmetinin en büyüğü dünya olduğu halde sabahlarsa, onun hiç bir şeyde ALLAH ile alâkası yoktur ve ALLAH Teâlâ onun kalbine dört şey sokar: 1.Bir üzüntü ki ebediyyen ondan ayrılamaz. 2.Bir meşguliyet ki ebediyyen ondan kurtulamaz. 3.Bir fakirlik ki ebediyyen onun zenginliğine varamaz. 4.Bir amel ki ebediyyen onun sonuna varamaz.14 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet etmektedir: ´Ey Ebu Hureyre! Sana dünyanın tamamını, içindekilerle beraber göstereyim mi?´ Ben ´Evet ey ALLAH´ın Rasûlü!´ dedim. Bunun üzerine elimden tuttu ve beni Medine´nin derelerinden birine götürdü. Baktım ki bir mezbelelik... O mezbelelikte insanların kafatasları, pislikleri, paçavra ve kemikleri vardı. Sonra bana şöyle dedi: Ey Ebu Hüreyre! Şu kafa tasları sizin harisliğiniz gibi (dünyaya karşı) harîs idiler. Sisin umduğunuz gibi umarlardı. Sonra onlar bugün derisiz kemik kesilmişler, sonra da toprak olmaya yüz tutmuşlar. Şu pislikler, yemeklerinin çeşitleriydi. Kazandıkları kaynaklardan kazandılar. Sonra karınlarına attılar. İşte öyle bir hale gelmiş ki insanlar onlardan korunup kaçıyor. Şu çürümüş paçavralar onların kılları ve elbiseleriydi. Öyle bir hale gelmiş ki esen rüzgârlar onları alt üst edecek derecede evirip çevirir. Şu kemikler bineklerinin kemikleridir ki o bineklerin sırtında dünyanın dört bucağını gezerlerdi. Bu bakımdan dünya için ağlayan ağlasın.15 Ebu Hüreyre der ki: ´Biz, ağlamamız şiddetleninceye kadar ağlamaya devam ettik´. Rivayet ediliyor ki, ALLAH Teâlâ Âdem´i (a.s) yeryüzüne indirdiği zaman kendisine şöyle hitap etti: ´Harap olmak için inşa et! Fâni olmak için doğur!´16 Dâvud b. Hilâl şöyle demiştir: İbrahim´in (a.s) sahifelerinde şunlar yazılıdır: ´Ey dünya! Kendileri için cilveli ve süslü görünmeye çalıştığın ebrar kimselerin gözünde ne kadar kıymetsiz olduğunu (bir bilseydin)! Ben onların kalplerine senin nefretini ve senden yüz çevirmelerini ilham etmiş bulunuyorum. Ben senden daha kıymetsiz bir mahluk yaratmadım. Senin her durumun küçüktür ve fenaya doğru gidiyor. Seni yarattığım günde hiç kimseye devam etmeyeceğini ve hiç kimsenin de sende daim olmamasına hükmettim. Her ne kadar senin arkadaşın seni vermek hususunda cimrilik gösterip sıkılıkta bulunsa dahi... Bana inanıp, beni tasdik eden ve istikamet üzere olan iyilere müjdeler olsun! Yine onlara müjdeler olsun ki onlar kabirlerinden kalkıp bana geldikleri zaman onlara mükâfatları; önlerinde yürüyen nûrları ve kendilerini kuşatan meleklerle beraber benden umdukları rahmete ulaşmalarıdır!´ Dünya yer ve gök arasındadır. Yaratıldığı günden beri ALLAH Teâlâ ona bakmamıştır. Kıyamet gününde dünya ´Yarab! Beni bugün mertebece en düşük olan velî kuluna nasib eyle! diyecektir. Hz. Peygamber ona şöyle der: ´Ey hiç! Sükût et! Ben seni onlar için dünyada bile vermeye razı olmadım. Bugün mü seni onlara vermeye razı olacağım?´17 Hz. Adem yasak ağaçtan yediği zaman midesi tortuları çıkarmak için harekete geçti. Oysa bu anormallik cennetin hiçbir yemeğinde yoktu. Sadece onun yediği ağaçta vardı. Bunun için ALLAH Teâlâ Adem kulunu o ağaçtan yemekten menetmiştir. Adem (a.s) cennette bir yer bulup tortuyu dökmek için gezinmeye başladı. Kendisine hitabda bulunan bir meleğe ALLAH Teâlâ şöyle emretti: ´Ona ne aradığını sor!´ Adem (a.s) meleğe cevaben İçimde birikeni bırakmak istiyorum!´ dedi. ´Yatağın üzerine mi, yoksa tahtaların üzerine mi, nehirlerin üzerine mi veya ağaçların gölgelerine mi? Ey Adem! Dikkat et? Acaba burada ona elverişli bir yer görüyor musun? Bu bakımdan dünyaya (yere) in!´ dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kıyamet gününde amelleri büyük dağlar (veya Mekke dağları) kadar olan birçok kavim getirilecek ve onların ateşe sevkedilmesi emrolunacaktır. Ashab-ı kiram ´Onlar namaz kılarlar mıydı ey ALLAH´ın Rasûlü?´ diye sordular. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: Evet! Onlar namaz kılar, oruç tutar ve gecenin bir kısmını da ibadet için ayırırlardı. Onlara dünyadan herhangi bir fırsat başgösterdiği zaman onlar düşünmeden üzerine atlayıp üşüşürlerdi.18 Hz. Peygamber hutbelerinin birinde şöyle buyurmuştur: Mü´min bir kimse, iki korku arasındadır: Biri geçmiş ömrü hakkındadır. ALLAH Teâlâ´nın ondan ötürü kendisine ne gibi bir muamele edeceğini bilmez! Diğeri geri kalan ömrü hakkındadır ki burada da hakkında ALLAH´ın ne gibi bir hüküm vereceğini bilmez. Bu bakımdan kul, nefsinden nefsi için, dünyasından ahireti için, hayatından ölümü için, gençliğinden ihtiyarlığı için azıklansın. Çünkü dünya sizin için yaratılmıştır. Siz ise ahiret için yaratıldınız. Nefsimi kudret elinde bulunduran ALLAH´a yemin olsun! Ölümden sonra artık ayıplamak yok! Dünyadan sonra da cennet veya cehennemden başka bir ev sözkonusu değildir.19 İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünya ve âhiret sevgisi bir mü´minin kalbinde, su ile ateşin aynı kapta bir arada bulunmadığı gibi bulunmaz!´ Rivayet ediliyor ki, Cebrâil Hz. Nuh´a şöyle dedi: ´Ey peygamberlerin en uzun ömürlüsü! Sen dünyayı nasıl gördün?´ Nuh (a.s) cevap olarak şöyle dedi: İki kapılı bir ev gibi.. Onların birinden girdim, diğerinden çıktım´. Hz. İsa´ya şöyle denildi: ´Seni barındıracak bir ev edinseydin ne güzel olurdu?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Bizden öncekilerin yıktıkları bize kâfidir´. Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: Dünyadan sakının! Çünkü dünya Hârut ve Mârut´dan daha sihirbazdır!..20 Hz. Peygamber (s.a) birgün ashabının yanına çıktı ve şöyle buyurdu: İçinizde bir kimse var mı ki ALLAH Teâlâ körlüğünün giderilmesini ve basiret sahibi olmasını istememiş olsun! İyi bilin ki dünyaya talip olan ve dünyaya uzun emelle bağlanan bir kimsenin emeli nisbetinde kalbinin basîretini ALLAH kör etmiştir! Dünya´ya perva etmeyen ve dünyadaki emeli kısa olan bir kimseye de ALLAH öğrenmeksizin ilim, hidayet istemeksizin de hidayet ihsan etmiştir. İyi bilin ki sizden sonra bir kavim gelecektir. Mülk onların eline ancak öldürmek ve zorla almak sûretiyle geçecektir. Zenginlik ancak gurur ve cimrilikle geçecektir. Muhabbet ancak heva-i nefse tâbi olmakla geçecektir. Dikkat edin! Sizden bir kimse o zamana yetişir de fakirliğe karşı sabrederse, zengin olmaya kudreti olduğu halde fakirliğe razı olursa, sevgiye muktedir olduğu halde halkın buğzuna, kin ve nefretine sabrederse, izzette gücü yettiği halde zillete katlanır, sabrederse ve böyle yapmakla da sadece ALLAH´ın cemâlini isterse, böyle bir kimseye ALLAH Teâlâ elli sıddîkın sevabını ihsan eder!21 Rivayet ediliyor ki, Hz, İsa (a.s) birgün şiddetli bir yağmur, dehşetli gök gürültüsü ve şimşeklere tutuldu. Bir sığınak aramaya başladı. Gözü uzaktan gözüken bir çadıra takıldı. Çadıra geldi. Çadırın içinde bir kadın olduğunu gördü. Bunun için çadırdan uzaklaştı. Dağda bir mağaraya rastladı. Oraya sığınmak istedi. Baktı ki içinde bir aslan... Elini başına (veya aslanın) üzerine koyup şöyle münâcatta bulundu: ´Yarab! Sen her şeye bir sığınak yaratmana rağmen, bana sığınak yaratmamışsın? Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, İsa´ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: Senin sığınağın benim rahmetimde istikrar bulmaktır. Yemin ederim, kıyamet gününde, kendi kudretimle yarattığım yüz huri ile seni evlendiririm ve yine yemin ederim, senin düğününde dört bin sene müddetince düğün yemeği yediririm. O senenin her günü dünya kadar uzundur. Yemin olsun, bir dellâla emredeceğim o şöyle bağıracaktır: ´Dünyada zâhid olanlar nerede? Ey zâhidler! Dünyada zâhid olan Meryem´in oğlu İsa´nın düğününe katılınız´.22 Meryem´in oğlu İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Dünyaya arkadaş olana yazıklar olsun! Nasıl olup da dünyayı ve dünyada olanları terkedecek? Dünya onu nasıl aldatıp da emin kılar? O da dünyaya güvenir, sonunda mağlup olur. Aldananlara yazıklar olsun! Dünya nasıl onlara istemediklerini göstermiş, onlardan sevdiklerini uzaklaştırmış ve onlar için savrulan tehditler gelip onları bulmuştur? Dünyayı hedef edinene amelleri hata olana cehennem vardır. O yarın günahıyla nasıl rezil olacağını bir bilseydi!´ Denildi ki: ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahyederek şöyle buyurmuştur: Ey Musa! Zâlimlerin eviyle senin ne ilgin var? Muhakkak o ev senin için ev değildir. Himmetini ondan kes, aklınla ondan ayrıl. Ne çirkin evdir o ev! Ancak o evde amel eden bir kimse için ne güzel evdir o ev! Ey Musa! Muhakkak ben zâlimi tarassut eder, ondan mazlumun ahı alınıncaya kadar onu beklerim. Hz. Peygamber (s.a) Ebu Ubeyde´yi memur olarak Bahreyn´e gönderdi. O oradan mal getirdi. Ensâr-ı kiram Ebu Ubeyde´nin geldiğini işitince Hz. Peygamber ile beraber sabah namazına geldiler. Hz. Peygamber namazı kıldıktan sonra hane-i saadetine gitmek üzere ayrıldı. Onlar Hz. Peygamber´e göründüler. Hz. Peygamber onları görünce tebessüm etti. Sonra şöyle buyurdu: -Zannediyorum sizler Ebu Ubeyde´nin birşeyler getirdiğini işitmişsiniz! -Evet! Ey ALLAH´ın Rasûlü! -Müjde size! Sizi sevindirecek şeyi ümit ediniz. ALLAH´a yemin ederim, sizin için ben fakirlikten korkmuyorum. Aksine sizin için, sizden öncekilere dünyanın yayılıp açıldığı gibi yayılıp açılmasından korkuyorum. Sizden öncekilerin imrendikleri gibi sizin de imreneceğinizden ve dolayısıyla sizi helâk edeceğinden korkuyorum. Nitekim onları da helâk etmişti´.23 Ebu Said Hudrî Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: ´Sizin için en fazla korktuğum, ALLAH´ın yerden sizin için çıkaracaklarıdır´. Bunun üzerine Hz. Peygamber´e şöyle soruldu: ´Yerin bereketleri ne imiş?´ Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ´Dünyanın aldatıcı revnaklığı´.24 Sakın kalplerinizi dünyayı anmakla meşgul etmeyin!.25 İşte görüldüğü gibi dünyayı anmayı bile Hz. Peygamber yasaklıyor. Nerede kaldı onun kendisini elde etmek? Ammar b. Said şöyle anlatıyor: İsa (a.s) bir köyün yanından geçti. Baktı ki o köyün halkı, evlerinin önlerinde ve yollarda ölü olarak uzanmaktadır. İsa (a.s) bu manzara karşısında havarîlere şöyle hitap etti: -Ey havarîler! Muhakkak bu köylüler ALLAH Teâlâ´nın azabından ötürü ölmüşlerdir. Eğer onların ölüm sebebi başka birşey olsaydı muhakkak biri diğerini gömerdi. -Ey ALLAH´ın kudretinden gelen ruh! Biz onların haberini öğrenmek istiyoruz. Bunun üzerine Hz. İsa ALLAH Teâlâ´dan dilekte bulundu. ALLAH onlara şu şekilde vahyetti: ´Gece olduğu zaman onları çağır, sana cevap verecekler!´ Gece olduğu zaman İsa (a.s), bir tümseğin üzerine çıkıp şöyle çağırdı: -Ey Köylüler! -Buyur! Ey ALLAH´ın kudretinden gelen ruh! -Sizin haliniz nedir? -Biz sapasağlam uyuduk. Sabahleyin kendimizi cehennemdegördük. -Nasıl oldu? -Çocuğun annesini sevmesi gibi... Dünya yönelip geldiğinde sevindik, tepindik. Ayrılıp gittiğinde üzüldük, ağladık. -Senin arkadaşlarının durumu nedir? Onlar neden cevap vermiyorlar? -Çünkü onlar ateşten yapılmış gemlerle gemlidirler.Dizginleri sert ve güçlü meleklerin elinde... -Sen nasıl onların arasından bana cevap verdin? -Çünkü ben onların arasındaydım ama onlardan değildim.Onlara azap indiği zaman onlarla beraber bana da isabet etti. İşte ben cehennemin tam kıyısında asılı bulunuyorum. Bilmiyorum ondan kurtulacak mıyım, yoksa ona dalacak mıyım? Bunun üzerine İsa (a.s), havarîlere şöyle dedi: -Yemin ederim, tuz ile arpa ekmeği yemek, keçi kılından yapılan giysi giymek, mezbeleliklerde uyumak, dünya ve âhiret âfiyetiyle olduktan sonra bir insana fazla bile gelir. Hz. Enes şöyle anlatır: Hz. Peygamber´in (s.a) Abdâ adlı devesi geçilmez bir deveydi. Bir bedevî devesiyle gelip yarıştı Abdâ ´yi geçti. Bu durum müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: ALLAH Teâlâ´nın hakk-ı ilâhîsidir ki dünyada her yükselttiği şeyi sonunda alçaltır. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Acaba denizin dalgaları üzerinde ev yapan kimdir? İşte o deniz sizin dünyanızdır! Sakın onu istikrar evi edinmeyiniz!´ İsa´ya (a.s) şöyle denildi: ´Bize bir tek ilim öğret ki ALLAH ondan dolayı bizi sevmiş olsun!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Dünyadan nefret edin ki ALLAH sizi sevsin!´ Ebu Derdâ Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: Eğer benim bildiğimi bilseydiniz muhakkak az güler, çok ağlardınız. Muhakkak dünya, sizin nezdinizde kıymetsiz olurdu. Muhakkak ki âhireti dünyaya tercih ederdiniz.26 Ebu Derdâ şöyle devam ediyor: Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, sahralara çıkar, figan eder, kendi nefsiniz için ağlardınız! Muhakkak mallarınızı bekçisiz bırakır, zarurî ihtiyacı dışında hiç kimse dönüp o mala bakmazdı. Fakat sizin kalbinizde âhiretiniz gibi emeliniz de hazır oldu. Böylece dünya sizin amellerinizin gemini eline aldı. Sizi bilmeyenler gibi yaptı. Bir kısmınız akîbetindeki tehlikenin korkusundan şehvetini bırakmayan hayvanlardan daha şerlidir. Ne oluyor size, neden birbirinizi istemiyorsunuz? Neden birbirinize nasihat etmiyorsunuz? Oysa ALLAH´ın dininde kardeşsiniz. Sizin heva ve isteklerinizin arasını ancak gizli olan habasetiniz ayırmıştır. Eğer siz iyilik üzerinde birleşseydiniz muhakkak sevişirdiniz. Neden dünya işinde birbirinize nasihat eder de ahiret emrinde birbirinize nasihat etmezsiniz? Oysa hiçbiriniz ahiret emrinde kendisine nasihat ve yardım edene, nasihat etmemektedir. Bu hal, kalbinizde imanın azlığından ileri geliyor. Eğer dünyanın hayır ve şerrine inandığınız gibi, ahiretin hayrına ve şerrine inanıp bilseydiniz muhakkak âhireti tercih ederdiniz. Çünkü ahiret sizin işleriniz için daha ihtiyatlıdır. Eğer ´Geçici dünya daha gereklidir. Oysa sizin dünyanın acil tarafını gelecek için terkettiğinizi görüyoruz. Meşakkat ve çalışmakla umulan bir iş için nefsinizi yoruyorsunuz!´ derseniz, siz en kötü topluluksunuz; zira imanınızı sizde bulunan ve tam imanın ölçüsü olanla tahakkuk ettirmediniz. Eğer siz Hz. Peygamber´in getirdiği nizam hakkında şüphede iseniz gelin biz size açıklayalım, kalbinizi tatmin edici bir nûru size gösterelim. ALLAH´a yemin olsun siz aklı eksik olanlardan değilsiniz ki sizi mâzur sayalım. Siz dün-yanız hakkında doğru fikri arayıp bulursunuz. İşleriniz hakkında en doğruya yapışırsınız. Ne oluyor size ki elde ettiğiniz dünyanın azıyla seviniyorsuz? Elinizden kaçan öbür kısım için de üzülüyorsunuz. Öyle ki üzüntünüz yüzünüzde beliriyor, dilinizle belirip, ilan ediliyor. Onlara musibetler adını veriyorsunuz. O hususlarda matemler tertip ediyorsu-nuz. Oysa çoğunuz dininizin birçok emirlerini terketmiş! Buna rağmen üzüntüsü ne yüzünde görünür, ne de durumunuz bozulur! Görüyorum ki ALLAH Teâlâ sizden teberri etmiştir. Bir kısmınız diğer bir kısmınıza güler yüzle yaklaşıyor. Oysa arkadaşınızla karşılaşmayı hoş görmemektesiniz. Güler yüzle yaklaşmasının sebebi, arkadaşının kendisine katı davranmaması içindir. Arkadaşlığınızı hile temeli üzerine bina ettiniz. Mezbelelikler size mer´a oldu. (veya istekleriniz mezbeleliklerde bitti). Siz ecelin atılması üzerine arkadaşlık ettiniz. Ben isterdim ki ALLAH Teâlâ beni sizden kurtarsın. Görmeyi istediğim bir kimseye yani (Hz. Peygamber´e) ilhak buyursun. Eğer o hayatta olsaydı size sabretmezdi. Eğer sizde hayır varsa size duyurdum. Eğer siz ALLAH´ın katındakini arıyorsanız onu kolay ve rahat görürsünüz. Kendi nefsimin ve sizin şerrinizden ALLAH´a sığınıyorum ve ALLAH´tan yardım talep ediyorum. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey havarîler! Dünya ehlinin, dünya için dinin azalmasına razı oldukları gibi, siz de dinin selâmeti için dünyanın çirkinliğine razı olunuz´. Bu mânâda şöyle denilmiştir: Bir kısım insanları gördüm ki dinin en azıyla kanaat etmişlerdir.Oysa onları dünya nimetinden az ile kanaat ederken görmüyorum. Ey kişi! Padişahlar dünyalarıyla, senin dininden zengin oldukları gibi, Sen de dininle onların dünyalarından zengin ol! İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ey dünyanın talibi! Sen sevap işlersin (fakat senin) günahı terketmen daha sevaplıdır´. Yemin ederim, benden sonra dünya muhakkak size gelecektir. Ateşin odunları yediği gibi imanınızı yiyecektir.27 ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya şöyle vahyetti: ´Ey Musa! Dünya sevgisine meyletme! Sen bundan daha büyük bir günahı benim huzuruma getiremezsin´. Musa (a.s) ağlayan bir kişinin yanından geçti. Dönerken yine onu ağlar buldu ve şöyle dedi: ´Yarab! Senin kulun senin korkun-an ağlıyor!´ ALLAH Teâlâ Musa kuluna şunları söyledi: Ey İmran´ın oğlu! Onun beyni gözyaşlarıyla beraber gözünden aksa, elleri düşüp kopuncaya kadar dua etse, dünyayı sevdiği sürece onu affetmem. Ashâb´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Kimde altı haslet varsa, o kimse cennet için bir yol, cehennem için de bir kaçamak bulmuştur. O hasletler; ALLAH´ı bilip, ona itaat etmek, şeytanı bilip ona isyan etmek, ALLAH Teâlâ´yı bilip ALLAH Teâlâ´ya tâbi olmak, bâtılı bilip ondan sakınmak, dünyayı bilip onu terketmek ve âhireti bilip aramaktır´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH o kavimlerden razı olsun ki dünya onların yanında emanettir. O emaneti kendilerini emin sayan kimselere teslim etmişlerdir. Sonra yükleri hafif olduğu halde gitmişlerdir´. Yine şöyle demiştir: ´Din hususunda sana imrenene imren! Dünya hususunda sana imrenene gelince, dünyayı onun kucağına atıver!´ Lokman (a.s) oğluna şöyle demiştir: ´Ey oğul! Muhakkak dünya engin bir denizdir. Orada birçok kimse boğulmuştur. O halde senin dünyadaki gemin ALLAH´ın takvâsı, o geminin içi ALLAH´a olan imanın ve yelkeni ALLAH´a olan tevekkülün olsun. Umulur ki bu takdirde kurtulursun. Oysa seni kurtulmuş olarak görmemekteyim´. Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Uzun uzadıya şu ayet-i celîleyi düşündüm, tedkik ettim: Biz yeryüzünde olan şeyleri bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel bir amelde bulunacağını deneyelim. Şu da muhakkak ki, biz yeryüzünde olan şeyleri kupkuru bir toprak yapacağız.(Kehf/7-8) Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´Muhakkak dünyadan birlikte sabahladığın şeyin senden önce bir talibi ve senden sonra bir sahibi vardır. Senin için dünyadan ancak bir akşamın yemeği, bir günün gıdası vardır. Bu bakımdan dünyanın yiyeceği için kendini helâk etme! Dünyada oruç tut, âhiret üzerinde iftarını aç! Dünyanın sermayesi hevâ ve kârı ateştir´. Bir rahibe şöyle denildi: -Zamanı nasıl görürsün! -Bedenleri yıpratır, amelleri yeniletir, ölümü yaklaştırıp temennileri uzaklaştırır. -Dünya ehlinin hâli nasıldır? -Dünyayı elde eden yorulur, dünyayı elden kaçıran yorgundüşer. Kim hoşuna giden bir maişetten dolayı dünyayı överse, Hayatımla yemin ediyorum, yakın bir gelecekte dünya yıkılacaktır. Dünya arkasını çevirip gittiği zaman kişi için hasret olur. Yönelip geldiğinde gam ve tasası çoğalır! Hukemâdan biri şöyle demiştir: ´Ben içinde olmadığım halde dünya vardı ve yine dünya ben içinde olmadığım halde devam edecektir. Bu bakımdan ben dünyada duramam. Çünkü dünyanın hayati bulanık, duruluğu kapkaranlık, ehli ise kendisinden korkar. Ya elden giden bir nimetten dolayı, ya gelecek bir beladan veya takdir edilmiş bir kazadan korkar!´ Biri şöyle demiştir: ´Dünyanın ayıplarındandır ki hiç kimseye müstehak olduğunu vermiyor. Ya fazla verir veya eksik!´ Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Sen nimetleri görmüyor musun? Sanki nimetlere gazab edilmiştir; nimetler ehli olmayanların eline bırakılmıştır!´ Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Kim severek dünyayı ararsa dünyadan ona birşey verildi mi mutlaka daha fazlasını is-ter Kim severek âhireti isterse, ahiretten ona ne kadar verilirse daha fazlasını ister. İsteğin sonu yoktur´. Bir kişi, Tâbiîn´den Ebu Hâzım´a şöyle dedi: -Dünya benim evim olmadığı halde (kalbimdeki) dünya sevgisini sana şikayet ediyorum, -ALLAH Teâlâ´nın dünyadan sana verdiğini düşün. Onu uygun yere sarfet, o zaman dünya sevgisi sana zarar vermez. Ebu Hâzım, bu sözünü şu nedenden dolayı söylemiştir: ´Eğer kişi nefsini bundan frenlerse, mutlaka onu yorar. Sonunda dünyayı hor görür ve dünyadan çıkmayı talep eder´. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ´Dünya şeytanın dükkanıdır. Sakın onun dükkanından birşey çalma ki o onu aramaya gelip de seni muâhaze etmesin!" Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: ´Eğer dünya altından olsa (ne faydası var), yok olacaktır. Âhiret çamurdan olsa (pek büyüktür, çünkü) bâkî kalacaktır. Bu bakımdan bizim için daimi kalan bir çamur, parlaması geçici bir altından daha iyidir. Oysa biz geçici olan bir çamur parçasını daimi kalan altına tercih etmişiz!´ Ebu Hâzım şöyle demiştir: ´Dünyadan sakınınız! Çünkü benim kulağıma gelmiştir ki; kul kıyamet gününde -eğer dünyayı büyük biliyorsa- durdurulur ve denilir ki: ´Şu kul, ALLAH´ın tahkir edip küçük gördüğünü büyütüp tâzim etmiştir´. İbn Mes´ud şöyle demiştir: ´İnsanlardan kim sabahlamışsa o misafirdir. Onun malı elinde emanettir. Bu bakımdan misafir göç eder, emanet sahibine geri verilir´. Mal ve aile emanettirler. Muhakkak birgün emanetlerin sahiplerine geri çevrilmesi gerekir. Râbia Hâtun´u28 arkadaşları ziyaret ettiler, dünyadan bahsettiler, dünyayı zemmettiler. Râbia hatun onlara şöyle dedi: ´Dünyayı anmaktan vazgeçin. Eğer dünya sizin kalbinizde bir mevki işgal etmeseydi ondan fazla bahsetmezdiniz. Dikkat edin! Bir şeyi fazla seven ondan çokça bahseder!´ İbrahim b. Edhem´e ´Nasılsın?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: Dinimizi parçalamak sûretiyle dünyayı yamalıyoruz. Bu bakımdan ne dinimiz, ne de yamaladığımız... Cennet o kula olsun ki rabbi olan ALLAH´ı seçmiş, ümidi uğrunda dünyasını cömertçe harcamıştır. Bu hususta yine şöyle denildi Dünya talibini görürüm; her ne kadar ömrü uzasa da, dünyadan zevk, safa ve nimetlere nâil olsa da bir usta gibidir. Evini inşa eder, yükseltir. İnşaat tamamlandıktan sonra evi yıkılıverir. Yine bu hususta şöyle denilmiştir: Sanki dünya fazla olarak sana sevkolunur. Acaba bunun sonu elinden gitmek değil midir? Senin dünyan ancak seni gölgelendiren bir gölge gibidir. Sonra kaymaya yüz tutar! Tâbiîn´den Mutarrıf b. Şüher şöyle demiştir: ´Padişahların rahat durumlarına ve yumuşacık elbiselerine bakma! Sen onların süratle göç etmelerine ve acı akıbetlerine bak!´ İbn Abbas şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ dünyayı üç parçaya ayırmıştır. Bir parçası mü´minin, bir parçası münâfığın ve bir parçası da kâfirindir. Mü´min ondan azıklanır, (âhiret tedbirini alır). Münâfık ise süslenir. Kâfir de (tıka basa midesini doldurmak sûretiyle) zevklenir!´ Hz. Ali şöyle der: ´Dünya leştir. Bu bakımdan ondan bir parça isteyen köpeklerin müdahelesine sabretmelidir´. Ey dünyayı kendi nefsi için isteyen kişi! Dünyayı istemekten uzaklaş! İşte o zaman sağlam kalırsın! O dünya ki onu istiyorsun, ona talipsin, o hilebazdır, onun düğünü mâteme yakındır!... Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´ALLAH nezdinde dünyanın kıymetsizliklerinden biri de ALLAH´a ancak dünyada isyan edilir ve ALLAH´ın nezdindeki nimetlere ancak dünyayı terketmekle varılır´. Nitekim denilmiştir ki: ´Akıllı bir kimse dünyayı imtihan ettiği zaman o dost elbisesinde bir düşman olarak görünür´. Yine şöyle demiştir: Ey gecenin öncesinde sevinerek uyuyan kişi! Muhakkak ki hâdiseler seher zamanlarında kapıyı çalarlar. Nimetler içerisinde yüzen nesilleri, gece ve gündüzün gelip geçmesi mahv ve perişan etmiştir. Dünyada fayda ve zarar verici nice saltanat sahiplerini zamanın o kahhar pençesi perişan etmiştir! Ey dünyanın boynuna sarılanlar! Dünya devam etmez! Kişi dünyasını elde etmek için çok kere misafir olarak sabahlar ve akşamlar. Neden sen dünyanın boynuna sarılmayı terkedip de cennette hûrilerin boynuna sarılmıyorsun? Eğer sen ebedî bahçeleri isteyip orada yerleşmeyi istiyorsan, senin ateşten emin olmaman gerekir! Ebu Umame el-Bahilî (r.a) şöyle anlatır: Hz. Muhammed (s.a) peygamber olarak gönderildiği zaman İblis´e askerleri gelerek dediler ki: -Bir peygamber gönderildi, yeryüzünde bir ümmet çıkarıldı. -Onlar dünyayı seviyorlar mı? -Evet! -Eğer onlar dünyayı seviyorlarsa, putlara tapmamaları beni pek ilgilendirmiyor. Onlara sabah ve akşam üç şeyle hücum edeceğim: Malı haksız yerden almak, haksız yere harcamak, haklı yere sarfetmemekle. İşte şerrin tümü bundan doğup meydana geldi. Bir kişi Hz. Ali´ye şöyle der: ´Ey mü´minlerin emiri! Bize dünyayı vasıflandır!´ Hz. Ali de şöyle der: ´O öyle bir evdir ki sıhhatli olan içinde hasta olur. İçinde emin olan pişman olur. İçinde fakir olan mahzun olur. Zengin olan fitneye düşer. Helâlinde hesap, haramında azap ve ikab, şüphelilerinde de itab olan bir evi ne ile vasıflandırayım!´ Başka bir zaman Hz. Ali´ye bu hususta soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Uzun mu vasıflandırayım, yoksa kısa mı?´ Denildi ki: ´Kısa anlat!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Helâli hesaptır, haramı azaptır!´ Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Sihirbazdan (dünyadan) sakının. Çünkü o âlimlerin kalbini bile büyüler´. Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Âhiret bir kalpte olduğu zaman dünya gelip onunla çarpışır. Dünya bir kalpte olduğu za-man âhiret gelip onunla çarpışmaz. Çünkü âhiret şerefli, dünya ise rezildir´. Ümit ediyoruz ki Seyyar b. Hakem´in29 söylediği daha doğru olsun; zira o demiştir ki: ´Dünya ve âhiret bir kalpte toplanır. Hangisi galip gelirse öbürü ona tâbi olur!´ Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Dünya için ne kadar üzülürsen, o nisbette ahiret senin kalbinden çıkar. Ahiret için ne kadar üzülürsen, o oranda dünya senin kalbinden çıkar´. Mâlik´in bu sözü, Hz. Ali´nin söylediği sözden iktibas edilmiştir. Zira o şöyle demiştir: ´Dünya ve ahiret biri diğerinin kumasıdır. Bu bakımdan hangisini razı edersen öbürünü kızdırırsın´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin olsun, ben öyle insanlara yetiştim ki (ashab-ı kirâmı kastediyor) dünya onların gözünde, üzerinde yürüdüğümüz topraktan daha önemsizdi. Dünyanın doğmasından veya batmasından perva etmezlerdi. Şuna veya buna gitmiştir, onları etkilemezdi´. Bir kişi Hasan Basrî´ye şöyle sordu: ´ALLAH Teâlâ´nın servet verdiği ve o servetten sadaka veren, sılayı rahim yapan bir kimse hakkında ne dersin? Acaba böyle bir kimsenin servetinden nimetlenmesi caiz midir?´ Cevap olarak şöyle dedi: ´Hayır! Eğer bütün dünya bir kimsenin malı olsa o ancak zarurî ihtiyacı nisbetinde ondan istifade edebilir. Onu kıyamet günü için takdim etmelidir´. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Eğer dünya bütün varlıklarıyla, helâl olarak bana arzolunsaydı, ahirette de kendisinden hesaba çekilmeseydim, yine de birinizin leşin yanından geçerken elbisesine değmesin diye kaçtığı gibi ondan kaçardım´. Hz. Ömer (r.a) Şam´a geldiğinde, Ebu Ubeyde30 başında ipten yapılmış bir yular bulunan bir devenin sırtında Hz. Ömer´i karşıladı. Hz. Ömer´e selâm verdi. Hal ve hatırını sordu. Hz. Ömer onun evine geldi. Evinde kılıç, kalkan ve bineğinin semerinden başka birşey görmedi. Hz. Ömer ´Biraz mal edinseydin olmaz mıydı?´ dedi. Ebu Ubeyde ´Ey mü´minlerin emiri! Bu bizi istirahatgâhımıza yetiştirebilir!´ diye cevap verdi. Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´Dünyadan bedenini ıslah edecek miktarı, ahiretten de kalbini ıslah edecek miktarı edin!´ Hasan Basrî şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim, İsrailoğulları rahmân olan ALLAH´ın ibadetinden sonra, dünya sevgisinden ötürü, putlara taptılar´. Vehb şöyle demiştir: "Bazı kitaplarda okudum: ´Dünya akıllıların ganimetidir. Cahillerin ise gafleti... Cahiller dünyadan çıkıncaya kadar dünyayı tanımamışlardır. Dünyaya geri gelmek istemişler, fakat gelememişlerdir´ yazılıydı". Lokman Hekîm oğluna ´Yavrum! Dünyaya geldiğin günden beri ona sırtını çevirmiş gidiyorsun. Ahireti karşılıyorsun. Bu bakımdan sen hergün yaklaştığın bir eve, hergün kendisinden uzaklaştığın bir evden daha yakınsın´ dedi. Said b. Mes´ud ´Kulu, dünyalığı arttığında ve ahireti azaldığında razı olarak gördüğün zaman bil ki o kul öyle zarar eden bir kimsedir ki sakalıyla oynanılır da bunun farkında olmaz!´ dedi. Amr b. As (r.a) minberde şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin ederim ki, Hz. Peygamber´in ilgi göstermediğine sizden daha fazla rağbet ve ilgi gösteren bir kavim görmedim. ALLAH´a yemin ederim, Hz. Peygamber´in üzerinden üç gün geçmedi ki aleyhinde olan, lehinde olandan daha fazla olmasın´.31 Hasan Basrî ´O halde sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın şeytan sizi ALLAH´a güvendirmesin´ (Lokman/33) ayetini okuduktan sonra şöyle dedi: ´Bunu söyleyen kimdir? Şüphesiz ki bunu söyleyen, dünya hayatını yaratan ALLAH´tır. Acaba ALLAH´tan daha fazla dünyayı bilen kim olabilir? O halde dünyanın sizi meşgul eden şeylerinden kaçının. Çünkü dünya çok meşgul edicdir. Bir kişi nefsine bir meşguliyet kapısını açarsa muhakkak o kapıyla on kapıyı daha açması pek yakın bir ihtimal olur´. Yine şöyle demiştir: ´Zavallı Ademoğlu, öyle bir eve razı olmuştur ki helâlı hesap, haramı azaptır. Eğer helâlinden alırsa hesaba çekilir. Eğer haramından alırsa muazzeb olur. Ademoğlu malını az görür, fakat amelini az görmez! Dini hususunda başına gelen musibete sevinir. Fakat dünyası hususunda gelen musibetten tiksinir´. Hasan Basrî, Ömer b. Abdülâziz´e şöyle yazdı. -Selâm sana! Sanki hakkında ölüm hükmü verilen son kimse de gözünün önünde öldü.. Ömer cevap olarak şunu yazdı: -Selâm sana! Düşün ve sanki dünya olmamış, ahiret de devam ediyormuş gibi ol!.. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Dünyaya girmek kolay, fakat ondan çıkmak zor!´ Seleften biri şöyle demiştir: ´Ölümün hak olduğunu bilen bir kimsenin sevinmesine şaşıyorum! Ateşin hak olduğunu bilen bir kimsenin nasıl güldüğüne şaşıyorum. Dünyanın, ehlini nasıl evirip çevirdiğini gören bir kimsenin bu dünyaya nasıl güvendiğine şaşıyorum. Kaderin hak olduğunu bilen bir kimsenin kendini yormasına şaşıyorum´. Muaviye´nin huzuruna Necran´dan32 bir kişi geldi. İkiyüz yaşındaydı, kendisine dünyayı nasıl gördüğünü sordu. Cevap olarak şöyle dedi: -Belanın senecikleri, genişliğin yelcikleri... Gün günü, gece geceyi takib eder. Bir çocuk doğar, bir insan ölür. Eğer doğan olmasaydı halk tamamen yok olacaktı. Eğer ölen olmasaydı dünya, sakinlerine dar gelecekti. -İstediğini dile! -Bana geçen ömrümü geri getirmeni, ecelimi tehir etmeni istiyorum! -Ben buna muktedir değilim! - O halde benim senin tarafından görülecek hiçbir ihtiyacım yoktur! Dâvud Tâî ´Ey Ademoğlu! Emeline varmanla sevindin! Oysa sen ecelin bitmesiyle ancak bana gelirsin, Sonra amellerini geciktirdin. Sanki onun faydası sana değil de başkasına aittir´ dedi. Bişr el-Hafî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan dünyayı isteyen bir kimse, ALLAH´ın huzurunda uzun zaman hesap vermek üzere durdurulmasını istiyor demektir!´ Ebu Hâzım ´Dünyada seni sevindirecek hiçbir şey yoktur ki ALLAH ona senin keyfini kaçıracak bir şeyi eklememiş olsun!´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ademoğlunun canı dünyadan üç şeyle beraber çıkar: 1.Topladığından doyasıya yemedi. 2.Emeline varamadı. 3.Gideceği yol için güzelce azık edinmedi. Bir âbide şöyle denildi: ´Sen zenginliğe nail oldun´. Âbid cevap olarak şöyle dedi: ´Zenginliğe, boynunu dünyanın köleliğinden kurtaran nail olur´. Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: ´Dünyanın şehvetlerine ancak kalbinde kendisini ahiretle meşgul edecek şeyler bulunan bir kimse sabredebilir´. Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Biz dünya sevgisi hususunda arkadaşlık yaptık. Bu bakımdan birimiz diğerine birşey tebliğ etmiyor ve birimiz diğerini sakındırmıyor. Fakat ALLAH bizi bu haslet üzerine bırakmayacaktır. Keşke ALLAH´ın hangi azabının bizim üzerimize ineceğini bilseydim´. Ebu Hâzım ´Dünyanın azı, ahiretin çoğundan insanı meşgul eder´ demiştir. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Dünyayı hakir görün. ALLAH´a yemin olsun ki dünya, dünyayı tahkir edenden daha fazla hiç kimseye tatlı olmamıştır´. Yine şöyle demiştir: ´ALLAH bir kuluna hayrı irade ettiği zaman dünyada ona birşey verir, sonra keser. O bittiği zaman ikinci bir defa verir. Bir kul ALLAH Teâlâ´nın katında kıymetsiz olduğu zaman dünya yayıldıkça onun hükmü yayılır´. Bir duada şöyle denilmiştir: ´Ey göğü tutup yeryüzüne düşürmeyen ALLAH! Dünyayı da benim üzerime düşürme!´ Muhammed b. Münkedir33 şöyle demiştir: Bir kişi bütün sene oruç tutup hiç iftar etmese, bütün gece namaz kılıp hiç uyumasa, bütün malını sadaka verse, ALLAH yolunda cihad etse, ALLAH´ın yasaklarından sakınsa, kıyamet gününde getirildiğinde kendisine denir ki; ´Bu kimse ALLAH´ın küçülttüğünü gözünde büyüttü. ALLAH´ın büyüttüğünü de küçülttü´. Acaba böyle bir kimsenin halini nasıl görürsün? Ne olacaktır? Acaba hangimiz böyle değildir? Dünya, hangimizin yanında, yapmış olduğumuz günah ve hatalara rağmen büyük sayılmıyor? Ebu Hâzım (Seleme b. Dinâr) ´Dünya ve ahiretin geçimi pek şiddetlidir. Ahiretin nafakasına gelince; onu temin hususunda yardımcılar bulamıyorsun. Dünyanın nafakasına gelince; elini dünyanın herhangi bir şeyine uzattığında, mutlaka senden önce ona bir fâsığın dokunduğunu görürsün!´ demiştir. Ebu Hüreyre (r.a) şöyle demiştir: "Dünya delik dağarcık gibi yer ile gök arasında durdurulmuştur. Yaratıldığı günden yok olacağı güne kadar ALLAH´a yalvararak şöyle der: Yarab! Neden benden nefret ediyorsun? ALLAH Teâlâ onu ´Ey hiç! Sus!´ diye azarlar!" Abdullah b. Mübârek şöyle demiştir: ´Dünya sevgisi ile kalpte bulunan günahlar kalbi çepeçevre sararlar, ona giden hayır yollarını kapatırlar. Artık hayır ne zaman kalbe varabilir?´ Vehb b. Münebbih ´Kimin kalbi dünyadan birşey ile sevinirse, o hikmeti yitirmiş demektir. Kim şehvetini iki ayağının altına alırsa, şeytan onun gölgesinden korkar. Kimin ilmi, hevasına galip ge-lirse o galip bir kimsedir´ demiştir. Bişr el-Hafî´ye ´Filan adam öldü!´ dediler. Cevap olarak şöyle dedi: ´Dünyayı topladı! Ahirete gitti! Nefsini zayi etti!´ Kendisine ´O şöyle yapardı´ deyip yapmış olduğu iyilikleri belirttiler. Bişr cevap olarak şöyle dedi: ´O dünyayı topladıktan sonra böyle yapması ne fayda verir?´ Seleften biri şöyle demiştir: ´Dünya bizim nefsimizi bize iğrenç gösterir. Oysa biz onu seviyoruz. Acaba bizim nefsimizi bir de güzel gösterseydi biz ne yapacaktık´. Bir hakîme şöyle denildi: ´Dünya kimin içindir?´ Cevap olarak Terkedenindir´ dedi. ´Ahiret kimin içindir?´ denildi. Cevap olarak ´İsteyenindir´ dedi. Bir hakîm ´Dünya harap evidir. Ondan daha harap olan onu tamir eden kalptir. Cennet tamir evidir. Ondan daha muammer olan onu arayan kalptir´ demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´İmam Şâfiî (r.a) dünyada hakkın diliyle konuşan ve ALLAH tarafından teyid edilenlerdendi. Bir ahiret kardeşine nasihat etti. Onu ALLAH´ın kahrından korku-tarak şöyle dedi: Ey kardeşim! Dünya hata ve zillet evidir. Onun tamiri mutlaka harabeye döner. Onun sâkinleri mutlaka kabirleri boylar! Onun toplanması, dağılmak temeline dayanmaktadır. Onun zenginliği, fakirliğe döner. Onda çoğaltmak zorluktur. Onda zorluk kolaylıktır. O halde ALLAH´a sığın, O´nun rızkına razı ol! Fâni olan evinin tamiri için daimi olan evinden harcama! Çünkü senin hayatın geçici bir gölgedir. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvardır. Fazla ibadet et ve emelini kısalt. İbrahim b. Edhem bir kişiye şöyle dedi: -Acaba rüyada gördüğün gümüş mü sence daha sevimlidir.Yoksa uyanık iken bulduğun bir altın mı? -Uyanık iken bulduğum bir altın daha sevimlidir. -Yalan söyledin! Çünkü dünyada sevdiğin, rüyada sevdiğin gibidir. Ahiret için sevmediğin uyanıkken sevmediğin gibidir. İsmail b. Ayyaş34 şöyle demiştir: ´Bizim arkadaşlar dünyaya domuz derlerdi. ´Ey domuz! Bizden uzaklaş´ derlerdi. Eğer bundan daha çirkin bir isim bilseydiler, mutlaka o ismi dünyaya takarlardı´. Kâ´b şöyle demiştir: ´Muhakkak ki dünya size sevdirilmiş tir ki ona ve onun ehline tapıyorsunuz!´ Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: ´Akıllılar üç sınıftır: 1.Dünya kendisini terketmeden önce dünyayı terkedenler, 2.Girmeden önce kabrini hazırlayanlar, 3.Huzuruna varmadan önce rabbini razı edenler´. Yine şöyle demiştir: ´Dünyanın uğursuzluğu o dereceye varmıştır ki seni ALLAH´a ibadetten meşgul eden temennilerle avutur. Acaba bizzat dünyaya girsen halin nice olur?´ Bekir b. Abdullah şöyle dedi: ´Kim dünya ile dünyadan müstağni olmak istiyorsa, o tıpkı ateşi saman çöpleriyle söndürmek isteyen bir kimse gibidir´. Bendar35 şöyle demiştir: ´Dünya evlatlarının zahidlikten dem vurduklarını gördüğün zaman bil ki onlar şeytanın maskarasıdırlar!´ Yine şöyle demiştir: ´Dünyaya yönelen bir kimseyi dünyanın ateşleri (hırsı) yakar. Ahirete yönelen bir kimseyi dünyanın ateşleri dipdiri yapar. Bu bakımdan dünya bir altın potası olur, böyle bir kimse ondan fayda görür. ALLAH´a yönelen bir kimseyi tevhidin ateşleri yakar. Öyle bir cevher haline gelir ki fiyatı biçilmez olur´. Hz. Ali şöyle demiştir: ´Dünya altı şeyden ibarettir. 1.Yenilen 2.İçilen 3.Giyilen 4.Binilen 5.Nikâh edilen 6.Koklanan Yenilenlerin en şereflisi bal´dır. Fakat o ise sineğin kusmuğudur. İçeceğin en şereflisi su´dur. Su´dan iyi ve kötü, eşit bir şekilde istifade ederler. Yani ALLAH nezdinde üstün bir değeri olsaydı, kötü olan ondan istifade edemezdi. Giyilenlerin en şereflisi ipektir. O ise bir kurd´un mamulüdür. Bineklerin en şereflisi at´tır. Oysa onun sırtında insanlar öldürülür. Nikâh edilenlerin en şereflisi kadın´dır. O ise sidiğin içinde sidik kabıdır. Kadın en güzel azasını süsler, fakat en çirkin azası istenir. Koklananların en şereflisi misktir. O ise kandan ibarettir´. _____________________________ 1)İbn Mâce, Hâkim 2)Müslim 3)Lânet´ten maksat, terketmek demek olabilir. Yani onda bulunanlarla beraber terk edilmiştir. Çünkü dünya, peygamberlerin ve asfiyanın metrûkudur 4)İbn Mâce, Tirmizî 5)Ahmed, Bezzar, Taberânî, İbn Hibban, Hâkim 6)Beyhâkî 7)İbn Ebî Dünya, 8)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 9)Tirmizî, İbn Mâce 10)Bu zat Kureyşlidir. İbn Main, bu zatın mevsuk olduğunu söylemiştir. 11)Beyhakî, (mürsel olarak) 12)Müslim 13)İmam Ahmed 14)Taberânî, İbn Ebî Dünya 15)Irâki aslına rastlamadığını söylüyorsa da Kut´u1-Kulûb´un müellifi Ebu Talib el-Mekkî mürsel olarak Hasan Basrî´den rivayet eder. 16)Beyhâkî 17) Hadîsin bir kısmı daha önce Musa b. Yesar´ın rivayet ettiği hadîste mürsel olarak geçmişti. Irâkî diğer kısmına tesadüf etmediğini söylemektedi 18)Ebu Nuaym, Deylemî 19)Beyhâkî 20) İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 21)İbn Ebî Dünya, Beyhâkî 22)İbn Ebî Dünya 23) Müslim, Buhârî 24)Müslim, Buhârî 25)Beyhâkî 26) Taberânî 27) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir. 28) Adeviye soyundan İsmail´in kızı Basralı Râbia Hatun. 29)Doğrusu Seyyar Ebu´l-Hakem´dir. Anzî kabilesinden olan bu zat, Vâsıtlıdır. Ebu Seyyar´ın oğlu olan bu zatın esas ismi Verdan´dır. H. 122 se- nesinde vefat etmiştir. 30)Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hz. Peygamber ´Ebu Ubeyde bu ümmetin eminidir!´ buyurmuştur. 31)Hâkim, İmam Ahmed 32)Yemen´dc Hemedan´ın şehirlerindendir. Necran b. Zeyd´in isminden alınmıştır. 33)Künyesi Ebu Abdullah olan bu zat Kureyşlidir ve Hz. Âişe´nin dayısının oğludur. 34)Künyesi Ebu Utbe´dir. Doksan küsur yaşında H. 81´de vefat etmiştir. 35)Şiblî´nin talebesi olan bu zat, H. 353´de Ercan´da vefat etmiştir. .
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Dünyanın Zemmi ve Niteliği Hakkında Mev´izeler
Seleften biri şöyle demiştir: Ey insanlar! Teenniyle hareket edin, daima ALLAH´tan korkun! Emel ve eceli unutarak aldanmayın, dünyaya meyletmeyin! Çünkü o pek fazla hilebaz, pek fazla kandırıcıdır. Gurur ile size süslü püslü görünmüştür. Sizi temennileriyle aldatmıştır. Müşterisine süslü görünmüştür. Süslenmiş bir gelin gibi olmuştur. Gözler faltaşı gibi açılıp ona bakmakta, kalpler onun üzerine üşüşmekte, nefisler ona aşık olmakta... Oysa o nice aşıklarını öldürmüş, kendisine yaslanan nice kişileri mağlup etmiştir. Bu bakımdan onu hakîkat gözüyle süzünüz. O öyle bir evdir ki onun yok edicileri çok... Onu yaratan onu kötülemiştir. Onun yenisi çürür. Onun mülkü yok olur. Onun azizi zelîl, onun çoğu az ve onun sevgisi ölümdür, onun hayrı elden çıkar. ALLAH´ın rahmeti sizin üzerinize olsun! Gafletinizden uyanın! Uykunuzdan silkinin! Hem de ´filan adam hastadır´ veya "ağır hastadır´ denilmezden önce... Acaba ilâç için bir yol var mı? Acaba tabibe giden yol var mı?´ denilmeden önce uyanın. Zaman senin için şifa ummadığı halde doktorlar senin için çağrılacaktır. Sonra ´Filan adam vasiyet etti, malını saydı´ denir. Sonra ´Dili ağırlaştı, arkadaşlarıyla konuşamıyor, komşularını tanımıyor!´ denir. O anda senin alnın ter döker. İnlemelerinin biri diğerini takip eder. Yakînin yerinde kalır, gözlerin yerinden fırlar, zanların doğrulanır, dilin ağırlaşıp kekeler, arkadaşların ağlar... Sana denir ki: ´Bu senin oğlundur, bu senin kardeşindir´. Oysa sen konuşmadan menedilmişsindir konuşamazsın. Senin dilin mühürlenmiştir. Artık kurtulamaz. Sonra kaza ve kader senin başına konur, canın bedeninden ayrılır, göklere doğru götürülür. O anda arkadaşların toplanır, kefenin hazırlanır. Seni yıkar kefene sararlar. Senin ziyaretçilerinin ardı kesilir. Senden nefret edenler rahata kavuşur. Senin ehlin ve aile efradın servetine el koymak üzere etrafından dağılıp giderler. Sen amellerinin rehini olarak kalırsın. Seleften biri, hükümdarın birine şöyle demiştir: Dünyayı zemmetmek ve dünyadan nefret etmek bakımından insanların en müstehakı, dünyada kendisine bolluk verilmiş, dünyadan kendisinin ihtiyaçları kendisine bahşedilmiş bir kimsedir. Çünkü böyle bir kimse malına hücum edip malını silip süpüren bir belayı veya topladığına hücum edip de onu darmadağın edip götüren bir felâketi veya saltanatının temellerini yıkan veya bedenine girip de kendisini hasta eden veya arkadaşları arasında elinden çıkarmak istemediği bir şeyini elinden alan bir felâketi bekler. Bu bakımdan dünya kötülenmeye (övmekten daha) müstehaktır. Zira verdiğini alan, hibesinden cayan elbette dünyadır. Arkadaşının yüzüne güldüğü anda bir de bakarsın ki onu başkasına gülünç yapmış! Arkadaşı için ağlarken bakarsın ki başkasını onun için ağlatır. Elini vermek için açtığı halde bakarsın ki geri alır. Bugün arkadaşının başına taç koyar, yarın toprakla o kelleyi sıyırır. Dünya için, gidenin gidişi, kalanın kalışı eşittir. Dünya, kalanı gidenin yerine halef görür. Onların herbirinin diğerinin bedeli olmasına razı olur. Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz´e (halife seçildiğinde) şöyle yazdı: Malum olsun ki dünya ikamet evi değil, kendisinden göç etme evidir. Adem (a.s) cennetten dünyaya cezalı olarak inmiştir. Ey mü´minlerin emîri! O halde dünyadan sakın! Zira dünyadan alınan azık, onu terketmektir. Dünyadan alınan zenginlik, onun fakirliğidir. Dünyanın her an öldürdüğü biri vardır. Dünyayı azîz edeni dünya zelîl eder. Dünyayı toplayanı, dünya fakir yapar. Dünya zehir gibidir, bilmeyen bir kimse onu yutar. Fakat içinde kendi ölümü vardır. Bu bakımdan sen dünyada, yarasını tedavi edip saran gibi ol! Böyle bir kimse, istemeyenin korkusundan az korunur. İlâcın zahmetine, hastalığın uzunluğundan korkarak tahammül eder. O halde şu hilekâr dünyadan, şu kandırıcı, aldatıcı dünyadan sakın! O dünya ki hilesiyle süs-lenmiş, gururuyla fitnelendirmiş, emelleriyle cazibeli görünmüş, hitabıyla geciktirilmiştir. Bu bakımdan dünya telli duvaklı bir gelin gibi olmuştur. Gözler ona bakar, kalpler onun hayrânı, nefisler onun aşığıdır. Oysa o bütün kocalarından nefret eder. Buna rağmen kalan, geçenden ibret almamakta, son gelen önce gelenden ders almamaktadır. ALLAH´ı bilen bir ârif kendisine dünyadan haber verdiği halde nasihat almamakta... Dünyanın aşığı ondan ihtiyacını elde etmiş, aldanmış, haddini aşmış, âhireti unutmuştur. Aklını dünyaya kullanmış, dünya onun ayağını kaydırmış, pişmanlığı büyüdükçe büyümüş, hasreti oldukça çoğalmış, ölümün pişmanlığı artmış, ölümün sıkıntı ve elemleri üzerine çökmüş, maksadın elden çıkmasının acısını duymuştur! Dünyanın istekçisi dünyadan isteğini elde edememiş, nefsini rahat ettirememiş, azıksız dünyadan çıkmış, hazırlıksız bir zemine varmıştır. Ey mü´minlerin emîri! Sen dünyadan sakın! Ey mü´minlerin emîri! Dünyadan sakın! Dünyada çok sevildiğin zaman ondan çok sakın! Çünkü dünyanın sahibi ne zaman dünyanın sevgisine güvenirse, mutlaka dünya onu bir zahmete sürükler. Dünya ehlinin arasında sevilen aldanmıştır. Dünyadan faydalanan hilebaz ve zararlıdır. Dünyada olan genişlikler bela ile bitişiktir. Dünyadaki beka, faniliğe döner. Bu bakımdan dünyanın sevgisi, üzüntülerle karışıktır. Dünyadan giden dünyaya geri gelmez. Geleni bilinmez ki beklenilsin. Dünyanın ümitleri yalancı, emelleri bâtıldır. Doğruluğu bulanıktır, hayatı zikzaklıdır. Ademoğlu dünyada daima tehlike ile karşı karşıyadır. Eğer düşünürse, kendisi nimetler içerisinde bile tehlikeden ve beladan sakınmak zorundadır. Eğer yaratan dünyadan hiçbir haber vermemiş olsaydı ve dünya için hiçbir darb-ı mesel beyan etmemiş olsaydı, yine de dünya uyuyanı uyandırır, gâfili in-tibaha getirirdi. ALLAH, dünya hususunda uyarıcı ve sakındırıcı gönderdiği halde nasıl böyle olmasın? Dünyanın ALLAH nezdinde bir kıymeti yok... Yaratıldığından beri ona bir defacık olsun (şefkatle) bakmamıştır.36 Dünya, bütün anahtar ve hazineleriyle senin peygamberine kendisini arzetti. Oysa dünya onun olsaydı, ALLAH nezdindeki mertebesinden bir sivrisinek kanadı kadar eksiltmezdi. Buna rağmen peygamber´in onu kabul etmekten çekindi. Zira ALLAH´ın emrine muhalefet etmeyi kerih gördü ve yaradanının nefret ettiğini sevmeyi istemedi veya padişahı tarafından kıymetsiz sayılanı yüceltmeyi arzu etmedi. O öyle bir dünya ki ALLAH Teâlâ imtihan için onu sâlih kullarından esirgemiş, aldatmak için düşmanlarına alabildiğine vermiştir. Dünya ile mağrur olan ve dünyaya gücü yeten, kendisine dünya ile ikram edildiğini düşünür ve ALLAH Teâlâ Hz. Peygamber´i karnının üzerine taş bağladığında unutmuş zanneder. Oysa Hz. Peygamber ALLAH´ın Musa´ya şöyle buyurduğunu rivayet eder: Sen zenginliğin gelişini gördüğünde de ki: ´Bir günahtır. Onun cezası acelece verilir´. Fakirliğin gelişini gördüğünde de ki: ´Sâlih kimselerin şiarına merhabalar!´ Eğer dilersen Hz. İsa´ya uy! Zira o şöyle diyordu: ´Benim katığım açlık, alâmet-i fârikam korku, elbisem yün... Kış mevsiminde ateşim güneşin ışınları, lambam ay, bineğim ayaklarım, yemeğim ve meyvem yerin bitirdiği bitkiler.. Benim hiçbir şeyim olmadığı halde akşamlıyor, hiçbir şeyim olmadığı halde sabahlıyorum. Oysa yeryüzünde benden daha zengin hiçbir kimse yoktur´. Vehb b. Münebbih şöyle anlatır: ALLAH Teâlâ, Hz. Musa´yı, Firavuna gönderdiği zaman şöyle buyurmuştur: ´Firavun´un dünyada giymiş olduğu elbise sizi şaşırtmasın. Çünkü onun perçemi benim kudret elimdedir. Ben izin vermeden o konuşamaz, bakamaz, nefes alamaz. Sakın onun dünyadan edinmiş olduğu lezzetler sizi hayrete düşürmesin! Çünkü o cilveli yaşantı, dünya hayatının geçici cilvesidir, israfçıların ziynetidir. Eğer ben ikinizi dünya ziynetiyle ziynetlendirmek isteseydim, Firavun o ziyneti gördüğü zaman anlardı ki size verilen nimete gücü ve takati yetmez. Bunu yapabilirdim. Fakat ben sizi böyle şeyden uzak tutuyorum. O ziyneti sizden esirgiyorum. Ben halis kullarıma hep böyle yaparım. Ben onları dünya nimetlerinden şefkatli bir çobanın tehlikeli otlaklardan koyunlarını koruduğu gibi korurum. Şefkatli çobanın devesini uyuz eden konaklardan uzaklaştırdığı ve sakındırdığı gibi onları dünyanın sığınaklarından korur ve uzaklaştırırım. Böyle yapmak, onların nezdinde kıymetsizliklerine hamledilemez! Fakat benim ikramımdan uzak bir vaziyette bolca nasiplerini tamamlamasınlar diye yapıyorum. Ancak benim velî kullarım bana zillet, korku, huşû, hudû ve kalplerinde yerleşen takvâ, bedenlerinde görülen vera ile süslenirler. Bunlar onların giydiği elbiseleri ve hissettikleri kalpleridir. Dolayısıyla zaferi elde edecek kurtuluşları, umdukları emelleri ve medar-ı iftiharları olan iyi hasletleridir. Bilinmelerine vesile olan simalarıdır. Sen onlara rastladığın zaman kanatlarını onlar için ger! Kalbini ve dilini onlar için kolaylaştır. Kim benim velî kullarımdan birini korkutursa, o bana karşı savaş açmış olur. Sonra o velî kulumun intikamını, kıyamet gününde ben alırım. Hz. Ali, bir hutbe okuyarak şöyle demiştir: Bilin ki muhakkak öleceksiniz. Ölümden sonra dirilip amellerinizin yanında durdurulacaksınız. Amellerinizle ceza-landırılacaksınız. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın! Çünkü dünya hayatı bela ila çepeçevre sarılıdır. Fanilikle bilinir, hile ile vasıflıdır. Dünya hayatında her ne varsa, zevale doğru gidiyor. Dünya dünyalılar arasında dönen bir dolap gibidir. Onun durumları hiçbir zaman devam etmez. Ona binenler hiçbir zaman şerrinden emin olamazlar. Aile efradı, ondan gelen bir genişlik, zevk ve safâ içinde bulundukları bir anda bakarsın ki bir bela ve aldatmaya uğrarlar. Değişik durumlar, geçici teller çalıp durmakta.. Dünyada yaşamak kötü, dünyada bolluk devam etmekte.... Dünyanın ehli dünyada hemen oklanmaya hazırlanan hedefler... Dünya onları ok yağmuruna tutmakta, ölümüyle onları uzaklaştırmakta... Herbirinin ölümü dünyada takdir edilmiş... Onun nasibi dünyada boldur. Ey ALLAH´ın kulları! Bilin ki sizler ve içinde bulunduğunuz şu dünya, ömürleri daha uzun olan geçmiş kimselerin yolu üzerindesiniz. Kuvvetçe sizden daha güçlü, sizden daha fazla dünyayı tamir eden ve eserleri sizden daha çok olan kimselerin yoluna devam ediyorsunuz. O kimselerin sesleri uzun zaman titreştikten sonra susmuş, sükûta uğramıştır. Cesedleri çürümüş, köyleri, beldeleri ve evleri olduğu yerde harap olmuş, boş kalmış... Eserleri silinmekte, koca koca köşkler, tahtlar ve halılar yerine lâhitli ve mezarlarda biri diğerine dayanmış taşlar ve kayalıklar konmaktadır. Bu bakımdan onların yeri korkulu... Orada duranlar garip.. Tanımadıkları bir diyarın halkına katılmış, dertli ve meşgâlesi olan bir memleketin insanlarıyla beraberler. Mâmur köşk ve saraylarla ünsiyet etmiyorlar. Komşu ve arkadaşların birbirini ziyaret etmesi gibi şeyler yoktur. Oysa mekanca ve komşulukça pek yakındırlar birbirlerine. Evce birbirinin bitişiğinde... aralarında nasıl konuşma olacaktır? Oysa belâ bütün varlığıyla onları kuşatmıştır. Kocaman taşlar ve topraklar onları yemiştir. Hayattan sonra ölmüşler, maişetin parlaklığından sonra kupkuru kemik olmuşlar. Dostlar onlardan kaçınmakta, onlar toprağın altında durmakta, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmaktalar! Heyhat! Heyhat! Nihayet o müşriklerin herbirine ölüm geldiği vakit şöyle diyecekler: ´RABBİM! Beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip sâlih bir amelde bulunayım!´ Hayır! (Artık dünyaya dönülmez!) Müşriklerden herbirinin söylediği bu sözler, söyleyene ait faydasız bir laftır. Önlerinde ise bir mezar vardır. Diriltilecekleri güne kadar oradadırlar.(Mü´minûn/99-100) Sanki sizler de onların uğradıkları bela ve mezardaki tenhalığa girmişsiniz. O yerde amellerinizin rehini olarak buluyorsunuz. O emanet yeri sizi kucaklamıştır. Acaba gördüğünüz kabirler, içlerindekini dışarıya saçtığı, göğüsler içlerindekini dışarıya attığı zaman sizin haliniz ne olacaktır? Yaptıklarınızın hesabı için durdurulduğunuz, azîm olan padişahın huzuruna çıkarıldığınız, kalbinizin günahlardan dolayı korkudan yerinden fırladığı, perdelerinizin yırtıldığı, ayıplarınızın ve gizlilerinizin meydana çıktığı zaman haliniz ne olacaktır! İşte o zaman her nefis yaptığından sorumlu olup karşılığını görecektir. Göklerde ve yerde bulunan herşey ALLAH´ındır ki kötülük edenleri, yaptıklarıyla cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle mükâfatlandırsın.(Necm/31) Kitab (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak ´Vah bize, bu kitab da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!´ dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.(Kehf/49) ALLAH Teâlâ bizleri ve sizleri kitabıyla amel eden kullarından eylesin. Dostlarına tâbî olanlardan kılsın ki, bizi ve sizleri dârülmakam olan cennete yerleştirsin... Çünkü ALLAH hamid (hamdedilen) ve mecîd (övülendir).37 Hukemâdan biri şöyle demiştir: Günler oklardır, insanlar hedefler... Zaman her gün sana ok atıyor! Seni gece ve günleriyle deliyor! Böylece bütün parçalarını delinceye kadar atmaya devam ediyor. Acaba senin selâmetinin bekası, gecelerle beraber nerede kalır? Eğer günlerin sende meydana getirdiği eksikliği görebilseydin her geçen günden nefret ederdin. Geçen saatler sana pek ağır gelirdi. Fakat ALLAH´ın tedbiri, ibret almanın tedbirinin üstün-dedir. Dünyanın tehlikelerine sabır göstermen sayesinde dünya lezzetlerinin tadı hissedilmektedir. Oysa o dünya hâkim tarafından yoğrulduğu zaman alkam denilen maddeden daha acıydı. Vasfedici, dünyanın ayıplarını saymaktan acizdir. Dünyanın getirdiği acaiplikler, vâizin ihâta edip anlatmasının çok üstündedir. Ya rabbî bizi sevaba irşâd eyle!38 Hukemâdan birine dünyanın vasfı ve ne kadar kalacağı sorulduğunda şöyle demiştir: Dünyada senin vaktin şu ki, o vakitte senin gözün sana döner. Çünkü daha önce geçen zamanın idrâki elinden çıkmıştır. Gelecek zaman hakkında ise bir bilgiye sahip değilsin. Zaman, gecesi tarafından matemi tutulan, saatleri tarafından durdurulan bir günden ibarettir. Hâdiseleri bozması ve eksiltmesi ile durmadan insanoğlunun üzerine akıp gelmektedir. Zaman, cemiyetleri dağıtmaya, derli toplu olanları yıkmaya, devletleri değiştirmeye vekil kılınmıştır. Emel uzundur, ömür kısa... Bütün işler ise ALLAH´a döner. Ömer b. Abdülaziz (r.a), bir hutbesinde şöyle demiştir: Ey insanlar! Muhakkak sizler öyle bir iş için yaratıldınız ki eğer siz onu tasdik ederseniz muhakkak ahmaksınız, eğer onu yalanlarsanız, muhakkak helâk olanlardansınız. Siz edeb için yaratıldınız. Fakat sizler, bir evden bir eve naklediliyorsunuz. Ey ALLAH´ın kulları! Siz öyle bir evde bulunuyorsunuz ki o evde sizler için yiyeceklerinizde zehir, içeceklerinizde zakkum vardır. Ancak ayrılmayı istemediğiniz bir şeyden ayrılmak sûretiyle o evde sizi sevindiren bir nimet elde edebilirsiniz! Bu bakımdan son varacağınız konak için çalışınız! Edediyyen kalacağınız ev için çaba sarfediniz! Bunu söyledikten sonra ağlamaktan konuşamaz bir hâle geldi ve minberden indi. Hz. Ali bir hutbesinde şöyle demiştir: Size ALLAH´tan sakınmayı tavsiye ediyorum. Sizi terkeden dünyayı terketmeyi istemiyorsanız da... O dünya ki bedenlerinizi çürütüyor. Siz ise onu yemlemek istiyorsunuz! Sizin ve dünyanın misâli, seferde olan bir grubun misâline benziyor, bu grup sanki yolculuklarının sonuna varmışlar, sanki bir işarete ulaşmışlar. Oysa sona varmak için daha ne kadar zamanın akıp geçmesi gerekiyor? Nice kişi vardır ki dünyada bir günü kaldığı, kendisini arayan biri arkasına takıldığı halde dünyada kalmayı ve ayrılmamayı ümit ediyor! Bu bakımdan dünyanın şiddet ve saldırısından ürkmeyin. Çünkü, yokluğa doğru gidiyor. Dünyaya tâlip olana hay-ret ediyorum; ölüm onu aradığı halde o dünyayı arıyor. Kendisi gâfil olduğu halde kendisinden gâfil olunmamaktadır. Muhammed b. Hasan39 şöyle demiştir: Edeb, mârifet, ilim ve fazilet ehli, ALLAH Teâlâ´nın dünyayı hakir kıldığını ve dostları için dünyaya razı olmadığını, dünyanın onun nezdinde hakir ve önemsiz olduğunu Hz. Peygamber´in dünyada zâhid olup, ashabını onun fitnesin-den sakındırdığını bildikleri zaman ondan az yediler. Fazlasını ahiret için gönderdiler. Dünyadan kendilerine yetecek kadarını aldılar. Meşgul edeni bıraktılar. Elbiselerden avretlerini örtecek kadarını giydiler. Yemekten açlığı giderecek kadarını yediler. Dünyaya yok olacak gözüyle baktılar. Ahirete ebedî kalacak gözüyle nazar ettiler. Bu bakımdan onlar dünyadan bir binicinin azığı kadar azıklandılar. Dünyayı harap edip onunla ahireti tamir ettiler. Ahirete kalpleriyle bakıp, gelecekte ona gözleriyle bakacaklarını anladılar. Bedenleriyle ahirete yakında irtihal edeceklerini bildikleri için kalpleriyle ahirete irtihal ettiler. Az yoruldular. Uzun zaman nimetlendiler. Bütün bunlar, kerim olan mevlâlarının tevfiki ile oldu. Mevlâlarının kendileri için sevdiğini sevdiler, kerih gördüğünü de kınadılar. ___________________ 36)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak);İmam Ahmed ve Taberânî (muttasıl olarak) 37)Şerif er-Radî, bu hutbeyi Nehc´ul-Belâğa´da zikretmiştir. 38)Hasan Basrî´nin, Ömer b, Abdülaziz´e yazdığı mektup burada son buldu. |
|
|
|
#3 |
|
Kula Göre Dünyanın Hakîkati
Dünyayı kötülemek, dünyanın ne olduğunu bilmedikçe yeterli değildir. Dünyanın nesinden korunmak, nesinden korunmamak gerektiğini bilmeden onu kötülemek bir fayda vermez. Bu bakımdan kötülenen dünyayı belirtmemiz mutlaka lâzımdır. ALLAH´a giden yolu kesene bir düşman olduğundan dolayı kendi-sinden korunmak ve sakınmak gereken dünyanın ne olduğunu beyan etmeliyiz. O halde deriz ki: Senin dünya ve ahiretin, kalbinin hallerinden olan iki halden ibarettirler. O hallerden yakın olana dünya denilir. O, ölümden önceki herşey demektir. Geciken ve ölümden sonra gelene ahiret denilir. O da ölümden sonrasıdır. Bu bakımdan dünyada her ne nasibin, gayen, şehvetin ve lezzetin varsa ölümden önce meydana gelir ve o şey senin için dünyadır. Ancak meylettiğin, nasibinin olduğu, payının bulunduğu ve kötü de olmayan bu şeyler üç kısma ayrılır: Birinci Kısım Ahirette seninle arkadaşlık yapan, ölümden sonra da meyvesi beraberinde kalan şeydir. Bu da iki şeyden ibarettir: İlim ve amel. İlimden gayem; ALLAH´ı, sıfatlarını ve fiillerini, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini, arz ve semanın melekûtunu ve ALLAH´ın, peygamberinin şeriatını bildiren ilimdir. Amelden gayem; halisen ALLAH rızası için yapılan ameldir. Âlim kişi bazen ilmiyle o kadar ünsiyet peyda eder ki ilim onun nezdinde eşyanın en lezzetlisi olur. Bu bakımdan uykuyu, yemeyi ve evlenmeyi ilmin lezzeti için terke-der. Çünkü ilim, onun katında bütün bunlardan daha zevklidir. O halde ilim, bu kişi hakkında dünyada hemen verilen bir nasip olmaktadır... Fakat biz dünyanın kötülüğünü belirttiğimiz zaman, asla bunu dünyadan saymayız. Aksine bu ahiretten deriz. Böylece âbid kişi de bazen ibadetiyle ünsiyet peyda eder, onun lezzetine alışır. Öyle ki o ibadetten menedilirse, bu menediliş onun için cezaların en büyüğü olur. Hatta bazıları der ki: ´Ben benimle gece ibadeti arasında perde olur diye ölümden korkuyorum´. Başka biri de şöyle der: ´Yarab! Namazın, rükûun ve secdenin kabirde bile yapılması için bana kuvvet ver!´ İşte bu kimsenin katında namaz, hemen verilen nasiplerden olmaktadır. Âcilen verilen nasibe dünya ismi verilir. Çünkü dünya yakınlık mânâsına gelen dünuv kökünden gelir. Fakat biz, bu dünyadan, kötülenen dünyayı kasdetmiyoruz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. Bana dünyanızdan üç şey sevdirilmiştir: 1.Kadın 2.Güzel koku 3.Gözümün nûru namaz!53 İşte görüldüğü gibi namaz, dünyanın zevklerinden sayılmıştır. His ve müşahedeye giren herşey de şehadet âleminden sayılır ve dünyadandır. Azaları rükûa varmak, secdeye kapanmak suretiyle hareketlendirmekten lezzet almaktadır. Lezzet almak ise dünyada olur. Bunun için de Hz. Peygamber, namazı dünyaya izafe etmiştir. Ancak biz bu kitapta kötülenen dünyadan bahsedeceğiz. Bu bakımdan deriz ki; ´Namaz, kötülenen dünyadan değildir´. İkinci Kısım Birinci kısmın tam zıddı ve en uzağında olan şeydir. O da içinde acil lezzet olan ve ahirette asla meyvesi olmayan şeylerdir.Bütün günahlardan zevk almak, ihtiyaçlardan fazla olan mübah şeylerle nimetlenmek, zaruretin dışında olan, refah ve konforlu yaşama dahil olan şeyler gibi... Altın ve gümüş istiflerden, bağlanıp beslenen atlardan, evcil hayvanlardan, ziraattan, köleler, cariyeler, aygırlar, koyun sürüleri, köşkler, evler, kıymetli elbiseler ve yemeklerin lezzetlerinden lezzetlenmek gibi... Bu bakımdan kulun bütün bunlardan olan nasibi kötülenen dünyadır. Fakat fuzulî sayılan veya ihtiyaç yerinde sarfedilen şeyler hakkında uzun bir düşünce silsilesi vardır. Hz. Ömer´den rivayet ediliyor ki, Ebu Derdâ´yı Humus´a vali tayin etti. Vali bir gölgelik yapıp oraya iki dirhem sarfetti. Bunun üzerine Hz. Ömer valiye şunu yazdı: Mü´minlerin emîri Hattab oğlu Ömer´den Ebu Derda´ya... Senin için Faris ve Rumlar´ın -ALLAH onları tahrip etmek istediği zaman- dünyanın tamirine yetecek kadar binaları vardır. Bu bakımdan sana şu mektubum ulaştığı zaman seni aile efradınla Şam´a sürgün ediyorum!54 Ebu Derdâ ölünceye kadar Şam´da kaldı. İşte Hz. Ömer, dünyanın bu kadarını fuzulî görmüştür. Bu bakımdan bu hususta düşün! Üçüncü Kısım Birinci ve ikinci kısım arasında bulunan kısımdır. O da âhiret amellerine yardımcı olan âcil rızıklardır. İnsanoğlunu, ilim ve amele ulaştıran, varlık ve sıhhatini devam ettirmesi için gereken herşey böyledir... Pek fazla pahalı olmayan kaba bir gömlek ve yemeğin normal miktarı gibi... İşte bunlar -birinci kısım gibi- dünyadan sayılmazlar. Çünkü bunlar birinci kısma yardımcı ve vesiledirler. Bu bakımdan kul, ilim ve amel hususunda kendisine yardımcı olsun diye bunları elde ederse dünyaya daldı denilmez ve bu yüzden dünya yavrularından olmaz: Eğer kulun teşvikçisi, takvâ hususunda yardımcı olsun diye değil de sadece geçici lezzeti temin ise, o vakit ikinci kısma iltihak eder ve kötülenen dünyadan sayılır. Ölüm çağında kulla beraber ancak üç sıfat kalır: 1.Kalbin kirlerden temizlenmesi 2.ALLAH´ın zikri 3.ALLAH´ı sevmesi Kalbin saflığı ve temizliği, ancak dünya şehvetlerinden menedilmekle elde edilirler. ALLAH´ın zikriyle yakınlık kurmak ise, ancak ALLAH´ı anmak ve buna daimi bir şekilde devam etmekle elde edilir. Sevgi ise ancak mârifetle elde edilir. ALLAH´ın mârifeti ise ancak daimi bir şekilde düşünerek, tefekkür etmekle elde edilir. İşte bu üç sıfat kurtarıcı, ve ölümden sonra saadet getirici sıfatlardır. Dünya şehvetlerinden kalbi temizlemeye gelince, o kurtarıcı sıfatlardandır. Çünkü kul ile ALLAH´ın azabı arasında siper olur. Nitekim bu durum haberlerde de vârid olmuştur. Muhakkak ki kulun amelleri, kulu müdafaa eder ve korurlar. Bu bakımdan azap, ayaklar tarafından geldiği zaman gece ibadeti gelip o azabı kovar ve siper olur. Eller tarafından geldiğinde, ellerle verilen sadaka gelir onu defeder...55 Ünsiyet ve muhabbete gelince, onlar insanı saadete erdiren sıfatlardandırlar. Onlar kulu, mülâkat ve müşahedenin lezzetine vardırırlar. Bu saadet hemen ölümün akabinde çarçabuk tahakkuk eder ve cennette ALLAH´ın cemâlini görünceye kadar devam eder. Bu bakımdan kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Böyle bir kimse için kabir nasıl cennet bahçelerinden bir bahçe ol-masın! Oysa böyle bir kimsenin bir mahbubdan fazla mahbubu yoktu. Dünya alâkaları da o mahbubu daimi şekilde anıp, onunla yakınlık kurmaktan kendisini alıkoyuyordu. Onun cemâlini mütalaa etmeye mâni oluyordu. Bu bakımdan o alâkalar ortadan kalkmış, kişi hapisten kurtulmuş, sevdiğiyle başbaşa kalmış... O halde, alâkalardan emin, mânilerden selim ve sevinçli bir durumda sevdiğinin huzuruna varır. Dünyanın aşığı ölüm çağında nasıl üzülmesin? Oysa onun sevdiği dünyadan başka birşey değil. Dünya ise kendisinden alınır, kendisi ile dünya arasında ölüm perdesi gerilir, dünyaya dönüş yolları kendisi için kapanır. Bunun için şöyle denilmiştir: Bir dostu olup da kendisini bırakanın hali ne olacaktır? Ölüm yokluk değildir. Ölüm kulun dünyadan ayrılması ve ALLAH´ın huzuruna varmasıdır. Durum bu ise âhiret yolunun yolcusu, amel, fikir ve zikirden ibaret olan bu üç sıfatın sebeplerine devam eden bir kimsedir. Bu sıfatlar, onu dünya şehvetlerinden kesen sıfatlardır.Dünyanın lezzetlerini kendisine çirkin gösterirler. O lezzetlerden kendisini alıkoyarlar. Bütün bunlar ancak beden sıhhatiyle mümkün olur. Bedenin sıhhati de ancak azıkla elde edilir. Elbise, mesken ve bunlara benzer birçok sebeplere muhtaçtır. Bu bakımdan bunlardan lâzım olan miktarı, dünyadan âhirete sarfetmek için aldığı zaman, dünya âşıklarından sayılmaz. Dünya onun hakkında âhiretin tarlası olur. Eğer onları nefsinin zevki için ve lezzetlenme maksadıyla alırsa dünyanın âşıkları´ndan olup lezzetlerine rağbet gösterenlerden sayılır. Ancak dünyanın lezzetlerine rağbet göstermek, sa-hibini ahiret azabına maruz bırakan ve haram olan şeyler, sahibiyle yüce dereceler arasına perde gibi gerilir. Sahibini uzun uzun hesap vermeye maruz bırakan ve kendisine helâl ismi verilen şeye taksim olunur. Basiret sahibi bilir ki muhasebe için kıyamet meydanında uzun durmak da azaptır. Bu bakımdan hesap için bekletilen bir kimse üzülür.56 Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Diğer bir rivayet şöyledir: Dünyanın helâli azaptır´. Ancak bu azap, haramdan gelen adaptan daha hafiftir. Katta dünyanın helâlinden ötürü hesaba çekilmek olmasa dahi, cennette kaçırdığı yüce dereceler ceza bakımından yeter de artar!.. Kalbin o hakir, hasis, temelsiz lezztlerden dolayı çektiği hasret de azaptır. İşte dünyadaki halini buna kıyas et! Akran ve emsaline baktığın zaman dünya saadetleriyle senden öndeyseler, kalbin nasıl o saadetleri elde etmediğinden paramparça olur. Oysa biliyorsun ki o saadetler geçicidir. Bulanıklarla karışır. Onların duruluğu yoktur. Acaba büyüklük vasfı olmayan bir saadetin ve zamanla akıp giden ve so-nuna ulaşmak imkânı bulunmayan bir mutluluğun elden gitmesi hususunda halin ne olacaktır? Bu bakımdan, dünyada velev ki bir kuşun sesiyle (ötüşüyle) veya bir yeşilliğe bakmak suretiyle veya bir yudum soğuk su içmekle lezzetlenen bir kimse mutlaka ahirette onun kat kat lezzetlerini kaybeder. Hz. Peygamber´in Ömer´e hitaben buyurduğu şu hadîs-i şerîfiyle bu mânâ kastedilmiştir: Hz. Peygamber bu sözüyle Hz. Ömer´e ikram edilen soğuk suya işaret ediyor. Sualin cevabına maruz -o sualde zillet, korku, tehlike ve bekleme vardır- kalmaya işaret etti. Bütün bunlar nasibin eksikliğindendir ve bunun için de Hz. Ömer ´Bunun hesabını benden uzaklaştırın´ demiştir. Bu sözünü, susadığı ve kendisine soğuk bal şerbeti takdim edildiği ve elinde onu evirip çevirdiği ve sonra içmekten vazgeçtiği zaman söyledi. Dünyanın azı ve çoğu, haramı ve helâli lanete uğramıştır. Ancak ALLAH´ın takvâsına yardım eden kısım hariç... Zira bu kadarcığı dünyadan değildir. Kimin mârifeti daha kuvvetli ve daha sağlamsa, dünya nimetinden korunması daha şiddetlidir. Hatta İsa (a.s) uyuduğu zaman başını bir taşa koydu. Sonra o taşı da attı. Zira İblis kendisine görünerek şöyle dedi: ´Sen dünyaya rağbet ettin! Süleyman (a.s) o kadar servet ve debdebe içinde, insanlara yemeklerin lezzetlilerini yedirir kendisi ise arpa ekmeğiyle yetinirdi´. Bu yolla serveti nefsinin yanında bir zillet ve zorluk kıldı. Zira yemeklerin lezzetlileri varken sabretmek daha zordur. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ (c.c) peygamberimizden dünyayı esirgedi. Hz. Peygamber (s.a) açlıktan karnının üzerine taş bağlıyordu ve bunun için de ALLAH Teâlâ, bela ve mihneti, peygamberler ve velî kullarına musallat kılmış, sonra (derece bakımından) onlara benzeyenlere musallat kılmıştır.59 Bütün bunları düşünmek, onlara minnet ve ihtimam etmenden dolayıdır ki ahirette nasipleri çoğalsın! Nitekim şefkatli bir baba, çocuğunu meyvelerin lezzetinden korur. Kan aldırma elemine maruz bırakır. Bütün bunları meyvelere kıyamadığı için değil, evladına karşı olan şefkat ve sevgisinden dolayı yapar. Bununla anlaşıldı ki, ALLAH için olmayan herşey dünyadandır. ALLAH için olan ise dünyadan değildir. Eğer ´ALLAH için olan şey nedir?´ dersen, derim ki: Eşya üç kısma ayrılır. Bir kısım vardır ki ALLAH için olması düşünülemez. Bu kısma günahlar, mahzurlular ve mübahların çeşitleriyle nimetlenmeler girer. Bu, kötülenmiş katıksız dünyadır. Bu, maddeten ve mânen dünyadır. Diğer bir kısım vardır ki görünüşü ALLAH içindir. Fakat ALLAH için olmaması da mümkündür. Bu da üç gruptur: Fikir, zikir ve şehvetlerden korunma. Bunların üçü, gizlice yapıldıkları ve yapılmalarının sebebi sadece ALLAH´ın emri ve ahiret günü olduğu zaman ALLAH içindir, dünyadan değildir. Eğer fikirden gayesi; ilmi halk arasında marifeti izhar etmek suretiyle şeref sahibi olmaksa veya şehveti terketmekten gayesi mal toplamak veya bedenin sıhhatini korumak veya zahidlikle meşhur olmaksa, işte mânâ bakımından bu dünyadır. Her ne kadar görünüşte ALLAH için olduğu sanılıyorsa da... Diğer bir kısım vardır ki, şeklen ve maddeten nefsin lezzeti için olur. Fakat mânâ bakımından ALLAH için olması mümkündür. Bu da yemek, evlenmek, kişinin ve neslinin bekası ile ilgili şeylerdir... Eğer bunlardan gaye sadece nefsin lezzeti ise dünya olur. Eğer gaye takvâ hususunda yardımcı olmaları ise mânâ bakımından ALLAH için olur. Her ne kadar görünüşte dünya için olsa da... Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim zengin olmak, akran ve emsaline karşı böbürlenmek için helâlinden mal edinmek istiyorsa, böyle bir kimse ALLAH kendisinden nefret ettiği halde ALLAH´ın huzuruna gelir ve kim dilenmekten kurtulmak ve nefsini korumak için mal talep ediyorsa, bu kimse kıyamet gününde yüzü ayın ondördü gibi pırıl pırıl parladığı halde gelir.60 Dikkat et! Maksada göre bu nasıl değişiyor? O halde dünya, nefsinin acil ve gelip-geçen lezzetidir, Âhiret için ihtiyaç olmayan lezzete hevâ denir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ama kim rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini heveslerden alıkoymuşsa onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41) Hevâyı toplayan yerler beş tanedir: Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, süs, aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır.(Hadîd/20) O aynalar ki onlardan bu beş şey çıkar, onlar yedi tanedir. İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa) salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü (câzip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa varılacak güzel yer ALLAH´ın katındadır.(Âlu İmran/14) Böylece anlaşıldı ki, ALLAH için olan şeyler dünyadan değildir. Yaşam için gerekli olan mesken ve elbise -eğer ALLAH rızası için istenirse- ALLAH içindirler. Bunlardan çokça edinirse lezzet kısmına dahildir ve ALLAH için değildir. Lezzetlenme ile zaruret arasında bir derece vardır. Ona hâcet ismi verilir. Bu hâcetin iki tarafı, bir de orta kısmı vardır. Bir tarafı zaruret haddine yaklaşır. Bu taraf, zarar vermez. Çünkü zaruret haddi üzerinde durmak mümkün değildir. Başka bir tarafta lezzetlenme yaklaşır. Bu taraftan sakınmak uygundur. Bu iki tarafın arasında birbirine benzeyen birçok vasıtalar vardır. Kim korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün tedbir, şüphelilerden korunmak ile takvâdır. Her şeyin başı budur. Mümkün olduğu kadar zaruret hududuna yaklaşmalıdır. Bunu da peygamberlere ve velî kullara uymak bakımından yapmalıdır! Zira onlar nefislerini zaruret hududuna döndürüyorlardı. Veysel Karanî´nin aile fertleri Veysel Karanî´nin deli olduğunu sanıyorlardı. Çünkü o nefsini pek fazla tazyik ediyordu. Kapılarının yanında ona bir ev inşa ettiler. Bir sene, iki sene, üç sene geçtiği halde onun yüzünü görmüyorlardı. O, evinden sabah ezanının ilk çağında çıkıyor, en son yatsı namazında dönüyordu. Onun geçimi, hurma çekirdeklerini toplayıp bedeliyle geçinmekti. Atılmış bir hurmayı yerde görürse, akşam onunla iftar etmek için alırdı. Eğer iftar için birşey bulamazsa, topladığı çekirdekleri satar, onun parası ile gıdasını temin ederdi. Veysel Karanî´nin elbisesi mezbeleliklere atılan paçavralardı. Onları Fırat nehrinde yıkar, yamalar ve giyerdi. İşte onun elbisesi bu idi. Bazen mahalle çocuklarının yanından geçerken kendisini deli sanan çocuklar onu taşlarlardı. Çocuklar onu deli sanarlardı. Onlara şöyle derdi: ´Kardeşlerim! Eğer beni taşlayacaksınız, bari bana küçük taşları atın, çünkü topuklarımın kanayıp namaz vaktinin geçmesinden korkuyorum´. İşte onun sîreti böyleydi. Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun şanını yücelterek şöyle buyurmuştur: Ben Yemen tarafından Rahmân´ın nefesini hissediyorum. Bu hadîs, Veysel Karânî´ye işarettir. Hz. Ömer, halife seçildiği zaman şöyle bir hutbe îrad etti: ´Ey insanlar! Sizden Iraklı olanlar ayağa kalksın!´ Bu söz üzerine Iraklılar ayağa kalktı. Hz. Ömer ´Siz oturunuz! Sadece Kûfeliler ayakta kalsın!´ dedi. Iraklılar oturdular. Kûfelilere ´Siz de oturun! Sadece Murad kabilesinden olanlar ayakta kalsın!´ dedi. Onlar da oturunca, Murad kabilesine şöyle hitap etti: ´Siz de oturunuz! Sadece Karan kabilesinden olan ayakta kalsın!´ Hepsi oturdu. Bir tek kişi ayakta kaldı. Hz. Ömer ona hitaben şöyle dedi: -Beni görüyor musun? -Evet! Seni görüyorum. -Karan´lı Amr´ın oğlu Üveys´i tanıyor musun? Sonra Üveys´in, Hz. Peygamber´den dinlediği vasıflarını saymaya başladı. -Evet! Tanıyorum. Sen niçin onu soruyorsun? ALLAH´a yemin ederim, bizim içimizde, ondan daha ahmak, ondan daha vahşi, ondan daha hakir bir kişi bulunamaz! Bu durum karşısında Hz. Ömer ağladı ve sonra şöyle dedi: -Ben dediklerimi, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini işittiğimden dolayı dedim: ´Onun şefaatıyla Rabia ve Mudar kabileleri adedince insan cennete dahil olacaktır´.61 Herem b. Heyyan62 şöyle dedi: ´Ben Hz. Ömer´in bu sözünü dinledikten sonra Kûfe´de hiçbir işim olmadığı halde Üveys-i Karanî´yi arayıp bulmak ve onun durumunu sormak için kaldım. Araya araya onu Fırat nehrinin kıyısında, gündüzün ortasında, abdest alırken gördüm. Onu, bana söylenen vasıflarından tanıdım. Baktım ki etine dolgun, teni bembeyaz, başı traşlı, sakalı gür, rengi bozulmuş, yüzü buruşmuş, manzarası heybet verici bir kişi... Ona selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra beni dikkatle süzdü. Ben ona ´ALLAH senin gibi bir kahramana uzun ömür versin´ dedim ve elimi musafaha etmek için onun eline uzattım. Benimle musafaha etmekten kaçındı. Ben ´Ey Uveys! ALLAH sana rahmet edip seni affetsin! Nasılsın, ey ALLAH´ın rahmetine mazhar olan kişi?´ dedikten sonra, onu sevdiğimden ve ona karşı şefkatimden gözlerimden yaşlar boşanıp konuşamaz hale geldim. Zira onun durumundan gördüklerim bunu gerektirmişti. O da bana dedi ki: ´ALLAH sana da uzun ömür versin ey Heyyan´ın oğlu Herem! Nasılsın? Beni sana kim gösterdi?´ Cevap olarak ´ALLAH!´ dedim. Buna karşılık şunları söyledi: ´ALLAH´tan başka ilah yoktur. ALLAH ortaktan münezzehtir. Muhakkak RABBİMizin va´di yerine gelecektir´. Herem der ki: ´Beni tanıdığı zaman hayrete düştüm. ALLAH´a yemin ederim, ondan önce ne ben onu görmüştüm, ne de o beni görmüştü. Kendisine şöyle sordum: ´Benim ve babamın ismini nereden duydun? Oysa bundan önce seni görmüş değilim?´ Cevap olarak ´Alîm ve habîr olan ALLAH bunu bana haber verdi. Nefsim senin nefsinle konuşurken ruhum senin ruhunu tanıdı. Ruhların da bedenlerin nefisleri gibi nefisleri vardır. Mü´minlerin bazıları bazılarını tanırlar. ALLAH´ın vermiş olduğu ruh vasıtasıyla sevişirler. Her ne kadar daha önce karşılaşmamış olsalar da... tanışırlar, konuşurlar her ne kadar memleketleri birbirlerinden uzak, konakları ayrı ayrı olsa da.´ ´ALLAH senden razı olsun! Hz. Peygamber´den bir hadîs bana naklet ki ben onu senin ağzından dinleyeyim´ dedim. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ben Hz. Peygamber´e yetişemedim. Onunla sohbetim yok. Annem ve babam ona feda olsun. Fakat Hz. Peygamber ile karşılaşan kişileri gördüm. Senin kulağına geldiği gibi benim de kulağıma hadîsler gelmiştir. Ben, nefsim için bu kapıyı açıp da muhaddis, müftî veya kadı diye bilinmek istemiyorum! Ey Heyyan´ın oğlu Herem! Benim nefsimde bir meşguliyet vardır, beni insanlardan alıkoydu´. Ben ona ´Kardeşim! Bana Kur´an´dan bir âyet oku ki onu senin ağzından duyayım. Bana bir tavsiyede bulun! Çünkü ben seni ALLAH için pek fazla seviyorum!´ dedim. Herem der ki: ´Benim bu ısrarıma karşı ayağa kalktı, Fırat nehrinin kıyısına kadar elimden tuttu ve sonra şöyle dedi: ´Bilen ve dinleyen ALLAH´ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden ALLAH´a sığınıyorum´. Sonra ağladı ve dedi ki: ´RABBİM demiştir. Hak da RABBİMin sözüdür. RABBİMin sözü, sözlerin en doğrusudur´. Sonra şu ayeti okudu: Biz gökleri, yeri ve aralarındakileri eğlence olarak yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler. O fasıl günü, hepsinin varacağı gündür. O gün dost dosttan hiçbir şey engelleyemez ve kendilerine yardım da olunmaz. Ancak ALLAH´ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Çünkü O azîz´dir, rahîm´dir!(Duhan/38-42) Bu ayeti okuduktan sonra bayıldığını sandığım şekilde bir ses çıkardı, sonra şöyle dedi: ´Ey Heyyan´ın oğlu! Senin baban Heyyan öldü! Senin de ölümün yaklaştı. Ya cennete veya cehenneme... Baban Adem (a.s) öldü, annen Havva öldü, Nûh (a.s) öldü, Rahmâ´nın dostu İbrahim (a.s) öldü! Rahmân´ın kurtardığı Musa (a.s) öldü. Rahmân´ın halifesi Dâvud (a.s) öldü! Muhammed, (ona ve diğerlerine, salât ve selâm olsun) öldü. Oysa Hz. Peygamber (s.a) alemlerin rabbi olan ALLAH´ın Rasûlü´dür. Müslümanların halifesi olan Ebubekir öldü. Dostum ve kardeşim Hattab´ın oğlu Ömer öldü!´ Bunu söyledikten sonra: ´Ey Ömeeer! Ey Ömeeer!!!´ diye bağırdı. Herem der ki, ben kendisine ´ALLAH senden razı olsun! Ömer ölmemiştir´ dedim. O cevap olarak ´RABBİM bana Ömer´in ölüm haberini verdi, nefsim de ölümünü hissetti´ dedi ve şöyle devam etti: ´Ben de sen de ölüler zümresindeniz. Sanki bu olmuştur´. Sonra Hz. Peygamber´e salât ve selâm getirdi. Birtakım gizli dualar okudu, sonra şöyle dedi: ´Ey Heyyan´ın oğlu! Şu benim sana tavsiyemdir: ALLAH´ın Kitabı´ndan ve sâlih mü´minlerin yolundan ayrılma! Benim ölüm haberim bana ulaştırıldı. Senin ölüm haberin de bana ulaştırıldı. Bu bakımdan ALLAH´ın zikrinden ayrılma! Hayatta kaldıkça, göz açıp kapatıncaya kadar kalbin senden ayrılmasın! Döndüğün zaman kavmini ALLAH´ın azabıyla korkut. Bütün ümmete nasihatçi ol! Bir karış dahi cemaattan ayrılma yoksa bilmeden dinin senden ayrılır dolayısıyla kıyamet günü ateşe girersin!´ dedikten sonra şöyle dua etti: ´Ey ALLAHım! Şu kişi (Herem) senin yolunda beni sevdiğini ve rızan için beni ziyarete geldiğini söylüyor. Yarab! Cennette bana yüzünü tanıt. Dar´us-selâm´da onu benim yanıma koy! Nerede olursa olsun, dünyada kaldıkça onu koru! Onun kaybolmuş şeylerini ona ihsan et! Onu dünyanın azıyla razı et! Dünyadan ona vermiş olduğunu onun için kolaylaştır. Ona vermiş olduğun nimetlerinden dolayı onu şükreden kullarından kıl! Benden taraf ona en hayırlı mükâfatı ihsan eyle!´ Bunu dedikten sonra şöyle devam etti: ´Ey Heyyan´ın oğlu Herem! Seni ALLAH´a emanet ediyorum. Selâm, ALLAH´ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun! ALLAH senden razı olsun! Bugünden sonra seni, beni ararken görmeyeyim. Çünkü ben şöhretten nefret eden ve tenhayı seven bir kimseyim. Meşguliyetim çoktur. Hayatta kaldıkça bu insanlarla beraber üzüntüm pek şiddetlidir. Ne sen beni sor, ne de ben seni arayayım. Bil ki sen da-ima benim hatırımdasın. Sen beni görmesen dahi seni anarım. Bana dua et. Eğer ALLAH dilerse ben de seni anar ve sana dua ede-rim, sen şu tarafa git, ben de öbür tarafa gideyim!´ Bunun üzerine kendisiyle bir saat yürümeyi arzuladım. Fakat bu imkânı bana vermedi. Kendisinden ayrıldım. Hem kendisi ağladı, hem de beni ağlattı. Ben gidip bazı sokaklara girinceye kadar arkasından baktım. Ondan sonra onu sordumsa da ondan haber veren bir kimseye tesadüf etmedim. ALLAH ondan razı olsun, makamı cennet olsun! İste dünyadan yüzçevirip ahirete yönelenlerin sîreti ve ahlâkı böyle idi. Dünya bahsinde geçen hakîkatlerden, peygamberler ve velî kulların sîretinden anlaşıldı ki dünyanın tarifi şudur: Yemyeşil kubbenin gölgelendirdiği herşeye, külümsü toprağın üzerinde bulunan herşeye dünya denilir. Ancak bu şeylerden ALLAH rızası için olanlar müstesnadır ve dünyalıktan sayılmazlar. Dünyanın zıddı ve kuması ahirettir. Kendisiyle ALLAH talep edilen herşey âhirettendir. ALLAH´a ibadet etmek için, dünyadan zarûret miktarı alınan şeyler dünyadan değil ahirettendir. Bu bir misal ile açığa kavuşur. Şöyle ki: Kâbeyi kasteden bir kimse, hac yolunda olduğu halde, hacdan başka şeylerle meşgul olmayacağına, kendisini tamamen hacca vereceğine dair yemin etse, sonra bu kimse yolda azığını korumak, devesinin yemini vermek, yemek torbasını dikmek ve hac için lâzım olan şeyleri yapmakla meşgul olsa, kendisine yeminini bozdu diye kefaret düşmez. Çünkü hacdan başka şeyle meşgul olmuş sayılmaz. İşte beden de böylece nefsin bineğidir. Onunla ömür mesafesi katolunur. Bu bakımdan bedenin yola tahammülünü ve gücünü sağlayan ilim ve amelle meşgul olmak dünyadan değil, ahirettendir. Evet! Bu sebeplerin herhangi birisiyle bedenin lezzetlenmesi kastedildiği zaman, kasteden, ahiretten inhiraf etmiş olur ve kalbinin katılaşmasından korkulur. Tanafusî 63 şöyle anlatıyor: Mescid-i Haram´da Beni Şeybe kapısında birkaç gün birşey yemeden karnımın büklümlerini bükerek duruyordum. Sekizinci gün, uyku ile uykusuzluk arasında iken bir dellâlin şöyle bağırdığını duydum: ´Dikkat edin! Kim, muhtaç olduğundan fazlasını dünyadan alırsa onun kalbinin gözünü ALLAH kör eder (veya etsin). İşte bu, dünyanın senin hakkındaki hakîkatinin beyanıdır. Bunu bil, ALLAH´ın izniyle irşad ol!´ _______________________ 53)Nesâî, Hâkim 54)Vali mektubu aldığı zaman, aile efradıyla Şam´a gitti, ölünceye kadar orada kaldı. İbn Hibban der ki: ´Hz. Ömer´in hilâfetinde Muaviye onu Şam kadılığına tayin etmiştir´. 55)Taberânî 56)Müslim, Buhârî 57)İbn Ebî Dünya, Beyhâk: 58)Yemek bahsinde geçmişti. 59)İmam Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve İbn Mâce 60)Ebu Nuaym, Beyhâkî 61)İbn Semmak, (Ebu Umame´den) 62)Abdî soyundan olan bu zat, ashabın küçüklerinden. İbn Ebî Hatim ise onu tabiinin meşhur sekiz zahidinden saymıştır. 63)Adı Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Umayye el-Kûfî´dir. H. 204 senesinde vefat etmiştir. |
|
|
|
#4 |
|
İnsanlara Kendilerini, Yaratıcılarını, Nereden Gelip, Nereye Gittiklerini Unutturan Meşguliyetler
Dünya mevcut şeylerden ibarettir. İnsanoğlunun o mevcutlarda lezzeti ve nasibi vardır. Onların ıslahında meşgalesi vardır. İşte bunlar üç şeydir. Zannedilir ki dünya, sadece bu üç işin birinden ibarettir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünyanın kendilerinden ibaret olan şeyleri; kürre-i arz ve üzerindekilerdir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Biz yeryüzünde olan şeyleri yer halkına bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim.(Kehf/7) Bu bakımdan yeryüzü, insanoğulları için döşek, beşik, mesken ve istikrar yeridir. Yeryüzünde olanlar da onlar için elbise, yemek, içmek, evlenmektir. Yeryüzündeki şeyleri üç kısımda toplayabiliriz: 1.Madenler 2.Bitkiler 3.Canlılar Bitkiler İnsanoğlu onları gıda edinmek ve tedavi olmak için arar. Madenler Bakır ve kalay gibi, onları alet veya kap yapmak için; altın ve gümüş gibi onları para yapmak için veya bunların dışındaki maksat ve hedefler için arar. Canlılar Canlılar, insan ve insan dışındaki diğer canlılar diye ayrılır. İnsan dışındaki diğer canlıların etleri yenmek, sırtları binilmek ve süs edinilmek için aranılır. İnsan ise, bazen insanoğlu insanların bedenlerini mülk edinmek, onları hizmetkârlar gibi çalıştırmak ve sofralarına göndermek veya kadın ve cariyeler gibi onlardan zevk almak için onları arar. İnsanların kalplerini mülk edinmek, o kalplerde büyüklüğünü ve ikramını yerleştirmek için arar. İşte buna makam ve mertebe denilir. Zira makam ve mertebenin mânâsı, insanların kalplerini mülk edinmek demektir. İşte bunlar dünya diye isimlendirilen şeylerdir. İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa) salınmış atlar, develer ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü (cazip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa varılacak güzel yer ALLAH katandadır.(Âlu İmran/14) İşte bunlar dünyanın hazlarıdır. Ancak bunların kul ile iki yönden bağlantısı vardır: Biri kalple beraberdir ki o da kalbin bunları sevmesi, bunlardan lezzetlenmesi, kalbi köle gibi oluncaya dek himmetini bunlara sarfetmesidir veya dünya ile tamamen deli divaneye dönmüş bir aşık gibi olmasıdır. Bu alâkaya kibir, hile, hased, riya, şöhret, su-i zan, yağcılık, övülme sevgisi, servetle böbürlenmek gibi dünya ile ilgili olan kalbin bütün sıfatları dahildir ve bâtın dünya işte budur. Zâhir dünya, bizim söylediğimiz şeylerdir. İkinci irtibat bedenledir. O da bedenin bu şeylerin ıslahı ile meşgul olmasıdır ki bunlar onun ve başkasının lezzetlenmesine elverişli hâle gelsin. Bu, sanatların ve halkın meşgul olduğu işlerin tamamıdır. Halk nefislerini, varacakları yerlerini bu iki irtibattan dolayı dünya yüzünden unutmuştur: Kalbin sevgi ile bedenin de meşguliyetle bağlantısı... Eğer kişi nefsini, rabbini, dünyasının hikmet ve sırrını bilseydi, dünya dediğimiz bu şeylerin kendisini ALLAH´a doğru götüren hayvanın yemi için yaratıldığını anlardı. Bu hayvandan gaye bedendir. Zira beden ancak yemek, içmek, elbise ve meskenle hayatta kalabilir. Nitekim hac yolundaki devenin de ancak yemek, içmek ve sırtındaki çullar vasıtasıyla hayatta kalıp yoluna devam edebildiği gibi... Dünyada nefsini ve maksadını unutmak hususunda kulun misali, yolun konaklarında duraklayan ve durmadan devesine yem yediren, devesini tımarlayan, temizleyen, onun sırtına çeşitli elbise ve çullar örten bir hacının mi-sali gibidir. Devesine otların çeşitlerini getiren, buz ile suyunu soğutan, kendisini kafileden geri bırakmasın diye bunları yapan, kafileden geri kalıp çölde kalan ve devesiyle beraber yırtıcı hayvanlara yem olan gâfil bir hacının misâli gibidir. Basireti açık olan bir hacı ise, ancak devenin yürüyüşünü temin edecek kadarıyla ilgilenir. Bu bakımdan bu miktarı temin ettikten sonra kalbi Kâbe ve hac ile bağlıdır. Ancak zaruret miktarı deveye bakar. İşte ahiret seferindeki basiret sahibi de böyledir. Tuvalete ancak zaruret miktarı girdiği gibi, gerektiği kadar bedene bakar. Yemeği midesine sokmak ile karından çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her ikisi de bedenin zarurî ihtiyaçlarındandır! Kimin himmeti, karnına soktuğu şeyler ise, onun kıymeti midesinden çıkardığı şeydir! İnsanı ALLAH´tan en fazla meşgul eden midedir. Zira gıda zarurî olanıdır. Mesken ve elbisenin işi daha kolaydır. Eğer insan bu şeylere olan ihtiyacının sebebini bilmiş olsaydı ve sadece ihtiyaç kadarını kullansaydı, dünya meşgaleleri onun bütün vakitlerini almazdı. İnsanlar dünyayı bilmediklerinden, hikmetinden gâfil olduklarından ve dünya ile lezzetlendiklerinden dolayı dünya bütün vakitlerini alıyor, meşgul ediyor! Fakat onlar dünyayı bilememişler ve dünyadan gâfil olmuşlardır. Böylece dünyanın meşgaleleri ardı ardınca onların üzerine akın etmiş, bir kısmı diğerini takip etmiştir. Sınırsız bir nihayete doğru onları sürüklemiştir. Onlar meşgalelerinin çokluğuna dalmışlar ve maksatlarını unutmuşlardır. İşte biz, dünya meşgalelerinin tafsilâtını, onlara ihtiyacın nasıl olduğunu ve insanların dünya maksadlarında nasıl yanıldıklarını belirteceğiz ki dünya meşgaleleri halkı nasıl ALLAH´tan uzaklaştırmıştır, işlerin akibetini nasıl unutturmuştur açıkca görünsün! Bu bakımdan deriz ki; dünyevî meşgaleler, sanatlar ve halkın üzerine üşüşmüş olduğunu gördüğün çalışmalardır. Çokça çalışmanın sebebi; insanoğlunun üç şeye mecbur olmasındandır: ´Azık, mesken ve elbise´. Azık, gıdalanmak ve yaşamak içindir. Elbise, sıcak ve soğuktan korunmak içindir. Mesken, sıcak ve soğuğu defetmek, aile efradı ve maldan helâk olmanın sebeplerini uzaklaştırmak içindir. ALLAH, gıdayı, mesken ve elbiseyi, insanın sanatına muhtaç olacak şekilde yaratmıştır. Ancak hayvanlar için böyle değildir. Çünkü bitki, pişirmeksizin, hayvanın gıdası olur. Sıcak ve soğuk hayvanın bedenine tesir etmez. Bu bakımdan binaya muhtaç değildir ve çölde yaşayabilir. Elbisesi, tüyleri ve derilerdir. Elbiseye ihtiyaçları yoktur. İnsan ise, böyle değil... Bunun için beş sanata ihtiyaç vardır. Onlar da sanatların temelleri ve dünyevî meşgalelerin başlangıçlarıdır ve o sanatlar şunlardır: Çiftçilik, çobanlık, avcılık, dokumacılık ve inşaat. Bina, mesken içindir. Örücülük ve kapsadığı yün eğirmek ve dikmek giymek içindir. Çiftçilik, yemek için. Koyunlar ve atların çobanlığı da yine yemek, binmek ve avcılık içindir. Avcılıktan gayemiz ALLAH Teâlâ´nın yaratmış olduğu kara ve deniz hayvanını, madeni, otu veya odunu elde etmek demektir. Bu bakımdan çiftçi bitkileri elde eder. Çoban hayvanları korur, üretir. Avcı biteni elde edip başka insanın sanatı olmaksızın kendi kendine birşeyler edi-nir ve böylece yerin madenlerinden, insanların sanatı olmaksızın yaratılan şeyleri alır. Çünkü avcılıktan bizim gayemiz; bütün bunları kapsayan geniş mânâdır. O mânânın altına birçok sanat ve meşgaleler girer. Sonra bu sanatlar aletlere muhtaçtır. Dokuma aleti, çift, bina ve av gibi... Aletler de bitkilerden edinilir: Bunlar odun ve kereste kısımlarıdır veya demir, kaya ve benzerleri gibi madenlerden veya hayvan derilerinden yapılırlar. Bu bakımdan üç çeşit sanata daha ihtiyaç vardır: Marangozluk; bundan gayemiz, ne şekilde olursa olsun kereste ve odun maddeleri üzerinde çalışan kimselerdir. Hattattan gayemiz; demir, bakır ve diğer maden cev-herleri üzerinde çalışan kimsedir. Bizim gayemiz cinsleri zikretmektir. Sanatların kısımları ise pek fazladır. Terziye gelince, on-dan gayemiz; hayvan derileri ve parçaları üzerinde çalışan kimsedir. İşte bunlar sanatların temelleridir. Sonra insan tek başına yaşayamayacağı şekilde yaratılmıştır. Hatta tek başına yaşamamaya mecburdur. Bu mecburiyet ise iki sebepten meydana gelir. O sebeplerin biri, insan cinsinin devam etmesi için üremeye muhtaç olmasıdır. Bu ise ancak erkek ve kadının bir araya gelmeleriyle mümkün olur. İkinci sebep ise yemek ve elbiseleri hazırlamak hususunda, çocuk terbiyesi bakımından yardımlaşmaktır. Çünkü eşlerin birleşmesi çocuğu meydana geti-rir. Bir kişi hem çocuğu korumak, hem de azığın sebeplerini araştırmakla meşgul olamaz. Sonra kişinin aile efradı ile bir evde toplanması da kâfi değildir. İnsanların bir grubu bir araya gelmedikçe yaşamaları müm-kün değildir. Bir araya gelmeliler ki bir araya gelen grubun her biri ihtiyaç duyulan bir sanatı üzerine alsın. Çünkü bir kişi, tek başına nasıl çiftçilik yapacaktır? Zira çiftin aletlerine muhtaçtır. Alet de demirciye ve marangoza muhtaçtır. Yemek, değirmenciye ve fırıncıya muhtaçtır. İnsan tek başına elbiseyi nasıl elde edebilir? Oysa elbise, pamuğu korumaya, örmeye, dikiş aletleriyle daha bir çok aletlere muhtaçtır. İşte bunun için insanın tek başına yaşaması imkânsızdır. Böylece bir arada yaşamaya ihtiyaç vâki olmuştur. Sonra insanlar eğer üstü açık bir çölde toplansalar, sıcak, soğuk, yağmur ve hırsızlardan korunmaları zorlaşır. Bu bakımdan kuvvetli binalara ve her hane halkının yatacağı müstakil konaklara ihtiyaçları vardır. Öyle ki beraberlerinde aletlerini, ev eşyalarını bulundurabilsinler. Konaklar, sıcağı, soğuğu yağmuru defettiği gibi, komşuların hırsızların ve benzeri şeylerin eziyetlerinden de korur. Fakat evler bazen bir grup hırsızın baskınına maruz kalırlar. Bu bakımdan o evlerde oturanların yardımlaşmaya ve bütün evleri koruyacak bir sur ile korunmaya ihtiyaçları vardır. Bu zaruretten dolayı da şehircilik fikri doğmuştur. Sonra insanlar evlerde, şehirlerde bir araya geldikleri ve alış veriş yaptıkları zaman aralarında husumetler başgösterir. Çünkü riyaset meselesi doğar. Kocanın kadına baş olması, anne-babanın çocuklarına baş olmaları durumu meydana gelir. Çünkü kadın ve çocuklar zayıftır ve bir idareciye muhtaçtırlar. Ne zaman akıllı bir kimse başkasının boyunduruğuna girerse bu durum husumete götürür. Ama hayvanları boyunduruğa sokmak böyle değildir. Çünkü hayvanlarda muhâseme kuvveti yoktur, onlara zulmedilse bile düşmanlık gütmezler. Kadın ise kocasına karşı husumet gösterir. Evlat, anne ve babasına karşı muhâsemette bulunur. Bu bir evin manzarasıdır. Bir şehrin halkına gelince, onlar ihtiyaçları olan maddelerde alış-veriş edip mücadele ederler. Eğer o şekilde bırakılırlarsa mutlaka savaşa tutuşur ve hepsi helâk olurlar. Çobanlar ve çiftçiler de böyledir. Meralara akın ederler, arazi ve sulara varırlar. Vardıkları yerler onların ihtiyaçlarına cevap vermez. Şüphesiz münazaaya tutuşurlar. Sonra bazıları çiftçilik ve sanattan, körlükten, hastalıktan ihtiyarlıktan ve çeşitli sebeplerden ötürü aciz kalır. Eğer o kimse, o şekilde bırakılırsa helâk olur. Eğer onun halinin sorulması bütün insanlara bırakılırsa onu mahrum ederler. Eğer tahsis edici bir sebep olmaksızın biri onun haline bakmaya tayin edilirse o da ona itaat etmez. Bu bakımdan bu bir araya gelmekten hasıl olan arızalardan dolayı zarurî olarak birçok sanatlar doğar. Onlardan biri arazi ölçme sanatıdır. O arazi ölçme sanatı ki onunla yerin miktarı bilinir. Arazi, bu ölçü sayesinde insanlar arasında adaletle paylaştırılır. O sanatlardan biri de askerlik sanatıdır. Bu sanat da kılıçla memleketi korumak, memleketten hırsız ve benzerlerini uzaklaştırmak için meydana çıkmıştır. O sanatlardan biri de hüküm ve husumeti ortadan kaldırma sanatıdır. Bu sanattan da fıkha ihtiyaç duyulmuştur. Fıkıh ise halkı kontrol etmek için gereken yasaların bilinmesi demektir. Bu yasalar halkı kendi hududunda durdurmaya mecbur eder ki aralarındaki muaraza çoğalmasın. Bu, ALLAH´ın çizmiş olduğu hududların bilinmesi demektir. Bunlar siyasî işlerdir, mutlaka lâzımdırlar. Bununla ancak hidayeti ayırt edecek ve ilim gibi özel nitelik ve sıfatlara sahip olan kimseler meşgul olabilirler. Bunlar, kanun ile meşgul oldukları zaman, başka bir sanatı icra etmeye vakitleri kalmaz. Maaşa muhtaç olurlar. Memleket halkı da onlara muhtaçtır. Zira bir memleket halkının tümü düşmana karşı savaşa gittiği zaman, sanatlar muattal olur. Eğer savaş ehli/silah ehli maişetlerini temin etmek için sanatlarla meşgul olurlarsa, o vakit memleket koruyucusuz ve nöbetçisiz kalır. Bütün insanlar zarar görür. Bu bakımdan onların maişetlerine ve rızıklarına -eğer varsa- sahipsiz malların sarfedilmesi veya ganimetlerin eğer savaş kâfirlere karşı yapılıyorsa- sarfedilmesine ihtiyaç doğmuştur. Eğer onlar da dindar ve muttakî kimseler ise, halkın yararı için, halkın mallarının azıyla kanaat edeceklerdir. Eğer lüks hayat yaşamayı isterlerse, o vakit memleket halkının malları bu muhariblere kayar ki onlar da, millete koruyuculuk ve nöbetçilik vazifeleriyle yardım etsinler. Bu bakımdan haraç (vergi)64 alma ihtiyacı doğar. Sonra haraç alma ihtiyacından dolayı birçok sanatlar doğar. Zira haracı (vergiyi) adaletle çiftçi ve servet sahiplerine koyan memurlara ve vazifelilere ihtiyaç olur. Şefkatle onlar-dan o haraçları alana ihtiyaç duyulur. Bunlar da haraç toplayan ve servetlerden haraç alan memurlardır. Himayesinde haraç toplayan bir kimseye ihtiyaç olur ki dağıtma zamanına kadar o haraçları korusun. Bunlar da hazinecilerdir. Bir de haracı adaletle memleket koruyucularına dağıtana ihtiyaç vardır. Bu da askerler için taksimat vazifesini gören memurdur. İşte bu işler, eğer aralarında bir bağlantı olmayan bir cemaat tarafından yürütülmeye kalkışılırsa, nizam alt üst olur. Bu bakımdan bunları sevk ve idare eden ve emri dinlenen bir idareciye ihtiyaç olur. Öyle idareci ki her işe bir şahsı tayin eder ve herkese uygun vazifeler seçer. Haraç ve dağıtımında adaleti gözetir. Askeri savaşta kullanmak, silahları askerlere dağıtmak, savaş cihetlerini tayin etmek, her gruba ku-mandan tayin etmek ve bunlara benzer idarecilik sanatından olan vazifeleri yapmakta adaletten ayrılmaz. Silah kullanan askerlerden, hassas bir şekilde onları kontrol ve idare eden idareciden sonra yazarlara, hazinecilere, muhasebecilere, haraç alan memurlara ve memleketin idaresini yürüten idarecilere ihtiyaç olur. Sonra bunlar da maişete muhtaç olurlar. Bunların sanatla meşgul olmaları mümkün değildir. Öyle ise aslın malıyla beraber, fer´î olanın malına da ihtiyaç duyulur. Buna Haracın dalı (ek vergi) adı verilir. Bu fikir yanında insanlar sanatta üç gruba ayrılırlar: Birinci grup çiftçiler, koruyucular ve sanatçılardır. İkinci grup ise, kılıçlarıyla memleketi koruyan askerlerdir. Üçüncü grup, almak ve vermekte bu iki grubun arasında aracılık yapanlardır. Bunlar idareciler, tahsildarlar ve benzerleridir. Dikkat et durum, yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyacından başlayıp nereye vardı? İşte dünyanın işleri böyledir. Ondan bir kapı açıldı mı, muhakkak ondan dolayı başka kapılar açılır ve böylece sayılamayacak kadar uzar gider. Sanki dünya cehennemdir. Onun derinliğinin sonu yoktur. Onun bir çukuruna yuvarlanan, o çukurdan başka çukura, ondan başka çukura yuvarlanır. Yani durmadan bu şekilde yuvarlanıp gider. İşte bunlar sanatlardır. Ancak bunlar mal ve aletlerle tamamlanırlar. Mal da yeryüzünde kendilerinden yararlanılan şeylerden ibarettir. Malın en güzeli gıdalar, sonra insanların sığınağı olan mekanlardır. Bu mekanlar evlerdir. Sonra insan o mekanlarda yaşamak için durmadan çaba sarfeder, dükkanlar, pazarlar, tarlalar ve ziraat yerleri bu mekanların kısımlarıdır. Sonra elbiseler, sonra av eşyaları ve aletleri... Sonra aletlerin aletleri... Bazen hayvanlar da alet olur. Mesela av köpeği avın, sığır nadasın, at da savaşın aletidir. Sonra bunlardan da alış veriş ihtiyacı doğar. Zira çiftçi bir kimse çoğu zaman bir köyde oturur, o köyde çift aleti yoktur. Demirci ve marangoz öyle bir köyde otururlar ki orada ziraat yapmaya imkân yoktur. O halde zarurî olarak çiftçi onlara, onlar da çiftçiye muhtaçtırlar. Bu bakımdan onlardan biri yanındakini diğerine vermek mecburiyetindedir ki onun yanındakini alsın. Bu ise alış veriş yoluyla mümkündür. Marangoz çiftçiden aletiyle gıda istese, çiftçi, marangozun yanında bulunan alete muhtaç olmadığından gıdayı o alete karşı vermez. Çiftçi marangozdan aletini yemek karşılığında istese, marangozun yanında o anda başka yemek varsa, çiftçinin yemeğine muhtaç olmadığı için aletini vermez. Dolayısıyla hedefler gecikir. Bu bakımdan bunlar her sanatın aletlerini satan bir dükkanın kurulmasına ihtiyaç duyarlar. Böylece dükkan sahibi, dükkanda topladığı şeylerle ihtiyaç sahiplerinin durumunu gözetmiş olur. Bunlar da çiftçilerin mahsullerini teslim edecekleri ve toplayacakları depolara muhtaç olurlar ki depo sahipleri onlardan mahsullerini satın alsınlar, ihtiyaç sahiplerinin durumunu tarassut etsinler. Bundan dolayı da pazarlar ve ambarlara olan ihtiyaç başgösterir. Çiftçi mahsülünü alıp götürür. İhtiyaç sahibi bulamadığı zaman, umumi bayiye ucuz bir fiyatla satar, onlar da kâr etmek maksadıyla ihtiyaç sahiplerini beklerler. Malların hepsinde durum böyledir. Sonra memleket ve köyler arasında gelip gitme hâdisesi meydana gelir. Böylece halk, birbirlerine gidip gelirler. Köylerden yiyecek maddelerini, şehirlerden aletleri satın alırlar ve bunları nakletmeye, bunlarla yaşamaya muhtaç olurlar ki bunlardan dolayı şehir sakinlerinin durumu nizam ve intizama girsin. Zira her şehirde çoğu zaman her alet ve her köyde de çoğu zaman her yiyecek maddesi bulunmaz. Öyleyse bazısı diğerine muhtaçtır. Dolayısıyla nakil ihtiyacı başgösterir. Bundan da nakliyecilik ya-pan tüccarlar sınıfı meydana gelir. Onları bu işe teşvik eden, şüphesiz servet edinmektir. Onlar gece gündüz başkalarının mallarını taşımak suretiyle yorulmakta, onların payları da başkalarının yiyeceği malı toplamaktır. O başka yeyici ise ya yol kesici, ya da zâlim bir sultandır. Fakat ALLAH Teâlâ memleketin nizamını ve kulların maslahatını onların gaflet ve cehaletinde kılmıştır. Dünyanın bütün işleri gafletle ve himmetin eksikliğiyle cereyan eder. Eğer insanlar düşünüp, himmetleri yücelseydi, dünyaya karşı zâhid olurlardı. Bunu yaptıkları takdirde hayat dumura uğrardı. Hayat dumura uğradığı takdirde hepsi helâk olurdu. Zâhid de helâk olurdu. Sonra insan nakledilen malları sırtlayıp götürmeye güç yetiremez. Bu bakımdan yük taşıyıcı hay-vanlara ihtiyaç duyulur. Mal sahibinin bazen hayvanı olmaz. Dolayısıyla onunla hayvan sahibi arasında icar (kiralama) mey-dana gelir. Böylece kira da kazancın bir çeşidi olur. Sonra alış veriş sebebiyle altın ve gümüşe ihtiyaç vâki oldu. Zira bir yemeği bir elbise ile satın almak isteyen bir kimse, yemeğe eşit olan elbise miktarının ne kadar olduğunu nasıl bilsin! Alış-veriş çeşitli cinsler arasında cereyan eder. Tıpkı bir elbise ve hayvan, yiyecek maddesiyle satın alındığı gibi... Bunlar birbirine uy-gun olmayan şeylerdir. O halde, alıcı ve verici arasına girecek adil bir hâkime ihtiyaç vardır ki birisini diğeriyle adaletli bir şekilde denk yapsın. O adalet ise malların bizzat kendilerinde aranır. Sonra uzun zaman yaşayacak bir mala ihtiyaç duyulur. Çünkü bu mala ihtiyaç devam eder. Malların en uzun yaşayanı ise maden-lerdir. Bu bakımdan paralar, altın, gümüş ve bakırdan yapılır. Sonra parayı sikkelemek, nakışlı yapmak, birimini takdir ve sınırlamak ihtiyacı başgösterir. Bu bakımdan darbhaneye, ondan sonra da sarraflara (ayarını bilmek için) ihtiyaç duyulur. Böylece meşgaleler ve işlerin bir kısmı diğerini gerektirir. Sonunda durum senin gördüğün noktaya varıncaya kadar geldi. İşte bunlar halkın meşgaleleri ve yaşantılarıdır. Bu sanatların hiçbir şeyinin yapılması ve öğrenilmesi başlangıçta biraz da olsa yorulmaksızın mümkün olamaz. Halkın içinde çocukluk devresinde bundan gâfil olanlar olur. Onunla meşgul olmazlar veya meşgul olmalarına bir mâni çıkar. Böylece kazanmaktan aciz olur. Çünkü sanatı yoktur. Bu bakımdan başkasının kazancından yemeye mecbur kalır. Bundan iki hasis ve çirkin sanat doğup meydana gelir. Birincisi hırsızlık, ikincisi hilekârlıktır. Bu iki sanatın ortak yanları, ikisinin erbablarının da çalışmadan başkasının kazancını yemeleridir. Sonra insanlar hırsız ve hilebazlardan sakınır, mallarını onlardan korurlar. Böylece tedbir alıp çareler düşünmek için akıllarını kullanmaya muhtaç olurlar. Hırsızlara gelince onların bir kısmı yardımcı edinir. Elinde kuvvet olur. Bir araya gelir çoğalırlar. Bedevîler gibi yol keserler. Onların zayıflarına gelince, zayıf hırsızlar hilebazlıklara ve kurnazlıklara sığınırlar. Ya delikler açmak suretiyle veya mal sahibinin gafleti anında duvara tırmanmak suretiyle malı çalarlar veya zincir ve iplerle sarkıtmak suretiyle bu işi yaparlar. Hırsızlık yollarını öğrenmek için sarfedi-len çabalar sayesinde meydana gelen daha nice hırsızlık çeşitlerine başvururlar. Hilekâra gelince, hilekâr, başkasının kazandığını istediği zaman kendisine ´Başkasının çalıştığı gibi sen de çalış! Yorul! Tembellikle senin ne işin vardır?´ denir. Böylece kendisi azarlanır ve mahrum bırakılır. Bu bakımdan malların çıkartılmasında bir hileye ve tembellik hususunda nefislerini mazur göstermenin zeminini hazırlamaya mecbur kalırlar. Kendilerini sakat göstermeye mecbur olurlar. Bu sakatlık ya hakîkidir, hilelerle kendilerini ve çocuklarını kör eden gruplar gibi. Bunlar körlükten dolayı kendilerine birşeyler verilsin diye bunu yaparlar veya hakîkî değil de kendilerini kör, felçli, mecnun ve hasta gösterirler! Bunu da çeşitli hilelerle yaparlar ve müstehak olmadan bu belanın kendilerine isabet ettiğini de belirtmekten geri durmazlar ki bu, şefkate vesile olsun. Başka bir grup da halkı hayrette bırakacak söz ve hareketleri araştırırlar ki halk o sözler ve hareketleri gördüğünde kalpleri inşiraha gelsin ve cömertlik yaparak versinler. Sonra şaşkınlık devresi geçti mi o malı verdiklerine pişman olurlar, fakat pişmanlık fayda vermez. Bu, bazen kişinin kendisini maskara yapmak, başkasının durumunu taklid etmek, gözbağcılık yapmak veya gülünç hareketlerde bulunmakla olur. Bazen de garip şiirler okumak, güzel ses, secîli nesirler okumak suretiyle olur. Fakat vezinli şiir, daha fazla tesir eder. Hele o şiirde mezheblerle ilgili taassubdan dem vurmak, ashab-ı kirâmın menkîbelerinden ve ehl-i beytin faziletinden bahsetmek veya hayasız kimselerin aşkını tahrik eden şiir okumak veya çarşılarda def çalanların uda benzeyen, fakat esasında ud olmayan aletlerden çalmak veya boyalarla tezyin edilen nushalar, satıcısının şifa olduğu hayalini müşterilere verdiği haşişleri satmak gibi maskaralıklar daha fazla tesir eder. Böylece çocuk ve cahilleri kandırır! Kur´a atan, fala bakan, müneccimler gibi.... Minberlerin tepelerinde hokkabazlık yapanlar, va´z ve nasihatlerinde ilmî bir fayda olmayanlar, vaazlarında gayeleri halk tabakasının kalbini tesir altına almak isteyenler, çeşitli hilelerle onların mallarını yemek isteyenler de bu kısma dahildirler! Hileler iki bin çeşitten daha fazladır. Bütün bunlar maişet için ince fikirlerle elde edilirler! İşte bunlar halkın meşgaleleri ve üzerine üşüştüğü işlerdir. Halkı bu işlere azık ve elbise ihtiyacı çekmektedir. Fakat onlar bu esnada nefislerini, maksadlarını, varacakları yeri unuttular. Şaştılar, sapıttılar, zayıf akıllarına dünya meşgalelerinin zahmetiyle bulandıktan sonra bozuk hayaller gelmeye başladı. Böylece yolları ayrıldı, görüşleri parçalandı. Bir gruba cehalet ve gaflet galip geldi. Onların gözleri, işlerinin akibetine bakmaya yönelmedi. Dediler ki: ´Maksad bizim dünyada birkaç gün yaşamamızdır. Bu bakımdan biz azık edininceye kadar gayret edelim, sonra yiyelim ki tekrar kazanmaya kuvvetimiz olsun! Sonra kazanalım, sonra yiyelim´. O halde bunlar yemek için kazanıyorlar. İşte bu çiftçilerin ve sanatkârların yoludur. Dünyada üstün lezzeti ve dinde iyi bir yeri olmayanların yoludur. Çünkü böyle bir kimse gündüz yorulur ki gece yesin. Gece yer ki gündüz yorulsun. Bu, saniyelerin dönüşü gibi, ancak ölümle sonu gelen bir seferdir. Başka bir grup da durumu kavradıklarını iddia ederek maksadın, çalışma ile insanoğlunun yorulması ve dünyadan lezzetlenmesi olmadığını, aksine saadetin dünya şehvetini yerine getirmekte olduğunu bunun da midenin ve tenasül uzvunun şehveti olduğunu iddia ederler! Bu kimseler, nefislerini unuttular, himmetlerini kadınların peşine takılmaya ve yemeklerin lezzetlilerini toplamaya sarfettiler! Hayvanların yediği gibi yerler. Bunu elde ettikleri zaman saadetin zirvesine eriştiklerini sanarlar. Bu durum, onları ALLAH´tan ve son günden uzaklaştırmaktadır! Başka bir grup da, saadetin malın çokluğunda olduğunu zanneder. Zenginlik, hazinelerin çok olmasına bağlıdır. Hazine sahibi olma hayali onların uykularını kaçırır, mal toplamak için bütün gün yorulurlar. Gece ve gündüz boyunca, seferlerde yorulurlar, zahmetli işlere koşarlar, kazanırlar, toplarlar. Malın eksileceğinden korkarak ve çekinerek zaruret miktarından fazlasını yemezler. İşte bunlar, onların lezzetleridir. Onların ölünceye kadar âdet ve hareketleri budur. Dolayısıyla mallar da toprak altında kalır veya şehvet ve lezzetlerine sarfeden birinin eline geçer. Bu takdirde toplayana yorgunluk ve günah, yiyene de lezzet düşer! Sonra mal toplayan kimseler, bu gibilere bakıp ibret almazlar. Başka bir grup, saadetin güzel nam yapmak, halkın övgüsüne mazhar olmak olduğunu zannettiler. Böyle kimseler maişeti için çalışmada yorulurlar. Yemek ve içmekte nefislerini zorluklara sürerler. Bütün mallarını güzel elbiselere, nefis bineklere sarfederler. Evlerinin kapılarını süslerler. Halkın gözüne çarpan yerlerini süslü püslü yaparlar ki ´adam zengindir, servet sahibidir´ denilsin. Zannederler ki saadet ancak budur! Bu bakımdan onların işi, gece gündüz halkın gözüne çarpan yerlerini süslemektir. Başka bir grup da saadetin mertebeye, halk arasında büyüklüğe ve halkın kendilerine karşı tevazu ve tâzimde bulunmasına bağlı olduğunu zannettiler. Bunlar da gayretlerini, mertebeleri elde etmeye, saltanat işlerinde çalışmak suretiyle halkı itaatlerine çekmeye sarfederler. Sonunda bu çeşit vazifelerinden dolayı halk arasında itibarlı ve nüfuzlu olmayı umarlar. Saltanatlarının genişlediği zamanı, halk tabakasının kendilerine itaat ettiği vakti büyük bir saadete mazhar olmalarının vakti olarak görürler ve istenilen hedefin son zirvesi olarak kabul ederler. Bu gafil insanların kalplerinde şehvetlerin en galibi vardır. Bu kimselere halkın kendilerine göstereceği tevazu, ALLAH´a karşı gösterdikleri tevazu´dan ve ALLAH´a yapacakları ibadetten, ahiretleri için düşünmelerinden daha sevimli gelir! Bunlardan başka sayılması uzun sürecek daha nice gruplar vardır. O gruplar yetmişten daha fazladır. Hepsi sapıtmış ve doğru yoldan kaymışlardır! Onları yemek, elbise ve mesken ihtiyacı bütün bu felâketlere sürüklemiştir. Bu üç şeyin neler için istendiğini ve yeterli miktarını unutmuşturlar! Sebeplerin başlangıçları onları sonuçlarına sürüklemiştir. Bu durum, onları çıkılması müm-kün olmayan çukurlara düşürür!.. Bu bakımdan bu sebep ve meşgalelere ihtiyacın yönünü bilen ve bunlardan gayenin ne olduğunu anlayan bir kimse dalabilir. Maksadının en son noktasının helâk olmamak için azık ve kisve ile bedenini korumak olduğunu bilen kimse bir işe, sanata dalabilir. Şöyle ki, eğer aza kanaat yolunu seçerse, meşgaleler kendisinden uzaklaşır, kalp boşalır. Ahiretin anılması kalbe hâkim olur. Himmeti ahirete hazırlanmaya sarfolunur. Eğer zaruret miktarını geçerse meşgaleleri çoğalıp biri diğerini davet eder. Sonsuza doğru zincirleme gider. Dolayısıyla himmetleri dağınık olur. Himmetleri dünyanın vâdilerine dağılan bir kimsenin, dünyanın hangi deresinde helâk olacağına ALLAH Teâlâ aldırmaz. İşte dünya meşgalelerine sonuna kadar dalanların durumu bu! Bir grup bu durumun tehlikesini sezmiş, dolayısıyla dünyadan yüz çevirmiş, böylece de şeytan onlardan nefret ederek onları rahat bırakmamıştır. Rahat bırakmadığı gibi, dünyadan yüzçevirdikleri halde bile onları saptırmıştır. Hatta bunlar da birçok gruplara ayrılmışlardır. Onların bir grubu zannetti ki dünya meşakkat ve mahrumiyet evidir. Ahiret de, ister dünyada ibadet etsin, ister et-mesin herkes için saadet evidir! Bu bakımdan bunlar sevabı, kendilerini öldürmekte, dünya meşakkatinden kurtulmak için intihar etmekte görmektedirler. Bu fikre Hind ehlinden olan birtakım âbidler yönelmişlerdir. Bunlar diri olarak kendilerini ateşe atıp intihar ediyorlar. Bu yaptıklarının, kendilerini dünya meşakkatinden kurtaracağını zannediyorlar. Başka bir taife de ´İntihar kurtarmaz, önce beşerî sıfatları öldürmek, onları tamamen nefisten kesmek lâzımdır. Saadet ancak, şehvet ve öfkenin kesilmesindedir´ görüşündedirler. Böyle zannettikten sonra riyazâta giriştiler, nefislerine fazlasıyla tazyik yaptılar Hatta bir kısmı riyazetin şiddetinden dolayı helâk oldu. Bazıları akıllarını yitirdi, mecnun oldu. Bazıları hasta düşüp yolu önünde kapandı. Bazıları tamamen sıfatları sökmeye muktedir olamadılar ve şeriatın kendisine yüklediği vazifelerin muhal olduğunu zannettiler. ´Şeriat bir vesvese, aslı ve astarı olmayan bir şeydir!´ diyerek ilhad ve dinsizlik girdabına girdiler. Bazıları da bütün bu yorgunluğun ALLAH için olduğu ve ALLAH´ın da kulların ibadetine muhtaç olmadığı, hiçbir günahkârın günahının ondan birşey eksiltmediği, hiçbir ibadet edenin ibadetinin de birşey artırmadığı düşüncesine sahip oldular. Böylece gerisin geriye şehvetlere döndüler! İbâha (herşeyi helâl görmek) yoluna saptılar. Şeriat ve ahkâm yaygısını kaldırdılar. ALLAH´ın, kulların ibadetinden müstağni olduğuna inandıkları için böyle yapmalarının birlemelerinin saflığından ileri geldiğini iddia ettiler. Başka bir grup zannetti ki ibadetlerden gaye; ALLAH´ın marifetine riyazet yoluyla varmak için riyazet çekmektir. Bu bakımdan marifet hasıl olduğu zaman kişi hedefe vâsıl olmuştur. Hedefe vâsıl olduktan sona artık vesile ve çarelerden müstağni olur! Böylece amelleri ve ibadetleri terkettiler. ALLAH´ın marifetinde son raddeye çıktıkları için, artık tekliflerle zelil olmalarına gerek kal-madığını iddia ettiler! Zira teklif ancak halk tabakasına yapılır! Bu mezheblerden başka daha nice bâtıl mezhebler, korkunç dalâletler vardır. Onları saymak uzun sürer. Hatta yetmiş küsur mezhebe ulaşır. Onlardan kurtulan ancak bir gruptur. O da Hz. Peygamber´in ve ashab-ı kirâmın üzerinde bulundukları yolda bulunan gruptur. Bu grup dünyayı tamamen terketmez ve tamamen de şehvetlere dalmaz. Bu grup, dünyadan yetecek kadarını alır. Şehvetlerin din ve aklın itaatından çıkan kısımlarını kaldırırlar. Her şehvetin peşine takılmazlar ve her şehveti de terketmezler. Aksine normal olana ve adalete tâbi olurlar. Herşeyi terketmez ve dünyanın herşeyini de istemezler. Dünyada yaratılan herşeyin maksadını bilir, onu yerine koyarlar! Bu bakımdan gıdadan ibadete güç yetirecek kadarını alırlar. Meskenden hırsızlardan, sıcak ve soğuktan koruyanı edinirler. Elbiseden de bu şekilde faydalanırlar. Hatta kalp, bedenin meşgalesinden boşaldığı zaman, himmetinin hakîkatiyle ALLAH´a yönelir, ALLAH´ın zikriyle ve O´nun nimet ve sıfatlarını hayatı boyunca düşünmekle meşgul olur. Şehvetlerin siyasetlerine yapışır, onları kontrol eder ki verâ ve takvânın hudutlarını aşmasın. Bunun tafsilatını ashab-ı kirâmdan ibaret olan Fırka-i Nâciye´ye (Kurtulmuş gruba) tâbi olmakla bilir. Çünkü Hz. Peygamber ´O gruplardan ancak bir fırka kurtulur´ dediği zaman ashab-ı kirâm ´O grup kimdir?´ diye sordu. Hz. Peygamber cevap olarak şöyle bu-yurdu: ´Ehl-i Sünnet ve´1-Cemaat!´ Denildi ki: ´Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat kimdir?´ Şöyle dedi: ´Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yolda olanlar!´65 Ashab-ı kirâm, mûtedil, apaçık bir yolun üzerinde idiler. O yolun daha önce tafsilat ve açıklamasını yaptık. Zira onlar dünyayı dünya için değil, din için edinirlerdi. Onlar dünyada ruhbanlık yapmazlar ve dünyayı tamamen terketmezlerdi. Onlar işlerde ne ifratçı, ne de tefritçi idiler. Aksine onlar ifrat ve tefrit arasında, mutedil ve normal durumda idiler... Zaten iki tarafın arasındaki adaletli ve normal yol da budur. Kitabımızın birkaç yerinde geçtiği gibi Hz. Peygamber nezdinde işlerin en sevimlisi de budur! ALLAH en doğrusunu bilir! Kitab´u Zemm´id-Dünya (Dünyanın Zemmi) adlı bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Başlangıcında da sonunda da hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH, Efendimiz Muhammed´in, âlinin ve ashâbının üzerine rahmet deryalarını açsın, onlara salât ve selâm eylesin! _______________ 64) İhya´nın şerhinde ´Harac, yerden çıkarılanlardan elde edilen şeydir´ de-niliyor. Dolayısıyla gayr-ı müslimlerden (zımmîlerden) alınan harac bu-rada kastolunmamakta, aksine vergi mânâsında bir harac kastolunmaktadır. 65) Tirmizî, Ebu Dâvud, İbn Mâce |
|
|
|
#5 |
|
Cimriligin ve Mal Sevgisi Kötülüğü
Başkasını Nefsine Tercih Etmenin Fazileti Cömertlik ve cimrilik, birkaç dereceye ayrılır. Cömertliğin en yüksek derecesi îsardır. İsar demek, ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak demektir. Cömertlik ise, muhtaç olmadığı şeyi, muhtaç olana veya muhtaç olmayana vermek demektir. Fakat mala ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak nefse daha ağır gelir. Nasıl ki cömertlik bazen, ihtiyacı olduğu halde insanı başkasına verecek dereceye yükseltiyorsa, cimrilik de bazen ihtiyacı olduğu halde insanı kendi nefsinden bile esirgemeye sürükler. Nice cimri vardır ki malı kıskıvrak tutar. Hasta olur, tedaviye gitmez! Canı istediği halde paraya kıyamadığı için alıp yemez. Eğer bedava olursa yer. İşte böyle bir kimse ihtiyacına rağmen nefsine karşı cimrilik yapan bir kimsedir. Öbür kimse, muhtaç olmasına rağmen başkasını nefsine tercih eden kimsedir. Bu iki kişinin arasındaki farkı düşün! Çünkü ahlâklar ilâhî vergilerdir. ALLAH Teâlâ dilediği yere ahlâkları koyar! Cömertlik hususunda îsardan daha büyük bir derece yoktur. Nitekim ALLAH Teâlâ ashab-ı kirâmı överek şöyle buyurmuştur: Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (hicret edenleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir.(Haşr/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Bir kişinin istenilen bırşeye iştahı çekerse, buna rağmen şehvetini geriye itip başka bir kardeşini nefsine tercih ederse, onun günahları bağışlanır.127 Aişe validemiz (r.a) şöyle der: Hz. Peygamber, dünyadan ayrıldığı güne kadar hiçbir zaman üç gün arka arkaya doymadı. Oysa biz isteseydik doyabilirdik. Fakat bizler başkasını kendimize tercih ederdik.128 Hz. Peygamber´e bir misafir geldi. Hz. Peygamber, aile efradının yanında misafirine yedirecek birşey bulamadı. Bu esnada ensar-ı kirâmdan bir kişi Hz. Peygamber´e geldi. Misafiri alıp evine götürdü. Sonra misafire yemek ikram etti. Hanımına çırayı söndürmesini emretti. Elini, sanki misafirle beraber yiyormuş gibi uzatıyor, fakat yemiyordu. Misafir, yemeği bitirinceye kadar bu hâl böyle devam etti. Sabahladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dedi: Bu gece misafirinize gösterdiğiniz güzel davranışınızdan ALLAH Teâlâ memnun olmuştur! Bunun üzerine ´Onlar verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları bile olsa (muhacirleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir´. (Haşr/9) ayeti nâzil oldu.129 Bu bakımdan cömertlik, ALLAH Teâlâ´nın ahlâkından biridir. Îsar ise cömertlik derecelerinin en yücesidir. Îsar ahlâkı Hz. Peygamber´in (s.a) edebindendi. Hatta ALLAH Teâlâ buna azim (büyük) diye isim vererek şöyle buyurmuştur: Gerçekten sen pek büyük (azim) bir ahlâk üzerindesin. (Kalem/4) Sehl et-Tusterî der ki: Hz. Musa (a.s) şöyle niyazda bulunmuştur. ´Ya rabbî! Muhammed´in ve ümmetinin bazı derecelerini bana göster!´ ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey Musa! Senin buna gücün yetmez. Fakat ben onun menzillerinden birini, büyük ve faziletli bir menzili sana göstereyim ki o menzilinden dolayı onu senden de, bütün mahlûkattan da üstün kıldım. Râvi der ki: Hz. Musa´ya göklerin melekûtu göründü. Hz. Musa, bir menzile (manevi mertebeye) baktı. Neredeyse, o mertebe-nin nûrlarından ve ALLAH´a yakınlığından dolayı Musa helâk olacaktı. Musa (a.s) tekrar şöyle dilekte bulundu: ´Yarab! Sen Muhammed kulunu ne ile bu şerefe nail ettin?´ ALLAH Teâlâ dedi ki: Mahluklar arasında hassaten ona vermiş olduğum bir ahl-âktan dolayı onu bu şerefe nâil ettim. O da îsârdır. Ey Musa!Ümmet-i Muhammed´den herhangi bir kimse hayatında bir defa îsarı kullanmışsa, benim huzuruma geldiğinde onu hesaba çekmekten hayâ ederim. Ona cennetimin dilediği köşesinde yerleşme imkânını bahşederim! Denildi ki, Abdullah b. Câfer (r.a), bahçelerinden birine gitti, Bu esnada başka bir kavmin hurmalığına vardı. Orada çalışan siyah bir hizmetçi gördü. Hizmetçi yemeğini yemeye oturduğu zaman yanına bir köpek sokuldu. Hizmetçi ekmeği köpeğe verdi. Köpek onu yedi. Sonra ikinci ve üçüncüyü de verdi. Köpek onları da yedi. Abdullah da bakıyordu. Hizmetçiye şöyle sordu: -Günde kaç ekmek nafakan var? -İşte senin gördüğün kadar. -O halde bu köpeği neden kendi nefsine tercih ettin? -Burası köpeğin bulunacağı bir yer değildir. Muhakkak bu köpek uzun bir yoldan aç olarak gelmiştir. Ben de o aç iken doymayı iyi görmedim. -O halde akşama kadar ne yapacaksın? -Bugün bütün gün aç kalacağım! Abdullah b. Câfer dedi ki: ´Ben cömertliğimden dolayı kınanıyorum. Oysa şu çocuk benden daha cömerttir!´ Bunun üzerine Abdullah, o bostanı, hizmetçiyi ve o bostanda bulunan âletlerin tamamını sahibinden satın aldı. Köleyi azad etti ve orayı köleye hibe etti. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber´in ashabından bir zata bir koyun kellesi hediye edildi. O ´Benim kardeşim benden daha muhtaçtır´ deyip başkasına gönderdi. Böylece onların herbirisi o kelleyi diğerine gönderiyordu. Sonunda, kelle yedi evi dolaşıp yine birinci eve döndü. Hz. Ali, hicret gecesinde Hz. Peygamber´in yatağında uyudu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Cebrâil ile Mikâil´e vahy göndererek ´Ben ikinizi kardeş yaptım ve birinizin ömrünü diğerinizin ömründen daha uzun kıldım! Hanginiz arkadaşına uzun ömrünü bahşedecek?´ dedi. Bunun üzerine herbiri kendisinin daha uzun yaşamasını istedi. ALLAH Teâlâ onlara vahy göndererek ´Siz Ali b. Ebî Tâlib gibi olamazsınız? Onunla peygamberim Muhammed´i kardeş yaptım, O, Hz. Peygamber´in yatağında yattı. Nefsini ona feda etti. Onun yaşamasını seçti. Bu bakımdan ikiniz de yeryüzüne inin. Onu düşmanından koruyun´ dedi. Bunun üzerine Cebrail (a.s) Hz. Ali´nin baş ucunda, Mikâil de ayak ucunda nöbet beklediler. Cebrâil (a.s) dedi ki: ´Ey Ebu Tâlib´in oğlu! Aferin senin gibisine! ALLAH Teâlâ seninle meleklere karşı iftihar ediyor´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti gönderdi. İnsanlardan öylesi de var ki canını, ALLAH´ın rızasını kazanmaya satar. ALLAH da kullarına çok merhamet edicidir.(Bakara/207) Ebu Hasan el-Antakî´den şöyle rivayet ediliyor: Bu zâtın yanında otuz küsur şahıs toplandı. Horasan şehirlerinden Rey şehrine yakın bir köyde kalırlardı. Onların sayılı ekmekleri vardı. Hepsini doyurmazdı. Bunun üzerine ekmekleri parçaladılar. Çırayı söndürdüler ve yemeğe oturdular. Yemek yenildikten sonra sofranın olduğu gibi kaldığını gördüler. Onların hiçbiri ondan birşey almamıştı. Kardeşini kendi nefsine tercih etmek için böyle yapmışlardı. Rivayet ediliyor ki, hadîs ilmi´nde emîr´ul-mü´minîn sayılan Şu´be b. Haccac´a bir dilenci geldi. Onun yanında birşey yoktu. Dilenciye vermek üzere evinin tavanından bir mertek çıkarıp verdi. Sonra dilenciden özür diledi. Huzeyfe el-Advî şöyle anlatıyor: Yermuk (Şam´da bir yerdir) savaşında elimde biraz su olduğu halde, yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum ve diyordum ki: ´Eğer amcamın oğlunda bir hayat emaresi varsa, ona su içireceğim ve yüzünü bu su ile sileceğim´. Gezerken amcamın oğlunu gördüm. ´Sana su içireyim mi?´ diye sorunca bana işaret ederek içir dedi. O sırada başka bir kişinin Ah! Su! dediğini işittik. Amcamın oğlu bana ´suyu ona götürüp vermemi´ işaret etti. O kişiye vardım, Hişam b. As olduğunu gördüm. Ona ´Sana su içireyim mi?´ dedim. O sırada başka birinden ah diye bir ses geldi. Hişam, suyu ona götürmemi işaret etti.Ona varınca baktım ki ölmüş. Hişam´a döndüm. Baktım ki o da ölmüş! Amcamın oğluna geldim, baktım ki o da ölmüş! ALLAH´ın rahmeti hepsinin üzerine olsun! Abbas b. Dehka şöyle anlatıyor: "Bişr el-Hafî hariç, hiç kimse dünyaya geldiği gibi, dünyadan çıkmamıştır. Şöyle ki: Hâris hasta yatıyordu. Bir kişi gelip ihtiyacını söyledi. Hâris, gömleğini çıkarıp adama verdi. Emanet olarak gömlek aldı ve o emanet aldığı gömlekle can verdi". Bir sûfîden şöyle rivayet ediliyor: Biz Tarsus´ta bulunuyorduk. Orada bir grup teşkil ettik. Oradan cihada çıktık. Şehirden bir köpek bizim arkamıza takıldı. Kapının dışına çıkınca baktık ki ölü bir hayvan vardır. Bunun üzerine bir tepeye çıkıp oturduk. Arkamıza takılan köpek leşi görünce şehre dönüverdi. Bir saat sonra beraberinde yirmi köpek olduğu halde o leşin yanına geldi. Kendisi bir kenara oturdu. O köpekler leşe daldılar. Onlar leşten yiyorlar, öbür köpek de oturmuş onları seyrediyordu. Leş bitip, sadece kemik kalıp köpekler şehre dönünceye kadar bekledi. O zaman kalkıp kemiklerin yanına geldi. Kalan şeylerden birazcık yedi. Sonra o da gitti. Biz îsâr hakkındaki evliyanın hallerinden bir kısmını Fakr ve Zühd bölümünde zikretmiştik. Burada onları tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Tevfîk ALLAH´tandır. ALLAH´ı razı eden hususta ALLAH´a tevekkül edilir! _______________ 127)İbn Hibban, Zuafâ; Ebu Şeyh, Sevab 128)Beyhâkî, Şuab´ul-İman 129) Müslim, Buhârî 130) İmam Ahmed, (İbn Abbas´tan). ve Hâkim. İmam Ahmed´in rivayetinde Cebrâil ile Mikâil bahsi yoktur. Irakî bu ziyadenin herhangi bir aslına rast-lamadığını kaydeder. İmam Ahmed, hadisin münker olduğunu söylemiştir. |
|
|
|
#6 |
|
Cömertlik Hakkında Hikâyeler
Muhammed b. Münkedir, Hz. Âişe´nin hizmetçisi Ümmü Durre84den rivayet ediyor: Muaviye, Hz. Âişe´ye miktarı 180.000 dirhem olan bir malı iki çuvala doldurarak gönderdi. Bunun üzerine Hz. Âişe bir tabak istedi, O tabak ile o malı, ihtiyaç sahipleri-nin arasında taksim etti. Akşamladığı zaman cariyesine ´Benim iftar yemeğimi getir!´ dedi. Cariye kendisine ekmek ile zeytinyağı getirdi. Ümmü Durre, Hz. Âişe´ye ´Bugün taksim ettiğin malın bir dirhemiyle bize iftar etmemiz için biraz et alamaz mıydın?´ dedi. Aişe validemiz ona cevap olarak şöyle dedi: ´Eğer daha önce hatırlatsaydın alırdım!´ Eban b. Osman´dan85 şöyle rivayet ediliyor: Bir kişi Hz. Ubeydullah b. Abbas´ı zarara sokmak istedi ve Kureyş´in eşrafına gelerek şöyle dedi: ´Ubeydullah sizi bugün öğle yemeğine davet ediyor´ Bunun üzerine Kureyş eşrafı Ubeydullah´a, evini dolduracak kadar akın ettiler. Ubeydullah ´Ne oldu! Bu akının sebebi nedir?´ diye sorunca olay kendisine anlatıldı. Bunun üzerine Ubeydullah bir taraftan meyve satın alınmasını emretti. Öbür taraftan da tirit yapılmasını ve ekmek pişirilmesini emretti. Meyveler misafirlere takdim edildi. Misafirler daha meyveleri bitirmeden sofralar kuruldu. Onlar doyasıya yediler. Ubeydullah vekillerine ´Bu sofralar hergün bizde var mı?´ dedi. Onlar ´Evet!´ deyince, Ubeydullah ´O halde bunlar hergün bizde öğle yemeği yesinler´ dedi. Mus´ab b. Zübeyr şöyle anlatıyor: Muaviye hacca geldi. Hacdan dönerken Medine´den geçti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, Hz. Hasan´a ´Muaviye´yi karşılama ve ona selâm verme!´ diye tenbih etti. Muaviye Medine´den çıkınca Hz. Hasan dedi ki: ´Bizim bir borcumuz vardır. Mutlaka onun ödenmesi için Muaviye´ye gitmemiz gerekir´ dedi ve bir hayvana binerek Muaviye´ye yetişti. Ona selâm verdi. Borcunu haber verdi. Bu esnada Muaviye´nin yanından, yükü 80.000 dinar olan bir deveyi geçirdiler. Deve yorulmuş, diğer develerden geri kalmıştı. Bir grup insan deveyi sürüyordu. Muaviye ´Bu, ne devesidir?´ diye sordu. Kendisine hâdise anlatıldı. Bunun üzerine ´Deveyi yüküyle beraber Ebu Muhammed´e (Hz. Hasan´a) verin!´ dedi. Vâkıd b. Muhammed el-Vâkıdî86 babasından şöyle rivayet ediyor: Babam, Halife Me´mun´a, bir dilekçe takdim etmiş, borcunun çokluğundan ve borçlu kalmak hususunda sabrının azaldığından bahsetmiş. Me´mun, arzuhalinin arkasına şunları yazmış: "Sen öyle bir kişisin ki sende iki haslet birden vardır: ´Senin elindeki serveti tüketen cömertliktir. Derdini bize anlatmaktan seni meneden hayâ´dır. Ben sana 100.000 dirhem yerilmesini emrettim. Eğer ihtiyacına cevap verecek miktarı tahsis etmişsem, elinin yaymasını fazlalaştır. Eğer verdiğim ihtiyacını karşılamazsa, suçun sana aittir. Çünkü sen babam Harun Reşid´in kadısı iken, bana Muhammed b. İshak´tan, o da Zührî´den, o da Enes´den, Hz. Peygamber´in Zübeyr b. Avvam´a şöyle dediğini rivayet etmiştin: ´Ey Zübeyr!87 Bil ki kulların rızık anahtarları arşın karşısındadır. ALLAH Teâlâ her kulun nafakası nisbetinde ona rızık gönderir. Bu bakımdan çok infak edene çok, az infak edene az gönderir´.88 Sen benden daha iyi bilirsin!" Vakıdî der ki: ´ALLAH´a yemin olsun. Me´mun´un, benimle bu hadîs-i şerifi müzakere etmesi bana verilen 100.000 dirhemlik caizeden daha sevimli geldi bana!´ Bir kişi Hasan b. Ali´den bir ihtiyacının giderilmesini diledi. Hz. Hasan şu cevabı verdi: ´Ey kişi! Dilediğinin hakkı yanımda pek büyüktür. Sana gerekeni biliyor olmam, benim için daha ağır oldu. Elim sana lâyık olanı vermekten aciz... ALLAH için ne kadar verilirse azdır. Benim şu anda mülk ve tasarrufumda bulunan mal, senin şükrünü ifa etmek için senindir. Eğer sen bu mümkün olanı kabul eder, şu eziyetin yükünü benden kaldırır, gereken hakkından dolayı gösterdiğin ihtimamdan beni kurtarırsan, sana bütün malımı veririm´. Bunun üzerine kişi dedi ki: ´Ey Rasûlullah´ın torunu! Kabul eder ve atiyene karşı teşekkür ederim. Kabul etmemek bana ağır gelir!´ Bunun üzerine Hz. Hasan vekilini çağırdı. Zarurî nafakalar hakkında vekille hesaba girişti. Bütün zarurî nafakalarını ortaya koyduktan sonra vekile şu emri verdi: ´Üçyüz bin dirhemden artanı getir!´ Bunun üzerine vekil 50.000 dirhem getirdi. Hz. Hasan vekile ´Beşyüz dinarı ne yaptın?´ Vekil Yanımdadır!´ dedi. Hz. Hasan ´Onu da getir!´ diye emir verdi. Hz. Hasan, hamalların ücretini ödemek için abâsını da verdi. Bunun üzerine köleleri ve hizmetçileri Hz. Hasan´a ´ALLAH´a yemin olsun! Bizim yanımızda bir dirhem dahi kalmadı´ dediler. Hz, Hasan ´Ümit ederim ki ALLAH katında bu benim için büyük bir ecir olur!´ dedi. Basra´nın kurraları Basra valisi İbn Abbas´ın huzurunda toplanıp şöyle dediler: ´Bizim bir komşumuz var. Gündüzleri oruçlu, geceleri âbiddir. Her birimiz onun gibi olmak istiyoruz. Bu kişi kızını kardeşinin oğluyla evlendirdi. Fakat yeğeni fakirdir. Kızının çeyizini yapacak gücü yoktur. Onun için yardım et!´ Bu söz üzerine İbn Abbas kalktı. Ellerinden tutarak onları evine götürdü. Bir sandık açtı. Sandıktan altı yığın (kese) para çıkardı. Onlara ´Bunları götürün!´ dedi. Onlar da parayı alıp götürdüler. Daha sonra İbn Abbas ´Biz o kişiye iyilik yapmadık. Onu oruç ve ibâdetinden alıkoyacak şeyler verdik. O malı geri getirin. Biz kızın çeyizini temin etmekle ona yardımcı olalım. Dünyanın, ALLAH´ın kullarından birini, ALLAH´a ibâdetinden meşgul edecek kadar değeri yoktur! ALLAH´ın velî kullarına hizmet etmekten bizi alıkoyan kibir ve gurur da bizde yoktur´ dedi. İbn Abbas da, kurralar da dediklerini yaptılar. Hikâye olunuyor ki; Mısır´da halk kıtlığa yakalandı. Onların emiri Abdülhamid b. Sa´d idi. Abdülhamid dedi ki: ´ALLAH´a yemin ederim! Ben kendisine düşman olduğumu şeytana bildireceğim!´ Bu bakımdan gıda maddelerinin fiyatları normale dönünceye kadar Abdülhamid, Mısırlı fakirleri kesesinden besledi. Sonra emîrlikten ayrıldı. Borçlarının karşılığında hanımlarının ziynetlerini rehin bıraktı. O ziynetlerin kıymetleri beş milyon dirhemdi. Ziynetleri tüccarların elinden borçlarını ödemek suretiyle alması zorlaştığı zaman ziynetleri satmalarını, haklarından fazla kalan parayı daha önce ikramına mazhar olmayan fakirlere dağıtmalarını yazdı. Şii olan Ebu Tahir b. Kuseyr´e bir kişi ´Ali b. Ebî Tâlib´in hakkı için, senin filan filan yerdeki hakkını bana hibe et!´ dedi. Bunun üzerine Ebu Tahir kişiye ´Onu sana verdim. Ali´nin hakkıyla yemin ederim, ondan sonra gelen yeri de sana veriyorum´ dedi. Oysa kendiliğinden verdiği yer, kişinin istemiş olduğu yerin birkaç misliydi. Ebu Mes´ud kerîm birisiydi. Şairlerden bazıları onu medhetti. Kendisini öven şaire dedi ki: ´ALLAH´a yemin ederim, benim yanımda sana verecek bir şeyim yok! Fakat beni yakamdan tut! Kadı´nın huzuruna götür. Bende 10.000 dirhem alacağının olduğunu iddia et! Ben de ´Evet! Borçluyum´ diyeyim. Sonra bu borcun karışlığmda hapsedilmemi iste! Çünkü böyle yaptığın takdirde, aile efradım 10.000 dirhem için beni hapiste bırakmazlar´. Şair, onun dediği gibi yaptı. Akşama kadar şaire 10.000 dirhem verildi ve Ebu Mes´ud hapisten çıkarıldı. Muan b. Zaid89 Basra´da yukarı ve aşağı Irak´ın valisi idi. Bir şair kapısına geldi, bir müddet bekledi. Muan´ın huzuruna girmek istedi. Fakat bir türlü buna muvaffak olamadı. Birgün Muan´ın bazı hizmetçilerine dedi ki: ´Emîr bahçeye indiği zaman onu bana göster!´ Emîr bahçeye indiği zaman hizmetçi kendisine haber verdi. Bunun üzerine şair bir tahta parçasına bir şiir yazdı. Tahtayı bahçeye akan suya attı. Muan, suyun başında duruyordu. Tahtayı görünce aldı, okudu. Baktı ki içinde şunlar yazılıdır: ´Ey Muan´ın cömertliği! Benim ihtiyacımı Muan´a gizlice söyle! Çünkü senden başka Muan´ın yanında benim için şefaat edecek bir kimse yoktur!´ Muan ´Bu şiirin sahibi kimdir?´ dedi. Bunun üzerine kişi Muan´ın huzuruna çağrıldı. Muan adama ´Şiiri nasıl söyledin?´ dedi. Adam şiiri okudu. Bunun üzerine Muan, on kese verilmesini emretti, kişi bunları aldı. Vali o odun parçasını minderinin altına bıraktı. İkinci gün onu oradan çıkardı, okudu ve o kişiyi tekrar çağırdı. Ona 100.000 dirhem verdi, kişi bu 100.000 dirhemi aldığı zaman valinin bunu kendisinden geri alabileceğinden korkarak çıkıp gitti! Üçüncü gün şiiri tekrar okudu ve onu çağırdı, fakat şair arandı, bulunamadı. Bunun üzerine Muan dedi ki: ´Hazinemde bir dirhem ve dinar kalmayıncaya kadar ona vermek benim boyn-mun borcu olmuştur!´ Ebu Hasan el-Medainî90 şöyle demiştir: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Câfer beraberce hacca gittiler. Ağırlıkları kendilerinden daha önce gittiği için acıktılar ve susadılar. Çadırında oturan bir kocakarının yanından geçtiler. Kadına ´su var mı?´ diye sorunca ´Evet, var!´ cevabını aldılar. Bunun üzerine develerini çöktürdüler. Çadırın bir tarafında kadının zayıf bir koyunu vardı. Kadın onlara ´Şu koyunu sağın, sütünü için!´ dedi. Onlar bunu yaptılar. Sonra kadına dediler ki: ´Yemek var mı?´ Kadın ´Hayır! Bu koyundan başka yiyecek bir madde yok! Fakat bu koyunu biriniz kessin ki size yiyecek hazırlayayım!´ dedi. Onlardan biri koyunu kesti, yüzdü. Kadın onlara yemek hazırladı. Hava serinleyinceye kadar orada durdular. Giderken kadına dediler ki: ´Biz Kureyşteniz. Bu tarafa (Ka´be´ye) gitmek istiyoruz. Sağ sâlim Medine´ye döndüğümüz zaman, yanımıza gel, sana iyilik yapacağız!´ Sonra gittiler. Hanımın kocası gelince, ona olanları anlattı. Bunun üzerine kocası öfkelendi ve kadına dedi ki: ´ALLAH senin belanı versin! Tanımadığın bir gruba benim koyunumu nasıl keser ve sonra da ´Kureyş´ten birkaç kişiydi´ dersin?´ Bir müddet sonra, zaruret o karı-kocayı Medine´ye gelmeye zorladı. Karı koca Medine´ye geldiler. Hayvan dışkılarını toplayıp, satıyorlar ve onun parasıyla yaşıyorlardı. Birgün kadın Medine´nin bir sokağından geçti. O anda Hz. Hasan kapısında duruyordu. Kadını tanıdı. Fakat kadın kendisini tanımadı. Hizmetçisini göndererek kadını çağırdı. Kadına dedi ki: ´Ey ALLAH´ın sevgili kulu! Beni tanıdın mı?´ Kadın ´Hayır! Seni tanımıyorum!´ deyince, Hz. Hasan ´Ben filan filan günde senin misafirin olmadım mı?´ dedi. Kadın ´Annem babam sana feda olsun! Sen o musun?´ dedi. Hz. Hasan ´Evet! Ben oyum!´ dedi. Sonra Hz. Hasan zekât koyunlarından kadın için bin koyun satın alınmasını emretti. Bunlarla beraber kadına bin dinar verdi ve kadını hizmetçisiyle beraber kardeşi Hz. Hüseyin´e gönderdi. Hz. Hüseyin kadına ´Ağabeyim sana ne kadar verdi?´ diye sordu. Kadın ´Bin koyun, bin dinar!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Hüseyin de kadına o kadar verilmesini emretti. Sonra kadını hizmetçisiyle beraber Abdullah b. Câfer´e gönderdi. Abdullah ´Hasan ile Hüseyin sana ne kadar ikramda bulundu?´ dedi. Kadın ´İki bin koyun, iki bin dinar!´ dedi. Bunun üzerine Abdullah (r.a) kadına iki bin koyun, iki bin dinar verilmesini emretti ve dedi ki: ´Eğer benden başlamış olsaydın onların ikisini de yorardım!´ Kadın kocasına dört bin koyun ve dört bin dinarla döndü! Abdullah b. Amr b. Kureyz camiden çıkıp evine giderden Sakif kabilesinden bir çocuk ayağa kalktı. Onun yanına gitti. Abdullah çocuğa ´Senin bir ihtiyacın mı var?´ dedi. Çocuk ´Senin salâh (iyilik) ve felâhını (kurtuluşunu) istiyorum. Senin tek başına yürüdüğünü görünce seninle beraber yürüyüp, seni korumayı düşündüm. Sana bir kötülük dokunmasından ALLAH´a sığınırım!´ dedi. Bunun üzerine Abdullah çocuğun elinden tuttu. Onu evine götürdü. Sonra bin dinar istedi. Çocuğa verdi ve dedi ki: ´Ailen seni güzel terbiye etmiş. Bu parayı infak et!´ Hikâye ediliyor ki, Araplardan bir kavim, cömert birinin kabrini ziyaret etmeye geldiler. Kabrinin yanında konaklayıp geceledi-ler. Kendileri uzun bir mesafeden geliyorlardı. Onlardan biri, rüyasında kabir sahibini gördü. Kabir sahibi kendisine şu teklifte bulundu: ´Sen deveni benim devemle değiştirir misin?´ Cömert olan kabir sahibi arkasında bir deve bırakmıştı. Onunla mâruf ve meşhur idi. Rüya gören kişinin de semiz bir devesi vardı. Kişi, kabir sahibine ´Evet! Değiştiririm´ dedi ve rüyada deveyi onun devesiyle takas yaptı. Aralarında akid olunca kabir sahibi deveye doğru gitti ve deveyi kesti. Deve sahibi rüyasından uyanınca devesinin göğsünden kan aktığını gördü. Kalkıp deveyi kesti, etini taksim etti. Pişirdiler ve sonra göç edip, gittiler. İkinci gün yoldayken onları bir kervan karşıladı. Kervanın içinden biri bunlara ´Sizden filan oğlu filan kimdir?´ dedi. Deve sahibinin ismini söyledi. Bunun üzerine deve sahibi ´O sorduğun kimse benim!´ dedi. Soran adam deve sahibine ´Sen filan oğlu filana (kabir sahibini kastediyor) birşey sattın mı?´ dedi. Deve sahibi ´Evet! Ben devemi rüya âleminde onun devesiyle takas yaptım!´ dedi. Soran ´O halde bu onun devesidir, buyurun!´ diye deveyi takdim ettikten sonra şöyle devam etti: ´O ka-bir sahibi benim babamdır. Onu rüya âleminde gördüm. Bana dedi ki: "Eğer oğlum isen benim devemi filan oğlu filana götür diyerek senin ismini de zikretti" dedi. Kureyşten bir kişi seferden geldi. Yol kenarında oturan bir bedevinin yanından geçti. O bedevi hastalıktan halsiz düşmüştü. Bedevi misafire şöyle seslendi: ´Ey kişi! Zamanın felâketlerine karşı bize yardım et!´ Bunun üzerine misafir, hizmetçisine dedi ki: ´Seninle beraber kalan nafakayı bu adamcağıza ver!´ Bu söz üzerine, hizmetçi, bedevinin kucağına dört bin dirhemi döküverdi. Bedevi gitmek istedi. Fakat zayıflıktan kalkamadı, ağladı. Misafir kendisine ´Seni ağlatan nedir? Acaba bizim verdiğimizi az mı gördün?´ dedi. Bedevi ´Hayır!´ dedi ve devamla ´Fakat ben toprağın senin kereminden (iskeletini kastediyor) yiyeceğini hatırladım da o beni ağlattı!´ dedi, Abdullah b. Amr, Hâlid b. Ukbe b. Ebî Müeyyed´den çarşıdaki evini 90.000 dirheme satın aldı. Geceleyin Hâlid´in aile efradının ağlamasını işitti. Hanımına ´Bunlar niçin ağlıyorlar?´ diye sordu. Hanımı dedi ki: ´Sana satılan evleri için ağlıyorlar?´ Bunun üzerine Abdullah hizmetçisine ´Git onlara söyle! Hem verdiğim mal, hem de ev onlarındır!´ dedi. Harun Reşid, İmam Mâlik´e beşyüz dinar gönderdi. Bu haber Leys b. Sa´d´ın91 kulağına gitti. Leys bunun üzerine İmam Mâlik´e bin dinar gönderdi. Harun Reşid bu olaya kızarak, Leys´e ´Nasıl olur? Ben ona beşyüz dinar veriyorum, sen ise bin dinar! Oysa sen benim halkımdan bir fertsin´ dedi. Bunun üzerine Leys şöyle cevap verdi: ´Ey mü´minlerin emiri! Benim mahsulümden hergün bin dinarlık kâr geliyor. Bu bakımdan ben İmam Mâlik gibi bir insana günlük gelirimden azını vermiş olmaktan utandım!´ Hikâye olunuyor ki Leys´in günlük geliri bin dinar olmakla beraber kendisine zekât vâcib olmamıştır. (Yani malını elinde tutmamıştır). Bir kadın, Leys b. Sa´d´dan biraz bal istedi. Leys, kadına bir tulum dolusu bal verilmesini emretti. Kendisine denildi ki: ´Kadın bundan azıyla kanaat ediyor!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´O ihtiyacı kadarını istedi. Biz de bize verilen nimet oranında verelim!´ Leys b. Sa´d, üçyüz altmış fakire sadaka vermeden birgün bile konuşmazdı. A´meş92 der ki: "Yanımda bulunan bir koyun hasta oldu. Hayseme b. Abdurrahman93 sabah akşam koyunu kontrol edip bana ´Koyun bugün yemini aldı mı?´ diyordu. Çocuklar, koyunun sütünü kaybettiklerinden beri zor durumda kalmışlardı. Benim altımda, üzerinde oturduğum bir keçe vardı. Hayseme her gelip gittiğinde, bana ´Keçenin altındakini al!´ diyordu. Öyle ki koyunun hastalığı müddetince üç yüz dinardan fazla bana para verdi. Hatta koyunun hiç iyileşmemesini temenni ettim". Abdülmelik b. Mervan, Esma b. Harice´ye94 dedi ki: ´Senin hakkında bazı hasletler işittim! Onları bana söyler misin?´ Esma ´Bu hasletleri başkasından dinlemen, benden dinlemenden daha güzeldir´ dedi. Abdülmelik ´O hasletleri bana söylemeni sana emrediyorum!´ dedi. Bunun üzerine Esma, söze başlayarak şöyle dedi: ´Ey mü´minlerin emiri! Ben hiçbir arkadaşımın huzurunda ayaklarımı uzatmış değilim! Bir yemeği yapıp ona bir kavmi davet ettiğimde bu hususta benim onlara yapacağım minnetten daha fazlasını onlar bana yapmış olurlar. Hiç kimse yoktur ki yüzünü çevirip benden birşey istemiş olsun da ona vermiş olduğumu çok görmüş olayım!´ Said b. Hâlid,95, Süleyman b. Abdülmelik´in huzuruna girdi. Said cömert bir kimseydi. Yanında birşey bulunmadığı zaman kendisinden mal isteyen bir kimseye bir borç senedi verirdi. Maaşı çıkınca o borcu öderdi. Süleyman ona baktığı zaman şu şiir ile temsil getirdi: - Ben sabahla beraber bir çağırıcıyı dinledim. Şöyle sesleni-yordu: ´Ey çok yardımcı olan kişiye yardım eden neredesin?´ -Senin ihtiyacın nedir? -Benim borcum var. -Ne kadar? -Otuz bin dinar! -Senin borcun ve onun kadarı da senin olsun! Denildi ki, Kays b. Sa´d b. Ubade hastalandı. Arkadaşları ziya-retini tehir ettiler. Bunun üzerine kendisine denildi ki: ´Onlar sana borçlu oldukları için utanıp gelmiyorlar!´ Bunun üzerine Kays şöyle dedi: ´Arkadaşları ziyaretten meneden bir malı ALLAH rezil eder (etsin!)´ Sonra bir tellâle emir verdi, tellâl şöyle çağırdı: ´Kaysın kimde alacağı varsa, bağışlanmıştır!´ Râvi der ki: ´O gün Kays´ı ziyaret edenlerin çokluğundan ötürü Kays´ın merdiveni kırıldı´. Ebu İshak´tan şöyle rivayet ediliyor: Sabah namazını Kûfe´de, Eşas06 mescidinde kıldım. Bir borçlumu arıyordum. Namaz kıldıktan sonra önüme bir elbise ile bir çift ayakkabı konuldu. Getirene dedim ki: ´Ben bu mescidin ehlinden değilim. Bunları neden bana veriyorsun?´ Bana dediler ki: ´Eşas b. Kays el-Kindî, akşamleyin Mekke´den geldi. Camide namaz kılan herkese bir elbise ile bir çift ayakkabı verilmesini emretti´. Şeyh Ebu Sa´d Harkuşî Nisaburî97 Muhammed b. Muhammed´den şöyle rivayet ediyor: Mekke-i Mükerreme´de mücavir olarak bulunan Şâfiî şöyle anlattı: ´Mısır´da fakirler için birşeyler toparlamakla bilinen bir kişi vardı. Fakirlerden birinin çocuğu doğdu. Çocuğun babası fakirlerin haline bakan adama geldi ve kendisine bir çocuğunun doğup dünyaya geldiğini haber verdi. Çocuğa bakmak için yanında birşey olmadığını söyledi. Adam onunla beraber gitti. Bir cemaatin huzuruna girdi. Fakat hiçbir şey alamadı. Bir kabrin yanına gelerek orada oturdu ve şöyle seslendi: ´ALLAH senden razı olsun. Sen iyilik yapar ve verirdin. Ben bugün bir cemaatin yanma girip çıktım. Yeni doğan bir çocuğa birşeyler vermeyi teklif ettim. Hiçbir şey alamadım!´ Çocuğun babası der ki: Sonra kabrin yanından kalktı. Bir dinar çıkardı. Onu ikiye böldü. Yarısını bana verdi ve dedi ki: ´Eline birşey geçinceye kadar bu senin boynuna borç olacaktır!´ Bunun üzerine parayı aldım gittim. Mümkün olan şeyleri satın aldım. O gece o zat, kabir sahibini rüyasında görmüş. Kabir sahibi ona ´Senin bütün dediğini dinledim. Fakat cevap vermek için bize izin yok. Lâkin evime git. Çocuğuma söyle! Ocak yerini kazsınlar. Orada bir dağarcık vardır. İçinde beşyüz dinar vardır. Onu al! Çocuğun babasına götür, teslim et!´ Sabah olduğu zaman kişi ölünün evine gitti, onlara hikâyeyi anlattı. Kendisine otur dedikten sonra denilen yeri kazdılar, paraları çıkardılar ve paraları getirip adamın önüne koydular. Adam dedi ki: ´Benim rüyamın hükmü yoktur. Bu mal sizindir!´ Bunun üzerine onlar dediler ki: ´O ölü iken cömertlik yapar da biz diri iken nasıl cömertlik yapmayız´ ve paraları alması için ısrar ettiler. Bunun üzerine adam paraları alıp çocuğun babasına getirdi. Macerayı kendisine anlattı. Çocuğun babası onların içinden bir dinar aldı. Onu ikiye böldü. Kendisine borç vermiş olduğu yarım dinarı iade etti ve diğer yarıyı yanında bıraktı. Parayı getirene ´Bu bana kâfidir, geri kalan parayı götür fakirlere sadaka ver!´ dedi. Ebu Said der ki: ´Ben bu kişilerin hangisinin daha cömert olduğunu bilmiyorum´. Rivayet ediliyor ki İmam Şâfiî, Mısır´da ölüm hastalığına tutulduğu zaman şöyle demiştir: ´Filan adama söyleyin beni yıkasın!´ Vefat edince adamın kulağına İmam Şâfiî´nin ölüm haberi geldi. Bunun üzerine adam gelip orada hazır bulundu ve şöyle dedi: ´Hazretin geride bıraktığı tezkereyi (hesap defterini) bana getiriniz!´ Tezkereyi getirdiler. Baktı ki, Şâfiî´nin boynunda yetmiş bin dirhem borç var. O borcu kendi üzerine aldı ve ödedi. Sonra da dedi ki: ´İşte benim onu yıkamamın mânâsı budur!´ Ebu Said şöyle anlatıyor: Mısır´a geldiğim zaman İmam Şâfiî´ye bu iyiliği yapanın evini sordum. Evi bana gösterdiler. Onun ahfadından bir grup gördüm. Onları ziyaret etim. Onlarda hayırlı simalar gördüm. Faziletin eserlerini müşahede ettim ve dedim ki: ´O zatın hayır hususundaki eseri bunlara yetişmiş, bereketi bunlarda tebellür etmiştir´. Bunu da ALLAH Teâlâ´nın şu ayetiyle istidlâl ederek söyledi: O kişinin babaları sâlih bir kimseydi.(Kehf/82) İmam Şâfiî şöyle demiştir: "Ben daima Hammad b. Ebî Süleyman´ı severim. Çünkü ondan benim kulağıma şöyle birşey geldi: O birgün merkebine binmiş olduğu halde iken merkep onu salladı. Bunun üzerine düğmesi koptu. Bir terzinin yanından geçerken, düğmesini diktirmek için inmek istedi. Terzi onu görünce ´ALLAH´a yemin ederim, sen inmeyeceksin!´ dedi. Terzi bizzat yanına gitti, onun düğmesini dikip düzeltti. Hammad terziye, içinde on dinar bulunan bir kese uzatıp teslim etti ve terziden verdiğinin azlığından dolayı özür diledi". İmam Şâfiî kendi nefsi için de şu şiiri okudu: Ey kalbimin hasreti! Bir mal için ki o mal ile mürüvvet ehlinden fakir olanlara cömertlik yapacaktım! Muhakkak ki bana gelip yanımda olmayanı benden isteyen için özür dilemem, musibetlerden biridir. Rebî b. Süleyman´dan şöyle rivayet ediliyor: Bir kişi İmam Şâfiî´nin üzengisini tuttu, İmam Şâfiî talebesi Rebî´ye dedi ki: ´Bu kişiye dört dinar ver ve benden dolayı kendisinden özür dile!´ Rebî, Humeydî´den şöyle rivayet ediyor: ´Şâfiî, Yemen´in San´a şehrinden Mekke´ye 10.000 dinarla geldi. Mekke´nin dışında bir yerde çadırını kurdu. O 10.000 dinarı bir elbise üzerine serdi. Sonra kendisinin yanına gelene o dinarlardan bir avuç alıp veriyordu. Öğle namazını kılıncaya kadar böyle devam etti. Öğleyin elbiseyi üzerinde birşey olmadığı halde silkti´. Ebu Sevr´den şöyle rivayet edilir: Şâfiî, beraberinde mal olduğu halde, Mekke´ye gitmek istedi, cömertliğinden dolayı elinde az şey tutabilirdi. Bunun üzerine kendisine ´Bu mal ile sana ve senden sonraki çocuklarına yetecek bir akar almalısın!´ dedim. İmam Şâfiî çıkıp gitti. Sonra dönüp bize geldiğinde o malı ne yaptığını sorunca şöyle dedi: ´Mekke´de bir akar bulamadım ki onu satın almak imkânım olsun! Çünkü ben Mekke´nin esasını biliyorum. Mekke´nin çoğu vakfedilmiştir. Ancak ben Mina´da bir konak yeri inşa ettim. Orası arkadaşlarımız hacca gittikleri zaman onlara konak olsun!´ İmam Şâfiî nefsi için şu şiiri inşa etmiştir: ´Nefsimi görüyorum ki bir kısım şeylere isteklidir. Oysa o şeyleri elde etmeye malım yetişmez. Bu bakımdan benim nefsim cimrilikten dolayı bana itaat etmez. Benim malım da beni yaptıklarıma ulaştırmaz´. Muhammed b. Ubbad el-Muhallebî şöyle anlatıyor: Babam, Me´mun´un huzuruna girdi. Me´mun babama yüz bin dirhem caize verdi. Babam onun yanından kalkıp o parayı sadaka olarak dağıttı. Bu haber Me´mun´un kulağına gittiği zaman babamı huzuruna çağırdı ve bu hususta babamı kınadı. Babam ona şöyle dedi: ´Mevcut olanı vermemek, ALLAH hakkında su-i zan etmek demektir´. Bunun üzerine Me´mun kendisine yüz bin dirhem daha verdi. Adamın biri Said b. As´ın yanına vardı. Said´den para istedi. Said ona 100.000 dirhem verilmesini emretti. Adam ağladı. Said adama ´Seni ağlatan nedir?´ dedi. Adam ´Toprağın senin gibi bir insanı yiyeceği için ağlıyorum´ dedi. Said adama 100.000 dirhem daha verilmesini emretti. Ebu Temam98, İbrahim b. Şekele´nin huzuruna, İbrahim´i öven birkaç kişiyle girdi. İbrahim hastaydı. İbrahim, şair Ebu Temam´m medhiyesini kabul etti. Teşrifatçısına, şairin şanına yakışır şekilde ikramda bulunulmasını emretti ve dedi ki: ´Umarım ki ben hastalığımdan kalkıp onu mükâfatlandırırım´. Bunun üzerine şair orada iki ay durdu. Uzun durmak şairi sıktı. Şair, İbrahim´e mektup yazarak şöyle dedi: Muhakkak ki bizim medhiyemizi kabul etmek ve umulan caizeyi vermemek, alışverişte malın bedelini aynı anda ödememenin haram olduğu gibi haramdır! Bu iki beyit, İbrahim´in eline ulaştığı zaman vezirine ´Şair ne zamandan beri burada bulunuyor?´ diye sordu, vezir ´İki aydan beri!´ dedi. İbrahim ´O halde şaire otuz bin dirhem ver ve bana da divit ile kalem getir!´ dedi. İbrahim şaire şunu yazdı: Sen bizi aceleciliğe sevkettin. İşte sana acele olan atiyyemiz az geldi. Eğer bize mühlet verseydin az vermezdik. Bu bakımdan sen azı al ve sanki şiir söylememiş gibi ol! Biz de deriz ki; sanki şaire hiçbir şey vermedik! Rivayet ediliyor ki Hz. Osman´ın Hz. Talha´dan 50.000 dirhem alacağı vardı. Hz. Osman birgün camiye çıkınca Talha kendisine ´Senin malın hazırlanmıştır, götürebilirsin!´ dedi. Hz. Osman, Hz. Talha´ya ´Ya Ebu Muhammed! O mal senin olsun. Mürüvvetine karşı sana bir yardım olsun!´ dedi. Su´da binti Avf99 şöyle anlatıyor: Hz. Talha´nın evine gittim, ağır bir hastalığa tutulmuştu ve üzülüyordu. Kendisine ´Neden böyle sıkılıyorsun?´ deyince, şöyle dedi: ´Benim yanımda birçok mal birikmiş ve bu beni üzüyor!´ Dedim ki: ´Neden seni üzüyor? Kavmini çağır ve dağıt!´ Bunun üzerine hizmetçisine ´Kavmimi çağır ve bu malı onlara taksim et!´ dedi. Hizmetçi ´Ne kadar dağıtayım?´ dedi. Talha ´Dörtyüz bin dirhem´ dedi. Bir bedevi Hz. Talha´ya geldi ve merhametini çekecek şekilde kendisine yalvardı. Bunun üzerine Hz. Talha şöyle dedi: ´Senden önce hiç kimse bana bu şekilde yalvarmış değildir. Benim bir arazim vardır. Osman (r.a) bana 300.000 dirhem verdiği halde yine vermemiştim. İstersen o arazi senin olsun. Dilersen onu Osman´a satıp parasını sana vereyim!´ Adam ´Parasını istiyorum!´ dedi. Bunun üzerine Talha, arazisini Hz. Osman´a sattı ve parayı adama verdi. Deniliyor ki, Hz. Ali birgün ağladı. Kendisine ´Seni ağlatan nedir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Yedi günden beri bana misafir gelmedi. Korkuyorum ki, ALLAH Teâlâ beni rezil etmiş olsun!´ Adamın biri bir dostunun yanına gelip kapısını çaldı. Dostu ´Seni gelmeye zorlayan nedir?´ diye sorunca kişi şöyle dedi: ´Benim boynumda dörtyüz dirhem borç vardır!´ Bunun üzerine ev sahibi dörtyüz dirhemi tartıp adama teslim etti. Eve dönünce ağladı. Hanımı ´Madem ki para vermek sana zor geliyor, neden verdin?´ diye sorunca şu cevabı verdi: ´Ben bu dostumun halini sormadığımdan, onu gelip benden para istemeye mecbur ettiğimden ötürü ağlıyorum!´ ALLAH bu sıfatlara sahip olan kimseden râzı olsun ve böyle kim-selerin günahlarını bağışlasın! ______________________ 85)Eban b. Osman b. Affan Medinelidir, güvenilir bir zattır. H. 105 senesinde vefat etmiştir. 86)Adı Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer Eslemi´dir Hârun Reşid tarafından Bağdad kadılığına tayin olunmuştur. H. 130´da doğmuş, 207´de vefat etmiştir. 87)Cennetle müjdelenenlerden biridir. 88)Dârekutnî 89)Şeyban kabilesindendir ve cömertliğiyle meşhurdur. 90)Adı Ali b. Muhammed b. Abdullah b. Ebi Seyf el-Medâinî´dir Meşhur eserlerin sahibidir. Mekke´de H. 224´de vefat etmiştir. Öldüğünde 93 yaşında idi. 91)İmam Mâlik ayarında olan bu zatın adı Ebu Hâris Fehmî el-Mısrî´dir. 92)Kûfeli Mehram´m oğlu Süleyman´dır. 93)Bu zatın hem babası, hem de dedesi sahâbedendir. Ca´fî kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. 94)Esma b. Hârice b. Hasın b. Huzeyfe b. Bedr el-Fazzârî´dir. Uyeyne b.Hısn´ın yeğenidir. Babası da, amcası da ashâbdandır. 95)Adı Said b. Hâlid b. Amr b. Osman b. Affan´dır. 96Adı Eşas b. Kays b. Madî Kerib el-Kindî´dir. Ashabdandır Künyesi Ebu Muhammed´dir. Zengin ve cömertti. H. 40´da vefat etmiştir. 97)Adı Ebu Said Abdülmelik b. Muhammed b. İbrahim´dir. H. 406´da Nisabur´da vefat etmiştir. 98)Adı EbûuTemam Habib b. Evs b. Evs b. Hâris b. Kays´dır. Tâi kabilesin- den olan bu zat meşhur bir şairdir. H. 281´de vefat etmiştir. 99)Cennetle müjdelenen Hz. Talha´nın ailesidir. |
|
|
|
#7 |
|
Cömertliğin Fazileti
Mal yok ise bu durumda kul için en uygun hareket, kanaat etmek ve az hırslı olmaktır. Eğer mal varsa bu takdirde kulun en uygun hali, başkasını nefsine tercih etmek, cömertlik ve iyilik yapmak ve cimrilikten uzaklaşmaktır. Çünkü cömertlik, peygamberlerin (a.s) ahlâkındandır. Cömertlik kurtuluş esaslarından biridir. Hadîsler Cömertlik, cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Onun dalları yere sarkıtılmıştır. Bu bakımdan onun dallarından birine yapışan bir kimseyi o dal cennete doğru götürür.52 Câbir Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cebrâil, ALLAH Teâlâ´nın şöyle dediğini söyledi: Muhakkak bu (islâm dini) öyle bir dindir ki nefsim için ona razı oldum. O dini ancak cömertlik ve güzel ahlâk ıslah eder. Bu bakımdan siz bu iki hasletle gücünüz yettiği kadar o dine ikramda bulunun, dini güzelleştirin.53 O dine bu iki hasletle -onunla arkadaşlık yaptığınız müddetçe- ikramda bulunun. Hz. Aişe´den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, bir veliyi kendisi için yarattığı zaman güzel ahlâk ve cömertlik üzere yaratır.54 Câbir (r.a) der ki: Hz. Peygamber´i ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle buyurdu: ´Sabır ve cömertlik´55 Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: İki ahlâk vardır ki, ALLAH onları sever. İki huy da vardır ki ALLAH onlardan nefret eder. ALLAH´ın sevdiği iki ahlâka gelince, birincisi güzel ahlâk, ikincisi cömertliktir. ALLAH´ın buğzettiği iki ahlâk ise, birisi kötü ahlâk, ikincisi cimriliktir. ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı murad ederse onu insanların ihtiyaçlarını yerine getirmekte kullanır.56 Mikdam b. Şureyh57 babasından, o da babasından rivayet ederek şöyle diyor: "Hz. Peygamber´e ´Beni cennete götürecek bir amele muttali kıl!´ deyince, cevap olarak ´Muhakkak ki yemek yedirmek, selâmı yaymak ve güzel konuşmak mağfireti gerektiren hasletlerdendir´ buyurdu".58 Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu riva-yet eder: Cömertlik, cennette bulunan bir ağaçtır. Cömert olan bir kimse, o ağacın bir dalına yapışmıştır. O dal onu cennete sokuncaya kadar bırakmaz! Cimrilik ateşte biten bir ağaçtır. Cimri olan bir kimse onun dallarından birine tutunmuştur. O dal onu cehenneme sokuncaya kadar bırakmaz.59 Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır. Fazileti, kullarımın şefkatlilerinde arayın ki onların sayesinde yaşayın! Çünkü ben rahmetimi onların kalbine koydum! Şefkati, kalpleri katı olanlardan istemeyin. Çünkü ben onların kalplerine öfkemi koydum.60 İbn Abbas Hz. Peygamber´in (s,a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömert bir kimsenin günahından vazgeçin! Çünkü ALLAH Teâlâ bile, o cömert kulu kaydıkça onun elinden tutar.61 Rızık yemek yedirene devenin gırtlağına saplanan bıçaktan daha süratle varır. ALLAH Teâlâ, yemek yedirenle meleklerine karşı öğünür.62 ALLAH cömerttir, cömerdi sever. Güzel ahlâkı sever. Düşük ahlâktan nefret eder.63 Enes (r.a) der ki, Hz. Peygamber (s.a) müslüman olmak muka-bilinde herhangi birşey kendisinden istenirse veriyordu. Bir kişi kendisine geldi ve bir şeyler istedi. Bunun üzerine zekât koyunlarından iki dağın arasını dolduracak kadar koyun verilmesini emretti. Bunun üzerine adam kavmine döndü ve dedi ki: ´Ey kavmim! Müslüman olunuz! Çünkü Muhammed, fakirlikten korkmayan bir kimsenin verdiği gibi veriyor!´64 ALLAH Teâlâ birçok kullarına, kulların faydası için servet ihsan eder. Bu bakımdan kim cimrilik yapar, o faydaları kullara göstermezse ALLAH Teâlâ serveti ondan alır, başkasına devreder!65 El-Hilâlî´den06 şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber´in huzuruna Benî Anber67 esirleri getirildi. Onların öldürülmesini emretti. Ancak onlardan bir kişiyi ayırdı. Bunun üzerine Hz. Ali dedi ki: ´ALLAH birdir, din birdir, günah birdir. O halde bu kişiyi onların arasından neden ayırdın?´ Cevap olarak Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Cebrâil (a.s) bana vahiy getirerek şöyle dedi: ´Bunları öldür! Fakat bunu öldürme! Çünkü ALLAH, bu kişide bulunan cömertlikten dolayı bir teşekkür olsun diye onu affetti´.68 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak herşeyin bir meyvesi vardır. İyiliğin meyvesi de iyilik yapılanı bekletmemek ve hemen ihtiyacını görmektir.69 İbn Ömer Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömerdin yemeği deva, cimrinin yemeği hastalıktır.70 ALLAH´ın nimeti kimin katında büyümüşse, halkın nafakası da onun üzerinde büyümüştür.71 Bu bakımdan o nafaka ve zahmeti yüklenmeyen bir kimse kendisine verilen o nimeti zevale maruz bırakmıştır. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ateşin kendisini yemediği şeyden çok edinin´. Kendisine o şeyin ne olduğu soruldu. Cevap olarak İyilik yapmaktır!´ dedi. Hz. Âişe Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder: Cennet cömertlerin evidir.72 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömert bir kimse ALLAH´a yakındır. İnsana yakındır. Cennete yakın ve cehennemden uzaktır. Cimri bir kimse de hem ALLAH´tan, hem insandan, hem de cennetten uzak ve cehenneme de yakındır. Câhil bir cömert, ALLAH katında cimri bir âlimden daha sevimlidir. Hastalığın hastalığı cimriliktir.73 İyilik ehli bir kimseye de, iyilik ehli olmayana da iyilik yap! Eğer ehline tesadüf ederse ne âlâ! Eğer ehline tesadüf etmezse muhakkak sen iyilik ehlindesin.74 Muhakkak ki ümmetimin halis kullarından bir grup, cennete namazla, oruçla girmiş değildirler. Fakat cennete nefislerinin cömertliği, gönüllerinin selâmeti ve müslümanlar için yapmış oldukları nasihattan dolayı girmişlerdir.75 Ebu Sâid el-Hudrî Hz, Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH (c.c) iyilik için mahlukatından bir grubu hazırlayıp yaratmıştır. Onlara iyiliği ve iyilik yapmayı sevdirmiştir. İyiliği arayanları onlara yöneltmiş, vermeyi onlara kolaylaştırmıştır. Tıpkı kurak bir memlekete yağmur gönder mek sûretiyle o memleketi ve o memleketin halkını dirilttiği gibi..76 Her iyilik sadakadır. Kişinin, kendi nefsine, aile fertlerine infak ettiği herşey kişi için sadaka sayılır. Kişinin, kendisiyle şerefini koruduğu şey, kişi için sadakadır. Kişinin infak ettiği nafakanın yerini doldurmak ALLAH´a düşer.77 Her iyilik sadakadır. Hayra delâlet eden (önderlik yapan) hayır yapan gibidir. ALLAH Teâlâ, mahzun ve sıkıntıda olan kimsenin yardımına koşmayı sever.78 Zengine veya fakire yaptığın her iyilik sadakadır.79 Rivayet ediliyor ki, ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahiy göndererek ´Sâmirî´yi80 öldürme! Çünkü o cömerttir!´ dedi. Cabir der ki, Hz. Peygamber (s.a), Kays b. Sa´d b. Ubade kumandasında bir birlik gönderdi. Bunlar cihad ettiler. Kays onlara dokuz tane binilen deve kesti. Onlar Medine´ye gelince bu hâdiseyi Hz. Peygamber´e naklettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Muhakkak ki cömertlik o ailenin ahlâkındandır.81 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ali şöyle demiştir; ´Dünya sana yöneldiği zaman ondan infak et! Çünkü o, infak etmekle yok olmaz. Dünya senden uzaklaştığı zaman ondan infak et! Çünkü o senin elinde kalmaz´. Sonra Hz. Ali şu şiiri okudu: Dünya sana yöneldiği halde onu vermekle cimrilik yapma! Çünkü onu israf ve tebzir eksiltmez! Eğer dünya sana arka çevirirse, o zaman onunla cömertlik yapman daha uygun olur. Çünkü ondan dolayı övülmek, o insana sırt çevirdiği zaman onun halefi olup yerine geçer. Muaviye, Hz. Hasan b. Ali´den mürevvet, necdet ve kerem´in mânâsını sordu. Hasan (r.a) şöyle cevap verdi: ´Mürevvet, kişinin dinini muhafaza etmesi, nefsini sakındırması, misafirine karşı vazifesini güzelce yapması, nefsin kerih saydığı şeyde güzel bir tarzda ilerlemesi demektir. Necdet´e gelince, komşuyu korumak, tehlikeli yerlerde sabır göstermek demektir. Kereme gelince, istenmeden iyilik yapmak, yerinde (kıtlıkta) yedirmek, isteyene vermekle beraber şefkat göstermek demektir´. Bir kişi, Hz. Ali´nin oğlu Hasan´a bir kâğıt uzattı. Hz. Hasan kâğıdı okumadan önce ona ´Senin ihtiyacın görülmüştür!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan´a denildi ki: ´Ey Rasûlullah´ın torunu! Keşke onun kâğıdına baksaydın! Sonra kâğıttaki miktara göre cevap verseydin!´ Hz. Hasan şöyle dedi: ´Onun huzurumdaki duruşunun zilletinden dolayı kâğıdı okuyuncaya kadar bekletirsem ALLAH Teâlâ benden sual sorar´. Muhammed b. Sebih b. Semmet el-Bağdâdî şöyle demiştir: ´Köleleri malıyla satın alıp, hür kimseleri iyiliğiyle satın almayan bir kimsenin aklına şaşarım´. Bedevilere ´Sizin efendiniz kim?´ diye soruldu. Cevap olarak ´Kim bizim küfretmemize katlanır, dilencimize verir, câhilimize göz yumarsa odur´ dediler. Hz. Hüseyin´in oğlu Ali Zeynelâbidin (r.a) şöyle demiştir: ´Kim malını isteyenlere vermeye niyetleniyorsa o kimse cömert sayılmaz. Cömert o kimsedir ki ALLAH´a ibâdet edenlerden ve ALLAH´ın hukukundan başlar. Buna karşılık teşekkür bile beklemez! Çünkü onun ALLAH´ın sevabına olan yakîni tam ve eksiksizdir´. Hasan Basrî´ye denildi ki: -Cömertlik nedir? -Malınla ALLAH yolunda cömertlik yapman! -Hazım nedir? -ALLAH yolunda malını israftan menetmek! -İsraf nedir? -Riyaset sevgisi için malı infak etmek! Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle demiştir: ´Akıldan daha iyi bir mal, ce haletten daha büyük bir musibet ve müşavere gibi bir dayanak nok-tası yoktur!´ ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ki ben cevvad ve kerîmim. Alçak bir kimse be-nimle komşuluk yapamaz. Alçaklık küfürdendir. Küfür ehli ise ateştedir. Cevvadlık ve kerem imandandır, iman ehli ise cennettedir. Huzeyfe (r.a) şöyle demiştir: ´Dini hususunda nice fâcir vardır ki maişetinde cömerttir, cennete de cömertliğinden dolayı girer!´ Rivayet ediliyor ki; Ahmed b. Kays bir kişiyi elinde bir dirhem olduğu halde gördü ve şöyle sordu: ´Bu dirhem kimindir?´ Kişi ´Benimdir!´ dedi. Bunun üzerine Ahmed dedi ki: ´Senin elinden çıkmadıkça senin değildir!´ Bu mânâda şöyle denilmiştir: ´Malı elinde tuttuğun zaman sen onun hizmetçisisin. Onu infak ettiğin zaman, mal senin hizmetçindir´. Vâsıl b. Ata´ya gazzal denilmiştir. Çünkü Vâsıl, iplik eğirenlerin yanında ve çarşılarda otururdu. Birşey almak isteyen zayıf bir kadın gördüğü zaman ona birşey verirdi. Abdülmelik b. Said el-Esmâî şöyle anlatıyor: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin´e bir mektup yazarak şairlere verdiği maldan dolayı kendisini kınadı. Hz. Hüseyin, ağabeyine cevap olarak şöyle yazdı: ´Malın en hayırlısı odur ki onunla insan şerefini korur!´ Süfyan b. Uyeyne´ye ´Cömertlik nedir?´ diye soruldu. Cevap ola-rak şöyle dedi: ´Arkadaşlara iyilik yapmak ve mal ile cömertlik etmek demektir´. Dedi ki: ´Benim babam elli bin dirhem veraset elde etti. Onu keseler halinde arkadaşlarına gönderdi ve dedi ki: Ben ALLAH Teâlâ´dan arkadaşlarım için namazımda cennet istiyordum. O halde nasıl olur da kendilerine cennet istediğim kimselere karşı cimrilik yapabilirim´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Mevcut olan malın verilmesi cömertliğin son zirvesidir´. Hukemânın birine ´Senin nezdinde insanların en sevimlisi kimdir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: İyilikleri çok olan kimsedir!´ ´Eğer birşeyi yoksa?´ denilince, cevap olarak şöyle dedi: ´O kimse ki onun yanında iyiliklerin çok olur!´ Abdülâziz b. Mervan şöyle dedi: ´Kişi kendisine iyilik yapmam için bana imkân verdiği zaman, bence bu imkândan dolayı onun yapmış olduğu iyilik, benim ona yapmış olduğum iyiliğe eşittir´. Mehdî82, Şeybe b. Şebîb´e83 ´Halkı benim evimde nasıl gördün?´ diye sordu. Şebîb şöyle cevap verdi: ´Ey mü´minlerin emiri! Onların her biri ümitlenerek giriyor, razı olarak çıkıyor!´ Bir kimse Abdullah b. Câfer´in yanında misal getirerek şöyle dedi: ´İyilik, ancak onunla iyilik yolu elde edilirse iyilik olur. Bu bakımdan bir iyilik yaptığın zaman o iyiliği ALLAH için veya akraban için yap veyahut bırak!5 Bunun üzerine Abdullah b. Câfer dedi ki: ´Bu okuduğun iki beyit halkı cimrileştirir! Lakin iyiliği yağmur gibi yağdır! Eğer şerefli kimselere isabet ederse onlar iyiliğin ehlidirler. Eğer alçak kimselere isabet ederse sen onun ehli olursun!5 ___________________________________ 52)İbn Hibban, Zuafâ; İbn Adîy; Dârekutnî 53)Dârekutnî 54)Dârekutnî; İbn Cevzî, Mevzuat 55)Ebu Yâ´lâ; İbn Hibban, Zuafâ 56)Deylemî 57)Adı Mikdam b. Şureyh b. Hani b. Yezid el-Hârisî´dir. Kûfeli ve güvenilir bir zattır. 58)Taberânî 59)Dârekutnî 60)İbn Hibban, Zuafâ; Harâitî, Taberânî 61)Taberânî 62)İbn Mâce 63)Harâitî, Mekârim´u1-Ahlâk 64)Müslim 65)Taberânî, Ebu Nuaym 66)Benî Hilâle mensuptur. 67)Temim´den bir boydur. Peygamberlik iddia eden meşhur kadın Seccah bu kabiledendir. 68)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. 69)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. 70)İbn Adîy, Dârekutnî 71)İbn Adîy, İbn Hibban 72)İbn Adîy, Dârekutnî 73)Tirmizî 74)Dârekutnî 75)Dârekutnî 76)Dârekutnî 77)İbn Adiy, Dârekutnî, Harâitî, Beyhâkî 78Dârekutnî 79)Dârekutnî 80)İsrailoğulları´ndandır, kıssası Kur´an´da zikredilmiştir. Bu kimseye mensup olan yahudiler Hz. Dâvud´un peygamberliğini inkar ederler. Ondan sonraki peygamberleri de kabul etmezler. Hz. Musa´dan sonra peygamber olmadığına inanırlar. 81)Dârekutnî 82)Adı Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Abdullah b. Abbas´dır. 83)Adı Şebib b. Şeybe b. Abdullah et-Temimî el-Basrî´dir. Fesâhetinden ötürü Hatib lakabını almıştır. 84)Bu hanım Hz. Âişe´nin azatlısıdır. |
|
|
|
#8 |
|
Cömertliğin ve Cimriliğin Dereceleri ve Hakikati
Soru: Şer´î delillerle biliyoruz ki cimrilik insanı helâk eder. Fakat cimriliğin haddi, tarifi nedir ve insanoğlu ne ile cimri olur? Yeryüzünde hiçbir insan yoktur ki kendisini cömert görmesin. Oysa aynı adamı başkası cimri görür. Bazen de bir insandan herhangi bir fiil görünür ve bu fiil hakkında çeşitli görüşler olur. Bir grup bu cimriliktir der. Başkaları bu cimrilik değildir der. Malı sevmeyen, malı tutup korumayan hiçbir insan yoktur. Eğer insan malı tutmasıyla cimri oluyorsa o halde hiç kimse cimrilikten kurtulamaz. Eğer malı tutmak, mutlaka cimriliği gerektirmiyorsa, bu takdirde de cimriliğin mânâsı mal tutmaktan başka birşeydir. O halde insanoğlunun helâk olmasını gerektiren cimrilik ne demektir? İnsanoğlunun cömertlik sıfatına ve bu sıfatın sevabına müstehak olacağı cömertliğin târifi nedir? Cevap: Bazıları; cimriliğin tarifi hakkında ´Vacibi vermemektir´ demişlerdir. Bu bakımdan kim farz olanı edâ ederse, o kimse cimri değildir. Fakat bu târif efradını câmi, ağyarını mâni bir târif değildir. Çünkü mesela kasaptan satın aldığı eti bir habbe veya yarım habbe eksiğine iade eden,, ekmeği bu şekilde fırıncıya geri veren bir kimse, bütün âlimlerin ittifakıyla cimri sayılır. (Oysa vacibi terketmiş değildir!) Yine çoluk çocuğuna, kadı tarafından tesbit edilen miktarı teslim eden, sonra o miktardan bir lokma hususunda veya malından yemiş oldukları bir hurma hususunda onları sıkan bir kimse cimri sayılır. (Oysa vâcib miktarda darlık yapmamıştır!) Önünde bir ekmek bulunan ve bu esnada kendisiyle beraber ekmeği yiyeceğini zannettiği bir kimseden o ekmeği gizleyen de cimri sayılır! (Oysa başkasını o ekmeğe ortak yapmak kendisine vâcib değildir.) Başkaları da demişlerdir ki: ´Cimri o kimsedir ki vermek kendisine zor gelir´, Bu târif de, birinci târif gibi ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Çünkü bu târifi yapan kişi, eğer bununla ´her türlü vermenin kendisine zor geldiğini´ kastediyorsa, nice cimriler vardır ki az vermek kendilerine hiç de zor gelmez. Bir habbeyi veya ona yakın bir miktarı ver-mek gibi... Fakat bundan fazlasının verilmesi kendisine zor gelir. Eğer ´Birtakım şeyleri vermek kendisine zor geliyor´ mânâsını kastediyorsa, nice cömertler vardır ki birtakım şeylerin verilmesi kendisine zor gelir. Bütün servetini kapsayan veya külliyetli bir mal teşkil eden vergi gibi... Bu miktarın verilmesi, cömert bir kimseye de zor gelir. Fakat bu onun cimriliğini gerektirmez. Böylece cömertlik hakkında da konuşmuşlardır. Bu bakımdan denilmiştir ki: ´Cömertlik başa kakmaksızm vermek ve düşünmeksizin ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermektir´ ve yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, karşı taraftan bir istek olmaksızın verdiğini azımsamak şartıyla vermektir´. Yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, dilenciyi hoş karşılamak, mümkün olanı gönülden vermek demektir´. Yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, malın ALLAH için olduğunu, kulun ALLAH için olduğunu, ALLAH´ın kulu ALLAH´ın malını veriyor zihniyetiyle ve fakirliği düşünmeksizin vermek demektir´. Şöyle denilmiştir: ´Malın bir kısmını veren, bir kısmını da kendisine bırakan cömerttir. Çoğunu veren, azını bırakan, daha cömerttir. Meşakkate göğüs gerdiren, başkasını mal sarfetmek hususunda nefsine tercih eden îsâr sahibidir. Hiçbir şey vermeyen ise cimridir!´ Bütün bu sözler, cömertlik ve cimriliğin hakikatini kapsama-yan kelimeler ve cümlelerdir. Biz deriz ki; mal, bir hikmet ve maksat için yaratılmıştır. O da halkın ihtiyaçlarına elverişli olmasıdır. Malı, sarfedilmesi için yaratılmış olduğu maksada sarfetmemek mümkün olduğu gibi, iyi bir yere sarfetmesi de mümkündür. Adaletle malda tasarruf etmek; korunması gereken yerde malı korumak, verilmesi gereken yerde malı vermek demektir. Bu bakımdan vermenin farzolduğu bir yerde malı vermemek cimriliktir. Vermemenin farz olduğu bir yerde vermek, tebzir ve israftır. Bunların arasında normal bir durum vardır. O da dinen övülen durumdur. Cimrilik ve cömertliğin bu orta yoldan ibaret olması uygundur; zira Hz. Peygamber cömert davranmakla emrolunmuştur. Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de açma (israf etme ki) sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.(İsrâ/29) . Ve harcadıkları zaman israf etmezler, Sıkılık da yapmazlar! Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur!(Furkan/67) Cömertlik, israf ile cimrilik arasında normal bir durumdur. Eli tamamen açmak ile tamamen kapatmak arasında vasat bir keyfiyettir. Şöyle ki: Verdiğini de, aldığını da vacib olan nisbet ve oranda ayarlar. Kalbi bunu seve seve yapmadıkça, âzalarıyla yapması yeterli olmaz! Kalbi kendisiyle münakaşa ve çekişme yapmaksızın âzalarıyla bunu yaparsa yeterli olur. Eğer vermek gereken yerde verirse, nefsi bir türlü buna razı olmazsa ve o da nefsiyle mücadele ederek veriyorsa, böyle bir kimse cömertliğe kendisini zorlayandır. Hakiki cömert değildir. Kalbinin mal ile âlakası, malı gereken yere sarfetmesi bakımından olmalıdır. Soru: Böyle olmak, vâcibi bilmeye bağlıdır. Bu bakımdan hangi malın verilmesi vâcibtir? Cevap: Vâcib iki kısımdır: Şer´an vâcib olan, mürüvvet ve âdetçe vâcib olandır. Cömert o kimsedir ki şer´an vâcib olanı terketmediği gibi mürüvvetçe vâcib olanı da terketmez. Eğer bunların birini terkederse cimri olur. Fakat şer´an vâcib olanı terkeden daha cimridir. Zekâtı vermeyen, çoluk çocuğunun nafakasını vermeyen veyahut da nefsine ağır gelerek ödeyen kimse gibi... Böyle bir kimse tabiaten cimridir. Ancak zoraki bir şekilde cömertlik yapar veyahut malın haram kısmından vermek ister. Yahut da malının helâl kısmından veya iyi kısmından vermeye kalbi razı olmaz. İşte bunların hepsi cimriliktir. Mürüvvetçe verilmesi farz olana gelince, o müzâyaka yapmayı, hakir şeyleri bile saymayı terketmek demektir. Çünkü müzâyaka yapmak, ufak şeyleri sorup saymak çirkin bir harekettir. Bunun çirkinliği de durumlara ve şahıslara göre değişir. Bu bakımdan malı çoğalan bir kimsenin böyle yapması, fakirin yapmasından daha çirkin kaçar. Yabancılara karşı tatbik etmesi, çoluk çocuğuna, akraba ve taallûkatına ve kölelerine karşı tatbik etmesinden daha kolay olur. Komşusuna tatbik etmesi, uzak bir kimseye tatbik etmesinden daha çirkindir. Misafirlik hususunda gösterilen müzâyaka, muamelede gösterilen müzâyakadan daha çirkeftir. Bu bakımdan bu durum, ziyafet veya muamelede, içine sıkılık ve müzâyaka karışan şeylerde değişik manzaralar arzeder. Bir de müzâyaka (sıkıştırma) aleti olan yemek veya elbise de değişir; zira başka şeylerde çirkin sayılmayan sıkılık, yemekte gösterildiği zaman çirkin sayılır. Meselâ kefen, kurban veya sadaka ekmeği almakta gösterilen sıkılık, başka şeyleri almada gösterilen sıkılıktan daha kötü ve çirkindir. Kendisine karşı müzâyaka gösterene karşı da değişik manzaralar arzeder. Dost veya kardeş veya yakını veya hanımı, evladı veya yabancı bir kimseye karşı gösterilen sıkılıklar değişik hükümler alır. Bu sıkılıkları gösteren kimselere göre de durumlar değişir. Çocuk, kadın, ihtiyar, genç, âlim, cahil, zengin veya fakir, bunların herbirinin gösterdiği sıkılık, ayrı bir çirkinlik taşımaktadır. Bu bakımdan cimri o kimsedir ki tutması gereken yerde malı tutar. Bu tutmanın gerekmesi de ya şer´î hükümle veya mürüvvet hükmüyledir. Bunun miktarını kesinlikle belirtmek mümkün değildir. Cimriliğin tarifi malın depo edilmesinden daha mühim olan bir hedefe malı sarfetmektir; zira dinin korunması, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan zekât ve nafakayı vermeyen bir kimse cimridir. Mürüvveti korumak, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan kendisine karşı sıkılığın iyi olmadığı, ona karşı kıymetsiz işlerde sıkılık gösteren bir kimse mal sevgisinden dolayı mürüvvet perdesini yırtmış cimri bir kimsedir. Sonra başka bir derece kalır. O da şudur: Kişi vacibi edâ eder, mürüvveti korur. Fakat yine de birçok malı vardır. O fazla malı sadakaya ve ihtiyaç sahiplerine sarfetmez. Bu bakımdan burada zamanın felâketlerine karşı malın kendisine kurtuluş vesilesi olması için korunması ile âhiret derecelerinde yücelmesi için sevab elde etmek maksadı arasında çatışma vardır. Malı böyle bir hedefe sarfetmekten esirgemek akıllılar nezdinde cimriliktir. Fakat halk tabakası nezdinde cimrilik değildir. Çünkü halk tabakasının bakışı, dünya lezzetlerine dönüktür... Onlar malı zamanın felâketlerine karşı hazır bir şekilde bekletmeyi daha mühim görürler. Buna rağmen bazen halk tabakasının gözünde de böyle bir kimsede cimrilik alâmeti görülür. Şöyle ki, yakınında muhtaç bir kimse varken ona birşey vermez ve der ki: ´Ben vâcib olan zekâtımı edâ ettim. Zekâttan başka da birşey vermek bana gerekmez!´ Bunun çirkinliği, malın miktarına, ihtiyaç sahibinin ihtiyacının şiddetine, dinin salâhına ve müstehak olmasına göre değişir! Bu bakımdan şer´an vâcib olanı edâ eden ve kendisine uygun olan mürüvvetin gereğini veren bir kimse, cimrilikten kurtulmuştur. Evet! Bundan fazlasını, fazileti elde etmek ve yüksek derecelere ulaşmak için vermedikçe cömertlikle nitelenemez. Ne zaman nefsi, şeriatın gerektirmediği yerde mal vermeye yanaşırsa, âdetçe de vermediği takdirde kınanmayacaksa ve buna rağmen veriyorsa, o zaman vermiş olduğu mal nisbetinde cömert sayılır. Bunun dereceleri sayılamayacak kadar çoktur. İnsanların bir kısmı diğerinden daha cömerttir. Bu bakımdan âdet ve mürüvvetin gerektiğinden fazlasını verip iyilik yapmak cömertliktir. Fakat verileni gönülden vermek şartıyla. Herhangi bir istekten, gelecekte bir hizmet ümidiyle veya mükâfat veyahut teşekkür ve övülmek maksadıyla vermemesi de gerekir. Çünkü verdiğiyle teşekkür ve övülmeyi bekleyen bir kimse cömert değil de alışverişçi olur; zira o övmeyi malıyla satın almış olur. Övülmek lezzetlidir ve istenen bir şeydir. Cömertlik ise karşılıksız vermektir. İşte hakîkat budur. Böyle karşılıksız vermek ancak ALLAH Teâlâ´dan tasavvur edilebilir. İnsanoğluna gelince, ona mecaz yoluyla cömert denilir; zira insanoğlu herhangi birşeyi bir gaye için verir. Fakat onun gayesi ahiretteki sevaptan veya cömertlik faziletini elde etmekten, nefsi cimrilik rezaletinden temizlemekten başka birşey değilse, onun yaptığına cömertlik denir. Eğer meselâ, sövgüden veya halkın kınamasından veya kendisine iyilik yapacağı kimseden bir fayda umduğundan cömertlik yapıyorsa, bütün bunlar cömertlikten sayılmazlar. Çünkü bu iteleyici sebepler onu bu şekilde yapmaya mecbur etmiştir. Bunlar ise iyilik karşılığında aceleyle verilen bedellerdir. Böyle bir kimse cömert değil de alışverişci olur. İbâdetle iştigal eden bir hanımdan rivayet ediliyor ki, Hibban b. Hilâl131 arkadaşlarıyla beraber otururken bu kadın onun yanında durakladı ve şöyle dedi: -Acaba içinizde kendisinden bir sual soracağım kimse var mı? -İstediğini sorabilirsin.Hibban b. Hilâl´e işaret ettiler. Bunun üzerine kadın şöyle sordu: -Sizce cömertlik nedir? -Vermek ve arkadaşını nefsine tercih etmektir. -Bu, dünyadaki cömertliktir. Acaba dindeki cömertlik nedir? -Bizim zoraki bir şekilde değil, nefislerimizin isteğiyle ALLAH´a ibâdet etmemizdir. -Siz bu ibâdetten dolayı ALLAH´tan bir ücret talep ediyor musunuz? -Evet! -Neden? -Çünkü ALLAH bize bir haseneye karşı on hasene vereceğini va´detmiştir de ondan... -Hayret! Siz bir verip de on aldığınız zaman acaba ALLAH´a karşı ne ile cömertlik yapmış oluyorsunuz? -ALLAH sana rahmet eylesin! Senin nezdinde cömertlik nedir? -Bence cömertlik, ALLAH´a ibâdetle lezzetlenerek, nimetlenerek, isteyerek ibâdet etmeniz ve bunun karşılığında bir ücret talep etmemenizdir ki mevlânız size dilediğini tatbik etsin. ALLAH´tan utanmaz mısınız ki ALLAH Teâlâ kalbinize muttali olup kalbinizden ibâdete karşı ne talep ettiğinizi bilir! Böyle bir istek dünyada bile çirkindir. İbâdet eden kadınlardan birisi şöyle demiştir: ´Siz cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olduğunu mu sanıyorsunuz?´ Dinle-yenler ´Ya cömertlik neyle olur?´ dediler. Kadın ´Bence cömertlik, kalbi ALLAH´a vermektir´ dedi. Muhasibi şöyle demiştir: ´Din hususundaki cömertlik, nefsinle cömertlik yapmandır. Onu ALLAH için helâk etmendir. Kalbini ve gönlünü ALLAH´a vermeye, kanını ALLAH için dökmeye, çekinmeksi-zin seve seve razı olmandır. Aynı zamanda bundan bir sevab, -her ne kadar sevaba muhtaç isen de- beklememendir. Fakat kalbine ALLAH´a karşı seçmeyi terketmekle cömertliğin kemâlinin güzelliği galip gelir ki mevlân senin için, senin seçmekten âciz olduğunu seçsin!´ _____________ 131) Basralı olan bu zata aynı zamanda el-Kenâni de denir. H. 212´de Ramazan ayında Basra´da vefat etmiştir. |
|
|
|
#9 |
|
Hırsın, Tamahkârlığın İlâcı, Kanaat Etmenin Devası
Bu ilâç, üç esastan mürekkeptir: Sabır, ilim ve amel. Bunun toplamı da beş şeydir: Birincisi Birincisi ameldir. Amel demek, maişette tutumlu hareket etmek ve infakta normal olmak demektir. Bu bakımdan kim, kanaatin azizliğini istiyorsa, mümkün olduğu kadar nefsine çıkış kapılarını kapatması ve nefsini sadece zarurî kısma çevirmesi gerekir. O halde, fazla çıkış noktaları olan, infakı genişleyen bir kimseye kanaat etme imkânı kalmaz. Hatta böyle bir kimse tek başına olursa, yamalı bir elbise ile kanaat etmesi uygundur. Tek bir yemeğe kanaat etmelidir. Katıklarını mümkün olduğu kadar azaltmalı ve bu hususta nefsini alıştırmalıdır. Eğer çoluk çocuk sahibi ise, onların her birini de bu miktara alıştırmalıdır. Çünkü bu miktar az bir çalışma ile elde edilir. Bu miktarı helâlden kazanmak mümkün, normal yaşantı kolaydır. Kanaatte esas budur. Biz infak etmekte, yumuşaklık göstermekten bunu kastediyoruz. Bu husustaki cehalet ve hamâkatı terketmelidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, bütün işlerde rıfk ve yumuşaklığı sever.36 Tutumlu hareket eden bir kimse fakir olmaz!37 Üç şey vardır ki kurtarıcıdırlar: 1. Tenhada ve açıkta ALLAH´tan korkmak, 2. Fakirlik ve zenginlikte normal hareket etmek, 3. Öfke ve rızada adalet!38 Rivayet ediliyor ki, bir kişi Ebu Derdâ´nın yerden çekirdek topladığını ve şöyle söylediğini gördü: ´Maişetinde yumuşaklığın muhakkak ki kendi fıkhını bilinendendir´. İbn Abbas Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: İktisad (normal hareket), güzel huy ve sâlih bir gidiş, peygamberlikten olan cüzün yirmi küsurundan bir parçadır.39 Tedbir maişetin yarısıdır.40 İktisad eden bir kimseyi ALLAH zengin, israf edeni de fakir eder. Kim ALLAH´ı anarsa ALLAH onu sever!41 Bir iş yapmak istediğin zaman ALLAH sana genişlik ve çıkış nasip edinceye kadar yumuşaklık ve normal hareketten ayrılma!42 İnfakta normal hareket etmek işlerin en mühimlerindendir. İkincisi Elinde kişiye yetecek kadar servet bulunduğu zaman geleceği için şiddetli sallantılara girmesi uygun değildir. Bu hususta başlıca yardımcısı, emeli kısaltmaktır. Kendisine, takdir edilen rızkın muhakkak eline geçeceğine inanmaktır. Her ne kadar ona karşı fazla bir harislik göstermese bile... Çünkü harisliğin fazlası rızıkların sahiplerine gelmesi için yegâne sebep değildir. Aksine ALLAH´ın sözüne güvenmesi uygundur. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı ALLAH´a ait olmasın. (ALLAH) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta yazılıdır.(Hûd/6) Bunun hikmeti şudur: Şeytan insanı fakirlikle korkutur, kötülüğü emreder ve der ki: ´Eğer malın toplanmasına ve korun-masına harislik göstermezsen hastalanabilir, çalışmaktan aciz kalabilir ve dilencilik zilletine mecbur olabilirsin!´ İşte bu şekilde vesvese yapan şeytan, insanı ömür boyunca mal toplamak için durmadan çalıştırır! ALLAH´tan gâfil olduğu halde, çalışıp yorulmasından dolayı şeytan ona güler. Bütün bunları ikinci halde de yorulacağı vehmi ile yapar! Oysa bu da çoğu zaman olmaz. Bunun benzeri hakkında şöyle denilmiştir: ´Kim fakirlik korkusundan do-layı mal toplamak için saatlerini harcarsa, onun işlediği fakirliktir´. Hâlid´in iki oğlu43 Hz. Peygamber´in huzuruna girdi. Hz. Peygamber kendilerine dedi ki: Başınız sallandığı sürece rızıktan ümitsiz olmayın! Çünkü insanoğlunu annesi, kıpkırmızı bir et parçası olarak doğurup dünyaya getirir. Onun üzerinde herhangi bir kabuk yoktur. Sonra ALLAH Teâlâ onun rızkını verir. Bir ara, üzüntülü olan İbn Mes´ud´un yanından Hz. Peygam-ber geçti ve şöyle buyurdu: Üzüntünü çoğaltma! Takdir edilen olur! Sana rızık olarak ayrılan sana gelecektir.44 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Çalışma da güzel davranın! Çünkü hiçbir kul için kendisine takdir edilenden başka birşey yoktur ve kul kendisine yazılan rızık eline geçmeden, dünyadan göç edip gidemez.45 İnsanoğlu harislikten, ALLAH Teâlâ´nın kullarının rızıklarını takdir etmesi hususundaki tedbirine güvenmek suretiyle ve meşrû olarak çalışmakla rızkın geleceğine inanmakla kurtulur. Hatta uygun olan kulun haberi olmadığı halde ALLAH´ın onun için takdir ettiği rızkın daha fazla olduğunu düşünmesidir. Kim ALLAH´tan korkarsa ALLAH ona bir çıkış yolu ihsan eder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim ALLAH´a tevekkül ederse O, ona yeter.(Talâk/2-3) Kendisinden rızık beklediği bir kapı kapandığı zaman, onun için kalbinin muzdarip olması uygun değildir. ALLAH Teâlâ mü´min kuluna ummadığı bir yerden rızık ve-rir.46 Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ´ALLAH´tan ittika et! Zira hiçbir muttakînin muhtaç olduğunu görmedim!´ Yani muttaki kul, zarurî ihtiyacını elde etmek için çaba sarfetmeye bırakılmaz. ALLAH Teâlâ, müslümanların kalplerine onun rızkını vermeyi ilka eder. Fadl edDubdî47 der ki: ´Bir bedeviye şöyle sordum: - Senin maişetin nereden geliyor? - Hacıların adak ve nezirlerinden... - Eğer hacılar hacca gelmekten menedilirlerse ne olacak? - Eğer biz sadece bildiğimiz kaynaktan gıda almayı beklersek yaşamamamız gerekir! Tâbiînden Ebu Hâzım Seleme b. Dinar şöyle demiştir: ´Dünyayı iki şey olarak buldum. O iki şeyden biri benim! Onun vakti gelmeden önce edinemem, gökler ve yerin kuvvetiyle onu istesem yine de durum değişmez. Onlardan diğeri ise başkasınındır. Ona da geçmiş zamanda yetişemedim ve gelecekte de yetişebileceğimi ümit etmiyorum. Başkası için olan benden menedilir. Tıpkı benim için olan da başkasından menedildiği gibi... İşte ben bunların hangisinde hayatımı tüketirsem, mârifet cihetinden benim için devadır. Şeytanın fakirlikle korkutmasının defedilmesi için mutlaka bu ilâca ihtiyaç vardır!´ Üçüncüsü Kanaatte olan zenginliğin izzetini, harislik ve tamahkârlıkta olan zilleti bilmesidir. Kişinin nezdinde bu sabit oldu mu kanaate rağbet eder. Çünkü harislikte yorgunluktan, tamahkârlıkta da zilletten kurtulamaz. Kanaatte şehvet ve fuzulî şeylere sabretmenin zorluğu ve elemi vardır. Bu eleme ancak ALLAH muttali olur. Bu elemi çekmekte âhiret sevabı vardır. Harislikteki yorgunluk ve zillet ise halkın gördüğü şeylerdendir. Bunlarda vebal vardır, vebalden başka bu durum, nefsin izzetini ve hakikate tâbi olma kudretini de elden çıkarır. Çünkü tamahkârlığı ve hırsı çoğalan bir kim-senin halka ihtiyacı pek fazla olur. Bu bakımdan halkı hakka davet etmek imkânından mahrum olup, yağcılık yapmak mecburiye-tinde kalır. Bu ise dinini yokedecek bir harekettir. Nefsinin azizliğini, midesinin şehvetine tercih etmeyen bir kimse bunak ve imanı ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Mü´min bir kimsenin azizliği, halktan müstağni olması demektir.43 Bu bakımdan kanaatte hürriyet ve izzet vardır. Bunun için de şöyle denilmiştir: İstediğin bir kimseden müstağni ol, onunla eşit olursun! İstediğin bir kimseye muhtaç ol, onun esiri olursun. İstediğin bir kimseye iyilik yap, onun emiri olursun!´ Dördüncüsü Yahudilerin, hristiyanların, ahlâkça düşük insanların, ahmakların, bedevi serserilerinin, dinsiz ve akılsız kimselerin nimetler içinde yüzdüklerini çokça düşünmeli... Sonra peygamberlerin ve velî kulların durumlarını düşünmeli! Hulefa-i Râşidînin, diğer sahabe ve tabiin´in yaşayışlarını düşünmeli, hayatlarına kulak vermeli, durumlarını mütalaa etmelidir. Aklını düşük insanlara benzemek veya ALLAH nezdinde yaratıkların en şerefli sınıfına uy-mak arasında serbest bırakmalıdır ki böyle yapmaktan dolayı darlık ve az ile kanaat etmek hususunda sabretmek kendisine kolay gelsin. Çünkü kişi, eğer midesinin doldurulmasından lezzetle-niyorsa (muhakkak bilmeli ki) eşşek yemek bakımından kendisinden pek ileridedir! Eğer cinsî münasebetten zevk alıyorsa domuz bu hususta daha ileridedir. Eğer elbise ve binek hususunda süslenmekten zevk alıyorsa, yahudiler içerisinde bu hususta ondan daha ileride olanlar vardır. Eğer aza kanaat eder, razı olursa onun bu rütbesinde peygamberler ve velî kullar ortaklık yapmaktadırlar. Beşincisi Malın Âfetleri kısmında zikrettiğimiz gibi, mal toplamadaki tehlikeyi anlamasıdır. Mal için sözkonusu olan hırsızlık, yağma edilmek ve zayi olmak korkusunu düşünmesidir. Eli dünyadan boşaldığı takdirdeki emniyetini de anlamalıdır. Malın âfetleri ve insanı cennetten beş yüz sene geri bırakması hakkında söylediklerimizi dikkatle izlemelidir.49 Çünkü kişi, yetecek kadarıyla kanaat etmezse zenginler zümresine ilhak olunur. Fakirlerin defterinden silinir. Fakirler defterinde kalmak ise, daima dünyada malca kendisinden aşağı olana bakmak, kendisinden yukarı olana bakmamak suretiyle temin edilir. Çünkü şeytan daima dünya hususunda kişiden üstün olana kişinin dikkatini çekmek ister ve kendisine ´Mal edinmekten gevşeme! Çünkü mal sahipleri yemek ve elbise içinde yüzmektedirler´ vesvesesini verir! Din hususunda ise nazarını kendisinden aşağı olana çevirerek der ki: ´Neden nefsine bu kadar eziyet veriyorsun. ALLAHtan bu kadar korkuyorsun? Halbuki filan adam senden daha bilgindir. Buna rağmen (senin kadar) ALLAH´tan korkmuyor! Bütün halk zevk ve sefasıyla meşguldür. Sen neden onlardan ayrılmak istiyorsun?!´ Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: ´Benim dostum (Hz. Muhammed) bana dünya hususunda benden üstün olana değil de benden aşağıda olana bakmamı tavsiye etmiştir´.50 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Sizden bir kimse, ALLAH tarafından mal ve yaratılış bakımından üstün kılınan bir kimseye baktığı zaman, hemen bu hususlarda kendisinden daha aşağı olan ve faziletçe üstün olan bir insana baksın!51 Bu emirlerle, kanaat ahlâkını, işin direği olan sabır, emelin kısaltılması ve dünyanın birkaç günlük hayatına sabretmenin neticesinin uzun bir zaman lezzetlenmek olduğunu anlar. Bu bakımdan şifayı beklemek hususunda şiddetli istek sahibi olduğundan dolayı ilâçların acılığına tahammül eden bir hasta gibi olur. ____________________________ 36)Müslim, Buhârî 37)İmam Ahmed, Taberânî 38)Bezzar, Taberânî, Ebu Nuaym, Beyhâkî 39)Ebu Dâvud 40)Ebu Mansur Deylemî 41)Bezzar 42)İbn Mübârek 43)Bu zat Benî Âmir b. Sa´sa´dandır. 44)İbn Mâce 45)Ebu Nuaym 46)İbn Hibban, Zuafâ; İbn Cevzî, Mevzuat 47)Kûfelidir ve güvenilir bir zattır. 48)Taberânî, Hâkim 49)İmam Ahmed, Tirmizî İbn Hâce, (Ebu Hüreyre´den); ´Müslümanların fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce cennete girecektir´ (İthaf´us-Saade, VIII/180) 50)İmam Ahmed, İbn Hibban 51)Müslim, Buhârî |
|
|
|
#10 |
|
Malı Hususunda Kula Düşen Vazifeler
Mal, daha önce dediğimiz gibi, bir yönden hayır, diğer bir yönden de şerdir. Malın misâli, yılanın misâline benzer. Usta bir kimse yılanı tutar. Ondan tiryak denilen panzehiri çıkarır. Gafil bir kimse yılanı tutar, yılan onu öldürür. Hiç kimse malın zehirinden kurtulamaz. Ancak beş şeye dikkat eden bundan müstesnadır! Birincisi Maldan maksadın ne olduğunu ve malın niçin yaratıldığını ve niçin mala muhtaç olduğunu bilmektir ve yine bilmelidir ki mal ancak ihtiyaç miktarı korunur. Himmeti müstehak olduğunun üstünde olan bir kimse onu vermez. İkincisi Malın gelir kaynağını gözetmektir. Dolayısıyla katıksız haramdan veya sultan malı gibi çoğu haram olandan sakınmaktır. Mekruh olan ve içinde rüşvet kokusu bulunan hediyeler gibi, içinde mürüvvetsizlik, zillet ve benzeri durumlar bulunan dilencilik gibi mürüvveti yıkan kaynaklardan kaçınmalıdır. Üçüncüsü Kazandığı miktarı gözetmektir. Bu bakımdan ne fazla, ne az, sadece gereken miktarı elde eder. Bunun ölçüsü ihtiyaçtır. İhtiyaç elbise, mesken ve yemektir. Bunların her birinin de üç derecesi vardır. Ednâ (en alt derece), evsat (orta derece) ve âlâ (en üst derece)dir. Azlık tarafına meyil olduğu ve zaruret hududuna yakın bulunduğu müddetçe hak olur. Bu sınırı geçtiği takdirde derinliğinin sonu olmayan bir uçuruma yuvarlanır. Biz bu dereceleri ayrıntılı bir şekilde ´Zühd´ bahsinde belirtmiştik. Dördüncüsü Masraflarını gözetmektir. İnfakta normal hareket etmelidir. Ne israf ne de sıkılık... Daha önce söylediğimiz gibi yapmamalıdır. Helâlinden kazandığını uygun yere sarfetmelidir. Uygun olmayan yere sarfetmemelidir. Çünkü haksız yerden almak ile haksız yere sarfetmekteki günah eşittir. Beşincisi Almakta, bırakmakta, sarfetmekte ve tutmakta niyetini düzeltmektir. Öyleyse aldığını ibâdette kendisine yardımcı olsun diye almalı, almadığını mala karşı zayıflığından dolayı almamalıdır. Onu hakir saydığından dolayı bırakmalıdır. Bunu yaptığı takdirde malın varlığı ona zarar vermez ve bunun için Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: ´Eğer bir kişi yeryüzündeki servetin tamamını edinmişse ve bununla ALLAH´ın cemâlini istiyorsa, o kişi zâhiddir. Eğer bir kişi dünyayı terketmişse ve bununla ALLAH´ın rızasını kasdetmiyorsa, o kişi zâhid değildir´. Bu bakımdan senin bütün hareketlerin ALLAH için olsun. İbâdet gayesiyle veya ibâdete yardım eden bir hedefe yönelmiş bulunsun. Çünkü ibâdetten en fazla uzak olan hareket, yemek ve def-i hâcettir. Oysa bunların ikisi de ibâdete yardımcıdırlar. Eğer onlardan bu kastolunursa, onların ikisi de senin için ibâdet hükmüne geçerler. Böylece seni koruyan gömleğin, yatağın, kabın, kaşığın için niyetin bu olmalıdır. Çünkü dinen insanoğlu bütün bunlara muhtaçtır. İhtiyaçtan fazla olan için ise şunu kasdetmek uygundur: ALLAH´ın kullarından biri bundan faydalanacaktır. ALLAH´ın kullarından biri buna muhtaç olduğu zaman da bundan istifade etmekten menedilmemelidir. Bu bakımdan böyle yapan bir kimse, mal yılanından panzehirini almış, zehirinden korunmuştur. Böyle bir kimseye malın çokluğu zarar vermez. Fakat bu derece ancak dinde sabit kadem olan ve din hususunda ilmen gelişen bir kimse için mümkün olabilir. Halk tabakasından olan bir kimse, çok mal edinmek hususunda, kendini âlime benzetip ´Ben ashab-ı kiramın zenginlerine benziyorum´ iddiasında bulunursa, tıpkı zeki, mümeyyiz bir çocuğun yılanı tuttuğunu, evirip çevirdiğini, yılandan panzehir aldığını görüp o insanın yılanın şeklini güzel gördüğünden, yumuşak derisiyle oyalandığından dolayı yılanı tuttuğunu zanneden bir çocuğa benzer. Bu çocuk da o mümeyyiz kişi gibi yılanı tutar, fakat yılan derhal onu öldürür. Fakat şu fark vardır ki yılanın öldürdüğü insan, öldürüldüğünü bilir. Malın öldürdüğü insan ise, bazen öldürüldüğünü bilmez. Dünya yılana benzetilmiştir ve şöyle denilmiştir: O dünya bir yılan gibidir. Zehir akıtır. Her ne kadar onun derisi yumuşak görünürse de... Nasıl ki âma bir kimsenin dağları aşmak, deniz kıyılarında gezmek, dikenli yollarda yürümek hususunda gözü gören bir kimseye benzemesi muhal ise, halk tabakasından olan bir kimsenin de mal edinmek hususunda kâmil bir âlime benzemesi muhaldir. |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|