|
|
|
|
#1 |
|
İnsanlara Kendilerini, Yaratıcılarını, Nereden Gelip, Nereye Gittiklerini Unutturan Meşguliyetler
Dünya mevcut şeylerden ibarettir. İnsanoğlunun o mevcutlarda lezzeti ve nasibi vardır. Onların ıslahında meşgalesi vardır. İşte bunlar üç şeydir. Zannedilir ki dünya, sadece bu üç işin birinden ibarettir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünyanın kendilerinden ibaret olan şeyleri; kürre-i arz ve üzerindekilerdir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Biz yeryüzünde olan şeyleri yer halkına bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını imtihan edelim.(Kehf/7) Bu bakımdan yeryüzü, insanoğulları için döşek, beşik, mesken ve istikrar yeridir. Yeryüzünde olanlar da onlar için elbise, yemek, içmek, evlenmektir. Yeryüzündeki şeyleri üç kısımda toplayabiliriz: 1.Madenler 2.Bitkiler 3.Canlılar Bitkiler İnsanoğlu onları gıda edinmek ve tedavi olmak için arar. Madenler Bakır ve kalay gibi, onları alet veya kap yapmak için; altın ve gümüş gibi onları para yapmak için veya bunların dışındaki maksat ve hedefler için arar. Canlılar Canlılar, insan ve insan dışındaki diğer canlılar diye ayrılır. İnsan dışındaki diğer canlıların etleri yenmek, sırtları binilmek ve süs edinilmek için aranılır. İnsan ise, bazen insanoğlu insanların bedenlerini mülk edinmek, onları hizmetkârlar gibi çalıştırmak ve sofralarına göndermek veya kadın ve cariyeler gibi onlardan zevk almak için onları arar. İnsanların kalplerini mülk edinmek, o kalplerde büyüklüğünü ve ikramını yerleştirmek için arar. İşte buna makam ve mertebe denilir. Zira makam ve mertebenin mânâsı, insanların kalplerini mülk edinmek demektir. İşte bunlar dünya diye isimlendirilen şeylerdir. İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, (otlağa) salınmış atlar, develer ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü (cazip) gösterildi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici menfaatidir. Oysa varılacak güzel yer ALLAH katandadır.(Âlu İmran/14) İşte bunlar dünyanın hazlarıdır. Ancak bunların kul ile iki yönden bağlantısı vardır: Biri kalple beraberdir ki o da kalbin bunları sevmesi, bunlardan lezzetlenmesi, kalbi köle gibi oluncaya dek himmetini bunlara sarfetmesidir veya dünya ile tamamen deli divaneye dönmüş bir aşık gibi olmasıdır. Bu alâkaya kibir, hile, hased, riya, şöhret, su-i zan, yağcılık, övülme sevgisi, servetle böbürlenmek gibi dünya ile ilgili olan kalbin bütün sıfatları dahildir ve bâtın dünya işte budur. Zâhir dünya, bizim söylediğimiz şeylerdir. İkinci irtibat bedenledir. O da bedenin bu şeylerin ıslahı ile meşgul olmasıdır ki bunlar onun ve başkasının lezzetlenmesine elverişli hâle gelsin. Bu, sanatların ve halkın meşgul olduğu işlerin tamamıdır. Halk nefislerini, varacakları yerlerini bu iki irtibattan dolayı dünya yüzünden unutmuştur: Kalbin sevgi ile bedenin de meşguliyetle bağlantısı... Eğer kişi nefsini, rabbini, dünyasının hikmet ve sırrını bilseydi, dünya dediğimiz bu şeylerin kendisini ALLAH´a doğru götüren hayvanın yemi için yaratıldığını anlardı. Bu hayvandan gaye bedendir. Zira beden ancak yemek, içmek, elbise ve meskenle hayatta kalabilir. Nitekim hac yolundaki devenin de ancak yemek, içmek ve sırtındaki çullar vasıtasıyla hayatta kalıp yoluna devam edebildiği gibi... Dünyada nefsini ve maksadını unutmak hususunda kulun misali, yolun konaklarında duraklayan ve durmadan devesine yem yediren, devesini tımarlayan, temizleyen, onun sırtına çeşitli elbise ve çullar örten bir hacının mi-sali gibidir. Devesine otların çeşitlerini getiren, buz ile suyunu soğutan, kendisini kafileden geri bırakmasın diye bunları yapan, kafileden geri kalıp çölde kalan ve devesiyle beraber yırtıcı hayvanlara yem olan gâfil bir hacının misâli gibidir. Basireti açık olan bir hacı ise, ancak devenin yürüyüşünü temin edecek kadarıyla ilgilenir. Bu bakımdan bu miktarı temin ettikten sonra kalbi Kâbe ve hac ile bağlıdır. Ancak zaruret miktarı deveye bakar. İşte ahiret seferindeki basiret sahibi de böyledir. Tuvalete ancak zaruret miktarı girdiği gibi, gerektiği kadar bedene bakar. Yemeği midesine sokmak ile karından çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her ikisi de bedenin zarurî ihtiyaçlarındandır! Kimin himmeti, karnına soktuğu şeyler ise, onun kıymeti midesinden çıkardığı şeydir! İnsanı ALLAH´tan en fazla meşgul eden midedir. Zira gıda zarurî olanıdır. Mesken ve elbisenin işi daha kolaydır. Eğer insan bu şeylere olan ihtiyacının sebebini bilmiş olsaydı ve sadece ihtiyaç kadarını kullansaydı, dünya meşgaleleri onun bütün vakitlerini almazdı. İnsanlar dünyayı bilmediklerinden, hikmetinden gâfil olduklarından ve dünya ile lezzetlendiklerinden dolayı dünya bütün vakitlerini alıyor, meşgul ediyor! Fakat onlar dünyayı bilememişler ve dünyadan gâfil olmuşlardır. Böylece dünyanın meşgaleleri ardı ardınca onların üzerine akın etmiş, bir kısmı diğerini takip etmiştir. Sınırsız bir nihayete doğru onları sürüklemiştir. Onlar meşgalelerinin çokluğuna dalmışlar ve maksatlarını unutmuşlardır. İşte biz, dünya meşgalelerinin tafsilâtını, onlara ihtiyacın nasıl olduğunu ve insanların dünya maksadlarında nasıl yanıldıklarını belirteceğiz ki dünya meşgaleleri halkı nasıl ALLAH´tan uzaklaştırmıştır, işlerin akibetini nasıl unutturmuştur açıkca görünsün! Bu bakımdan deriz ki; dünyevî meşgaleler, sanatlar ve halkın üzerine üşüşmüş olduğunu gördüğün çalışmalardır. Çokça çalışmanın sebebi; insanoğlunun üç şeye mecbur olmasındandır: ´Azık, mesken ve elbise´. Azık, gıdalanmak ve yaşamak içindir. Elbise, sıcak ve soğuktan korunmak içindir. Mesken, sıcak ve soğuğu defetmek, aile efradı ve maldan helâk olmanın sebeplerini uzaklaştırmak içindir. ALLAH, gıdayı, mesken ve elbiseyi, insanın sanatına muhtaç olacak şekilde yaratmıştır. Ancak hayvanlar için böyle değildir. Çünkü bitki, pişirmeksizin, hayvanın gıdası olur. Sıcak ve soğuk hayvanın bedenine tesir etmez. Bu bakımdan binaya muhtaç değildir ve çölde yaşayabilir. Elbisesi, tüyleri ve derilerdir. Elbiseye ihtiyaçları yoktur. İnsan ise, böyle değil... Bunun için beş sanata ihtiyaç vardır. Onlar da sanatların temelleri ve dünyevî meşgalelerin başlangıçlarıdır ve o sanatlar şunlardır: Çiftçilik, çobanlık, avcılık, dokumacılık ve inşaat. Bina, mesken içindir. Örücülük ve kapsadığı yün eğirmek ve dikmek giymek içindir. Çiftçilik, yemek için. Koyunlar ve atların çobanlığı da yine yemek, binmek ve avcılık içindir. Avcılıktan gayemiz ALLAH Teâlâ´nın yaratmış olduğu kara ve deniz hayvanını, madeni, otu veya odunu elde etmek demektir. Bu bakımdan çiftçi bitkileri elde eder. Çoban hayvanları korur, üretir. Avcı biteni elde edip başka insanın sanatı olmaksızın kendi kendine birşeyler edi-nir ve böylece yerin madenlerinden, insanların sanatı olmaksızın yaratılan şeyleri alır. Çünkü avcılıktan bizim gayemiz; bütün bunları kapsayan geniş mânâdır. O mânânın altına birçok sanat ve meşgaleler girer. Sonra bu sanatlar aletlere muhtaçtır. Dokuma aleti, çift, bina ve av gibi... Aletler de bitkilerden edinilir: Bunlar odun ve kereste kısımlarıdır veya demir, kaya ve benzerleri gibi madenlerden veya hayvan derilerinden yapılırlar. Bu bakımdan üç çeşit sanata daha ihtiyaç vardır: Marangozluk; bundan gayemiz, ne şekilde olursa olsun kereste ve odun maddeleri üzerinde çalışan kimselerdir. Hattattan gayemiz; demir, bakır ve diğer maden cev-herleri üzerinde çalışan kimsedir. Bizim gayemiz cinsleri zikretmektir. Sanatların kısımları ise pek fazladır. Terziye gelince, on-dan gayemiz; hayvan derileri ve parçaları üzerinde çalışan kimsedir. İşte bunlar sanatların temelleridir. Sonra insan tek başına yaşayamayacağı şekilde yaratılmıştır. Hatta tek başına yaşamamaya mecburdur. Bu mecburiyet ise iki sebepten meydana gelir. O sebeplerin biri, insan cinsinin devam etmesi için üremeye muhtaç olmasıdır. Bu ise ancak erkek ve kadının bir araya gelmeleriyle mümkün olur. İkinci sebep ise yemek ve elbiseleri hazırlamak hususunda, çocuk terbiyesi bakımından yardımlaşmaktır. Çünkü eşlerin birleşmesi çocuğu meydana geti-rir. Bir kişi hem çocuğu korumak, hem de azığın sebeplerini araştırmakla meşgul olamaz. Sonra kişinin aile efradı ile bir evde toplanması da kâfi değildir. İnsanların bir grubu bir araya gelmedikçe yaşamaları müm-kün değildir. Bir araya gelmeliler ki bir araya gelen grubun her biri ihtiyaç duyulan bir sanatı üzerine alsın. Çünkü bir kişi, tek başına nasıl çiftçilik yapacaktır? Zira çiftin aletlerine muhtaçtır. Alet de demirciye ve marangoza muhtaçtır. Yemek, değirmenciye ve fırıncıya muhtaçtır. İnsan tek başına elbiseyi nasıl elde edebilir? Oysa elbise, pamuğu korumaya, örmeye, dikiş aletleriyle daha bir çok aletlere muhtaçtır. İşte bunun için insanın tek başına yaşaması imkânsızdır. Böylece bir arada yaşamaya ihtiyaç vâki olmuştur. Sonra insanlar eğer üstü açık bir çölde toplansalar, sıcak, soğuk, yağmur ve hırsızlardan korunmaları zorlaşır. Bu bakımdan kuvvetli binalara ve her hane halkının yatacağı müstakil konaklara ihtiyaçları vardır. Öyle ki beraberlerinde aletlerini, ev eşyalarını bulundurabilsinler. Konaklar, sıcağı, soğuğu yağmuru defettiği gibi, komşuların hırsızların ve benzeri şeylerin eziyetlerinden de korur. Fakat evler bazen bir grup hırsızın baskınına maruz kalırlar. Bu bakımdan o evlerde oturanların yardımlaşmaya ve bütün evleri koruyacak bir sur ile korunmaya ihtiyaçları vardır. Bu zaruretten dolayı da şehircilik fikri doğmuştur. Sonra insanlar evlerde, şehirlerde bir araya geldikleri ve alış veriş yaptıkları zaman aralarında husumetler başgösterir. Çünkü riyaset meselesi doğar. Kocanın kadına baş olması, anne-babanın çocuklarına baş olmaları durumu meydana gelir. Çünkü kadın ve çocuklar zayıftır ve bir idareciye muhtaçtırlar. Ne zaman akıllı bir kimse başkasının boyunduruğuna girerse bu durum husumete götürür. Ama hayvanları boyunduruğa sokmak böyle değildir. Çünkü hayvanlarda muhâseme kuvveti yoktur, onlara zulmedilse bile düşmanlık gütmezler. Kadın ise kocasına karşı husumet gösterir. Evlat, anne ve babasına karşı muhâsemette bulunur. Bu bir evin manzarasıdır. Bir şehrin halkına gelince, onlar ihtiyaçları olan maddelerde alış-veriş edip mücadele ederler. Eğer o şekilde bırakılırlarsa mutlaka savaşa tutuşur ve hepsi helâk olurlar. Çobanlar ve çiftçiler de böyledir. Meralara akın ederler, arazi ve sulara varırlar. Vardıkları yerler onların ihtiyaçlarına cevap vermez. Şüphesiz münazaaya tutuşurlar. Sonra bazıları çiftçilik ve sanattan, körlükten, hastalıktan ihtiyarlıktan ve çeşitli sebeplerden ötürü aciz kalır. Eğer o kimse, o şekilde bırakılırsa helâk olur. Eğer onun halinin sorulması bütün insanlara bırakılırsa onu mahrum ederler. Eğer tahsis edici bir sebep olmaksızın biri onun haline bakmaya tayin edilirse o da ona itaat etmez. Bu bakımdan bu bir araya gelmekten hasıl olan arızalardan dolayı zarurî olarak birçok sanatlar doğar. Onlardan biri arazi ölçme sanatıdır. O arazi ölçme sanatı ki onunla yerin miktarı bilinir. Arazi, bu ölçü sayesinde insanlar arasında adaletle paylaştırılır. O sanatlardan biri de askerlik sanatıdır. Bu sanat da kılıçla memleketi korumak, memleketten hırsız ve benzerlerini uzaklaştırmak için meydana çıkmıştır. O sanatlardan biri de hüküm ve husumeti ortadan kaldırma sanatıdır. Bu sanattan da fıkha ihtiyaç duyulmuştur. Fıkıh ise halkı kontrol etmek için gereken yasaların bilinmesi demektir. Bu yasalar halkı kendi hududunda durdurmaya mecbur eder ki aralarındaki muaraza çoğalmasın. Bu, ALLAH´ın çizmiş olduğu hududların bilinmesi demektir. Bunlar siyasî işlerdir, mutlaka lâzımdırlar. Bununla ancak hidayeti ayırt edecek ve ilim gibi özel nitelik ve sıfatlara sahip olan kimseler meşgul olabilirler. Bunlar, kanun ile meşgul oldukları zaman, başka bir sanatı icra etmeye vakitleri kalmaz. Maaşa muhtaç olurlar. Memleket halkı da onlara muhtaçtır. Zira bir memleket halkının tümü düşmana karşı savaşa gittiği zaman, sanatlar muattal olur. Eğer savaş ehli/silah ehli maişetlerini temin etmek için sanatlarla meşgul olurlarsa, o vakit memleket koruyucusuz ve nöbetçisiz kalır. Bütün insanlar zarar görür. Bu bakımdan onların maişetlerine ve rızıklarına -eğer varsa- sahipsiz malların sarfedilmesi veya ganimetlerin eğer savaş kâfirlere karşı yapılıyorsa- sarfedilmesine ihtiyaç doğmuştur. Eğer onlar da dindar ve muttakî kimseler ise, halkın yararı için, halkın mallarının azıyla kanaat edeceklerdir. Eğer lüks hayat yaşamayı isterlerse, o vakit memleket halkının malları bu muhariblere kayar ki onlar da, millete koruyuculuk ve nöbetçilik vazifeleriyle yardım etsinler. Bu bakımdan haraç (vergi)64 alma ihtiyacı doğar. Sonra haraç alma ihtiyacından dolayı birçok sanatlar doğar. Zira haracı (vergiyi) adaletle çiftçi ve servet sahiplerine koyan memurlara ve vazifelilere ihtiyaç olur. Şefkatle onlar-dan o haraçları alana ihtiyaç duyulur. Bunlar da haraç toplayan ve servetlerden haraç alan memurlardır. Himayesinde haraç toplayan bir kimseye ihtiyaç olur ki dağıtma zamanına kadar o haraçları korusun. Bunlar da hazinecilerdir. Bir de haracı adaletle memleket koruyucularına dağıtana ihtiyaç vardır. Bu da askerler için taksimat vazifesini gören memurdur. İşte bu işler, eğer aralarında bir bağlantı olmayan bir cemaat tarafından yürütülmeye kalkışılırsa, nizam alt üst olur. Bu bakımdan bunları sevk ve idare eden ve emri dinlenen bir idareciye ihtiyaç olur. Öyle idareci ki her işe bir şahsı tayin eder ve herkese uygun vazifeler seçer. Haraç ve dağıtımında adaleti gözetir. Askeri savaşta kullanmak, silahları askerlere dağıtmak, savaş cihetlerini tayin etmek, her gruba ku-mandan tayin etmek ve bunlara benzer idarecilik sanatından olan vazifeleri yapmakta adaletten ayrılmaz. Silah kullanan askerlerden, hassas bir şekilde onları kontrol ve idare eden idareciden sonra yazarlara, hazinecilere, muhasebecilere, haraç alan memurlara ve memleketin idaresini yürüten idarecilere ihtiyaç olur. Sonra bunlar da maişete muhtaç olurlar. Bunların sanatla meşgul olmaları mümkün değildir. Öyle ise aslın malıyla beraber, fer´î olanın malına da ihtiyaç duyulur. Buna Haracın dalı (ek vergi) adı verilir. Bu fikir yanında insanlar sanatta üç gruba ayrılırlar: Birinci grup çiftçiler, koruyucular ve sanatçılardır. İkinci grup ise, kılıçlarıyla memleketi koruyan askerlerdir. Üçüncü grup, almak ve vermekte bu iki grubun arasında aracılık yapanlardır. Bunlar idareciler, tahsildarlar ve benzerleridir. Dikkat et durum, yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyacından başlayıp nereye vardı? İşte dünyanın işleri böyledir. Ondan bir kapı açıldı mı, muhakkak ondan dolayı başka kapılar açılır ve böylece sayılamayacak kadar uzar gider. Sanki dünya cehennemdir. Onun derinliğinin sonu yoktur. Onun bir çukuruna yuvarlanan, o çukurdan başka çukura, ondan başka çukura yuvarlanır. Yani durmadan bu şekilde yuvarlanıp gider. İşte bunlar sanatlardır. Ancak bunlar mal ve aletlerle tamamlanırlar. Mal da yeryüzünde kendilerinden yararlanılan şeylerden ibarettir. Malın en güzeli gıdalar, sonra insanların sığınağı olan mekanlardır. Bu mekanlar evlerdir. Sonra insan o mekanlarda yaşamak için durmadan çaba sarfeder, dükkanlar, pazarlar, tarlalar ve ziraat yerleri bu mekanların kısımlarıdır. Sonra elbiseler, sonra av eşyaları ve aletleri... Sonra aletlerin aletleri... Bazen hayvanlar da alet olur. Mesela av köpeği avın, sığır nadasın, at da savaşın aletidir. Sonra bunlardan da alış veriş ihtiyacı doğar. Zira çiftçi bir kimse çoğu zaman bir köyde oturur, o köyde çift aleti yoktur. Demirci ve marangoz öyle bir köyde otururlar ki orada ziraat yapmaya imkân yoktur. O halde zarurî olarak çiftçi onlara, onlar da çiftçiye muhtaçtırlar. Bu bakımdan onlardan biri yanındakini diğerine vermek mecburiyetindedir ki onun yanındakini alsın. Bu ise alış veriş yoluyla mümkündür. Marangoz çiftçiden aletiyle gıda istese, çiftçi, marangozun yanında bulunan alete muhtaç olmadığından gıdayı o alete karşı vermez. Çiftçi marangozdan aletini yemek karşılığında istese, marangozun yanında o anda başka yemek varsa, çiftçinin yemeğine muhtaç olmadığı için aletini vermez. Dolayısıyla hedefler gecikir. Bu bakımdan bunlar her sanatın aletlerini satan bir dükkanın kurulmasına ihtiyaç duyarlar. Böylece dükkan sahibi, dükkanda topladığı şeylerle ihtiyaç sahiplerinin durumunu gözetmiş olur. Bunlar da çiftçilerin mahsullerini teslim edecekleri ve toplayacakları depolara muhtaç olurlar ki depo sahipleri onlardan mahsullerini satın alsınlar, ihtiyaç sahiplerinin durumunu tarassut etsinler. Bundan dolayı da pazarlar ve ambarlara olan ihtiyaç başgösterir. Çiftçi mahsülünü alıp götürür. İhtiyaç sahibi bulamadığı zaman, umumi bayiye ucuz bir fiyatla satar, onlar da kâr etmek maksadıyla ihtiyaç sahiplerini beklerler. Malların hepsinde durum böyledir. Sonra memleket ve köyler arasında gelip gitme hâdisesi meydana gelir. Böylece halk, birbirlerine gidip gelirler. Köylerden yiyecek maddelerini, şehirlerden aletleri satın alırlar ve bunları nakletmeye, bunlarla yaşamaya muhtaç olurlar ki bunlardan dolayı şehir sakinlerinin durumu nizam ve intizama girsin. Zira her şehirde çoğu zaman her alet ve her köyde de çoğu zaman her yiyecek maddesi bulunmaz. Öyleyse bazısı diğerine muhtaçtır. Dolayısıyla nakil ihtiyacı başgösterir. Bundan da nakliyecilik ya-pan tüccarlar sınıfı meydana gelir. Onları bu işe teşvik eden, şüphesiz servet edinmektir. Onlar gece gündüz başkalarının mallarını taşımak suretiyle yorulmakta, onların payları da başkalarının yiyeceği malı toplamaktır. O başka yeyici ise ya yol kesici, ya da zâlim bir sultandır. Fakat ALLAH Teâlâ memleketin nizamını ve kulların maslahatını onların gaflet ve cehaletinde kılmıştır. Dünyanın bütün işleri gafletle ve himmetin eksikliğiyle cereyan eder. Eğer insanlar düşünüp, himmetleri yücelseydi, dünyaya karşı zâhid olurlardı. Bunu yaptıkları takdirde hayat dumura uğrardı. Hayat dumura uğradığı takdirde hepsi helâk olurdu. Zâhid de helâk olurdu. Sonra insan nakledilen malları sırtlayıp götürmeye güç yetiremez. Bu bakımdan yük taşıyıcı hay-vanlara ihtiyaç duyulur. Mal sahibinin bazen hayvanı olmaz. Dolayısıyla onunla hayvan sahibi arasında icar (kiralama) mey-dana gelir. Böylece kira da kazancın bir çeşidi olur. Sonra alış veriş sebebiyle altın ve gümüşe ihtiyaç vâki oldu. Zira bir yemeği bir elbise ile satın almak isteyen bir kimse, yemeğe eşit olan elbise miktarının ne kadar olduğunu nasıl bilsin! Alış-veriş çeşitli cinsler arasında cereyan eder. Tıpkı bir elbise ve hayvan, yiyecek maddesiyle satın alındığı gibi... Bunlar birbirine uy-gun olmayan şeylerdir. O halde, alıcı ve verici arasına girecek adil bir hâkime ihtiyaç vardır ki birisini diğeriyle adaletli bir şekilde denk yapsın. O adalet ise malların bizzat kendilerinde aranır. Sonra uzun zaman yaşayacak bir mala ihtiyaç duyulur. Çünkü bu mala ihtiyaç devam eder. Malların en uzun yaşayanı ise maden-lerdir. Bu bakımdan paralar, altın, gümüş ve bakırdan yapılır. Sonra parayı sikkelemek, nakışlı yapmak, birimini takdir ve sınırlamak ihtiyacı başgösterir. Bu bakımdan darbhaneye, ondan sonra da sarraflara (ayarını bilmek için) ihtiyaç duyulur. Böylece meşgaleler ve işlerin bir kısmı diğerini gerektirir. Sonunda durum senin gördüğün noktaya varıncaya kadar geldi. İşte bunlar halkın meşgaleleri ve yaşantılarıdır. Bu sanatların hiçbir şeyinin yapılması ve öğrenilmesi başlangıçta biraz da olsa yorulmaksızın mümkün olamaz. Halkın içinde çocukluk devresinde bundan gâfil olanlar olur. Onunla meşgul olmazlar veya meşgul olmalarına bir mâni çıkar. Böylece kazanmaktan aciz olur. Çünkü sanatı yoktur. Bu bakımdan başkasının kazancından yemeye mecbur kalır. Bundan iki hasis ve çirkin sanat doğup meydana gelir. Birincisi hırsızlık, ikincisi hilekârlıktır. Bu iki sanatın ortak yanları, ikisinin erbablarının da çalışmadan başkasının kazancını yemeleridir. Sonra insanlar hırsız ve hilebazlardan sakınır, mallarını onlardan korurlar. Böylece tedbir alıp çareler düşünmek için akıllarını kullanmaya muhtaç olurlar. Hırsızlara gelince onların bir kısmı yardımcı edinir. Elinde kuvvet olur. Bir araya gelir çoğalırlar. Bedevîler gibi yol keserler. Onların zayıflarına gelince, zayıf hırsızlar hilebazlıklara ve kurnazlıklara sığınırlar. Ya delikler açmak suretiyle veya mal sahibinin gafleti anında duvara tırmanmak suretiyle malı çalarlar veya zincir ve iplerle sarkıtmak suretiyle bu işi yaparlar. Hırsızlık yollarını öğrenmek için sarfedi-len çabalar sayesinde meydana gelen daha nice hırsızlık çeşitlerine başvururlar. Hilekâra gelince, hilekâr, başkasının kazandığını istediği zaman kendisine ´Başkasının çalıştığı gibi sen de çalış! Yorul! Tembellikle senin ne işin vardır?´ denir. Böylece kendisi azarlanır ve mahrum bırakılır. Bu bakımdan malların çıkartılmasında bir hileye ve tembellik hususunda nefislerini mazur göstermenin zeminini hazırlamaya mecbur kalırlar. Kendilerini sakat göstermeye mecbur olurlar. Bu sakatlık ya hakîkidir, hilelerle kendilerini ve çocuklarını kör eden gruplar gibi. Bunlar körlükten dolayı kendilerine birşeyler verilsin diye bunu yaparlar veya hakîkî değil de kendilerini kör, felçli, mecnun ve hasta gösterirler! Bunu da çeşitli hilelerle yaparlar ve müstehak olmadan bu belanın kendilerine isabet ettiğini de belirtmekten geri durmazlar ki bu, şefkate vesile olsun. Başka bir grup da halkı hayrette bırakacak söz ve hareketleri araştırırlar ki halk o sözler ve hareketleri gördüğünde kalpleri inşiraha gelsin ve cömertlik yaparak versinler. Sonra şaşkınlık devresi geçti mi o malı verdiklerine pişman olurlar, fakat pişmanlık fayda vermez. Bu, bazen kişinin kendisini maskara yapmak, başkasının durumunu taklid etmek, gözbağcılık yapmak veya gülünç hareketlerde bulunmakla olur. Bazen de garip şiirler okumak, güzel ses, secîli nesirler okumak suretiyle olur. Fakat vezinli şiir, daha fazla tesir eder. Hele o şiirde mezheblerle ilgili taassubdan dem vurmak, ashab-ı kirâmın menkîbelerinden ve ehl-i beytin faziletinden bahsetmek veya hayasız kimselerin aşkını tahrik eden şiir okumak veya çarşılarda def çalanların uda benzeyen, fakat esasında ud olmayan aletlerden çalmak veya boyalarla tezyin edilen nushalar, satıcısının şifa olduğu hayalini müşterilere verdiği haşişleri satmak gibi maskaralıklar daha fazla tesir eder. Böylece çocuk ve cahilleri kandırır! Kur´a atan, fala bakan, müneccimler gibi.... Minberlerin tepelerinde hokkabazlık yapanlar, va´z ve nasihatlerinde ilmî bir fayda olmayanlar, vaazlarında gayeleri halk tabakasının kalbini tesir altına almak isteyenler, çeşitli hilelerle onların mallarını yemek isteyenler de bu kısma dahildirler! Hileler iki bin çeşitten daha fazladır. Bütün bunlar maişet için ince fikirlerle elde edilirler! İşte bunlar halkın meşgaleleri ve üzerine üşüştüğü işlerdir. Halkı bu işlere azık ve elbise ihtiyacı çekmektedir. Fakat onlar bu esnada nefislerini, maksadlarını, varacakları yeri unuttular. Şaştılar, sapıttılar, zayıf akıllarına dünya meşgalelerinin zahmetiyle bulandıktan sonra bozuk hayaller gelmeye başladı. Böylece yolları ayrıldı, görüşleri parçalandı. Bir gruba cehalet ve gaflet galip geldi. Onların gözleri, işlerinin akibetine bakmaya yönelmedi. Dediler ki: ´Maksad bizim dünyada birkaç gün yaşamamızdır. Bu bakımdan biz azık edininceye kadar gayret edelim, sonra yiyelim ki tekrar kazanmaya kuvvetimiz olsun! Sonra kazanalım, sonra yiyelim´. O halde bunlar yemek için kazanıyorlar. İşte bu çiftçilerin ve sanatkârların yoludur. Dünyada üstün lezzeti ve dinde iyi bir yeri olmayanların yoludur. Çünkü böyle bir kimse gündüz yorulur ki gece yesin. Gece yer ki gündüz yorulsun. Bu, saniyelerin dönüşü gibi, ancak ölümle sonu gelen bir seferdir. Başka bir grup da durumu kavradıklarını iddia ederek maksadın, çalışma ile insanoğlunun yorulması ve dünyadan lezzetlenmesi olmadığını, aksine saadetin dünya şehvetini yerine getirmekte olduğunu bunun da midenin ve tenasül uzvunun şehveti olduğunu iddia ederler! Bu kimseler, nefislerini unuttular, himmetlerini kadınların peşine takılmaya ve yemeklerin lezzetlilerini toplamaya sarfettiler! Hayvanların yediği gibi yerler. Bunu elde ettikleri zaman saadetin zirvesine eriştiklerini sanarlar. Bu durum, onları ALLAH´tan ve son günden uzaklaştırmaktadır! Başka bir grup da, saadetin malın çokluğunda olduğunu zanneder. Zenginlik, hazinelerin çok olmasına bağlıdır. Hazine sahibi olma hayali onların uykularını kaçırır, mal toplamak için bütün gün yorulurlar. Gece ve gündüz boyunca, seferlerde yorulurlar, zahmetli işlere koşarlar, kazanırlar, toplarlar. Malın eksileceğinden korkarak ve çekinerek zaruret miktarından fazlasını yemezler. İşte bunlar, onların lezzetleridir. Onların ölünceye kadar âdet ve hareketleri budur. Dolayısıyla mallar da toprak altında kalır veya şehvet ve lezzetlerine sarfeden birinin eline geçer. Bu takdirde toplayana yorgunluk ve günah, yiyene de lezzet düşer! Sonra mal toplayan kimseler, bu gibilere bakıp ibret almazlar. Başka bir grup, saadetin güzel nam yapmak, halkın övgüsüne mazhar olmak olduğunu zannettiler. Böyle kimseler maişeti için çalışmada yorulurlar. Yemek ve içmekte nefislerini zorluklara sürerler. Bütün mallarını güzel elbiselere, nefis bineklere sarfederler. Evlerinin kapılarını süslerler. Halkın gözüne çarpan yerlerini süslü püslü yaparlar ki ´adam zengindir, servet sahibidir´ denilsin. Zannederler ki saadet ancak budur! Bu bakımdan onların işi, gece gündüz halkın gözüne çarpan yerlerini süslemektir. Başka bir grup da saadetin mertebeye, halk arasında büyüklüğe ve halkın kendilerine karşı tevazu ve tâzimde bulunmasına bağlı olduğunu zannettiler. Bunlar da gayretlerini, mertebeleri elde etmeye, saltanat işlerinde çalışmak suretiyle halkı itaatlerine çekmeye sarfederler. Sonunda bu çeşit vazifelerinden dolayı halk arasında itibarlı ve nüfuzlu olmayı umarlar. Saltanatlarının genişlediği zamanı, halk tabakasının kendilerine itaat ettiği vakti büyük bir saadete mazhar olmalarının vakti olarak görürler ve istenilen hedefin son zirvesi olarak kabul ederler. Bu gafil insanların kalplerinde şehvetlerin en galibi vardır. Bu kimselere halkın kendilerine göstereceği tevazu, ALLAH´a karşı gösterdikleri tevazu´dan ve ALLAH´a yapacakları ibadetten, ahiretleri için düşünmelerinden daha sevimli gelir! Bunlardan başka sayılması uzun sürecek daha nice gruplar vardır. O gruplar yetmişten daha fazladır. Hepsi sapıtmış ve doğru yoldan kaymışlardır! Onları yemek, elbise ve mesken ihtiyacı bütün bu felâketlere sürüklemiştir. Bu üç şeyin neler için istendiğini ve yeterli miktarını unutmuşturlar! Sebeplerin başlangıçları onları sonuçlarına sürüklemiştir. Bu durum, onları çıkılması müm-kün olmayan çukurlara düşürür!.. Bu bakımdan bu sebep ve meşgalelere ihtiyacın yönünü bilen ve bunlardan gayenin ne olduğunu anlayan bir kimse dalabilir. Maksadının en son noktasının helâk olmamak için azık ve kisve ile bedenini korumak olduğunu bilen kimse bir işe, sanata dalabilir. Şöyle ki, eğer aza kanaat yolunu seçerse, meşgaleler kendisinden uzaklaşır, kalp boşalır. Ahiretin anılması kalbe hâkim olur. Himmeti ahirete hazırlanmaya sarfolunur. Eğer zaruret miktarını geçerse meşgaleleri çoğalıp biri diğerini davet eder. Sonsuza doğru zincirleme gider. Dolayısıyla himmetleri dağınık olur. Himmetleri dünyanın vâdilerine dağılan bir kimsenin, dünyanın hangi deresinde helâk olacağına ALLAH Teâlâ aldırmaz. İşte dünya meşgalelerine sonuna kadar dalanların durumu bu! Bir grup bu durumun tehlikesini sezmiş, dolayısıyla dünyadan yüz çevirmiş, böylece de şeytan onlardan nefret ederek onları rahat bırakmamıştır. Rahat bırakmadığı gibi, dünyadan yüzçevirdikleri halde bile onları saptırmıştır. Hatta bunlar da birçok gruplara ayrılmışlardır. Onların bir grubu zannetti ki dünya meşakkat ve mahrumiyet evidir. Ahiret de, ister dünyada ibadet etsin, ister et-mesin herkes için saadet evidir! Bu bakımdan bunlar sevabı, kendilerini öldürmekte, dünya meşakkatinden kurtulmak için intihar etmekte görmektedirler. Bu fikre Hind ehlinden olan birtakım âbidler yönelmişlerdir. Bunlar diri olarak kendilerini ateşe atıp intihar ediyorlar. Bu yaptıklarının, kendilerini dünya meşakkatinden kurtaracağını zannediyorlar. Başka bir taife de ´İntihar kurtarmaz, önce beşerî sıfatları öldürmek, onları tamamen nefisten kesmek lâzımdır. Saadet ancak, şehvet ve öfkenin kesilmesindedir´ görüşündedirler. Böyle zannettikten sonra riyazâta giriştiler, nefislerine fazlasıyla tazyik yaptılar Hatta bir kısmı riyazetin şiddetinden dolayı helâk oldu. Bazıları akıllarını yitirdi, mecnun oldu. Bazıları hasta düşüp yolu önünde kapandı. Bazıları tamamen sıfatları sökmeye muktedir olamadılar ve şeriatın kendisine yüklediği vazifelerin muhal olduğunu zannettiler. ´Şeriat bir vesvese, aslı ve astarı olmayan bir şeydir!´ diyerek ilhad ve dinsizlik girdabına girdiler. Bazıları da bütün bu yorgunluğun ALLAH için olduğu ve ALLAH´ın da kulların ibadetine muhtaç olmadığı, hiçbir günahkârın günahının ondan birşey eksiltmediği, hiçbir ibadet edenin ibadetinin de birşey artırmadığı düşüncesine sahip oldular. Böylece gerisin geriye şehvetlere döndüler! İbâha (herşeyi helâl görmek) yoluna saptılar. Şeriat ve ahkâm yaygısını kaldırdılar. ALLAH´ın, kulların ibadetinden müstağni olduğuna inandıkları için böyle yapmalarının birlemelerinin saflığından ileri geldiğini iddia ettiler. Başka bir grup zannetti ki ibadetlerden gaye; ALLAH´ın marifetine riyazet yoluyla varmak için riyazet çekmektir. Bu bakımdan marifet hasıl olduğu zaman kişi hedefe vâsıl olmuştur. Hedefe vâsıl olduktan sona artık vesile ve çarelerden müstağni olur! Böylece amelleri ve ibadetleri terkettiler. ALLAH´ın marifetinde son raddeye çıktıkları için, artık tekliflerle zelil olmalarına gerek kal-madığını iddia ettiler! Zira teklif ancak halk tabakasına yapılır! Bu mezheblerden başka daha nice bâtıl mezhebler, korkunç dalâletler vardır. Onları saymak uzun sürer. Hatta yetmiş küsur mezhebe ulaşır. Onlardan kurtulan ancak bir gruptur. O da Hz. Peygamber´in ve ashab-ı kirâmın üzerinde bulundukları yolda bulunan gruptur. Bu grup dünyayı tamamen terketmez ve tamamen de şehvetlere dalmaz. Bu grup, dünyadan yetecek kadarını alır. Şehvetlerin din ve aklın itaatından çıkan kısımlarını kaldırırlar. Her şehvetin peşine takılmazlar ve her şehveti de terketmezler. Aksine normal olana ve adalete tâbi olurlar. Herşeyi terketmez ve dünyanın herşeyini de istemezler. Dünyada yaratılan herşeyin maksadını bilir, onu yerine koyarlar! Bu bakımdan gıdadan ibadete güç yetirecek kadarını alırlar. Meskenden hırsızlardan, sıcak ve soğuktan koruyanı edinirler. Elbiseden de bu şekilde faydalanırlar. Hatta kalp, bedenin meşgalesinden boşaldığı zaman, himmetinin hakîkatiyle ALLAH´a yönelir, ALLAH´ın zikriyle ve O´nun nimet ve sıfatlarını hayatı boyunca düşünmekle meşgul olur. Şehvetlerin siyasetlerine yapışır, onları kontrol eder ki verâ ve takvânın hudutlarını aşmasın. Bunun tafsilatını ashab-ı kirâmdan ibaret olan Fırka-i Nâciye´ye (Kurtulmuş gruba) tâbi olmakla bilir. Çünkü Hz. Peygamber ´O gruplardan ancak bir fırka kurtulur´ dediği zaman ashab-ı kirâm ´O grup kimdir?´ diye sordu. Hz. Peygamber cevap olarak şöyle bu-yurdu: ´Ehl-i Sünnet ve´1-Cemaat!´ Denildi ki: ´Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat kimdir?´ Şöyle dedi: ´Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yolda olanlar!´65 Ashab-ı kirâm, mûtedil, apaçık bir yolun üzerinde idiler. O yolun daha önce tafsilat ve açıklamasını yaptık. Zira onlar dünyayı dünya için değil, din için edinirlerdi. Onlar dünyada ruhbanlık yapmazlar ve dünyayı tamamen terketmezlerdi. Onlar işlerde ne ifratçı, ne de tefritçi idiler. Aksine onlar ifrat ve tefrit arasında, mutedil ve normal durumda idiler... Zaten iki tarafın arasındaki adaletli ve normal yol da budur. Kitabımızın birkaç yerinde geçtiği gibi Hz. Peygamber nezdinde işlerin en sevimlisi de budur! ALLAH en doğrusunu bilir! Kitab´u Zemm´id-Dünya (Dünyanın Zemmi) adlı bu bölüm burada tamamlanmış bulunuyor. Başlangıcında da sonunda da hamd ALLAH´a mahsustur. ALLAH, Efendimiz Muhammed´in, âlinin ve ashâbının üzerine rahmet deryalarını açsın, onlara salât ve selâm eylesin! _______________ 64) İhya´nın şerhinde ´Harac, yerden çıkarılanlardan elde edilen şeydir´ de-niliyor. Dolayısıyla gayr-ı müslimlerden (zımmîlerden) alınan harac bu-rada kastolunmamakta, aksine vergi mânâsında bir harac kastolunmaktadır. 65) Tirmizî, Ebu Dâvud, İbn Mâce
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Cimriligin ve Mal Sevgisi Kötülüğü
Başkasını Nefsine Tercih Etmenin Fazileti Cömertlik ve cimrilik, birkaç dereceye ayrılır. Cömertliğin en yüksek derecesi îsardır. İsar demek, ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak demektir. Cömertlik ise, muhtaç olmadığı şeyi, muhtaç olana veya muhtaç olmayana vermek demektir. Fakat mala ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak nefse daha ağır gelir. Nasıl ki cömertlik bazen, ihtiyacı olduğu halde insanı başkasına verecek dereceye yükseltiyorsa, cimrilik de bazen ihtiyacı olduğu halde insanı kendi nefsinden bile esirgemeye sürükler. Nice cimri vardır ki malı kıskıvrak tutar. Hasta olur, tedaviye gitmez! Canı istediği halde paraya kıyamadığı için alıp yemez. Eğer bedava olursa yer. İşte böyle bir kimse ihtiyacına rağmen nefsine karşı cimrilik yapan bir kimsedir. Öbür kimse, muhtaç olmasına rağmen başkasını nefsine tercih eden kimsedir. Bu iki kişinin arasındaki farkı düşün! Çünkü ahlâklar ilâhî vergilerdir. ALLAH Teâlâ dilediği yere ahlâkları koyar! Cömertlik hususunda îsardan daha büyük bir derece yoktur. Nitekim ALLAH Teâlâ ashab-ı kirâmı överek şöyle buyurmuştur: Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (hicret edenleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir.(Haşr/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Bir kişinin istenilen bırşeye iştahı çekerse, buna rağmen şehvetini geriye itip başka bir kardeşini nefsine tercih ederse, onun günahları bağışlanır.127 Aişe validemiz (r.a) şöyle der: Hz. Peygamber, dünyadan ayrıldığı güne kadar hiçbir zaman üç gün arka arkaya doymadı. Oysa biz isteseydik doyabilirdik. Fakat bizler başkasını kendimize tercih ederdik.128 Hz. Peygamber´e bir misafir geldi. Hz. Peygamber, aile efradının yanında misafirine yedirecek birşey bulamadı. Bu esnada ensar-ı kirâmdan bir kişi Hz. Peygamber´e geldi. Misafiri alıp evine götürdü. Sonra misafire yemek ikram etti. Hanımına çırayı söndürmesini emretti. Elini, sanki misafirle beraber yiyormuş gibi uzatıyor, fakat yemiyordu. Misafir, yemeği bitirinceye kadar bu hâl böyle devam etti. Sabahladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dedi: Bu gece misafirinize gösterdiğiniz güzel davranışınızdan ALLAH Teâlâ memnun olmuştur! Bunun üzerine ´Onlar verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları bile olsa (muhacirleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir´. (Haşr/9) ayeti nâzil oldu.129 Bu bakımdan cömertlik, ALLAH Teâlâ´nın ahlâkından biridir. Îsar ise cömertlik derecelerinin en yücesidir. Îsar ahlâkı Hz. Peygamber´in (s.a) edebindendi. Hatta ALLAH Teâlâ buna azim (büyük) diye isim vererek şöyle buyurmuştur: Gerçekten sen pek büyük (azim) bir ahlâk üzerindesin. (Kalem/4) Sehl et-Tusterî der ki: Hz. Musa (a.s) şöyle niyazda bulunmuştur. ´Ya rabbî! Muhammed´in ve ümmetinin bazı derecelerini bana göster!´ ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey Musa! Senin buna gücün yetmez. Fakat ben onun menzillerinden birini, büyük ve faziletli bir menzili sana göstereyim ki o menzilinden dolayı onu senden de, bütün mahlûkattan da üstün kıldım. Râvi der ki: Hz. Musa´ya göklerin melekûtu göründü. Hz. Musa, bir menzile (manevi mertebeye) baktı. Neredeyse, o mertebe-nin nûrlarından ve ALLAH´a yakınlığından dolayı Musa helâk olacaktı. Musa (a.s) tekrar şöyle dilekte bulundu: ´Yarab! Sen Muhammed kulunu ne ile bu şerefe nail ettin?´ ALLAH Teâlâ dedi ki: Mahluklar arasında hassaten ona vermiş olduğum bir ahl-âktan dolayı onu bu şerefe nâil ettim. O da îsârdır. Ey Musa!Ümmet-i Muhammed´den herhangi bir kimse hayatında bir defa îsarı kullanmışsa, benim huzuruma geldiğinde onu hesaba çekmekten hayâ ederim. Ona cennetimin dilediği köşesinde yerleşme imkânını bahşederim! Denildi ki, Abdullah b. Câfer (r.a), bahçelerinden birine gitti, Bu esnada başka bir kavmin hurmalığına vardı. Orada çalışan siyah bir hizmetçi gördü. Hizmetçi yemeğini yemeye oturduğu zaman yanına bir köpek sokuldu. Hizmetçi ekmeği köpeğe verdi. Köpek onu yedi. Sonra ikinci ve üçüncüyü de verdi. Köpek onları da yedi. Abdullah da bakıyordu. Hizmetçiye şöyle sordu: -Günde kaç ekmek nafakan var? -İşte senin gördüğün kadar. -O halde bu köpeği neden kendi nefsine tercih ettin? -Burası köpeğin bulunacağı bir yer değildir. Muhakkak bu köpek uzun bir yoldan aç olarak gelmiştir. Ben de o aç iken doymayı iyi görmedim. -O halde akşama kadar ne yapacaksın? -Bugün bütün gün aç kalacağım! Abdullah b. Câfer dedi ki: ´Ben cömertliğimden dolayı kınanıyorum. Oysa şu çocuk benden daha cömerttir!´ Bunun üzerine Abdullah, o bostanı, hizmetçiyi ve o bostanda bulunan âletlerin tamamını sahibinden satın aldı. Köleyi azad etti ve orayı köleye hibe etti. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber´in ashabından bir zata bir koyun kellesi hediye edildi. O ´Benim kardeşim benden daha muhtaçtır´ deyip başkasına gönderdi. Böylece onların herbirisi o kelleyi diğerine gönderiyordu. Sonunda, kelle yedi evi dolaşıp yine birinci eve döndü. Hz. Ali, hicret gecesinde Hz. Peygamber´in yatağında uyudu. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Cebrâil ile Mikâil´e vahy göndererek ´Ben ikinizi kardeş yaptım ve birinizin ömrünü diğerinizin ömründen daha uzun kıldım! Hanginiz arkadaşına uzun ömrünü bahşedecek?´ dedi. Bunun üzerine herbiri kendisinin daha uzun yaşamasını istedi. ALLAH Teâlâ onlara vahy göndererek ´Siz Ali b. Ebî Tâlib gibi olamazsınız? Onunla peygamberim Muhammed´i kardeş yaptım, O, Hz. Peygamber´in yatağında yattı. Nefsini ona feda etti. Onun yaşamasını seçti. Bu bakımdan ikiniz de yeryüzüne inin. Onu düşmanından koruyun´ dedi. Bunun üzerine Cebrail (a.s) Hz. Ali´nin baş ucunda, Mikâil de ayak ucunda nöbet beklediler. Cebrâil (a.s) dedi ki: ´Ey Ebu Tâlib´in oğlu! Aferin senin gibisine! ALLAH Teâlâ seninle meleklere karşı iftihar ediyor´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti gönderdi. İnsanlardan öylesi de var ki canını, ALLAH´ın rızasını kazanmaya satar. ALLAH da kullarına çok merhamet edicidir.(Bakara/207) Ebu Hasan el-Antakî´den şöyle rivayet ediliyor: Bu zâtın yanında otuz küsur şahıs toplandı. Horasan şehirlerinden Rey şehrine yakın bir köyde kalırlardı. Onların sayılı ekmekleri vardı. Hepsini doyurmazdı. Bunun üzerine ekmekleri parçaladılar. Çırayı söndürdüler ve yemeğe oturdular. Yemek yenildikten sonra sofranın olduğu gibi kaldığını gördüler. Onların hiçbiri ondan birşey almamıştı. Kardeşini kendi nefsine tercih etmek için böyle yapmışlardı. Rivayet ediliyor ki, hadîs ilmi´nde emîr´ul-mü´minîn sayılan Şu´be b. Haccac´a bir dilenci geldi. Onun yanında birşey yoktu. Dilenciye vermek üzere evinin tavanından bir mertek çıkarıp verdi. Sonra dilenciden özür diledi. Huzeyfe el-Advî şöyle anlatıyor: Yermuk (Şam´da bir yerdir) savaşında elimde biraz su olduğu halde, yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum ve diyordum ki: ´Eğer amcamın oğlunda bir hayat emaresi varsa, ona su içireceğim ve yüzünü bu su ile sileceğim´. Gezerken amcamın oğlunu gördüm. ´Sana su içireyim mi?´ diye sorunca bana işaret ederek içir dedi. O sırada başka bir kişinin Ah! Su! dediğini işittik. Amcamın oğlu bana ´suyu ona götürüp vermemi´ işaret etti. O kişiye vardım, Hişam b. As olduğunu gördüm. Ona ´Sana su içireyim mi?´ dedim. O sırada başka birinden ah diye bir ses geldi. Hişam, suyu ona götürmemi işaret etti.Ona varınca baktım ki ölmüş. Hişam´a döndüm. Baktım ki o da ölmüş! Amcamın oğluna geldim, baktım ki o da ölmüş! ALLAH´ın rahmeti hepsinin üzerine olsun! Abbas b. Dehka şöyle anlatıyor: "Bişr el-Hafî hariç, hiç kimse dünyaya geldiği gibi, dünyadan çıkmamıştır. Şöyle ki: Hâris hasta yatıyordu. Bir kişi gelip ihtiyacını söyledi. Hâris, gömleğini çıkarıp adama verdi. Emanet olarak gömlek aldı ve o emanet aldığı gömlekle can verdi". Bir sûfîden şöyle rivayet ediliyor: Biz Tarsus´ta bulunuyorduk. Orada bir grup teşkil ettik. Oradan cihada çıktık. Şehirden bir köpek bizim arkamıza takıldı. Kapının dışına çıkınca baktık ki ölü bir hayvan vardır. Bunun üzerine bir tepeye çıkıp oturduk. Arkamıza takılan köpek leşi görünce şehre dönüverdi. Bir saat sonra beraberinde yirmi köpek olduğu halde o leşin yanına geldi. Kendisi bir kenara oturdu. O köpekler leşe daldılar. Onlar leşten yiyorlar, öbür köpek de oturmuş onları seyrediyordu. Leş bitip, sadece kemik kalıp köpekler şehre dönünceye kadar bekledi. O zaman kalkıp kemiklerin yanına geldi. Kalan şeylerden birazcık yedi. Sonra o da gitti. Biz îsâr hakkındaki evliyanın hallerinden bir kısmını Fakr ve Zühd bölümünde zikretmiştik. Burada onları tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Tevfîk ALLAH´tandır. ALLAH´ı razı eden hususta ALLAH´a tevekkül edilir! _______________ 127)İbn Hibban, Zuafâ; Ebu Şeyh, Sevab 128)Beyhâkî, Şuab´ul-İman 129) Müslim, Buhârî 130) İmam Ahmed, (İbn Abbas´tan). ve Hâkim. İmam Ahmed´in rivayetinde Cebrâil ile Mikâil bahsi yoktur. Irakî bu ziyadenin herhangi bir aslına rast-lamadığını kaydeder. İmam Ahmed, hadisin münker olduğunu söylemiştir. |
|
|
|
#3 |
|
Cömertlik Hakkında Hikâyeler
Muhammed b. Münkedir, Hz. Âişe´nin hizmetçisi Ümmü Durre84den rivayet ediyor: Muaviye, Hz. Âişe´ye miktarı 180.000 dirhem olan bir malı iki çuvala doldurarak gönderdi. Bunun üzerine Hz. Âişe bir tabak istedi, O tabak ile o malı, ihtiyaç sahipleri-nin arasında taksim etti. Akşamladığı zaman cariyesine ´Benim iftar yemeğimi getir!´ dedi. Cariye kendisine ekmek ile zeytinyağı getirdi. Ümmü Durre, Hz. Âişe´ye ´Bugün taksim ettiğin malın bir dirhemiyle bize iftar etmemiz için biraz et alamaz mıydın?´ dedi. Aişe validemiz ona cevap olarak şöyle dedi: ´Eğer daha önce hatırlatsaydın alırdım!´ Eban b. Osman´dan85 şöyle rivayet ediliyor: Bir kişi Hz. Ubeydullah b. Abbas´ı zarara sokmak istedi ve Kureyş´in eşrafına gelerek şöyle dedi: ´Ubeydullah sizi bugün öğle yemeğine davet ediyor´ Bunun üzerine Kureyş eşrafı Ubeydullah´a, evini dolduracak kadar akın ettiler. Ubeydullah ´Ne oldu! Bu akının sebebi nedir?´ diye sorunca olay kendisine anlatıldı. Bunun üzerine Ubeydullah bir taraftan meyve satın alınmasını emretti. Öbür taraftan da tirit yapılmasını ve ekmek pişirilmesini emretti. Meyveler misafirlere takdim edildi. Misafirler daha meyveleri bitirmeden sofralar kuruldu. Onlar doyasıya yediler. Ubeydullah vekillerine ´Bu sofralar hergün bizde var mı?´ dedi. Onlar ´Evet!´ deyince, Ubeydullah ´O halde bunlar hergün bizde öğle yemeği yesinler´ dedi. Mus´ab b. Zübeyr şöyle anlatıyor: Muaviye hacca geldi. Hacdan dönerken Medine´den geçti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, Hz. Hasan´a ´Muaviye´yi karşılama ve ona selâm verme!´ diye tenbih etti. Muaviye Medine´den çıkınca Hz. Hasan dedi ki: ´Bizim bir borcumuz vardır. Mutlaka onun ödenmesi için Muaviye´ye gitmemiz gerekir´ dedi ve bir hayvana binerek Muaviye´ye yetişti. Ona selâm verdi. Borcunu haber verdi. Bu esnada Muaviye´nin yanından, yükü 80.000 dinar olan bir deveyi geçirdiler. Deve yorulmuş, diğer develerden geri kalmıştı. Bir grup insan deveyi sürüyordu. Muaviye ´Bu, ne devesidir?´ diye sordu. Kendisine hâdise anlatıldı. Bunun üzerine ´Deveyi yüküyle beraber Ebu Muhammed´e (Hz. Hasan´a) verin!´ dedi. Vâkıd b. Muhammed el-Vâkıdî86 babasından şöyle rivayet ediyor: Babam, Halife Me´mun´a, bir dilekçe takdim etmiş, borcunun çokluğundan ve borçlu kalmak hususunda sabrının azaldığından bahsetmiş. Me´mun, arzuhalinin arkasına şunları yazmış: "Sen öyle bir kişisin ki sende iki haslet birden vardır: ´Senin elindeki serveti tüketen cömertliktir. Derdini bize anlatmaktan seni meneden hayâ´dır. Ben sana 100.000 dirhem yerilmesini emrettim. Eğer ihtiyacına cevap verecek miktarı tahsis etmişsem, elinin yaymasını fazlalaştır. Eğer verdiğim ihtiyacını karşılamazsa, suçun sana aittir. Çünkü sen babam Harun Reşid´in kadısı iken, bana Muhammed b. İshak´tan, o da Zührî´den, o da Enes´den, Hz. Peygamber´in Zübeyr b. Avvam´a şöyle dediğini rivayet etmiştin: ´Ey Zübeyr!87 Bil ki kulların rızık anahtarları arşın karşısındadır. ALLAH Teâlâ her kulun nafakası nisbetinde ona rızık gönderir. Bu bakımdan çok infak edene çok, az infak edene az gönderir´.88 Sen benden daha iyi bilirsin!" Vakıdî der ki: ´ALLAH´a yemin olsun. Me´mun´un, benimle bu hadîs-i şerifi müzakere etmesi bana verilen 100.000 dirhemlik caizeden daha sevimli geldi bana!´ Bir kişi Hasan b. Ali´den bir ihtiyacının giderilmesini diledi. Hz. Hasan şu cevabı verdi: ´Ey kişi! Dilediğinin hakkı yanımda pek büyüktür. Sana gerekeni biliyor olmam, benim için daha ağır oldu. Elim sana lâyık olanı vermekten aciz... ALLAH için ne kadar verilirse azdır. Benim şu anda mülk ve tasarrufumda bulunan mal, senin şükrünü ifa etmek için senindir. Eğer sen bu mümkün olanı kabul eder, şu eziyetin yükünü benden kaldırır, gereken hakkından dolayı gösterdiğin ihtimamdan beni kurtarırsan, sana bütün malımı veririm´. Bunun üzerine kişi dedi ki: ´Ey Rasûlullah´ın torunu! Kabul eder ve atiyene karşı teşekkür ederim. Kabul etmemek bana ağır gelir!´ Bunun üzerine Hz. Hasan vekilini çağırdı. Zarurî nafakalar hakkında vekille hesaba girişti. Bütün zarurî nafakalarını ortaya koyduktan sonra vekile şu emri verdi: ´Üçyüz bin dirhemden artanı getir!´ Bunun üzerine vekil 50.000 dirhem getirdi. Hz. Hasan vekile ´Beşyüz dinarı ne yaptın?´ Vekil Yanımdadır!´ dedi. Hz. Hasan ´Onu da getir!´ diye emir verdi. Hz. Hasan, hamalların ücretini ödemek için abâsını da verdi. Bunun üzerine köleleri ve hizmetçileri Hz. Hasan´a ´ALLAH´a yemin olsun! Bizim yanımızda bir dirhem dahi kalmadı´ dediler. Hz, Hasan ´Ümit ederim ki ALLAH katında bu benim için büyük bir ecir olur!´ dedi. Basra´nın kurraları Basra valisi İbn Abbas´ın huzurunda toplanıp şöyle dediler: ´Bizim bir komşumuz var. Gündüzleri oruçlu, geceleri âbiddir. Her birimiz onun gibi olmak istiyoruz. Bu kişi kızını kardeşinin oğluyla evlendirdi. Fakat yeğeni fakirdir. Kızının çeyizini yapacak gücü yoktur. Onun için yardım et!´ Bu söz üzerine İbn Abbas kalktı. Ellerinden tutarak onları evine götürdü. Bir sandık açtı. Sandıktan altı yığın (kese) para çıkardı. Onlara ´Bunları götürün!´ dedi. Onlar da parayı alıp götürdüler. Daha sonra İbn Abbas ´Biz o kişiye iyilik yapmadık. Onu oruç ve ibâdetinden alıkoyacak şeyler verdik. O malı geri getirin. Biz kızın çeyizini temin etmekle ona yardımcı olalım. Dünyanın, ALLAH´ın kullarından birini, ALLAH´a ibâdetinden meşgul edecek kadar değeri yoktur! ALLAH´ın velî kullarına hizmet etmekten bizi alıkoyan kibir ve gurur da bizde yoktur´ dedi. İbn Abbas da, kurralar da dediklerini yaptılar. Hikâye olunuyor ki; Mısır´da halk kıtlığa yakalandı. Onların emiri Abdülhamid b. Sa´d idi. Abdülhamid dedi ki: ´ALLAH´a yemin ederim! Ben kendisine düşman olduğumu şeytana bildireceğim!´ Bu bakımdan gıda maddelerinin fiyatları normale dönünceye kadar Abdülhamid, Mısırlı fakirleri kesesinden besledi. Sonra emîrlikten ayrıldı. Borçlarının karşılığında hanımlarının ziynetlerini rehin bıraktı. O ziynetlerin kıymetleri beş milyon dirhemdi. Ziynetleri tüccarların elinden borçlarını ödemek suretiyle alması zorlaştığı zaman ziynetleri satmalarını, haklarından fazla kalan parayı daha önce ikramına mazhar olmayan fakirlere dağıtmalarını yazdı. Şii olan Ebu Tahir b. Kuseyr´e bir kişi ´Ali b. Ebî Tâlib´in hakkı için, senin filan filan yerdeki hakkını bana hibe et!´ dedi. Bunun üzerine Ebu Tahir kişiye ´Onu sana verdim. Ali´nin hakkıyla yemin ederim, ondan sonra gelen yeri de sana veriyorum´ dedi. Oysa kendiliğinden verdiği yer, kişinin istemiş olduğu yerin birkaç misliydi. Ebu Mes´ud kerîm birisiydi. Şairlerden bazıları onu medhetti. Kendisini öven şaire dedi ki: ´ALLAH´a yemin ederim, benim yanımda sana verecek bir şeyim yok! Fakat beni yakamdan tut! Kadı´nın huzuruna götür. Bende 10.000 dirhem alacağının olduğunu iddia et! Ben de ´Evet! Borçluyum´ diyeyim. Sonra bu borcun karışlığmda hapsedilmemi iste! Çünkü böyle yaptığın takdirde, aile efradım 10.000 dirhem için beni hapiste bırakmazlar´. Şair, onun dediği gibi yaptı. Akşama kadar şaire 10.000 dirhem verildi ve Ebu Mes´ud hapisten çıkarıldı. Muan b. Zaid89 Basra´da yukarı ve aşağı Irak´ın valisi idi. Bir şair kapısına geldi, bir müddet bekledi. Muan´ın huzuruna girmek istedi. Fakat bir türlü buna muvaffak olamadı. Birgün Muan´ın bazı hizmetçilerine dedi ki: ´Emîr bahçeye indiği zaman onu bana göster!´ Emîr bahçeye indiği zaman hizmetçi kendisine haber verdi. Bunun üzerine şair bir tahta parçasına bir şiir yazdı. Tahtayı bahçeye akan suya attı. Muan, suyun başında duruyordu. Tahtayı görünce aldı, okudu. Baktı ki içinde şunlar yazılıdır: ´Ey Muan´ın cömertliği! Benim ihtiyacımı Muan´a gizlice söyle! Çünkü senden başka Muan´ın yanında benim için şefaat edecek bir kimse yoktur!´ Muan ´Bu şiirin sahibi kimdir?´ dedi. Bunun üzerine kişi Muan´ın huzuruna çağrıldı. Muan adama ´Şiiri nasıl söyledin?´ dedi. Adam şiiri okudu. Bunun üzerine Muan, on kese verilmesini emretti, kişi bunları aldı. Vali o odun parçasını minderinin altına bıraktı. İkinci gün onu oradan çıkardı, okudu ve o kişiyi tekrar çağırdı. Ona 100.000 dirhem verdi, kişi bu 100.000 dirhemi aldığı zaman valinin bunu kendisinden geri alabileceğinden korkarak çıkıp gitti! Üçüncü gün şiiri tekrar okudu ve onu çağırdı, fakat şair arandı, bulunamadı. Bunun üzerine Muan dedi ki: ´Hazinemde bir dirhem ve dinar kalmayıncaya kadar ona vermek benim boyn-mun borcu olmuştur!´ Ebu Hasan el-Medainî90 şöyle demiştir: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Câfer beraberce hacca gittiler. Ağırlıkları kendilerinden daha önce gittiği için acıktılar ve susadılar. Çadırında oturan bir kocakarının yanından geçtiler. Kadına ´su var mı?´ diye sorunca ´Evet, var!´ cevabını aldılar. Bunun üzerine develerini çöktürdüler. Çadırın bir tarafında kadının zayıf bir koyunu vardı. Kadın onlara ´Şu koyunu sağın, sütünü için!´ dedi. Onlar bunu yaptılar. Sonra kadına dediler ki: ´Yemek var mı?´ Kadın ´Hayır! Bu koyundan başka yiyecek bir madde yok! Fakat bu koyunu biriniz kessin ki size yiyecek hazırlayayım!´ dedi. Onlardan biri koyunu kesti, yüzdü. Kadın onlara yemek hazırladı. Hava serinleyinceye kadar orada durdular. Giderken kadına dediler ki: ´Biz Kureyşteniz. Bu tarafa (Ka´be´ye) gitmek istiyoruz. Sağ sâlim Medine´ye döndüğümüz zaman, yanımıza gel, sana iyilik yapacağız!´ Sonra gittiler. Hanımın kocası gelince, ona olanları anlattı. Bunun üzerine kocası öfkelendi ve kadına dedi ki: ´ALLAH senin belanı versin! Tanımadığın bir gruba benim koyunumu nasıl keser ve sonra da ´Kureyş´ten birkaç kişiydi´ dersin?´ Bir müddet sonra, zaruret o karı-kocayı Medine´ye gelmeye zorladı. Karı koca Medine´ye geldiler. Hayvan dışkılarını toplayıp, satıyorlar ve onun parasıyla yaşıyorlardı. Birgün kadın Medine´nin bir sokağından geçti. O anda Hz. Hasan kapısında duruyordu. Kadını tanıdı. Fakat kadın kendisini tanımadı. Hizmetçisini göndererek kadını çağırdı. Kadına dedi ki: ´Ey ALLAH´ın sevgili kulu! Beni tanıdın mı?´ Kadın ´Hayır! Seni tanımıyorum!´ deyince, Hz. Hasan ´Ben filan filan günde senin misafirin olmadım mı?´ dedi. Kadın ´Annem babam sana feda olsun! Sen o musun?´ dedi. Hz. Hasan ´Evet! Ben oyum!´ dedi. Sonra Hz. Hasan zekât koyunlarından kadın için bin koyun satın alınmasını emretti. Bunlarla beraber kadına bin dinar verdi ve kadını hizmetçisiyle beraber kardeşi Hz. Hüseyin´e gönderdi. Hz. Hüseyin kadına ´Ağabeyim sana ne kadar verdi?´ diye sordu. Kadın ´Bin koyun, bin dinar!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Hüseyin de kadına o kadar verilmesini emretti. Sonra kadını hizmetçisiyle beraber Abdullah b. Câfer´e gönderdi. Abdullah ´Hasan ile Hüseyin sana ne kadar ikramda bulundu?´ dedi. Kadın ´İki bin koyun, iki bin dinar!´ dedi. Bunun üzerine Abdullah (r.a) kadına iki bin koyun, iki bin dinar verilmesini emretti ve dedi ki: ´Eğer benden başlamış olsaydın onların ikisini de yorardım!´ Kadın kocasına dört bin koyun ve dört bin dinarla döndü! Abdullah b. Amr b. Kureyz camiden çıkıp evine giderden Sakif kabilesinden bir çocuk ayağa kalktı. Onun yanına gitti. Abdullah çocuğa ´Senin bir ihtiyacın mı var?´ dedi. Çocuk ´Senin salâh (iyilik) ve felâhını (kurtuluşunu) istiyorum. Senin tek başına yürüdüğünü görünce seninle beraber yürüyüp, seni korumayı düşündüm. Sana bir kötülük dokunmasından ALLAH´a sığınırım!´ dedi. Bunun üzerine Abdullah çocuğun elinden tuttu. Onu evine götürdü. Sonra bin dinar istedi. Çocuğa verdi ve dedi ki: ´Ailen seni güzel terbiye etmiş. Bu parayı infak et!´ Hikâye ediliyor ki, Araplardan bir kavim, cömert birinin kabrini ziyaret etmeye geldiler. Kabrinin yanında konaklayıp geceledi-ler. Kendileri uzun bir mesafeden geliyorlardı. Onlardan biri, rüyasında kabir sahibini gördü. Kabir sahibi kendisine şu teklifte bulundu: ´Sen deveni benim devemle değiştirir misin?´ Cömert olan kabir sahibi arkasında bir deve bırakmıştı. Onunla mâruf ve meşhur idi. Rüya gören kişinin de semiz bir devesi vardı. Kişi, kabir sahibine ´Evet! Değiştiririm´ dedi ve rüyada deveyi onun devesiyle takas yaptı. Aralarında akid olunca kabir sahibi deveye doğru gitti ve deveyi kesti. Deve sahibi rüyasından uyanınca devesinin göğsünden kan aktığını gördü. Kalkıp deveyi kesti, etini taksim etti. Pişirdiler ve sonra göç edip, gittiler. İkinci gün yoldayken onları bir kervan karşıladı. Kervanın içinden biri bunlara ´Sizden filan oğlu filan kimdir?´ dedi. Deve sahibinin ismini söyledi. Bunun üzerine deve sahibi ´O sorduğun kimse benim!´ dedi. Soran adam deve sahibine ´Sen filan oğlu filana (kabir sahibini kastediyor) birşey sattın mı?´ dedi. Deve sahibi ´Evet! Ben devemi rüya âleminde onun devesiyle takas yaptım!´ dedi. Soran ´O halde bu onun devesidir, buyurun!´ diye deveyi takdim ettikten sonra şöyle devam etti: ´O ka-bir sahibi benim babamdır. Onu rüya âleminde gördüm. Bana dedi ki: "Eğer oğlum isen benim devemi filan oğlu filana götür diyerek senin ismini de zikretti" dedi. Kureyşten bir kişi seferden geldi. Yol kenarında oturan bir bedevinin yanından geçti. O bedevi hastalıktan halsiz düşmüştü. Bedevi misafire şöyle seslendi: ´Ey kişi! Zamanın felâketlerine karşı bize yardım et!´ Bunun üzerine misafir, hizmetçisine dedi ki: ´Seninle beraber kalan nafakayı bu adamcağıza ver!´ Bu söz üzerine, hizmetçi, bedevinin kucağına dört bin dirhemi döküverdi. Bedevi gitmek istedi. Fakat zayıflıktan kalkamadı, ağladı. Misafir kendisine ´Seni ağlatan nedir? Acaba bizim verdiğimizi az mı gördün?´ dedi. Bedevi ´Hayır!´ dedi ve devamla ´Fakat ben toprağın senin kereminden (iskeletini kastediyor) yiyeceğini hatırladım da o beni ağlattı!´ dedi, Abdullah b. Amr, Hâlid b. Ukbe b. Ebî Müeyyed´den çarşıdaki evini 90.000 dirheme satın aldı. Geceleyin Hâlid´in aile efradının ağlamasını işitti. Hanımına ´Bunlar niçin ağlıyorlar?´ diye sordu. Hanımı dedi ki: ´Sana satılan evleri için ağlıyorlar?´ Bunun üzerine Abdullah hizmetçisine ´Git onlara söyle! Hem verdiğim mal, hem de ev onlarındır!´ dedi. Harun Reşid, İmam Mâlik´e beşyüz dinar gönderdi. Bu haber Leys b. Sa´d´ın91 kulağına gitti. Leys bunun üzerine İmam Mâlik´e bin dinar gönderdi. Harun Reşid bu olaya kızarak, Leys´e ´Nasıl olur? Ben ona beşyüz dinar veriyorum, sen ise bin dinar! Oysa sen benim halkımdan bir fertsin´ dedi. Bunun üzerine Leys şöyle cevap verdi: ´Ey mü´minlerin emiri! Benim mahsulümden hergün bin dinarlık kâr geliyor. Bu bakımdan ben İmam Mâlik gibi bir insana günlük gelirimden azını vermiş olmaktan utandım!´ Hikâye olunuyor ki Leys´in günlük geliri bin dinar olmakla beraber kendisine zekât vâcib olmamıştır. (Yani malını elinde tutmamıştır). Bir kadın, Leys b. Sa´d´dan biraz bal istedi. Leys, kadına bir tulum dolusu bal verilmesini emretti. Kendisine denildi ki: ´Kadın bundan azıyla kanaat ediyor!´ Cevap olarak şöyle dedi: ´O ihtiyacı kadarını istedi. Biz de bize verilen nimet oranında verelim!´ Leys b. Sa´d, üçyüz altmış fakire sadaka vermeden birgün bile konuşmazdı. A´meş92 der ki: "Yanımda bulunan bir koyun hasta oldu. Hayseme b. Abdurrahman93 sabah akşam koyunu kontrol edip bana ´Koyun bugün yemini aldı mı?´ diyordu. Çocuklar, koyunun sütünü kaybettiklerinden beri zor durumda kalmışlardı. Benim altımda, üzerinde oturduğum bir keçe vardı. Hayseme her gelip gittiğinde, bana ´Keçenin altındakini al!´ diyordu. Öyle ki koyunun hastalığı müddetince üç yüz dinardan fazla bana para verdi. Hatta koyunun hiç iyileşmemesini temenni ettim". Abdülmelik b. Mervan, Esma b. Harice´ye94 dedi ki: ´Senin hakkında bazı hasletler işittim! Onları bana söyler misin?´ Esma ´Bu hasletleri başkasından dinlemen, benden dinlemenden daha güzeldir´ dedi. Abdülmelik ´O hasletleri bana söylemeni sana emrediyorum!´ dedi. Bunun üzerine Esma, söze başlayarak şöyle dedi: ´Ey mü´minlerin emiri! Ben hiçbir arkadaşımın huzurunda ayaklarımı uzatmış değilim! Bir yemeği yapıp ona bir kavmi davet ettiğimde bu hususta benim onlara yapacağım minnetten daha fazlasını onlar bana yapmış olurlar. Hiç kimse yoktur ki yüzünü çevirip benden birşey istemiş olsun da ona vermiş olduğumu çok görmüş olayım!´ Said b. Hâlid,95, Süleyman b. Abdülmelik´in huzuruna girdi. Said cömert bir kimseydi. Yanında birşey bulunmadığı zaman kendisinden mal isteyen bir kimseye bir borç senedi verirdi. Maaşı çıkınca o borcu öderdi. Süleyman ona baktığı zaman şu şiir ile temsil getirdi: - Ben sabahla beraber bir çağırıcıyı dinledim. Şöyle sesleni-yordu: ´Ey çok yardımcı olan kişiye yardım eden neredesin?´ -Senin ihtiyacın nedir? -Benim borcum var. -Ne kadar? -Otuz bin dinar! -Senin borcun ve onun kadarı da senin olsun! Denildi ki, Kays b. Sa´d b. Ubade hastalandı. Arkadaşları ziya-retini tehir ettiler. Bunun üzerine kendisine denildi ki: ´Onlar sana borçlu oldukları için utanıp gelmiyorlar!´ Bunun üzerine Kays şöyle dedi: ´Arkadaşları ziyaretten meneden bir malı ALLAH rezil eder (etsin!)´ Sonra bir tellâle emir verdi, tellâl şöyle çağırdı: ´Kaysın kimde alacağı varsa, bağışlanmıştır!´ Râvi der ki: ´O gün Kays´ı ziyaret edenlerin çokluğundan ötürü Kays´ın merdiveni kırıldı´. Ebu İshak´tan şöyle rivayet ediliyor: Sabah namazını Kûfe´de, Eşas06 mescidinde kıldım. Bir borçlumu arıyordum. Namaz kıldıktan sonra önüme bir elbise ile bir çift ayakkabı konuldu. Getirene dedim ki: ´Ben bu mescidin ehlinden değilim. Bunları neden bana veriyorsun?´ Bana dediler ki: ´Eşas b. Kays el-Kindî, akşamleyin Mekke´den geldi. Camide namaz kılan herkese bir elbise ile bir çift ayakkabı verilmesini emretti´. Şeyh Ebu Sa´d Harkuşî Nisaburî97 Muhammed b. Muhammed´den şöyle rivayet ediyor: Mekke-i Mükerreme´de mücavir olarak bulunan Şâfiî şöyle anlattı: ´Mısır´da fakirler için birşeyler toparlamakla bilinen bir kişi vardı. Fakirlerden birinin çocuğu doğdu. Çocuğun babası fakirlerin haline bakan adama geldi ve kendisine bir çocuğunun doğup dünyaya geldiğini haber verdi. Çocuğa bakmak için yanında birşey olmadığını söyledi. Adam onunla beraber gitti. Bir cemaatin huzuruna girdi. Fakat hiçbir şey alamadı. Bir kabrin yanına gelerek orada oturdu ve şöyle seslendi: ´ALLAH senden razı olsun. Sen iyilik yapar ve verirdin. Ben bugün bir cemaatin yanma girip çıktım. Yeni doğan bir çocuğa birşeyler vermeyi teklif ettim. Hiçbir şey alamadım!´ Çocuğun babası der ki: Sonra kabrin yanından kalktı. Bir dinar çıkardı. Onu ikiye böldü. Yarısını bana verdi ve dedi ki: ´Eline birşey geçinceye kadar bu senin boynuna borç olacaktır!´ Bunun üzerine parayı aldım gittim. Mümkün olan şeyleri satın aldım. O gece o zat, kabir sahibini rüyasında görmüş. Kabir sahibi ona ´Senin bütün dediğini dinledim. Fakat cevap vermek için bize izin yok. Lâkin evime git. Çocuğuma söyle! Ocak yerini kazsınlar. Orada bir dağarcık vardır. İçinde beşyüz dinar vardır. Onu al! Çocuğun babasına götür, teslim et!´ Sabah olduğu zaman kişi ölünün evine gitti, onlara hikâyeyi anlattı. Kendisine otur dedikten sonra denilen yeri kazdılar, paraları çıkardılar ve paraları getirip adamın önüne koydular. Adam dedi ki: ´Benim rüyamın hükmü yoktur. Bu mal sizindir!´ Bunun üzerine onlar dediler ki: ´O ölü iken cömertlik yapar da biz diri iken nasıl cömertlik yapmayız´ ve paraları alması için ısrar ettiler. Bunun üzerine adam paraları alıp çocuğun babasına getirdi. Macerayı kendisine anlattı. Çocuğun babası onların içinden bir dinar aldı. Onu ikiye böldü. Kendisine borç vermiş olduğu yarım dinarı iade etti ve diğer yarıyı yanında bıraktı. Parayı getirene ´Bu bana kâfidir, geri kalan parayı götür fakirlere sadaka ver!´ dedi. Ebu Said der ki: ´Ben bu kişilerin hangisinin daha cömert olduğunu bilmiyorum´. Rivayet ediliyor ki İmam Şâfiî, Mısır´da ölüm hastalığına tutulduğu zaman şöyle demiştir: ´Filan adama söyleyin beni yıkasın!´ Vefat edince adamın kulağına İmam Şâfiî´nin ölüm haberi geldi. Bunun üzerine adam gelip orada hazır bulundu ve şöyle dedi: ´Hazretin geride bıraktığı tezkereyi (hesap defterini) bana getiriniz!´ Tezkereyi getirdiler. Baktı ki, Şâfiî´nin boynunda yetmiş bin dirhem borç var. O borcu kendi üzerine aldı ve ödedi. Sonra da dedi ki: ´İşte benim onu yıkamamın mânâsı budur!´ Ebu Said şöyle anlatıyor: Mısır´a geldiğim zaman İmam Şâfiî´ye bu iyiliği yapanın evini sordum. Evi bana gösterdiler. Onun ahfadından bir grup gördüm. Onları ziyaret etim. Onlarda hayırlı simalar gördüm. Faziletin eserlerini müşahede ettim ve dedim ki: ´O zatın hayır hususundaki eseri bunlara yetişmiş, bereketi bunlarda tebellür etmiştir´. Bunu da ALLAH Teâlâ´nın şu ayetiyle istidlâl ederek söyledi: O kişinin babaları sâlih bir kimseydi.(Kehf/82) İmam Şâfiî şöyle demiştir: "Ben daima Hammad b. Ebî Süleyman´ı severim. Çünkü ondan benim kulağıma şöyle birşey geldi: O birgün merkebine binmiş olduğu halde iken merkep onu salladı. Bunun üzerine düğmesi koptu. Bir terzinin yanından geçerken, düğmesini diktirmek için inmek istedi. Terzi onu görünce ´ALLAH´a yemin ederim, sen inmeyeceksin!´ dedi. Terzi bizzat yanına gitti, onun düğmesini dikip düzeltti. Hammad terziye, içinde on dinar bulunan bir kese uzatıp teslim etti ve terziden verdiğinin azlığından dolayı özür diledi". İmam Şâfiî kendi nefsi için de şu şiiri okudu: Ey kalbimin hasreti! Bir mal için ki o mal ile mürüvvet ehlinden fakir olanlara cömertlik yapacaktım! Muhakkak ki bana gelip yanımda olmayanı benden isteyen için özür dilemem, musibetlerden biridir. Rebî b. Süleyman´dan şöyle rivayet ediliyor: Bir kişi İmam Şâfiî´nin üzengisini tuttu, İmam Şâfiî talebesi Rebî´ye dedi ki: ´Bu kişiye dört dinar ver ve benden dolayı kendisinden özür dile!´ Rebî, Humeydî´den şöyle rivayet ediyor: ´Şâfiî, Yemen´in San´a şehrinden Mekke´ye 10.000 dinarla geldi. Mekke´nin dışında bir yerde çadırını kurdu. O 10.000 dinarı bir elbise üzerine serdi. Sonra kendisinin yanına gelene o dinarlardan bir avuç alıp veriyordu. Öğle namazını kılıncaya kadar böyle devam etti. Öğleyin elbiseyi üzerinde birşey olmadığı halde silkti´. Ebu Sevr´den şöyle rivayet edilir: Şâfiî, beraberinde mal olduğu halde, Mekke´ye gitmek istedi, cömertliğinden dolayı elinde az şey tutabilirdi. Bunun üzerine kendisine ´Bu mal ile sana ve senden sonraki çocuklarına yetecek bir akar almalısın!´ dedim. İmam Şâfiî çıkıp gitti. Sonra dönüp bize geldiğinde o malı ne yaptığını sorunca şöyle dedi: ´Mekke´de bir akar bulamadım ki onu satın almak imkânım olsun! Çünkü ben Mekke´nin esasını biliyorum. Mekke´nin çoğu vakfedilmiştir. Ancak ben Mina´da bir konak yeri inşa ettim. Orası arkadaşlarımız hacca gittikleri zaman onlara konak olsun!´ İmam Şâfiî nefsi için şu şiiri inşa etmiştir: ´Nefsimi görüyorum ki bir kısım şeylere isteklidir. Oysa o şeyleri elde etmeye malım yetişmez. Bu bakımdan benim nefsim cimrilikten dolayı bana itaat etmez. Benim malım da beni yaptıklarıma ulaştırmaz´. Muhammed b. Ubbad el-Muhallebî şöyle anlatıyor: Babam, Me´mun´un huzuruna girdi. Me´mun babama yüz bin dirhem caize verdi. Babam onun yanından kalkıp o parayı sadaka olarak dağıttı. Bu haber Me´mun´un kulağına gittiği zaman babamı huzuruna çağırdı ve bu hususta babamı kınadı. Babam ona şöyle dedi: ´Mevcut olanı vermemek, ALLAH hakkında su-i zan etmek demektir´. Bunun üzerine Me´mun kendisine yüz bin dirhem daha verdi. Adamın biri Said b. As´ın yanına vardı. Said´den para istedi. Said ona 100.000 dirhem verilmesini emretti. Adam ağladı. Said adama ´Seni ağlatan nedir?´ dedi. Adam ´Toprağın senin gibi bir insanı yiyeceği için ağlıyorum´ dedi. Said adama 100.000 dirhem daha verilmesini emretti. Ebu Temam98, İbrahim b. Şekele´nin huzuruna, İbrahim´i öven birkaç kişiyle girdi. İbrahim hastaydı. İbrahim, şair Ebu Temam´m medhiyesini kabul etti. Teşrifatçısına, şairin şanına yakışır şekilde ikramda bulunulmasını emretti ve dedi ki: ´Umarım ki ben hastalığımdan kalkıp onu mükâfatlandırırım´. Bunun üzerine şair orada iki ay durdu. Uzun durmak şairi sıktı. Şair, İbrahim´e mektup yazarak şöyle dedi: Muhakkak ki bizim medhiyemizi kabul etmek ve umulan caizeyi vermemek, alışverişte malın bedelini aynı anda ödememenin haram olduğu gibi haramdır! Bu iki beyit, İbrahim´in eline ulaştığı zaman vezirine ´Şair ne zamandan beri burada bulunuyor?´ diye sordu, vezir ´İki aydan beri!´ dedi. İbrahim ´O halde şaire otuz bin dirhem ver ve bana da divit ile kalem getir!´ dedi. İbrahim şaire şunu yazdı: Sen bizi aceleciliğe sevkettin. İşte sana acele olan atiyyemiz az geldi. Eğer bize mühlet verseydin az vermezdik. Bu bakımdan sen azı al ve sanki şiir söylememiş gibi ol! Biz de deriz ki; sanki şaire hiçbir şey vermedik! Rivayet ediliyor ki Hz. Osman´ın Hz. Talha´dan 50.000 dirhem alacağı vardı. Hz. Osman birgün camiye çıkınca Talha kendisine ´Senin malın hazırlanmıştır, götürebilirsin!´ dedi. Hz. Osman, Hz. Talha´ya ´Ya Ebu Muhammed! O mal senin olsun. Mürüvvetine karşı sana bir yardım olsun!´ dedi. Su´da binti Avf99 şöyle anlatıyor: Hz. Talha´nın evine gittim, ağır bir hastalığa tutulmuştu ve üzülüyordu. Kendisine ´Neden böyle sıkılıyorsun?´ deyince, şöyle dedi: ´Benim yanımda birçok mal birikmiş ve bu beni üzüyor!´ Dedim ki: ´Neden seni üzüyor? Kavmini çağır ve dağıt!´ Bunun üzerine hizmetçisine ´Kavmimi çağır ve bu malı onlara taksim et!´ dedi. Hizmetçi ´Ne kadar dağıtayım?´ dedi. Talha ´Dörtyüz bin dirhem´ dedi. Bir bedevi Hz. Talha´ya geldi ve merhametini çekecek şekilde kendisine yalvardı. Bunun üzerine Hz. Talha şöyle dedi: ´Senden önce hiç kimse bana bu şekilde yalvarmış değildir. Benim bir arazim vardır. Osman (r.a) bana 300.000 dirhem verdiği halde yine vermemiştim. İstersen o arazi senin olsun. Dilersen onu Osman´a satıp parasını sana vereyim!´ Adam ´Parasını istiyorum!´ dedi. Bunun üzerine Talha, arazisini Hz. Osman´a sattı ve parayı adama verdi. Deniliyor ki, Hz. Ali birgün ağladı. Kendisine ´Seni ağlatan nedir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ´Yedi günden beri bana misafir gelmedi. Korkuyorum ki, ALLAH Teâlâ beni rezil etmiş olsun!´ Adamın biri bir dostunun yanına gelip kapısını çaldı. Dostu ´Seni gelmeye zorlayan nedir?´ diye sorunca kişi şöyle dedi: ´Benim boynumda dörtyüz dirhem borç vardır!´ Bunun üzerine ev sahibi dörtyüz dirhemi tartıp adama teslim etti. Eve dönünce ağladı. Hanımı ´Madem ki para vermek sana zor geliyor, neden verdin?´ diye sorunca şu cevabı verdi: ´Ben bu dostumun halini sormadığımdan, onu gelip benden para istemeye mecbur ettiğimden ötürü ağlıyorum!´ ALLAH bu sıfatlara sahip olan kimseden râzı olsun ve böyle kim-selerin günahlarını bağışlasın! ______________________ 85)Eban b. Osman b. Affan Medinelidir, güvenilir bir zattır. H. 105 senesinde vefat etmiştir. 86)Adı Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer Eslemi´dir Hârun Reşid tarafından Bağdad kadılığına tayin olunmuştur. H. 130´da doğmuş, 207´de vefat etmiştir. 87)Cennetle müjdelenenlerden biridir. 88)Dârekutnî 89)Şeyban kabilesindendir ve cömertliğiyle meşhurdur. 90)Adı Ali b. Muhammed b. Abdullah b. Ebi Seyf el-Medâinî´dir Meşhur eserlerin sahibidir. Mekke´de H. 224´de vefat etmiştir. Öldüğünde 93 yaşında idi. 91)İmam Mâlik ayarında olan bu zatın adı Ebu Hâris Fehmî el-Mısrî´dir. 92)Kûfeli Mehram´m oğlu Süleyman´dır. 93)Bu zatın hem babası, hem de dedesi sahâbedendir. Ca´fî kabilesinden olan bu zat Kûfelidir. 94)Esma b. Hârice b. Hasın b. Huzeyfe b. Bedr el-Fazzârî´dir. Uyeyne b.Hısn´ın yeğenidir. Babası da, amcası da ashâbdandır. 95)Adı Said b. Hâlid b. Amr b. Osman b. Affan´dır. 96Adı Eşas b. Kays b. Madî Kerib el-Kindî´dir. Ashabdandır Künyesi Ebu Muhammed´dir. Zengin ve cömertti. H. 40´da vefat etmiştir. 97)Adı Ebu Said Abdülmelik b. Muhammed b. İbrahim´dir. H. 406´da Nisabur´da vefat etmiştir. 98)Adı EbûuTemam Habib b. Evs b. Evs b. Hâris b. Kays´dır. Tâi kabilesin- den olan bu zat meşhur bir şairdir. H. 281´de vefat etmiştir. 99)Cennetle müjdelenen Hz. Talha´nın ailesidir. |
|
|
|
#4 |
|
Cömertliğin Fazileti
Mal yok ise bu durumda kul için en uygun hareket, kanaat etmek ve az hırslı olmaktır. Eğer mal varsa bu takdirde kulun en uygun hali, başkasını nefsine tercih etmek, cömertlik ve iyilik yapmak ve cimrilikten uzaklaşmaktır. Çünkü cömertlik, peygamberlerin (a.s) ahlâkındandır. Cömertlik kurtuluş esaslarından biridir. Hadîsler Cömertlik, cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Onun dalları yere sarkıtılmıştır. Bu bakımdan onun dallarından birine yapışan bir kimseyi o dal cennete doğru götürür.52 Câbir Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cebrâil, ALLAH Teâlâ´nın şöyle dediğini söyledi: Muhakkak bu (islâm dini) öyle bir dindir ki nefsim için ona razı oldum. O dini ancak cömertlik ve güzel ahlâk ıslah eder. Bu bakımdan siz bu iki hasletle gücünüz yettiği kadar o dine ikramda bulunun, dini güzelleştirin.53 O dine bu iki hasletle -onunla arkadaşlık yaptığınız müddetçe- ikramda bulunun. Hz. Aişe´den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, bir veliyi kendisi için yarattığı zaman güzel ahlâk ve cömertlik üzere yaratır.54 Câbir (r.a) der ki: Hz. Peygamber´i ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle buyurdu: ´Sabır ve cömertlik´55 Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: İki ahlâk vardır ki, ALLAH onları sever. İki huy da vardır ki ALLAH onlardan nefret eder. ALLAH´ın sevdiği iki ahlâka gelince, birincisi güzel ahlâk, ikincisi cömertliktir. ALLAH´ın buğzettiği iki ahlâk ise, birisi kötü ahlâk, ikincisi cimriliktir. ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı murad ederse onu insanların ihtiyaçlarını yerine getirmekte kullanır.56 Mikdam b. Şureyh57 babasından, o da babasından rivayet ederek şöyle diyor: "Hz. Peygamber´e ´Beni cennete götürecek bir amele muttali kıl!´ deyince, cevap olarak ´Muhakkak ki yemek yedirmek, selâmı yaymak ve güzel konuşmak mağfireti gerektiren hasletlerdendir´ buyurdu".58 Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu riva-yet eder: Cömertlik, cennette bulunan bir ağaçtır. Cömert olan bir kimse, o ağacın bir dalına yapışmıştır. O dal onu cennete sokuncaya kadar bırakmaz! Cimrilik ateşte biten bir ağaçtır. Cimri olan bir kimse onun dallarından birine tutunmuştur. O dal onu cehenneme sokuncaya kadar bırakmaz.59 Ebu Said el-Hudrî Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır. Fazileti, kullarımın şefkatlilerinde arayın ki onların sayesinde yaşayın! Çünkü ben rahmetimi onların kalbine koydum! Şefkati, kalpleri katı olanlardan istemeyin. Çünkü ben onların kalplerine öfkemi koydum.60 İbn Abbas Hz. Peygamber´in (s,a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömert bir kimsenin günahından vazgeçin! Çünkü ALLAH Teâlâ bile, o cömert kulu kaydıkça onun elinden tutar.61 Rızık yemek yedirene devenin gırtlağına saplanan bıçaktan daha süratle varır. ALLAH Teâlâ, yemek yedirenle meleklerine karşı öğünür.62 ALLAH cömerttir, cömerdi sever. Güzel ahlâkı sever. Düşük ahlâktan nefret eder.63 Enes (r.a) der ki, Hz. Peygamber (s.a) müslüman olmak muka-bilinde herhangi birşey kendisinden istenirse veriyordu. Bir kişi kendisine geldi ve bir şeyler istedi. Bunun üzerine zekât koyunlarından iki dağın arasını dolduracak kadar koyun verilmesini emretti. Bunun üzerine adam kavmine döndü ve dedi ki: ´Ey kavmim! Müslüman olunuz! Çünkü Muhammed, fakirlikten korkmayan bir kimsenin verdiği gibi veriyor!´64 ALLAH Teâlâ birçok kullarına, kulların faydası için servet ihsan eder. Bu bakımdan kim cimrilik yapar, o faydaları kullara göstermezse ALLAH Teâlâ serveti ondan alır, başkasına devreder!65 El-Hilâlî´den06 şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber´in huzuruna Benî Anber67 esirleri getirildi. Onların öldürülmesini emretti. Ancak onlardan bir kişiyi ayırdı. Bunun üzerine Hz. Ali dedi ki: ´ALLAH birdir, din birdir, günah birdir. O halde bu kişiyi onların arasından neden ayırdın?´ Cevap olarak Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Cebrâil (a.s) bana vahiy getirerek şöyle dedi: ´Bunları öldür! Fakat bunu öldürme! Çünkü ALLAH, bu kişide bulunan cömertlikten dolayı bir teşekkür olsun diye onu affetti´.68 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak herşeyin bir meyvesi vardır. İyiliğin meyvesi de iyilik yapılanı bekletmemek ve hemen ihtiyacını görmektir.69 İbn Ömer Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömerdin yemeği deva, cimrinin yemeği hastalıktır.70 ALLAH´ın nimeti kimin katında büyümüşse, halkın nafakası da onun üzerinde büyümüştür.71 Bu bakımdan o nafaka ve zahmeti yüklenmeyen bir kimse kendisine verilen o nimeti zevale maruz bırakmıştır. Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ateşin kendisini yemediği şeyden çok edinin´. Kendisine o şeyin ne olduğu soruldu. Cevap olarak İyilik yapmaktır!´ dedi. Hz. Âişe Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder: Cennet cömertlerin evidir.72 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Cömert bir kimse ALLAH´a yakındır. İnsana yakındır. Cennete yakın ve cehennemden uzaktır. Cimri bir kimse de hem ALLAH´tan, hem insandan, hem de cennetten uzak ve cehenneme de yakındır. Câhil bir cömert, ALLAH katında cimri bir âlimden daha sevimlidir. Hastalığın hastalığı cimriliktir.73 İyilik ehli bir kimseye de, iyilik ehli olmayana da iyilik yap! Eğer ehline tesadüf ederse ne âlâ! Eğer ehline tesadüf etmezse muhakkak sen iyilik ehlindesin.74 Muhakkak ki ümmetimin halis kullarından bir grup, cennete namazla, oruçla girmiş değildirler. Fakat cennete nefislerinin cömertliği, gönüllerinin selâmeti ve müslümanlar için yapmış oldukları nasihattan dolayı girmişlerdir.75 Ebu Sâid el-Hudrî Hz, Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH (c.c) iyilik için mahlukatından bir grubu hazırlayıp yaratmıştır. Onlara iyiliği ve iyilik yapmayı sevdirmiştir. İyiliği arayanları onlara yöneltmiş, vermeyi onlara kolaylaştırmıştır. Tıpkı kurak bir memlekete yağmur gönder mek sûretiyle o memleketi ve o memleketin halkını dirilttiği gibi..76 Her iyilik sadakadır. Kişinin, kendi nefsine, aile fertlerine infak ettiği herşey kişi için sadaka sayılır. Kişinin, kendisiyle şerefini koruduğu şey, kişi için sadakadır. Kişinin infak ettiği nafakanın yerini doldurmak ALLAH´a düşer.77 Her iyilik sadakadır. Hayra delâlet eden (önderlik yapan) hayır yapan gibidir. ALLAH Teâlâ, mahzun ve sıkıntıda olan kimsenin yardımına koşmayı sever.78 Zengine veya fakire yaptığın her iyilik sadakadır.79 Rivayet ediliyor ki, ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahiy göndererek ´Sâmirî´yi80 öldürme! Çünkü o cömerttir!´ dedi. Cabir der ki, Hz. Peygamber (s.a), Kays b. Sa´d b. Ubade kumandasında bir birlik gönderdi. Bunlar cihad ettiler. Kays onlara dokuz tane binilen deve kesti. Onlar Medine´ye gelince bu hâdiseyi Hz. Peygamber´e naklettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Muhakkak ki cömertlik o ailenin ahlâkındandır.81 Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri Hz. Ali şöyle demiştir; ´Dünya sana yöneldiği zaman ondan infak et! Çünkü o, infak etmekle yok olmaz. Dünya senden uzaklaştığı zaman ondan infak et! Çünkü o senin elinde kalmaz´. Sonra Hz. Ali şu şiiri okudu: Dünya sana yöneldiği halde onu vermekle cimrilik yapma! Çünkü onu israf ve tebzir eksiltmez! Eğer dünya sana arka çevirirse, o zaman onunla cömertlik yapman daha uygun olur. Çünkü ondan dolayı övülmek, o insana sırt çevirdiği zaman onun halefi olup yerine geçer. Muaviye, Hz. Hasan b. Ali´den mürevvet, necdet ve kerem´in mânâsını sordu. Hasan (r.a) şöyle cevap verdi: ´Mürevvet, kişinin dinini muhafaza etmesi, nefsini sakındırması, misafirine karşı vazifesini güzelce yapması, nefsin kerih saydığı şeyde güzel bir tarzda ilerlemesi demektir. Necdet´e gelince, komşuyu korumak, tehlikeli yerlerde sabır göstermek demektir. Kereme gelince, istenmeden iyilik yapmak, yerinde (kıtlıkta) yedirmek, isteyene vermekle beraber şefkat göstermek demektir´. Bir kişi, Hz. Ali´nin oğlu Hasan´a bir kâğıt uzattı. Hz. Hasan kâğıdı okumadan önce ona ´Senin ihtiyacın görülmüştür!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan´a denildi ki: ´Ey Rasûlullah´ın torunu! Keşke onun kâğıdına baksaydın! Sonra kâğıttaki miktara göre cevap verseydin!´ Hz. Hasan şöyle dedi: ´Onun huzurumdaki duruşunun zilletinden dolayı kâğıdı okuyuncaya kadar bekletirsem ALLAH Teâlâ benden sual sorar´. Muhammed b. Sebih b. Semmet el-Bağdâdî şöyle demiştir: ´Köleleri malıyla satın alıp, hür kimseleri iyiliğiyle satın almayan bir kimsenin aklına şaşarım´. Bedevilere ´Sizin efendiniz kim?´ diye soruldu. Cevap olarak ´Kim bizim küfretmemize katlanır, dilencimize verir, câhilimize göz yumarsa odur´ dediler. Hz. Hüseyin´in oğlu Ali Zeynelâbidin (r.a) şöyle demiştir: ´Kim malını isteyenlere vermeye niyetleniyorsa o kimse cömert sayılmaz. Cömert o kimsedir ki ALLAH´a ibâdet edenlerden ve ALLAH´ın hukukundan başlar. Buna karşılık teşekkür bile beklemez! Çünkü onun ALLAH´ın sevabına olan yakîni tam ve eksiksizdir´. Hasan Basrî´ye denildi ki: -Cömertlik nedir? -Malınla ALLAH yolunda cömertlik yapman! -Hazım nedir? -ALLAH yolunda malını israftan menetmek! -İsraf nedir? -Riyaset sevgisi için malı infak etmek! Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle demiştir: ´Akıldan daha iyi bir mal, ce haletten daha büyük bir musibet ve müşavere gibi bir dayanak nok-tası yoktur!´ ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ki ben cevvad ve kerîmim. Alçak bir kimse be-nimle komşuluk yapamaz. Alçaklık küfürdendir. Küfür ehli ise ateştedir. Cevvadlık ve kerem imandandır, iman ehli ise cennettedir. Huzeyfe (r.a) şöyle demiştir: ´Dini hususunda nice fâcir vardır ki maişetinde cömerttir, cennete de cömertliğinden dolayı girer!´ Rivayet ediliyor ki; Ahmed b. Kays bir kişiyi elinde bir dirhem olduğu halde gördü ve şöyle sordu: ´Bu dirhem kimindir?´ Kişi ´Benimdir!´ dedi. Bunun üzerine Ahmed dedi ki: ´Senin elinden çıkmadıkça senin değildir!´ Bu mânâda şöyle denilmiştir: ´Malı elinde tuttuğun zaman sen onun hizmetçisisin. Onu infak ettiğin zaman, mal senin hizmetçindir´. Vâsıl b. Ata´ya gazzal denilmiştir. Çünkü Vâsıl, iplik eğirenlerin yanında ve çarşılarda otururdu. Birşey almak isteyen zayıf bir kadın gördüğü zaman ona birşey verirdi. Abdülmelik b. Said el-Esmâî şöyle anlatıyor: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin´e bir mektup yazarak şairlere verdiği maldan dolayı kendisini kınadı. Hz. Hüseyin, ağabeyine cevap olarak şöyle yazdı: ´Malın en hayırlısı odur ki onunla insan şerefini korur!´ Süfyan b. Uyeyne´ye ´Cömertlik nedir?´ diye soruldu. Cevap ola-rak şöyle dedi: ´Arkadaşlara iyilik yapmak ve mal ile cömertlik etmek demektir´. Dedi ki: ´Benim babam elli bin dirhem veraset elde etti. Onu keseler halinde arkadaşlarına gönderdi ve dedi ki: Ben ALLAH Teâlâ´dan arkadaşlarım için namazımda cennet istiyordum. O halde nasıl olur da kendilerine cennet istediğim kimselere karşı cimrilik yapabilirim´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Mevcut olan malın verilmesi cömertliğin son zirvesidir´. Hukemânın birine ´Senin nezdinde insanların en sevimlisi kimdir?´ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: İyilikleri çok olan kimsedir!´ ´Eğer birşeyi yoksa?´ denilince, cevap olarak şöyle dedi: ´O kimse ki onun yanında iyiliklerin çok olur!´ Abdülâziz b. Mervan şöyle dedi: ´Kişi kendisine iyilik yapmam için bana imkân verdiği zaman, bence bu imkândan dolayı onun yapmış olduğu iyilik, benim ona yapmış olduğum iyiliğe eşittir´. Mehdî82, Şeybe b. Şebîb´e83 ´Halkı benim evimde nasıl gördün?´ diye sordu. Şebîb şöyle cevap verdi: ´Ey mü´minlerin emiri! Onların her biri ümitlenerek giriyor, razı olarak çıkıyor!´ Bir kimse Abdullah b. Câfer´in yanında misal getirerek şöyle dedi: ´İyilik, ancak onunla iyilik yolu elde edilirse iyilik olur. Bu bakımdan bir iyilik yaptığın zaman o iyiliği ALLAH için veya akraban için yap veyahut bırak!5 Bunun üzerine Abdullah b. Câfer dedi ki: ´Bu okuduğun iki beyit halkı cimrileştirir! Lakin iyiliği yağmur gibi yağdır! Eğer şerefli kimselere isabet ederse onlar iyiliğin ehlidirler. Eğer alçak kimselere isabet ederse sen onun ehli olursun!5 ___________________________________ 52)İbn Hibban, Zuafâ; İbn Adîy; Dârekutnî 53)Dârekutnî 54)Dârekutnî; İbn Cevzî, Mevzuat 55)Ebu Yâ´lâ; İbn Hibban, Zuafâ 56)Deylemî 57)Adı Mikdam b. Şureyh b. Hani b. Yezid el-Hârisî´dir. Kûfeli ve güvenilir bir zattır. 58)Taberânî 59)Dârekutnî 60)İbn Hibban, Zuafâ; Harâitî, Taberânî 61)Taberânî 62)İbn Mâce 63)Harâitî, Mekârim´u1-Ahlâk 64)Müslim 65)Taberânî, Ebu Nuaym 66)Benî Hilâle mensuptur. 67)Temim´den bir boydur. Peygamberlik iddia eden meşhur kadın Seccah bu kabiledendir. 68)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. 69)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. 70)İbn Adîy, Dârekutnî 71)İbn Adîy, İbn Hibban 72)İbn Adîy, Dârekutnî 73)Tirmizî 74)Dârekutnî 75)Dârekutnî 76)Dârekutnî 77)İbn Adiy, Dârekutnî, Harâitî, Beyhâkî 78Dârekutnî 79)Dârekutnî 80)İsrailoğulları´ndandır, kıssası Kur´an´da zikredilmiştir. Bu kimseye mensup olan yahudiler Hz. Dâvud´un peygamberliğini inkar ederler. Ondan sonraki peygamberleri de kabul etmezler. Hz. Musa´dan sonra peygamber olmadığına inanırlar. 81)Dârekutnî 82)Adı Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Abdullah b. Abbas´dır. 83)Adı Şebib b. Şeybe b. Abdullah et-Temimî el-Basrî´dir. Fesâhetinden ötürü Hatib lakabını almıştır. 84)Bu hanım Hz. Âişe´nin azatlısıdır. |
|
|
|
#5 |
|
Cömertliğin ve Cimriliğin Dereceleri ve Hakikati
Soru: Şer´î delillerle biliyoruz ki cimrilik insanı helâk eder. Fakat cimriliğin haddi, tarifi nedir ve insanoğlu ne ile cimri olur? Yeryüzünde hiçbir insan yoktur ki kendisini cömert görmesin. Oysa aynı adamı başkası cimri görür. Bazen de bir insandan herhangi bir fiil görünür ve bu fiil hakkında çeşitli görüşler olur. Bir grup bu cimriliktir der. Başkaları bu cimrilik değildir der. Malı sevmeyen, malı tutup korumayan hiçbir insan yoktur. Eğer insan malı tutmasıyla cimri oluyorsa o halde hiç kimse cimrilikten kurtulamaz. Eğer malı tutmak, mutlaka cimriliği gerektirmiyorsa, bu takdirde de cimriliğin mânâsı mal tutmaktan başka birşeydir. O halde insanoğlunun helâk olmasını gerektiren cimrilik ne demektir? İnsanoğlunun cömertlik sıfatına ve bu sıfatın sevabına müstehak olacağı cömertliğin târifi nedir? Cevap: Bazıları; cimriliğin tarifi hakkında ´Vacibi vermemektir´ demişlerdir. Bu bakımdan kim farz olanı edâ ederse, o kimse cimri değildir. Fakat bu târif efradını câmi, ağyarını mâni bir târif değildir. Çünkü mesela kasaptan satın aldığı eti bir habbe veya yarım habbe eksiğine iade eden,, ekmeği bu şekilde fırıncıya geri veren bir kimse, bütün âlimlerin ittifakıyla cimri sayılır. (Oysa vacibi terketmiş değildir!) Yine çoluk çocuğuna, kadı tarafından tesbit edilen miktarı teslim eden, sonra o miktardan bir lokma hususunda veya malından yemiş oldukları bir hurma hususunda onları sıkan bir kimse cimri sayılır. (Oysa vâcib miktarda darlık yapmamıştır!) Önünde bir ekmek bulunan ve bu esnada kendisiyle beraber ekmeği yiyeceğini zannettiği bir kimseden o ekmeği gizleyen de cimri sayılır! (Oysa başkasını o ekmeğe ortak yapmak kendisine vâcib değildir.) Başkaları da demişlerdir ki: ´Cimri o kimsedir ki vermek kendisine zor gelir´, Bu târif de, birinci târif gibi ek(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)(Uygunsuz kelime. Yönetimle irtibata geçiniz). Çünkü bu târifi yapan kişi, eğer bununla ´her türlü vermenin kendisine zor geldiğini´ kastediyorsa, nice cimriler vardır ki az vermek kendilerine hiç de zor gelmez. Bir habbeyi veya ona yakın bir miktarı ver-mek gibi... Fakat bundan fazlasının verilmesi kendisine zor gelir. Eğer ´Birtakım şeyleri vermek kendisine zor geliyor´ mânâsını kastediyorsa, nice cömertler vardır ki birtakım şeylerin verilmesi kendisine zor gelir. Bütün servetini kapsayan veya külliyetli bir mal teşkil eden vergi gibi... Bu miktarın verilmesi, cömert bir kimseye de zor gelir. Fakat bu onun cimriliğini gerektirmez. Böylece cömertlik hakkında da konuşmuşlardır. Bu bakımdan denilmiştir ki: ´Cömertlik başa kakmaksızm vermek ve düşünmeksizin ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermektir´ ve yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, karşı taraftan bir istek olmaksızın verdiğini azımsamak şartıyla vermektir´. Yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, dilenciyi hoş karşılamak, mümkün olanı gönülden vermek demektir´. Yine denilmiştir ki: ´Cömertlik, malın ALLAH için olduğunu, kulun ALLAH için olduğunu, ALLAH´ın kulu ALLAH´ın malını veriyor zihniyetiyle ve fakirliği düşünmeksizin vermek demektir´. Şöyle denilmiştir: ´Malın bir kısmını veren, bir kısmını da kendisine bırakan cömerttir. Çoğunu veren, azını bırakan, daha cömerttir. Meşakkate göğüs gerdiren, başkasını mal sarfetmek hususunda nefsine tercih eden îsâr sahibidir. Hiçbir şey vermeyen ise cimridir!´ Bütün bu sözler, cömertlik ve cimriliğin hakikatini kapsama-yan kelimeler ve cümlelerdir. Biz deriz ki; mal, bir hikmet ve maksat için yaratılmıştır. O da halkın ihtiyaçlarına elverişli olmasıdır. Malı, sarfedilmesi için yaratılmış olduğu maksada sarfetmemek mümkün olduğu gibi, iyi bir yere sarfetmesi de mümkündür. Adaletle malda tasarruf etmek; korunması gereken yerde malı korumak, verilmesi gereken yerde malı vermek demektir. Bu bakımdan vermenin farzolduğu bir yerde malı vermemek cimriliktir. Vermemenin farz olduğu bir yerde vermek, tebzir ve israftır. Bunların arasında normal bir durum vardır. O da dinen övülen durumdur. Cimrilik ve cömertliğin bu orta yoldan ibaret olması uygundur; zira Hz. Peygamber cömert davranmakla emrolunmuştur. Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de açma (israf etme ki) sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.(İsrâ/29) . Ve harcadıkları zaman israf etmezler, Sıkılık da yapmazlar! Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur!(Furkan/67) Cömertlik, israf ile cimrilik arasında normal bir durumdur. Eli tamamen açmak ile tamamen kapatmak arasında vasat bir keyfiyettir. Şöyle ki: Verdiğini de, aldığını da vacib olan nisbet ve oranda ayarlar. Kalbi bunu seve seve yapmadıkça, âzalarıyla yapması yeterli olmaz! Kalbi kendisiyle münakaşa ve çekişme yapmaksızın âzalarıyla bunu yaparsa yeterli olur. Eğer vermek gereken yerde verirse, nefsi bir türlü buna razı olmazsa ve o da nefsiyle mücadele ederek veriyorsa, böyle bir kimse cömertliğe kendisini zorlayandır. Hakiki cömert değildir. Kalbinin mal ile âlakası, malı gereken yere sarfetmesi bakımından olmalıdır. Soru: Böyle olmak, vâcibi bilmeye bağlıdır. Bu bakımdan hangi malın verilmesi vâcibtir? Cevap: Vâcib iki kısımdır: Şer´an vâcib olan, mürüvvet ve âdetçe vâcib olandır. Cömert o kimsedir ki şer´an vâcib olanı terketmediği gibi mürüvvetçe vâcib olanı da terketmez. Eğer bunların birini terkederse cimri olur. Fakat şer´an vâcib olanı terkeden daha cimridir. Zekâtı vermeyen, çoluk çocuğunun nafakasını vermeyen veyahut da nefsine ağır gelerek ödeyen kimse gibi... Böyle bir kimse tabiaten cimridir. Ancak zoraki bir şekilde cömertlik yapar veyahut malın haram kısmından vermek ister. Yahut da malının helâl kısmından veya iyi kısmından vermeye kalbi razı olmaz. İşte bunların hepsi cimriliktir. Mürüvvetçe verilmesi farz olana gelince, o müzâyaka yapmayı, hakir şeyleri bile saymayı terketmek demektir. Çünkü müzâyaka yapmak, ufak şeyleri sorup saymak çirkin bir harekettir. Bunun çirkinliği de durumlara ve şahıslara göre değişir. Bu bakımdan malı çoğalan bir kimsenin böyle yapması, fakirin yapmasından daha çirkin kaçar. Yabancılara karşı tatbik etmesi, çoluk çocuğuna, akraba ve taallûkatına ve kölelerine karşı tatbik etmesinden daha kolay olur. Komşusuna tatbik etmesi, uzak bir kimseye tatbik etmesinden daha çirkindir. Misafirlik hususunda gösterilen müzâyaka, muamelede gösterilen müzâyakadan daha çirkeftir. Bu bakımdan bu durum, ziyafet veya muamelede, içine sıkılık ve müzâyaka karışan şeylerde değişik manzaralar arzeder. Bir de müzâyaka (sıkıştırma) aleti olan yemek veya elbise de değişir; zira başka şeylerde çirkin sayılmayan sıkılık, yemekte gösterildiği zaman çirkin sayılır. Meselâ kefen, kurban veya sadaka ekmeği almakta gösterilen sıkılık, başka şeyleri almada gösterilen sıkılıktan daha kötü ve çirkindir. Kendisine karşı müzâyaka gösterene karşı da değişik manzaralar arzeder. Dost veya kardeş veya yakını veya hanımı, evladı veya yabancı bir kimseye karşı gösterilen sıkılıklar değişik hükümler alır. Bu sıkılıkları gösteren kimselere göre de durumlar değişir. Çocuk, kadın, ihtiyar, genç, âlim, cahil, zengin veya fakir, bunların herbirinin gösterdiği sıkılık, ayrı bir çirkinlik taşımaktadır. Bu bakımdan cimri o kimsedir ki tutması gereken yerde malı tutar. Bu tutmanın gerekmesi de ya şer´î hükümle veya mürüvvet hükmüyledir. Bunun miktarını kesinlikle belirtmek mümkün değildir. Cimriliğin tarifi malın depo edilmesinden daha mühim olan bir hedefe malı sarfetmektir; zira dinin korunması, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan zekât ve nafakayı vermeyen bir kimse cimridir. Mürüvveti korumak, malı korumaktan daha mühimdir. Bu bakımdan kendisine karşı sıkılığın iyi olmadığı, ona karşı kıymetsiz işlerde sıkılık gösteren bir kimse mal sevgisinden dolayı mürüvvet perdesini yırtmış cimri bir kimsedir. Sonra başka bir derece kalır. O da şudur: Kişi vacibi edâ eder, mürüvveti korur. Fakat yine de birçok malı vardır. O fazla malı sadakaya ve ihtiyaç sahiplerine sarfetmez. Bu bakımdan burada zamanın felâketlerine karşı malın kendisine kurtuluş vesilesi olması için korunması ile âhiret derecelerinde yücelmesi için sevab elde etmek maksadı arasında çatışma vardır. Malı böyle bir hedefe sarfetmekten esirgemek akıllılar nezdinde cimriliktir. Fakat halk tabakası nezdinde cimrilik değildir. Çünkü halk tabakasının bakışı, dünya lezzetlerine dönüktür... Onlar malı zamanın felâketlerine karşı hazır bir şekilde bekletmeyi daha mühim görürler. Buna rağmen bazen halk tabakasının gözünde de böyle bir kimsede cimrilik alâmeti görülür. Şöyle ki, yakınında muhtaç bir kimse varken ona birşey vermez ve der ki: ´Ben vâcib olan zekâtımı edâ ettim. Zekâttan başka da birşey vermek bana gerekmez!´ Bunun çirkinliği, malın miktarına, ihtiyaç sahibinin ihtiyacının şiddetine, dinin salâhına ve müstehak olmasına göre değişir! Bu bakımdan şer´an vâcib olanı edâ eden ve kendisine uygun olan mürüvvetin gereğini veren bir kimse, cimrilikten kurtulmuştur. Evet! Bundan fazlasını, fazileti elde etmek ve yüksek derecelere ulaşmak için vermedikçe cömertlikle nitelenemez. Ne zaman nefsi, şeriatın gerektirmediği yerde mal vermeye yanaşırsa, âdetçe de vermediği takdirde kınanmayacaksa ve buna rağmen veriyorsa, o zaman vermiş olduğu mal nisbetinde cömert sayılır. Bunun dereceleri sayılamayacak kadar çoktur. İnsanların bir kısmı diğerinden daha cömerttir. Bu bakımdan âdet ve mürüvvetin gerektiğinden fazlasını verip iyilik yapmak cömertliktir. Fakat verileni gönülden vermek şartıyla. Herhangi bir istekten, gelecekte bir hizmet ümidiyle veya mükâfat veyahut teşekkür ve övülmek maksadıyla vermemesi de gerekir. Çünkü verdiğiyle teşekkür ve övülmeyi bekleyen bir kimse cömert değil de alışverişçi olur; zira o övmeyi malıyla satın almış olur. Övülmek lezzetlidir ve istenen bir şeydir. Cömertlik ise karşılıksız vermektir. İşte hakîkat budur. Böyle karşılıksız vermek ancak ALLAH Teâlâ´dan tasavvur edilebilir. İnsanoğluna gelince, ona mecaz yoluyla cömert denilir; zira insanoğlu herhangi birşeyi bir gaye için verir. Fakat onun gayesi ahiretteki sevaptan veya cömertlik faziletini elde etmekten, nefsi cimrilik rezaletinden temizlemekten başka birşey değilse, onun yaptığına cömertlik denir. Eğer meselâ, sövgüden veya halkın kınamasından veya kendisine iyilik yapacağı kimseden bir fayda umduğundan cömertlik yapıyorsa, bütün bunlar cömertlikten sayılmazlar. Çünkü bu iteleyici sebepler onu bu şekilde yapmaya mecbur etmiştir. Bunlar ise iyilik karşılığında aceleyle verilen bedellerdir. Böyle bir kimse cömert değil de alışverişci olur. İbâdetle iştigal eden bir hanımdan rivayet ediliyor ki, Hibban b. Hilâl131 arkadaşlarıyla beraber otururken bu kadın onun yanında durakladı ve şöyle dedi: -Acaba içinizde kendisinden bir sual soracağım kimse var mı? -İstediğini sorabilirsin.Hibban b. Hilâl´e işaret ettiler. Bunun üzerine kadın şöyle sordu: -Sizce cömertlik nedir? -Vermek ve arkadaşını nefsine tercih etmektir. -Bu, dünyadaki cömertliktir. Acaba dindeki cömertlik nedir? -Bizim zoraki bir şekilde değil, nefislerimizin isteğiyle ALLAH´a ibâdet etmemizdir. -Siz bu ibâdetten dolayı ALLAH´tan bir ücret talep ediyor musunuz? -Evet! -Neden? -Çünkü ALLAH bize bir haseneye karşı on hasene vereceğini va´detmiştir de ondan... -Hayret! Siz bir verip de on aldığınız zaman acaba ALLAH´a karşı ne ile cömertlik yapmış oluyorsunuz? -ALLAH sana rahmet eylesin! Senin nezdinde cömertlik nedir? -Bence cömertlik, ALLAH´a ibâdetle lezzetlenerek, nimetlenerek, isteyerek ibâdet etmeniz ve bunun karşılığında bir ücret talep etmemenizdir ki mevlânız size dilediğini tatbik etsin. ALLAH´tan utanmaz mısınız ki ALLAH Teâlâ kalbinize muttali olup kalbinizden ibâdete karşı ne talep ettiğinizi bilir! Böyle bir istek dünyada bile çirkindir. İbâdet eden kadınlardan birisi şöyle demiştir: ´Siz cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olduğunu mu sanıyorsunuz?´ Dinle-yenler ´Ya cömertlik neyle olur?´ dediler. Kadın ´Bence cömertlik, kalbi ALLAH´a vermektir´ dedi. Muhasibi şöyle demiştir: ´Din hususundaki cömertlik, nefsinle cömertlik yapmandır. Onu ALLAH için helâk etmendir. Kalbini ve gönlünü ALLAH´a vermeye, kanını ALLAH için dökmeye, çekinmeksi-zin seve seve razı olmandır. Aynı zamanda bundan bir sevab, -her ne kadar sevaba muhtaç isen de- beklememendir. Fakat kalbine ALLAH´a karşı seçmeyi terketmekle cömertliğin kemâlinin güzelliği galip gelir ki mevlân senin için, senin seçmekten âciz olduğunu seçsin!´ _____________ 131) Basralı olan bu zata aynı zamanda el-Kenâni de denir. H. 212´de Ramazan ayında Basra´da vefat etmiştir. |
|
|
|
#6 |
|
Cimrilik Hakkında Hikâyeler
Basra´da zengin ve cimri bir kişi vardı. Komşularından biri kendisini davet etti. Kendisine yumurtalı kıyma takdim etti. O yumurtalı kıymadan fazlasıyla yedi. Bir taraftan yiyor, bir taraftan su içiyordu. Sonunda karnı şişti. Bundan dolayı üzerine bir ağırlık çöktü ve kıvranmaya başladı. Son raddeye vardığı zaman durumunu doktora söyledi. Doktor ´Önemli değil, yediğini kusmak suretiyle çıkar, kurtulursun!´ dedi. Adam ´Yumurtalı kıymayı kusmak suretiyle nasıl çıkarayım? Ölürüm daha iyi´ dedi. Bir bedevi birini aramaya geldi. Aranan kişinin önünde incir vardı. Bedeviyi görünce inciri abasıyla örttü. Bedevi oturdu, adam bedeviye şöyle dedi: -Sen Kur´an´dan birşey biliyor musun? -Evet!Sonra ´Ve´z-zeytûni ve tûr-i sînîn...´ diye Tin sûresini okumaya başladı. Bunun üzerine kişi bedeviye dedi ki: -Hani surenin başındaki Vettîni kelimesi? -(Latifeyle) Tin (incir) senin abanın altındadır. Zatın biri bir arkadaşını davet etti ve ona birşey. yedirmedi. Onu ikindi zamanına kadar evde bekletti. Adam iyice acıktı. Neredeyse delirecekti. Bunun üzerine ev sahibi ud´u eline aldı ve ona dedi ki: ´Hayatımla sana yemin verdiriyorum, sen hangi makamı seviyorsan ben o makamda çalayım!´ Adam cevap olarak ´Kavrayan etin sesini istiyorum!´ dedi. Hikâye olunuyor ki, Muhammed b. Yahya b. Halid el-Bermekî126 cimri, hem de kötü bir cimriydi. Bunun üzerine onun bu halini bilen ve arası iyi olan bir arkadaşından durumu soruldu. Ona biri ´Onun sofrasını bana anlat´ deyince, arkadaşı ´Onun sofrası bir kulaç çapındadır. Onun tabakları haşhaşın tanelerinden delinmiştir!´ dedi. Denildi ki: - O sofraya kim gelip hazır bulunuyor? - Kiramen kâtibin melekleri! -O halde onunla beraber kimse yemek yemiyor mu? -Evet! Sinekler beraber yiyorlar! -Sen onun en yakın adamı olduğun halde senin avretin görünüyor, elbisen de yırtık! -ALLAH´a kasem ederim, ben elbisemi dikmek için bir iğneye bile sahip değilim. Muhammed´in elinde Bağdad´dan Nevbe´ye kadar uzanan bir ev olsa, o ev iğnelerle tıka basa dolu olsa, Cebrâil ile Mîkâil (a.s) beraberlerinde Yakub peygamber olduğu halde gelse,Muhammed´den Aziz´in hanımının yırttığı Yusuf´un (a.s)gömleğini dikmek için ödünç bir iğne isteseler yine vermez! Denildi ki, Mervan b. Ebu Hafsa, cimriliğinden et yemiyordu. Ta ki, fazlasıyla iştahı çekinceye kadar... Fazlasıyla iştahı çektiği zaman hizmetçisini gönderir, bir baş aldırır, baş yerdi. Kendisine denildi ki: -Ne oluyor? Yaz kış daima baş yediğini görüyoruz? Neden böyle yapıyorsun? -Ben başın fiyatını biliyorum. Hizmetçinin bana ihanet edeceğinden eminim. Başta beni kandırmaya gücü yetmiyor ve bir de baş, hizmetçinin pişirip de ondan yiyeceği birşey değildir. Çünkü eğer hizmetçi bir gözüne, veya kulağına veya yanağına dokunsa derhal anlarım. Bir de baştan birkaç çeşit et yiyorum. Gözü bir çeşit, kulağı diğer bir çeşit, dili bir çeşit. Hulkumu bir çeşit, beyni başka bir çeşit! Bütün bunlarla beraber pişirmek masrafından da kurtulmuş oluyorum. İşte benim için başta bu kadar faydalar vardır. Bundan dolayı baş yiyorum. Birgün bu zat Halife Mehdî´nin huzuruna gitmek üzere çıktı. Aile efradından bir kadın kendisine dedi ki: ´Eğer sen halifeden caize ve hediye alıp da dönersen bana ne vereceksin?´ Cevap olarak dedi ki: ´Eğer bana yüz bin dirhem verilirse sana bir dirhem vereceğim!´ Kendisine altmış bin dirhem verilince gelip o kadına dört danik verdi (tam bir dirhem vermedi). Bir ara bir dirhemle et aldı. O gün bir dostu kendisini evine davet edince, eti götürüp ka-saba bir danik eksiğine geri verdi ve dedi ki: ´Ben israftan hoşlanmam!´ A´meş´in bir komşusu vardı. Bu komşusu daima A´meş´e evine gitmeyi, orada bir parça ekmek ile tuz yemeyi teklif ediyordu. A´meş de gitmiyordu. Birgün yine aynı teklifi yaptı. O gün de A´meş´in açlığına denk geldi ve haydi gidelim dedi. A´meş adamın evine gitti. Adam A´meş´e ekmek ile tuz ikram etti. O esnada bir di-lenci geldi. Ev sahibi dilenciye ´ALLAH versin´ dedi. Buna rağmen dilenci tekrar istedi. Ev sahibi tekrar ´ALLAH versin´ dedi. Dilenci üçüncü defa isteyince ´Git! Aksi takdirde ALLAH´a yemin ederim sopa ile gelirim´ dedi. Râvi der ki: A´meş dilenciyi çağırdı ve ´Git! ALLAH´a yemin ederim, ben bu adamdan daha fazla sözünü tutan bir kimseyi görmedim. O, uzun bir zamandan beri beni bir parça tuz ekmek yemeye davet ediyordu. ALLAH´a yemin ederim ondan başkasını bana ikram etmedi!´ diye ikazda bulundu. 26) Hâlid b. Bermekî ateşperestti. Sonra müslüman oldu. Oğlu Ebu Ali Yahya zengin idi. Sonra Abbasilerin veziri oldu. |
|
|
|
#7 |
|
Cimriliğin Kötülenmesi
Ayetler Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.(Tegâbün/16) ALLAH´ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Aksine o kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.(Âlu İmran/180) Bunlar öyle insanlardır ki cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği tavsiye ederler ve ALLAH´ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. (Biz de) o nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.(Nisâ/37) Hadîsler Cimrilikten -kaçının! Çünkü sizden önce gelen ümmetleri helâk eden cimriliktir. Cimrilik onları, birbirlerinin kanını akıtmaya, birbirlerinin namus ve malını helâl saymaya zorladı.100 Cimrilikten kaçının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri çağırıp, birbirine kırdırıp kanlarını akıttı! Onları çağırdı. Bu bakımdan birbirlerinin haram olan haklarını helâl saydılar. Yine onları çağırdı. Aralarındaki rahmi (akrabalığı) kestiler.101 Cennete cimri, hilebaz, hain ve kötü ahlâklı kimse, kötülüğünün karşılığını görmedikçe girmez.102 Bir rivayette "diktatör kimse giremez´, başka bir rivayette de ´sadakasını başa kakan giremez´ diye vârid olmuştur. Üç haslet vardır. Onlar helâk edicidirler. İtaat edilen cimrilik, arkasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin kendini beğenmesi!103 Muhakkak ALLAH Teâlâ üç sınıftan nefret eder: Zina eden ihtiyar, iyiliğini başa kakan cimri, mütekebbir olan çoluk çocuk sahibi.101 Malını ALLAH yolunda infak edenle, cimrilik yapanın misâli, sırtında memelerinden boğazlarına kadar birer demir gömlek olan iki kişinin misâline benzer. İnfak eden bir kimseye gelince, infak ettiğinden ötürü gömleği bütün bedenini kaplar veya parmak boğumlarına kadar derisini örter. Cimri bir kimseye gelince, o hiçbir şeyi infak etmek istemez. Böylece gömleği daha kısalır ve demir gömlekteki her halka olduğu yere batar! Öyle ki gırtlağını sıkmaya başlar bir duruma gelir... Bu kimse onu genişletmek ister. Fakat o bir türlü genişlemez.105 İki haslet vardır. Onların ikisi mü´min bir kimsede biraraya gelmezler: Cimrilik ile kötü ahlâk...106 Ey ALLAHım! Ben cimrilikten sana sığınıyorum. Korkaklıktan sana sığınıyorum. Bunama derecesine gelen yaşlılıktan sana sığınıyorum.107 Zulümden kaçının! Çünkü zulüm, kıyamet gününde birçok karanlıklara sebep olur. Fâhiş konuşmaktan sakının! Çünkü ALLAH Teâlâ fâhiş konuşanı da, fâhişlik yapmayı kabul edeni de sevmez! Cimrilikten sakının! Çünkü sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik onlara yalan söylemeyi emretmiş, yalan söylemişler! Onlara zulmetmeyi emretmiş, zulmetmişler. Onlara sılayı rahmi kesmeyi emretmiş, sılayı rahmi kesmişlerdir.108 Kişide bulunan en şerli hasletler, obur bir cimrilik, şiddetli bir korkaklıktır.109 Hz. Peygamber zamanında biri öldürüldü. Bir kadın onun için ağlarken Ey şehid! diye bağırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: Onun şehid olduğunu nereden biliyorsun? O, kendisini ilgilendirmeyen konularda konuşur veya önemsiz birşeyi vermekte cimrilik yapardı!110 Cübeyr b. Mûtim şöyle anlatıyor: Biz Hz. Peygamber ile beraber Hayber´den dönüyorduk. O esnada bedeviler gelip Hz. Peygamber´den ısrarla birşeyler istediler. Öyle ki Hz. Peygamber´i bir ağaca sığınmaya mecbur ettiler. Hz. Peygamber´in abası ağaca takılıp omuzundan yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber durakladı ve şöyle dedi: Benim abamı veriniz! Nefsimi kudret elinde tutan ALLAH´a yemin ederim, eğer şu tümsekler kadar malım olsaydı, muhakkak sizin aranızda taksim ederdim. Beni ne cimri, ne yalancı, ne de korkak olarak göremezdiniz.111 Hz. Ömer (r.a) der ki: Hz. Peygamber (s.a) bir taksimat yaptı. Ben dedim ki: ´Bu maldan almayanlar, almak hususunda alanlardan daha müstehak idiler´. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Onlar fâhiş bir şekilde benden istemek veya cimrilik yapmak arasında beni serbest bırakırlar. Oysa ben cimri değilim´.112 Ebu Said el-Hudrî der ki: İki kişi Hz. Peygamber´in huzuruna girdiler. Hz. Peygamber´den bir deve parası istediler. Hz. Peygamber onlara iki dinar verdi. Onlar Hz. Peygamber´in huzurundan çıkarken Ömer b. Hattab (r.a) onlarla karşılaştı. Onlar Hz. Peygamber´i övdüler ve Hz. Peygamber´in kendilerine yapmış olduğu iyiliğe karşı teşekkür ettiler. Hz. Ömer içeri girdi, onların dediklerini Hz. Peygamber´e nakletti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: Filan adama on ile yüz arasında verdiğim halde böyle söylemedi. Biriniz benden istiyor, istediğini alıp kucağında saklayarak gidiyor. Oysa o ateştir. -O halde ateş olan bir şeyi neden onlara veriyorsun? -Onlar benden ısrarla istiyor. ALLAH Teâlâ da cimriliği bana yasaklamıştır. Bu yüzden veriyorum!113 İbn Abbas Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ömertlik ALLAH´ın cömertliğinden gelir. Bu bakımdan siz cömertlik yapın ki ALLAH da sizin için cömertlik yapsın! ALLAH Teâlâ cömertliği bir adam suretinde yaratmıştır. Onun başını Tubâ ağacının köküne yerleştirmiştir. Onun ağacını Sidret´ül-Münteha ağacıyla bağlamıştır. Onun bazı dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Bu bakımdan onun dallarından bir dala yapışan kimseyi o dal cennete götürür. Cömertlik imandandır. İman da cennettedir. ALLAH Teâlâ cimriliği de gadabmdan yaratmıştır. Onun başını zakkum ağacının köküne yerleştirmiştir. Bir kısım dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Onun dallarından birine yapışan kimseyi ateşe sokar. Muhakkak cimrilik küfürdendir. Küfür de ateştedir.114 Cömertlik bir ağaçtır, cennette biter. Bu bakımdan cennete ancak cömert olan bir kimse girer. Cimrilik bir ağaçtır, ateşte biter. Bu bakımdan ateşe ancak cimri bir kimse girer.115 Ebu Hüreyre´nin bir rivayetinde Hz. Peygamber (s.a) Benî Lihyan heyetine dedi ki: ´Ey Benî Lihyan! Sizin başınız kimdir?7 Dediler ki: ´Bizim başımız Cedd b. Kays´tır.116 Ancak kendisinde cimrilik vardır´. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Acaba cimrilikten daha korkunç hangi hastalık vardır? Sizin başınız Amr b. Cemuh´tur.117 Bir rivayette onlar dediler ki: -Bizim başımız Cedd b. Kays´tır. -Onu neden reis kabul ettiniz? -O malca hepimizden zengindir. Fakat biz buna rağmen onda cimrilik görüyoruz. -Acaba cimrilikten daha korkunç bir hastalık var mıdır? O sizin başınız olamaz! -O halde ey ALLAH´ın Rasûlü, bizim başımız kimdir? -Sizin başınız Bişr b. Bera´dır.118 Hz. Ali, Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: ALLAH, hayatında cimri, ölümü anında cömert olan bir kimseden nefret eder!119 Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Câhil bir cömert, ALLAH katında, cimri bir âbidden daha sevimlidir.120 Cimrilik ile iman bir kulun kalbinde biraraya gelmezler.121 Hiçbir mü´min için cimri olmak da, korkak olmak da uygun değildir.122 Bazılarınız ´Cimri, zâlimden daha zararsızdır ve daha mâzurdur´ der. ALLAH katında cimrilikten daha büyük bir zulüm yoktur. ALLAH Teâlâ izzet, azamet ve celâliyle yemin etmiştir ki cennete cimri ve eli sıkı olan kimse girmeyecektir.123 Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber Kâbe´yi ziyaret ediyordu. Baktı ki bir bir kişi Kâbe´nin örtüsüne yapışmış şöyle demektedir: -Bu beytin hürmetine benim günahımı bağışla! -Senin günahın nedir? -Benim günahımı kelimeler anlatamaz. -Rahmet olasıca! Senin günahın mı daha büyüktür, yoksa arz mı? -Belki benim günahım daha büyüktür! -Senin günahın mı, yoksa denizler mi daha büyüktür? -Günahım daha büyüktür. -Günahın mı büyük, yoksa gökler mi? -Günahım daha büyüktür! -Günahın mı daha büyüktür, yoksa arş mı? -Günahım daha büyüktür. -Günahın mı daha büyüktür, yoksa ALLAH mı? ALLAH daha büyük ve yücedir. -O halde rahmet olasıca, günahını bana anlat! -Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben servet sahibi bir kimseyim. Dilenci bana gelip, benden birşeyi istediğinde sanki beni bir parça ateşle karşılıyor. -Benden uzaklaş! Ateşinle beni yakma! Beni hidayet ve kerametle hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim, eğer sen Rükün (Kâbe´nin rükn-ü yemânisini kasdedi-yor) ile Makam (Makam-ı İbrahim) arasında durup ikibin sene namaz kılsan, sonra göz yaşlarından nehirler çıkıp akarcasına, ağaçlar sulanırcasma ağlasan, sonra cimri olduğun halde ölsen muhakkak ALLAH Teâlâ seni yüzü koyun ateşe atar. Rahmet olasıca! Bilmez misin cimrilik küfürdür? Muhakkak küfür de ateştedir. Rahmet olasıca!Bilmez misin ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Oysa kim cimrilik ederse kendi zararına cimrilik etmiş olur´.(Muhammed/39); ´Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtulanlardır´. (Teğâbün/16) Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri İbn Abbas (r.a) der ki: ALLAH Teâlâ, Adn cennetini yarattığı zaman ona süslen emrini verdi. O da süslendi. Sonra ona nehirlerini çıkar dedi. O da Selsebil, Kâfur ve Tesnîm çeşmelerini çıkardı. Bu çeşmelerden cennetlerde şarap, bal ve süt nehirleri aktı. Sonra cennete ´Tahtırevanların, gerdek odalarını, kürsülerini, süs eşyalarını, ziynetlerini ve elâ gözlü kadınlarını göster´ dedi. Onları da gösterdi. Sonra cennete baktı ve dedi ki konuş! Bunun üzerine cennet şöyle konuştu: ´Ne mutlu bana girene!´ ALLAH Teâlâ da İzzetimle yemin ederim, sende cimri bir kimseyi durdurmayacağım!´ dedi. Ömer b. Abdülâziz´in kız kardeşi Ümmü´l-Benin şöyle demiştir: ´Cimriye yazıklar olsun! Eğer cimrilik bir iç gömlek ol-saydı ben onu giymezdim. Eğer bir yol olsaydı ben o yolda yürümezdim´. Hz. Talha (r.a) der ki: ´Muhakkak biz mallarımızla, cimrilerin elde ettiklerini elde ederiz. Fakat biz sabrı yükleniriz´. Muhammed b. Münkedir şöyle demiştir: Eskiden ´ALLAH bir kavme şerri irade ettiği zaman, onların şerlilerini onların başına geçirir. Rızıklarını cimrilerinin eline verir´ denirdi. Hz. Ali bir hutbesinde şöyle demiştir: ´Halkın üzerine bir ısırıcı zaman gelecektir. Zengin elindeki serveti ısıracaktır. Oysa bununla emrolunmamıştır´. Aranızda birbirinize iyilik etmeyi unutmayın! (Bakara/237) Abdullah b. Amr şöyle demiştir: ´Şuh denilen cimrilik, buhl denilen cimrilikten daha berbattır. Çünkü sahih olan kimse o başkasının elindeki mala, almak için üşüşür ve kendisinin elinde bulunan malı da cimrilikten vermez ve sever. Bahil de ancak elindeki mal ile cimrilik yapar!´ Şa´bî şöyle demiştir: ´Bunların ikisinden hangisinin cehennem ateşine daha fazla batırdığını bilmiyorum! Cimrilik mi, yoksa yalan mı?´ Nuşirevan´ın huzurunda Hintli bir hakîm ile Rum bir filozof bir araya geldiler. Nuşirevan, Hindliye konuş dedi. Hintli ´İnsanların en hayırlısı cömert, öfke anında vakur, sözünde teenni ile hareket eden, mütevazi ve akrabalarına şefkatli olan bir kimsedir´ dedi. Rum ayağa kalkarak şöyle dedi: ´Kim cimri ise düşmanı onun malına vâris olur! Şükretmesi azalan bir kimse hiçbir zaman zafere eremez. Yalancılar kötü kimselerdir. Kovuculuk yapan fakir olarak ölür. Merhamet etmeyen bir kimseye, merhametsiz bir kimse musallat kılınır!´ Dahhâk ´Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelerine kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır´. (Yasin/8) ayetinin tefsirinde, ağlâl kelimesi cimrilik mânâsına gelir demiştir. ALLAH Teâlâ onların ellerini ALLAH yolunda infak etmekten tutar. Onlar hidayeti görmez olurlar. Ka´b şöyle der: Her sabah iki melek şöyle bağırırlar: ´Ey ALLAHım! Senin yolunda harcamayalım malını telef et! Yolunda harcayanın harcadıklarının yerini hemen doldur!5 Abdülmelik b. Karîb el-Esmaî der ki: Bir kişiyi tavsif ederken bir bedevi şöyle diyordu: ´Filan adam gözümde küçüldü. Çünkü dünya onun gözünde büyümüştür. O adam dilenciyi gördüğü zaman sanki kendisine geleni ölüm meleği gibi görür´. Ebu Hanife şöyle demiştir: ´Ben cimri bir kimseyi bir türlü âdil telâkki edemiyorum. Çünkü cimrilik onu fazlasıyla almaya zorlar ve o da alır. Bu bakımdan böyle olan bir kimse, emanet hususunda, emin sayılmaz´. Hz. Ali şöyle demiştir: ´ALLAH´a yemin ederim! Kerim bir kimse hiçbir zaman hakkını son noktasına kadar almış değildir´. (Peygamber, hanımına) bunların bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. (Tahrim/3) Cahız124 der ki: ´Lezzetlerden üç şey kalmıştır. Cimrileri zemmetmek, kebab yemek, uyuzu kaşımak../ Bişr b. Hâris şöyle demiştir: ´Cimri bir kimsenin gıybeti yoktur´. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Muhakkak sen o zaman cimrisin. Bir kadın Hz. Peygamber´in yanında ´Oruç tutar, namaz kılar, ancak onda cimrilik vardır´ diye övüldü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: O vakit onun hayırlı olması nerede?!125 Bişr şöyle demiştir: ´Cimriye bakmak kalbi katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak, mü´minlerin kalbine üzüntü verir. Fâsık dahi olsalar, cömertler için sevgiden başka birşey yoktur. Cimriler, sâlih dahi olsalar onlar için de buğzdan başka birşey yoktur´. İbn Mu´tez dedi ki: ´İnsanların malca en cimrisi, şerefçe en cömerdidir´. Yani malına kıymaması, şerefine saldırılmasına vesile olur! Yahya b. Zekeriyya (a.s) İblis´i gerçek şeklinde gördü. Yahya (a.s) ona dedi ki: ´Ey İblis! Sence insanların en sevimlisi ve en sevimsizi kimdir?´ İblis şöyle dedi: İnsanların bence en sevimlisi cimri müslümanlardır ve insanların bence en sevimsizi cömert fâsıktır. Çünkü cimrinin cimriliği benim vazifemi görmüştür. Cömert fâsık ise, korkarım ki ALLAH onu cömertliği ânında kabul eder!´ İblis bu sözleri söyledikten sonra Yahya´ya (a.s) sırtını çevirerek gitti ve şöyle dedi: ´Eğer sen Yahya olmasaydın sana bunları söylemezdim!´ ______________________ 100)Ebu Dâvud, Nesâî 101)Hâkim 102)İmam Ahmed, Tirmizî 103)İlim bölümünde geçmişti. 104)Tirmizî, Nesâî 105)Müslim, Buhârî 106)Tirmizî 107)Buhârî 108)Hâkim 109)Ebu Dâvud 110)Ebu Yâ´lâ, Beyhâkî 111)Buhârî 112)Müslim 113)İmam Ahmed, Ebu Yâ´lâ, Bezzar 114)Deylemî 115)Daha önce geçmişti. 116)Adı Cedd b. Kays b. Sâhir b. Hansâ b. Sinan b. Ubeyd b. Adîy b. Ganem b.Kâ´b b. Seleme´dir. Ensardandır. 117)Hâkim 118)Adı Bişr b. Berâ b. Ma´rur b. Sahr b. Hansâ b. Sinan´dır. Cedd´in amcazadesidir. 119)Deylemî 120)Tirmizî 121)Nesâî 122)Irâkî, bu ibare ile görmediğini söylemektedir. 123)Tirmizî 124)Adı Amr b. Bahr´dır. Basralıdır. Künyesi Ebu Osman´dır. Mu´tezile´nin ileri gelenlerindendir. H. 355´de vefat etmiştir. 125)Dilin Âfetleri bölümünde geçmişti. |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|