Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-10-2009, 01:30   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Rütbe Sevgisinin Kötülenmesi
İşte âhiret yurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyen kimselere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır (Kasas/83)

Görüldüğü gibi ALLAH Teâlâ, bozgunculuk yapma ile gururlanmayı bir arada zikretmiş ve bu iki kötü sıfattan arınan kimselere cennetin verileceğini beyan buyurmuştur.

Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada hiç- bir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur. Yaptıkları ameller boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmış oldukları şeyler boştu.(Hud/15-16)

Bu ayet-i celîle de umumiyeti bakımından rütbe sevgisini kapsamaktadır. Çünkü o, dünya hayatının en büyük lezzeti ve en muhteşemidir.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:

Mal ve rütbe sevgisi, suyun sebzeleri bitirdiği gibi kalpte nifakı bitirirler.15
Bir koyun sürüsüne saldıran iki yırtıcı kurdun tahribatı, fesad bakımından rütbe ve mal sevgisinin müslüman kişinin dininde yapmış olduğu tahribattan daha süratli değildirler.16
Başka bir hadîste, Hz. Aliye hitaben şöyle buyurmuştur:

İnsanların helâk olması ancak heva-i nefse tâbi olma-larından ve övülmeyi sevmelerinden ileri gelir.17

________________
15)Daha önce geçmişti.
16)Daha önce geçmişti.
17)İlim bölümünde geçmişti; (başka bir lâfızla

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 02-10-2009, 01:31   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Rütbe Düşkünlüğünün Hakikati

Hikaye
Mal ve rütbe, dünyanın iki rüknüdürler. Mal, kendilerinden faydalanılan şeyler demektir. Rütbe, kalpleri elde etmek, yani onların tâzim ve itaat etmesini sağlamak demektir. Nasıl ki zengin bir insan, dirhem ve dinarları elde edendir (maksatlarına para vasıtasıyla varmak için mal edinir) şehvetlerini ve nefsin diğer isteklerini yerine getirmek de böyledir. Böylece rütbe sahibi de insanların kalplerini elde eden kimsedir. Yani o kalplerde tasarruf etmeye muktedir olur. Öyle ki rütbe vasıtasıyla insanları gaye ve hedeflerinde çalıştırabilir. Nasıl ki malları çeşitli sanatlarla elde ediyorsa, halkın kalplerini de çeşitli muamelelerle elde eder. Kalpler ancak mârifet ve inançla müsahhar olurlar. Bu bakımdan kalp kimin kemâl sıfatlarından birine sahip olduğuna inanıyorsa, ona
itaat eder, o inancın kalpteki kuvveti nisbetinde ve kalp sâhibinin nezdindeki o kemâl derecesinin oranında ona tâbi olur. O sıfatın Haddi zatında kemâl derecesine varması şart değildir. Aksine kişinin yanında kemâl derecesinde olması kâfidir. Bazen kişi kemâl olmayan bir sıfatı kemâl olarak telâkki eder. O sıfatla sıfatlanmış kimseye inancının gereği zarurî olarak itaat eder. Çünkü kalbin itaati bir haldir. Kalplerin halleri ise kalplerin iançlarına, ilim ve hayallerine tâbidir. Nasıl ki mal aşığı olan bir kimse, köleler edinmek isterse, rütbe aşığı bir kimse de hür kimseleri köleleştirmek ister. Kalplerini elde etmek suretiyle onların omuzlarına biner. Hatta rütbe sahibinin köle edinmek istediği kimseler, malla alınan kölelerden daha büyük bir kölelik içindedirler; zira mülk sahibi köleyi, bizzat kölenin kendisi için istemediği halde elde eder. Çünkü köle tabiatça kölelikten kaçar. Eğer onu rahat bırakırsa efendisine itaat etmekten kaçınır. Fakat rütbe sahibi, isteyerek kendisine itaat edilmesini ister. Hür insanların, kendisine isteyerek köle olmalarına sevinir. Bu bakımdan rütbe sahibinin isteği, esas köleyi isteyenin isteğinden pek fazladır. O halde, rütbenin mânâsı, insanların kalplerinde taht kurmaktır. Yani kalpleri, kemâl sıfatlarından birinin kendisinde olduğuna inandırmaktır. Bu bakımdan kendisine uyanların, varlığına inandıkları kemâl nisbetinde kalpleri ona itaat eder. Kalplerin itaati nisbetinde kalplere musallat olur! Kalplere musallat olması nisbetinde rütbe sevgisi kabarır.

İşte câh´ın (mertebenin) mânâ ve hakikati budur. Mübalâğalı bir şekilde övmek gibi meyilleri vardır. Çünkü kişinin kemâline inanan bir kimse, inandığını söylemeden edemez. Bu bakımdan ister istemez kâmil bulduğu bir insanı över.

Bu telâkkinin, bir de yardım etmek ve hizmete koşmak gibi meyveleri vardır; zira kişinin kâmil olduğuna inanan bir kimse, inancı nisbetinde onun itaatine nefsini âmâde etmekten çekinmez. Bu bakımdan kul, efendisinin hedeflerinde kullanıldığı gibi, o da isteyerek kâmil bildiğinin hedeflerine koşar. Bir de rütbenin îsar, mücadeleyi terketmek, büyümek, önce selâm vermek suretiyle tâzîm etmek, meclislerde baş köşeyi kendisine vermek ve bütün maksatlarda kendisini öne almak gibi meyveleri vardır. Bu bakımdan bu eserler, kişinin kalbinde, rütbenin yerleşmesinden meydana gelir. Kalpte rütbenin yerleşmesinin mânâsı, kalbin, şahısta bulunan kemâl sıfatlarına inanması demektir. Bu kemâl sıfatları ya ilimle olur veya ibâdet veya güzel ahlâk veya soy sop veya sosyal mevki veya zâhirî güzellik veya bedendeki bir kuvvet veya halk tarafından kâmil sıfat olarak inanılan sıfatlardan biri ile olur. Bu sıfatların kalplerdeki yerleri pek büyüktür. Bu bakımdan bunlar karşıdaki insanın kalbinde rütbenin yerleşmesine vesiledirler, ALLAH en doğrusunu bilir!
 
Alt 02-10-2009, 01:34   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Rütbe Düşkünlüğünün Tabiaten İnsana Sevimli Gelmesi ve Kalpten Ancak Zorla Sökülebilmesinin Sebebi

Rütbenin güzel olmasını gerektiren sebep, altın, gümüş ve diğer mal çeşitlerinin güzel olmasını gerektiren sebebin aynısıdır. Miktarda eşit oldukları zaman altının gümüşten daha sevimli ol-ması gibi aynı sebepten, rütbenin de maldan daha sevimli olması gerekir. Şöyle ki: Dinar ve dirhemlerin bizzat kendilerinde hiçbir maslahat ve faydanın olmadığını bilirsin. Çünkü ne yenir, ne içilir, ne de giyilir. Bu bakımdan taş ile aynı derecededirler. Fakat onlar bütün sevilen şeylerin vesilesi ve şehvetlerin yerine getirilmesine vasıta olduklarından dolayı sevilirler. Rütbe de böyledir. Çünkü rütbenin mânâsı, kalpleri elde etmek demektir. Nasıl altın ve gümüş insanoğlunu diğer hedeflerine vardıracak bir kuvvet ifade ediyorlarsa, hür kimselerin kalplerini elde etmek, onları hizmetçi yapmak da insanoğlunu bütün hedeflerine vardıracak bir kuvvete mâlik kılar. Bu bakımdan sebepte ortaklık sevgide ortaklığı gerektirir. Rütbeyi mala tercih etmek ise, rütbenin maldan daha sevimli olmasını gerektirir. Rütbe mülkünün, mal mülküne tercih edilmesi üç şeyden ileri gelir:

Birincisi

Rütbe ile mal elde etmek, mal ile rütbe elde etmekten daha kolaydır. O halde âlim veya rütbe sahibi eğer mal edinmek isterse daha kolay olur; zira kalp sahiplerinin malları kalpler için müsahhardır. Hakkında kemâl sıfatına inandığı kimseye verilir. Hasis kişi, kemâl sıfatıyla sıfatlanamaz, bir hazine bulduğu zaman -malını koruyacak bir rütbesi yoksa ve bu mal ile rütbe elde etmeye teşebbüs ederse- muvaffak olamaz. Bu bakımdan rütbe, mal edinmek için âlet ve vesiledir. O halde, rütbeyi elde eden malı da elde etmiştir. Malı elde eden ise, her zaman rütbeyi elde edemez. Bunun için rütbe, maldan daha sevimlidir.

İkincisi

Mal, felâketlere ve telef olmaya mâruzdur. Meselâ çalınır, gasbedilir, padişah ve diktatörlerin pây u mâl etmesine mâruz kalır. Malda bekçilere, koruyucuya ve depolara ihtiyaç vardır. Buna rağmen birçok tehlikelere mâruz kalabilir.

Kalplere gelince, elde edildikleri zaman, bu âfetler onlar için sözkonusu değildir. Kalpler sağlam depolardır. Hırsızlar oralara giremez, yağmacı ve gaspçıların elleri oralara uzanamaz, Malları ve gayr-i menkulleri insana temin ederse de bunların gasbedilmesinden ve zulmen alınmasından insan emin olamaz! Çünkü korumaktan müstağni değildir.

Kalplerin hazinelerine gelince, onlar kendiliklerinden korunmuştur. Rütbe ve mevkî kalplerde, gasbedilmekten, çalınmaktan emindir. Kalpler ancak değiştirmek, halin çirkinleşmesi ve tasdik ettiği kemâl sıfatları hakkında inancının bozulmasıyla gasbolunurlar. Bunun da defedilmesi pek kolaydır ve bu teşebbüse girişen rahatlıkla da muvaffak olamaz.

Üçüncüsü

Zahmet ve yorgunluk çekilmeksizin kalplerin mülk edinmesi başka kalbe sirayet eder, gelişir ve artar. Çünkü kalpler bir şahsa itâat ettikleri, onun ilim, amel veya başka bir sıfattan dolayı kemâline inandıkları zaman, şüphesiz diller kalplerdeki düşüncenin tercümanı olurlar. Onları açıkça belirtirler. Bu bakımdan başkasına da inandığını vasıflandırır ve başkasının kalbini de avlar. Bu mânâdan dolayı tabiat, şöhretinin ve isminin yayılmasını ister. Çünkü bu durumu, memleketlere dağıldığı zaman milletin kalbini avlar. O kalpleri şöhret sahibine itaat ve tâzim etmeye dâvet eder. Böylece biri diğerine bakarak tâzimde bulunur ve durmadan fazlalaşır. Oysa üzerinde durulacak belli bir fert de yoktur.

Mala gelince, maldan herhangi birşeyi edinen onun sahibidir. Onu yorgunluk, zorluk çekmekle artırıp temin edebilir. Rütbe ve mevkî ise daima kendiliğinden artar. Onu durduracak bir engel de yoktur! Mal ise durgundur. Bunun için rütbe ve mevkî büyüdükçe, şöhret yayıldıkça halk övgüsünü yaptıkça buna karşılık malları hakir görür.

İşte bunlar rütbenin, mala tercih edilmesinin sebeplerinin hulâsasıdır. Bunlar tafsil edildikçe tercih yönleri artar.

Soru: Müşkilât hem malda, hem de rütbede vardır. Bu bakımdan insanoğlunun mal ve rütbeyi sevmesi uygun değildir! Evet! Zararın define, faydanın gelmesine yarayan miktar malûmdur. Tıpkı yemek, mesken ve elbiseye muhtaç olan veya herhangi bir felâkete yahut da hastalığa müptelâ olup, onu ancak mal ile kaldırabilen bir kimse gibi... Bu kimse, o felâketi nefsinden, ancak mal ve rütbe ile defedebilir. Bu bakımdan onun mal ve rütbeyi sevmesi malûmdur; zira insanın kendisiyle hedefine ulaştığı şey de güzeldir. Tabiatlarda bunun ötesinde garip bir durum vardır. O da mal toplama sevgisi, hazineler yığması, zehirleri toplaması, bütün ihtiyaçlardan sonra fazlasıyla hazinelerin edinilmesidir. Öyle ki eğer kulun altın dolu iki vâdisi varsa, muhakkak üçüncüsünü ister. Böylece insanoğlu rütbesinin yükselmesini, şöhretinin hayatında hiç ayak basamayacağını ve insanlarını göremeyeceğini bildiği memleketlerin en ücra köşelerine kadar yayılmasını sever ve ister ki oranın insanları onu tâzîm etsinler veya mallarını hayır ve hasenat niyetiyle ona versinler veya herhangi bir gayesinde ona yardımcı olsunlar. Böyle yapmalarından ümitsiz olmasına rağmen yine de şöhretinin buralara yayılmasından son derece zevk almaktadır. Bunun sevgisi, tabiatta vardır. Bu istek, cehalet sayılmaya yaklaşır. Çünkü bu, öyle birşeyi sevmektir ki ne dünyada, ne de ahirette faydası vardır.

Cevap: Evet! Bu sevgiden kalpler ayrılamaz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi açıktır. Herkes onu idrâk edebilir. İkincisi gizli ve iki sebebin de en büyüğüdür. Fakat en incesi, en gizlisi ahmakların değil, zeki kimselerin bile zihinlerinden en uzağıdır. Çünkü nefiste bulunan gizli bir damardan, tabiatta örtülü bulunan bir huydan yardım alır. Öyle ki dalanlar bile o gizli damara vâkıf olmamak-tadırlar.

Birinci Sebep

Birinci sebep, korku elemini defetmektir. Çünkü korkak bir kimse, su-i zan hastalığına müptelâdır. İnsanoğlunun her ne kadar hal-i hazırda serveti kendisine kifayet ediyorsa da onun uzun emeli vardır. Kalbine, kendisine kifayet eden mal çoğu zaman telef olur düşüncesi gelir. Dolayısıyla başkasına muhtaç olur. Bu vesvese insanın kalbine geldi mi, kalpte korku belirir. Korkunun elemini başka bir malın varlığıyla meydana gelen emniyet siler. Eğer hâl-i hazırdaki malına bir belâ isabet ederse, öbür mala sığınır. Bu bakımdan bu kimse daima nefsi için korktuğundan ve hayatı sevdiğinden uzun hayatı ve ihtiyaçların hücumunu takdir eder, afetlerin mallara isabet etme imkânını hesaba katar ve bundan korku hisseder. Korkusunu kaldıracak birşey arar. O da malın çokluğudur ki malının bir kısmı belli bir miktarda durmaz. Dolayısıyla böyle bir korkunun dünyada olan her şeyi mülk edininceye kadar durması sözkonusu değildir ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

İki tür aç kimse vardır ki doymazlar: İlmin açlığını çeken, malın açlığını çeken!
Bu illetin benzeri, vatanından ve memleketinden uzak olanların kalplerinde rütbe ve mevkî sevgisinde de geçerlidir. Çünkü kişi kendisini vatanından uzaklaştıracak veya öbür insanları vatanlarından uzaklaştırıp kendi vatanına getirecek herhangi bir sebebi hesaba katmaktan bir türlü kendisini kurtaramaz! Dolayısıyla okuların yardımına muhtaç olacağını hisseder. Bu duygu mümkün oldukça, kişinin onlara muhtaç olması açıkça muhal sayılmadıkça, nefis için onların kalplerinde mevkî edinmekten zevk almak sözkonusu olur. Çünkü böyle bir mevkî sayesinde yukarıda bahsedilen korkudan emin olmak vardır.

İkinci Sebep

Bu, en kuvvetli sebeptir ve oda şudur: Ruh, rabbânî bir emirdir. ALLAH Teâlâ, onu rabbanî bir emir olmakla vasıflandırmıştır.

Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ´Ruh, RABBİMin emrindendir ve size ilimden ancak az birşey verilmiştir´.(İsra/85)

Ruh´un rabbanî oluşunun mânâsı şudur: Ruh, mükâşefe ilimlerinin sırlarındandır. Onu izhar edip belirtmekte ruhsat yoktur; zira Hz. Peygamber (s.a) onu belirtmemiştir. Fakat sen bunu bilmeden önce, biliyorsun ki kalbin yemek ve cinsî ilişki gibi behimî sıfatlara; eziyet etmek, vurmak ve öldürmek gibi yırtıcı sıfatlara, fesadlık, kandırma ve hile gibi şeytanî sıfatlara, yücelik talep et-mek, cebretmek, azîz olmak ve kibir gibi rububiyet sıfatlarına meyli vardır. Bunun hikmeti de şudur: Kalp, izah ve tefsir edilmesi uzun uzadıya süren çeşitli asıl ve unsurlardan müteşekkildir. Bu bakımdan kalp, içinde bulunan rabbânî emirden dolayı tabiî olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyet´in mânâsı, kemâlde bir olmak, istiklâl yoluyla varlıkta farklı olmaktır. O halde kemâl, ilâhî sıfatlardan bir sıfattır ve bu bakımdan tabii olarak insanoğluna güzel gelir. Kemâl´e ermek ise varlıkta müstakil olmakla olur. Çünkü varlıkta ortaklık, şüphesiz eksikliktir. Bu bakımdan güneşin kemâli, tek başına olmasındadır. Eğer onunla beraber ikinci bir güneş olsaydı, bu durum güneş hakkında bir eksiklik olurdu. Çünkü güneşlik mânâsındaki kemâl de tek başına olmazdı. Varlıkta müstakil olan ALLAH Teâlâ´dır; zira onunla beraber ve ondan başka bir varlık yoktur. Çünkü O´ndan başkası O´nun kudretinin eserlerinden bir eserdir.

O eserin, zatı itibariyle kıvamı (varlığı) yoktur. Aksine o, ALLAH ile kaimdir. Bu bakımdan O´nunla mevcut değildir. Çünkü beraberlik, rütbede eşitliği gerektirir. Rütbede eşitlik ise, kemâlde eksikliktir. Hatta kâmil, rütbede benzeri olmayandır. Nasıl ki güneş ışınlarının ufkun etrafında parlaması, güneşte bir eksiklik olmayıp, aksine onun kemâlinin cümlesinden ise ve güneşin noksanı; rütbede kendisine eşit olan ve varlığına ihtiyaç olmayan başka bir güneşin varlığına bağlı ise, tıpkı bunun gibi âlemde bulunan herşeyin varlığı kudret nûrlarının parlamasına dönüşür. Bu bakımdan o varlık, metbû değil de tâbidir. Oysa rubûbiyetin mânâsı, varlıkta istiklâl demektir. Bu da kemâldir. Her insan tabiatıyla kemâlde münferid olmayı sever ve bunun için de sûfi şeyhlerinden biri şöyle demiştir: ´Hiçbir insan yoktur ki onun bâtınında Firavun´un açıkça söylediği ´Ben sizin en yüce rabbinizim!´ (Nâziat/32) sözü bulunmasın! Fakat insanoğlu, bunun revaç bulacağı bir fırsatı bulamamaktadır!´18

Bu söz, denildiği gibi doğrudur. Çünkü kulluk, nefsi kahret-mektir. Rubûbiyet, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Rubûbiyet´in tabiî olarak sevilmesi ´De ki: Ruh, RABBİMin ermindendir´ (İsra/89) ayetinin işaret ettiği rabbanî nisbetten doğar. Fakat nefis, kemâlin zir-vesini idrâk etmekten aciz olduğu zaman, kemâl için olan şehveti düşmez. Bu bakımdan o, kemâli sever ve kemâli arzular. Kemâlin ötesinde bulunan başka bir mânâdan değil de zatından dolayı ondan zevk alır. Her mevcut zatını ve zatının kemâlini sever. Zatının yokluğu veya zatında kemâl sıfatlarının yokluğundan nefret eder. Varlıkta farklılık, teslim edildikten sonra, ancak kemâl, bütün mevcudatı istilâ etmektedir. Çünkü kemâlin en mükemmeli, sen-den başka bulunanın varlığının senden olmasıdır. Eğer o varlık senden değilse, eğer onları istilâ etmişsen, bu takdirde hepsini istilâ etmek tabiî olarak sevilir. Çünkü bu bir nevi kemâldir. Zatını bilen her mevcut zatını sever, zatının kemâlini sever ve ondan zevk alır. Birşeyi istilâ etmek, ancak onda tesir etmeye kâdir olmakla, istediği şekilde onu evirip çevirmekle mümkündür. Bu bakımdan insanoğlu ister ki beraberinde mevcut olan bütün eşyayı istilâ etsin. Ancak mevcud olanlar, ALLAH´ın zatı ve sıfatları gibi, haddi zatında tağyiri kabul etmeyen denizler, dağlar; denizlerin ve dağların altındaki şeyler, şeytanlar, cinler ve meleklerin nefisleri, göklerin melekûtu, yıldızlar ve felekler gibi bozulmayı kabul eden, fakat halkın kuvvet ve kudretinin istilâsına mâruz kalmayacak olan yer, yerin parçaları, yerin üzerindeki madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi kulun kudretiyle bozulmayı kabul eden kısımlara bölünmektedir. İnsanoğlunun kalbi, değişiklik ve bozulmayı kabul eden kısımdandır. Çünkü kalpler, insanların ve hayvanların bedenleri gibi, tesir altında kalıp bozulmayı kabul etmeye elverişlidir. Bu bakımdan varlıklar arızî olanlar gibi insanoğlunun kendisinde tasarruf etmesi mümkün olan kısım ile ALLAH´ın zatı, melekler ve gökler gibi insanoğlunun kudretinin dahilinde olmayan kısımlara ayrıldığından insan ister ki ilim ve göklerin sırlarına vâkıf olmakla gökleri istilâ etsin! Çünkü bu da istilânın bir nevidir; zira ilimle bilinen birşey, ilmin altına giren şey gibidir. Dolayısıyla âlim de onu istilâ etmiş olur ve bu sırra binaen kişi, ALLAH Teâlâ´yı bilmeyi, melekleri, felekleri, yıldızları, göklerin bütün acaipliklerini, denizlerin, dağların ve benzerlerinin bütün acaipliklerini bilmeyi ister. Çünkü bunları bilmek bir nevi istilâdır. İstilâ ise kemâlin bir nevidir. Bu ise, tıpkı acaip bir sanatı yapmaktan aciz kalanın, o sanattaki inceliğin bilgisine iştiyak duymasına benzer.

Meselâ kişi, satrancı yapmaktan acizdir. Buna rağmen kişi satranç oynamayı bilmek ister.19 Onun nasıl olduğunu bilmek ister. Hendese veya hokkabazlıkta acaip bir sanatı görüp veya ağır birşeyi çekmek veyahut başka bir hususu görüp nefsinde onu yapmak hususunda aciz ve kusurlu olduğunu hisseden bir kimse, buna rağmen bunun keyfiyetini bilmeyi merak eder. Her ne kadar âciz ise de ilmin kemâliyle lezzetlenip duygulanır.

İkinci kısma gelince, Ademoğlunun istilâ etmesine kudretli bulunduğu yerdeki şeylerdir. İnsan bunları istilâ edip tasarrufu altına almak ister ki kendisine müsahhar olsunlar, işaret ve ira-desine bağlı bulunsunlar. Çünkü böyle olmalarında istilânın kemâli ve Rubûbiyet sıfatlarına benzerlik vardır. Kalpler ancak sevgi ile müsahhar olurlar. Sevmek de ancak kemâl inancından doğar. Çünkü her kemâl sevimlidir; zira kemâl, ilâhî sıfatlardandır. İlâhî sıfatların hepsinin de güzel olması tabiîdir. Çünkü rabbânî mânâ, insan mânâlarının içinde vardır. Öyle bir mânâ ki ölüm onu çürütüp yok etmez! Toprak ona musallat olup onu yemez; zira o, iman ve mârifetin merkezidir. ALLAH ile mülâkata varan ve o mülâkata doğru çaba sarfeden odur. Durum bu iken rütbenin mânâsı; kalpleri müsahhar kılmaktır. Kalplerin kendisine müsahhar olduğu kimsenin kudreti ve kalpleri istilâ etme gücü vardır. Kudret ve istilâ ise kemâldir. Kemâl de rubûbiyet sıfatlarındandır. Bu bakımdan tabiî olarak kalbin isteği, ilim ve kudret ile meydana gelen kemâldir. Mal ve rütbe ise, kudretin sebeplerindendir. Ne malûmatın sonu, ne de kudretin dahilinde olanların sonu vardır. Bir mal veya makdur devam ettikçe şevk durmaz. Eksiklik ortadan kalkmaz. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İki aç vardır ki doymazlar: Mala karşı aç olan ile ilme karşı aç olan´. O halde, kalplerin isteği kemâldir. Kemâl de ilim ve kudretle meydana gelir.Buradaki değişik dereceler sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan her insanın sevinci ve zevki, idrâk ettiği kemâl nisbetindedir.

İşte ilim, mal ve rütbenin sevimli olmasındaki sır budur. Bu sır, ilim, mal ve rütbenin, zevklerin elde edilmesine vesile olduk-larından dolayı sevilmesinin ötesinde bir sırdır. Çünkü bu sır, zevklere ulaşamasa bile yine de kalmaktadır. Hatta insanoğlu, kendisini gayelerine ulaştırmayan ilimleri de sever. Bazen in-anoğlunun elinden birtakım gaye ve zevkleri çıkar. Fakat insan tabiatı bütün acaiplikler ve müşkilâtlarda ilmi talep etmeyi gerektirir. Çünkü ilimde malûmu (bilineni) istilâ etme mânası vardır. Bu ise rubûbiyet sıfatından olan kemâlin bir nevidir. Bu bakımdan tabiî olarak sevilir. Ancak ilim ve kudret kemâlinin sevgisinde birtakım yanlışlıklayüz fen) mânâsına gelen bir kelimeden Arap diline nakledilmiştir. Vâzı Hindli bir hakimdir. Hindli bir padişah için yapmıştır. Şâfiî´ye göre ibadetleri geçirmemek şartıyla satranç oynamak mübahtır.r vardır. ALLAH´ın izniyle onları belirtmek gerekir.

___________

18) Bu sözle, İbn Lâl´in Mekârim ´u1-Ahlâk ´ta Câbir´den rivayet ettiği mânâ uzlaşır. ´Ceberrût kalptedir´ ve ´Zulüm nefiste saklıdır. Acizlik onu gizler. Kudret de onu açığa çıkarır!´ meşhur sözleri bu söz ile telif olunur. (İthaf us-Saade, VIII/243)
19) Satranç Farsça´daki ´Sedrenk´ (

 
Alt 02-10-2009, 01:36   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Hakîkî Kemâlât ile Vehmî Kemâlât

Anlaşıldı ki varlık hususunda müstakil olmayı kaybettikten sonra kemâl ancak ilim ve kudrette vardır. Fakat buradaki hakîkî kemâl, vehmî ve hayalî kemal ile karıştırılmaktadır. İzahı şöyledir: İlim kemâlî, ALLAH´ındır. Bu da üç şekilde olur:

Birincisi

Malûmatların çokluk ve genişliğinden gelir; zira ALLAH Teâlâ bütün malûmatları ihâta edicidir. Bunun içindir ki kulun ilmi çoğaldıkça ALLAH´a (mertebece) daha fazla yakın olur.

İkincisi

Olduğu gibi ilmin malûmla ilgilenmesi cihetindendir: Malûmun tam bir keşifle, ilimle keşfolunması cihetiyledir; zira malûmatlar ALLAH Teâlâ´ya, mahiyetleri hasebiyle, en mükemmel keşif ile keşf olunmaktadır. Bu sırra binaen kulun ilmi, en vâzıh, en kesif, en doğru ve ilim sıfatının tafsilâtı hususunda malûma en uygun olduğu zaman kulun ALLAH´a (mânen) en yakın olduğu zamandır.

Üçüncüsü

İlmin bozulmaz ve değişmez olması bakımından ebediyyen kalacağı cihetinden ileri gelir. Çünkü ALLAH´ın ilmi bâkîdir. Değişmesi düşünülemez. Bu bakımdan ne zaman kulun ilmi de
değişine kabul etmeyen malûmatlarla ilgilenirse, kul daha fazla ALLAH´a yakın olur.
Malûmat iki kısımdır; bir kısmı mütegayyir (değişmeyi kabul eden) olanlar, bir kısmı da ezelî olanlar!

Birinci Kısım

Değişmeyi kabul edenlere gelince, bunların misâli Zeyd´in evde olduğunu bilmektir. Bu bilgi, malûmu olan bir ilimdir. Fakat Zeyd´in evden çıkacağı düşünülebilir ve evde olduğu inancı olduğu gibi kalabilir. Dolayısıyla cehalete dönüşebilir. Dolayısıyla kemâl değil de eksiklik olabilir. Ona uygun bir şekilde inandıkça, onun inancının tam tersine olabileceği düşünüldükçe, kemâlinin eksikliğe, ilminin cehalete dönüşme ihtimali vardır. Kâinatın bütün değişenleri bu misâle iltihak eder. Mesela bir dağın yüksekliğini, bir yerin ölçüsünü, bir memleketin nüfusunu, merkezlerin arasındaki mesafe ve fersahları bilmen, melekler ve memleketler hakkında zikredilen diğer malûmatların gibidir.

Lisanları bilmek de böyledir. Lisanlar zamanla milletlerin ve âdetlerin değişmesiyle değişen ıstılahlardır. İşte bunlar, malûmatları civa gibi olan ilimlerdir. Bir halden bir hale girerler. Onlarda ancak hâl-i hazırda kemâl vardır. Kalpte ise kâmil olarak devam etmez.

İkinci Kısım

İkinci kısım, ezelî olan malûmatlardır. O malûmatlar caiz olanların cevazı, vâcib olanların vücubu, muhal olanların muhalliğidir; zira bunlar ezelî ve ebedî malûmatlardır. Hiçbir zaman vâcib caize, caiz muhale, muhal vacibe dönüşmez. Bütün bu kısımlar ALLAH´ın marifetine dahildirler. ALLAH´a vacib, ALLAH´ın sıfatlarında muhal, fiilerinde caiz olan kısımların mârifetine dahildirler. Bu bakımdan ALLAH, sıfatları, fiilleri, yer ve gök melekûtundaki hikmeti, dünya ve ahiretin tertibi ve bununla ilgili ilim, hakîkî kemâldir. Bu kemâl sıfatına sahip olan bir kimse ALLAH´a yaklaşır, ölümden sonra da nefsin kemâli olarak devam eder. Bu mârifet ölümden sonra âriflerin nûru olur. Onların önünde ve sağlarında yürür. Onlar derler ki: ´Ey RABBİMiz! Bizim nûrumuzu tamamla!´

Yani bu mârifet sermaye olur. Dünyada keşfolunmayan şeylerin keşfine ulaştırır. Nasıl ki beraberinde gizli bir çıra olan bir kimse için o çıranın ondan alman başka bir çıra vasıtasıyla ışığının artmasına sebep olması mümkün oluyorsa ve dolayısıyla tamamlamak yoluyla o gizli ışık kemâle eriyorsa tıpkı onun gibi...

Beraberinde çıranın aslı olmayan bir kimse ise böyle bir raddeye varmasını umma imkânına dahi sahip değildir. Bu bakımdan beraberinde ALLAH mârifetinin temeli olmayan bir kimse için bu nûru ummak sözkonusu değildir. Bu kimse karanlık içerisinde kalıp, bir türlü o karanlıklardan çıkamayan bir kimse gibi olur. Hatta engin bir denizin içindeki karanlıklar gibi olur. Dalga üstünde dalgaya, onun üstünde bulutun karanlığına, karanlık üstüne karanlıklara dalar. O halde, saadet ancak ALLAH´ın mârifetinde vardır. Onun dışındaki mârifetlere gelince, o mârifetlerin bir kısmı vardır ki şiiri, Arap neseblerini ve benzerlerini bilmek gibi hiçbir faydası yoktur. O mârifetlerin bir kısmının -Arap dilini, tefsir ve fıkıh ilimlerini ve hadîsleri bilmek gibi- ALLAH mârifetine yardım etmekte faydası vardır. Çünkü Arap dilinin bilgisi Kur´an tefsirinin bilgisine yardımcı olur. Tefsirin bilgisi, Kur´an´daki ibareleri ve nefsin tezkiyesini ifade eden amellerin keyfiyetinin bilinmesine yardım eder. Nefsin tezkiye yolunun bilinmesi, nefsi ALLAH marifetine hidayet etmeyi kabule hazırlanmayı ifade eder.
(ALLAH´tan başkasına tapmayarak) nefsini temizleyen iflah olmuştur.(Şems/9)

Ama biz bizim uğrumuz da cihad edenleri elbette yol-larımıza iletiriz.(Ankebût/69)

Bu bakımdan bu mârifetlerin tamamı, ALLAH´ın mârifetinin tahkikine birer vesile olurlar. Kemâl, ancak ALLAH´ın sıfatlarının ve [fiillerinin mârifetidir. Mevcûdâtı kapsayan bütün mârifetler de bu kemâle dahildir; zira mevcudâtın hepsi ALLAH Teâlâ´nın fiillerindendir. O halde mevcudâtı, ALLAH´ın fiili olması, hikmet, irade ve kudretiyle bağlı bulunması hasebiyle bilen bir kimsenin bu bilgisi ALLAH´ın mârifetini tamamlayıcı olur.

İşte bu, ilim kemâlinin hükmüdür. Her ne kadar rütbe ve riyanın hükümleri bahsinde bunu belirtmek uygun değil ise de biz bunu kemâl kısımlarının tamamını saymak için zikrettik.
Kudrete gelince, kudrette kul için hakîkî bir kemâl yoktur. Kulun hakîkî bir ilmi vardır. Hakîkî bir kuvvet ise sözkonusu değildir. Hakîkî kudret ancak ALLAH´ın kudretidir. Kulun irâdesinden, kudret ve hareketlerinden sonra meydana gelen şeyler ise Münciyât bölümünün birçok yerinde, tevekkül, şükür ve sabır bahislerinde söylediğimiz gibi, ALLAH´ın icadıyla var olmuştur. İlmin kemâli, ölümden sonra da kendisiyle beraber kalır. Kendisini ALLAH´a ulaştırır. Kudretin kemâli ise böyle bir hususiyete sahip değildir. Evet! Hâl-i hazıra nisbeten kudret cihetinden kişinin bir kemâli vardır ve bu kudret onu ilim kemâline, tıpkı âzalarının selâmeti, elinin çalışmak için kuvveti, ayağının yürümek için, duyularının idrâk için kuvveti gibi ilim kemâline vesiledir. Çünkü bu kuvvetler, kişiyi ilim kemâlinin hakikatine ulaştırmanın âletidir. Bazen kişi bu kuvvetleri elde tutmak için mal ve rütbe kudretine muhtaç olur ki onunla yemek, içmek, elbise ve meskene varabilsin. Bu da belirli bir miktar ve hududa kadardır. Eğer bunu ALLAH´ın celâlinin mârifetine varmak için kullanmazsa burada hiçbir şekilde feyz yoktur. Ancak hâl-i hâzırdaki lezzet yönünde vardır. Öyle lezzet ki çok çabuk yok olur! Kim bunu kemâl zannederse, o cehalete düşmüştür. Bu bakımdan halkın çoğu bu cehaletin bataklığında helâk olur. Onlar zannediyorlar ki haşmetin kahrıyla bedenlere güç yetirmek, geniş zenginlikle malları ele geçirmek, rütbe sayesinde kalplerde tâzim ve ihtirama sahip olmak kemâldir! Buna inandıkları ve aradıkları zaman, onunla meşgul olurlar. Bunun için de tehlikelere girerler. ALLAH´a ve ALLAH´ın meleklerine yaklaşmayı gerektiren hakîkî kemâl -ki ilim ve hürriyettir- onu unuturlar. (Buradaki) ilim, ALLAH Teâlâ´nın zikrettiğimiz mârifetinden ibarettir.
(Buradaki) hürriyete gelince, bu hürriyet, şehvetlerin esaretinden, dünya üzüntülerinden, şehvete zebun olmayan, öfkeye meftun bulunmayan meleklere benzemek bakımından cebren dünyayı istilâ etmekten kurtulmak demektir. Çünkü şehvetin ve öfkenin eserlerini nefisten bertaraf etmek, meleklerin sıfatlarından olan kemâldendir.

ALLAH Teâlâ için bozulmanın ve tesir altında bulunmanın muhal olması onun kemâl sıfatlarındandır. Bu bakımdan kim ârızî sebeplerden ötürü tağyir ve tesirden daha uzak kalırsa o, ALLAH´a daha yakın olur, meleklere daha çok benzer, derecesi ALLAH katında daha büyür. Bu kemâl, ilim ve kudret kemâlinin dışında kalan üçüncü bir kemâldir. Biz bunu kemâlin kısımları bölümünde zikretmedik. Çünkü bunun hakikati, yokluk ve eksikliğe dönüşür; zira tağyir, noksanlık, var olan bir sıfatın yok olmasından ibarettir. Helâk ise, lezzetlerde ve kemâl sıfatlarında eksikliktir. Çünkü kemâlât -eğer biz şehvetlerle bozulmamayı ve şehvetlere itâat etmemeyi ilim ve hürriyet kemâli gibi, kemâl sayarsak- üç kısımdır. Bundan gayem; şehvetlere kulluk yapmamak, dünyevî sebepleri irade etmektir. Kul için kudretin kemâli, ilim ve hürriyet kemâlinin elde edilmesinin yoludur. Fakat ölümden sonra bâki kalacak kudret kemâlini elde etmeye yol yoktur; zira kulun mallara, kalplere ve bedenlere güç yetirmesi ölümle sona erer! Mârifet ve hürriyet ise, ölümle sona ermez. Aksine onlar kulda bir kemâl olarak kalırlar ve ALLAH´a yaklaşmasına vesile olurlar.
Câhillerin ne duruma düştüklerine dikkat et! İki gözden âma olanların düşmesi gibi yüz üstü düşmüşlerdir! Rütbe ve mal ile kudret kemâline yönelmişlerdir Oysa bu sahip olunamayacak bir kemâldir. Eğer sahip olunursa da devamı yoktur. Hürriyet ve ilmin kemâlinden yüz çevirmişlerdir. O kemâl ki insanda meydana geldiği zaman, ebediyyen kalır, ölümle bile kesilmez. "Bunlar o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete bedel satın almışlardır. Şüphe yoktur ki onlardan azap hafifletilmez ve onlar yardıma da mazhar olmazlar".

Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı olan güzel ameller ise, ALLAH´ın katında, sevap yönünden, daha hayırlı, ümit yönünden daha faydalıdırlar.(Kehf/46)

Bu bakımdan ilim ve hürriyet, bâki kalır. Mal ve mevkî ise ça-buk yok olacak kemâldir. Bu, ALLAH Teâlâ´nın, misâl getirdiği gibidir.

Dünya hayatının misali, tıpkı şöyledir: Gökten bir su indirdik, insanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbirine karıştı; nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği, halk da on(un ürününü toplamaya) kadir olduklarını zannettik-leri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık.(Yunus/24)

Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler), rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları hâline geliverdi.(Keh/45)

Ölüm rüzgârlarının saçıp savurduğu herşey dünya hayatının (solması yakın olan) çiçeğidir. Ölümün kökünü kazıyamadığı şeyler, insandan sonra kalan salih amellerdir. İşte bununla anlaşıldı ki mal ve rütbe ile olan kudretin kemâli, vehmî bir kemâldir. Aslı astarı yoktur ve yine anlaşıldı ki vaktini bu çeşit bir kemâle hasreden ve bunu esas hedef sanan, cahilin ta kendisidir. Buna şair Ebu Tayyib el-Mütenebbî Ahmed b. Hüseyin şu şiiriyle işaret etmiştir:

Kim saatlerini mal toplamaya sarfederse, hem de bunu fakirlikten korkarak yaparsa,
Kesinlikle onun yaptığı fakirliğin ta kendisidir.
Ancak mal ve rütbenin insanı hakîkî kemâle ulaştıracak miktarı, bu hükmün dışındadır.
Yarab! Bizi hayra muvaffak kıldığın, lûtfunla hidayete erdirdiğin kullarından eyle!
 
Alt 02-10-2009, 01:37   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Rütbe Sevgisinin Övülen ve Yerilen Kısımları

Rütbe´nin mânâsının, kalpleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmek olduğunu bildiğin takdirde onun hükmünün, malları mülk edinme hükmü olduğunu da öğrenmişsin demektir. Çünkü o da dünyanın gelipgeçen ârazlarından bir arazdır. Mal gibi ölümle sona erer. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu bakımdan dünyada ne yaratılmışsa ondan ahiret azığı edinmek mümkündür.

Nasıl yemek, içmek ve giymek zarureti için az bir mal mutlaka lâzım ise, halk ile beraber yaşamak için küçük bir mevkî de öylece lâzımdır. Nasıl ki insan yemekten müstağni değilse ve dolayısıyla yemeği veya yemeğe vereceği malı sevmesi caiz ise, tıpkı onun gibi, hizmet eden bir hizmetçiye, yardımcı olan bir arkadaşa, irşad eden bir üstada, koruyan ve şerlilerin zulmünü defeden bir sultana (saltanat sahibine) muhtaçtır. Bu bakımdan kulun, hizmetçisini hizmetine dâvet edecek bir hürmetinin hizmetçinin kalbinde bulunmasını istemesi dinen kötü değildir. Arkadaşının kalbinde kendisiyle güzel arkadaşlık yapacağına ve yardımını kendisinden esirgemeyeceğine sevkedecek bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Üstadının kalbinde kendisinden irşadını, öğretmesini, ihtimamını esirgemeyecek derecede bir kıymetinin bulunmasını istemesi de yasaklanmış bir istek değildir.

Sultanın yanında kendisinden serleri defedecek kadar bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Çünkü mal gibi mevkî de gayelere götürücü bir vesiledir. Bu bakımdan mevkî ile mal arasında fark yoktur. Ancak kesin olan şudur ki mal ve mevk-înin bizzat kendileri kişinin isteği değildir, hatta def-i hacet için muhtaç olması, evinde bir helânın bulunmasını istemesi gibidir ve onun yerine geçer. Buna rağmen insanoğlu helâdan kurtulmak için def-i hacete muhtaç olmamayı isterdi. Bu bakımdan bu, hakîkatte insanoğlunun helâya muhib olmadığını gösterir. Öyleyse sevgiliye ulaştırmak için istenilen şeyler sevgili değil, aksine onunla varılmak istenilen gaye sevgilidir.

Fark başka bir misalle daha iyi idrâk edilebilir. Şöyle ki: Kişi bazen yemeğin fazlasını helâ vasıtasıyla bertaraf ettiği gibi, şehvetinin fazlasını eşi vasıtasıyla bertaraf ettiğinden dolayı eşini sever. Eğer şehvetten kurtulmuş olsaydı muhakkak eşinden uzaklaşırdı. Tıpkı def-i hacetten kurtulsaydı helâyı bırakıp ona uğramayacağı gibi... Bazen de âşıkların sevgisi gibi, eşini şahsiyetinden dolayı sever. Eğer şehveti başka bir şekilde bertaraf edilse dahi, yine onu nikâhının altında bırakır. İşte sevgi birinci-sine değil de bu ikincisine denir. Mal ve mevkî de böyledir. Onlar da bu iki yönden sevilirler. Bu bakımdan bedenin mühim vazifele-rine onlar vasıtasıyla varmak için onları sevmek kötü değildir.

Bedenin zaruretinin ve ihtiyacının dışında kalan şeyleri, bizzat kendilerinden dolayı sevmek ise kötüdür! Fakat sevgi, günah işlemeye, yalan, dalavere ve mahzurlu bir işi yapmak suretiyle elde edilen birşeyi kazanmaya, herhangi bir ibâdetle elde edilen birşeye kendisini ulaştırmaya, para ve mevki sahibini zorlamadıkça fâsıklık ve günahkârlıkla vasıflanmaz; zira ibâdet vasıtasıyla mal veya mevkîye ulaşmak, din nâmına bir cinayettir. Bu ise haramdır. Geleceği gibi mahzurlu olan riyanın mânâsı da buraya dönüşür.

Soru: ´Kişinin, sultanın, arkadaşının, hizmetçisinin, hocasının veya kendisine bağlı olan bir kimsenin kalbinde mevkî sahibi olmayı talep etmesi, nasıl olursa olsun mübah mıdır veya hususî bir yönden, hususî bir hududa kadar mı mübahtır?´

Cevap: Bu, üç şekilde istenir. Bu üç şekilden ikisi mübah, biri mahzurludur.
Mahzurlu olan vecih ilim, takvâ ve soy gibi kendisinde bulunmayan bir sıfatın varlığına inandırarak kalplerinde mevkînin yerleşmesini istemesidir. Onlara Hz. Ali´nin soyundan geldiğini veya âlim kişi olduğunu veya muttaki olduğunu söyler. Oysa böyle değildir. İşte böyle yapması haramdır. Çünkü böyle yapmak, yalan ve göz bağcılıktır. Gözbağcılık da ya sözle veya muamele ile olur.

Mübah olan iki vechin biri; onların kalbinde, kendisinde bulunan bir sıfatla yerleşmek istemesidir. Hz. Yusufun, rabbi ta-rafından haber verilen sözünde olduğu gibi:
Beni Mısır´ın hazineleri üzerine me´mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yusuf/55)

Görüldüğü gibi Hz. Yusuf (a.s) korumak ve iyi bilmek vasfı ile Aziz´in kalbinde mertebe talep etti. Hem de Aziz kendisine muhtaç olduğu halde... Aynı zamanda Yusuf dediğinde de doğru idi.

İkincisi ise, ayıplarından birini örtmek, günahlarından birini bilip de kalbindeki kıymeti düşmesin diye gizlemesini istemesidir. Bu da mubahtır. Çünkü çirkinleri örtmek caizdir. Bu hususta perdeyi yırtmak, çirkini göstermek caiz değildir. Burada kandırma yoktur. Aksine bu, bilinmesinde fayda olmayan bir bilginin yolunu kapatmaktır. Tıpkı idareciden içki içtiğini gizleyip, muttaki olduğunu ona telkin etmeye çalışmayan bir kimse gibi... Zira kişinin ´ben muttakîyim´ demesi kandırmak olur. Fakat içki içtiğini söylememesi muttaki olmasını gerektirmez. Sadece içtiğinin bilinmesini istememiş olur. Yönetici kendisi hakkında güzel inanca sahip olsun diye kişinin onun huzurunda güzelce namaz kılması da mahzurlu kısımdandır. Çünkü böyle yapmak riyâ ve adam kandırmaktır; zira böyle yapmakla adama ALLAH´tan korktuğu, hâlis kimselerden olduğu imajını vermektedir. Bu ise riyakârlık ve gösteriş yapmaktır.

Bu takdirde bir insan nasıl ihlâs sahibi olabilir? Dolayısıyla bu şekilde mevki istemek haramdır. Günah ve mâsiyetle mevkî istemek de haramdır. Bu hareket, haram mal kazanmaktan zerre kadar farklı değildir. Nasıl ki karşılıksız veya başka bir dalavere yapıp başkasının malını elde etmek caiz değilse, o kişinin kalbini tezvir ve kandırmak yoluyla mevkî elde etmek de caiz değildir; zira kalpleri mülk edinmek, malları mülk edinmekten tehlike yönünden daha büyüktür!
 
Alt 02-10-2009, 01:39   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
İnsan Nefsinin Övülmekten Hoşlanmasının, Yerilmekten Hoşlanmamasının Sebepleri

Övülmenin sevilmesi ve kalbin ondan zevk alması için dört sebep vardır:

Birinci Sebep

Sebeplerin en kuvvetlisi olan birinci sebep, nefsin kemâlini sezmesidir. Biz, kemâlin sevimli ve her sevimlinin idrâk edilmesinin de lezzetli olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan nefis, ne zaman kemâlini sezerse, rahata kavuşur, gelişir ve lezzetlenir. Medh ise, medhi yapılanın nefsine, kâmil olduğunu sezdirir; zira medhedenin söylediği vasıf, ya açıkça görünen veya şüpheli olan bir vasıftır. Eğer o vasıf görünen ve açık bir vasıf ise, bununla lezzetlenmek daha azdır. Fakat lezzetten de uzak değildir. Onu uzun boylulukla veya beyaz tenlilikle övmesi gibi... Her ne kadar bu bir nevi kemâl ise de nefis bundan gafil olup lezzetinden boş olur. Sen ona sezdirdiğin zaman, sezişin oluşması, lezzetin oluşmasını sağlar. Eğer o vasıf, şüphe götürür bir vasıf ise, bu takdirde lezzet daha bü-yük olur. İlim veya takva kemâliyle veya mutlak güzellikle övülmesi gibi... İnsanoğlu, güzelliğinin kemâlinden çoğu zaman kuşku duyar. İlminin ve takvasının kemâlinden tereddüt eder. Bu şüphenin giderilmesine müştak olur. Bu işlerde emsalsiz olduğunu anlamış olur. Böylece kalbi de bu hususta mutmain olur. Ne zaman başkası onu anarsa, bu ona itminan ve o kemâli sezişinden dolayı bir güven verir. Lezzeti büyüdükçe büyür. Lezzetin bundan dolayı büyümesi, bu sıfatları bilen ve gören bir kimseden sâdır olduğu takdirde ancak sözkonusu olur, Bu kimse sözünden ancak tahkikten dolayı inhiraf edip cayar. Bu, tıpkı talebenin zekî, çok faziletli ve kavrayışlı sayılarak üstadının övgüsüne mazhar olmasından sevinmesi gibidir; zira bu, lezzetin son zirvesine varmaktır. Eğer bu övgü sözüne itibar edilmeyen veya o vasfı bilmeyen bir kimseden gelirse, lezzeti azalır. Bu illetten dolayı kötülemeden nefret edilir. Çünkü kötüleme, nefsinin eksik olduğunu kendisine sezdirir. Eksiklik ise, sevilen kemâlin zıddıdır. Bu bakımdan bundan nefret edilir. Bunu sezmek de elem vericidir ve bu sırra binaen kötüleme, güvenilir basîret sahibi bir kimsenin ağzından çıktığı zaman, elemi daha da büyür. Nitekim biz bu hususu Medh bölümünde zikretmiştik.

İkinci Sebep

Medh delâlet eder ki, medhedenin kalbi, mehdedilenin mülküdür. Onu irade eder. Onda iyiliğin bulunduğuna inanır. İsteğine müsahhar ve râm olur. Kalplerin elde edilmesi sevilir ve istenir. Böyle olduğunu sezmek lezzettir. Bu illetten dolayı -idareciler ve büyükler gibi- kudreti geniş, kalbini elde etmekten fayda gelecek bir kimseden övgü sâdır olduğu zaman lezzet oldukça büyür. Medhedici itibarsız olduğu veya birşeye gücü yetmeyen kimselerden ise, lezzet azalır; zira böyle bir kimsenin kalbini elde edip güç yetirmek, kıymetsiz birşeye güç yetirmektir. Bu bakımdan onun medhi ancak az bir gücün varlığına delâlet eder.

Zemmin çirkin görülmesi, ferdin ondan elem duyması da bu sebeptendir. Kötüleyen, büyüklerden ise felâketi daha da büyük olur. Çünkü bununla elden kaçan fırsat daha büyüktür.

Üçüncü Sebep

Senâcının senâsı, medhedenin medhi, her dinleyenin kalbini avlamaya sebeptir. Hele medheden, sözü geçerli ve övmesine güve-nilir bir kimse ise... Bu durum, cemaat arasında vâki olan medhle ilgilidir. Bu bakımdan cemaat ne kadar fazla ise ve senâ edenin sözüne ne kadar fazla iltifat edilirse, övgü de o kadar lezzetli olur. Bu tür kötüleme de nefse o denli ağır gelir.

Dördüncü Sebep

Medh, medhi yapılanın haşmetine, medhedenin diliyle isteyerek veya istemeyerek onu övmeye mecbur olduğuna delâlet eder. Haşmet de içindeki kahır ve kudretten lezzetlidir. Bu lezzet, medheden için de söylediklerine inanmasa bile lezzetlidir. Fakat bunu belirtmeye mecbur olması, kendisi için bir nevi kahr ve istilâ demektir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin zevki, medhedenin medhten kaçmabilmesi ve güçlü olması nisbetindedir. O halde, tevazudan ötürü övmekten kaçınan kuvvetli bir kimsenin medhinin lezzeti daha fazladır. Bu dört sebebin tümü bazen bir medhedicinin medhinde toplanır. Dolayısıyla onunla lezzetlenme oldukça büyür. Bazen de ayrılma olur. Sadece bazıları bulunur, bu takdirde zevk azalır.
Kemâli sezdirmek olan birinci illete gelince, bu illet medhi yapılanın medhedenin sözünde doğru olmadığını bilmesiyle orta-dan kalkar. Nitekim soylu veya cömert veya herhangi bir ilmi bilir veya şer´î yasaklardan sakınır diye övüldüğü ve nefsinin bunların tam zıddıyla muttasıf olduğunu bildiği gibi... Böylece sebebi kemâlin sezdirmesi olan lezzet ortadan kalkar. Dilini ve kalbini istilâ lezzeti ile lezzetlerin diğer kısımları kalır. Eğer medhedenin söylediğine inanmadığını ve bu sıfatın kendisinde olmadığını an-lamışsa, kalbin üzerine istilâsı demek olan ikinci lezzet de ortadan kalkar. Övgüsüyle konuşmaya insanı mecbur ettiği büyüklük ve istilâ lezzeti ortada kalır! Eğer bu övmek korkudan değil, eğlence ve alay yoluyla geliyorsa, bütün zevkler iptal olunurlar ve burada hiç-bir zevk kalmaz. Çünkü üç sebep de ortadan kalkmıştır. İşte övgüden zevk alan, kötülemeden eziyet duyan, nefsin illet perdesini aralayan bu beyan ettiklerimizdir.
Biz bunu, mevkî ve övgü sevgisinin ve yergi korkusunun tedavi yolu bilinsin diye zikretmiştik; zira sebebi bilinmeyen birşeyin tedavisi mümkün değildir. Çünkü ilaç, hastalık sebeplerini ortadan kaldırmaktan ibarettir.

Lûtuf ve keremiyle muvaffak kılan ALLAH´tır. ALLAH Teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın!
 
Alt 02-18-2009, 16:47   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Mevki ve Rütbe Düşkünlüğünün Çaresi

Kalbine mevkî ve rütbe sevgisi galip gelen bir kimsenin himmeti, halkın gözetilmesine yönelir. Onlara kendisini sevdirmekle ve onların takdiri için riyâkârlık yapmakla meşgul olur. Söz ve hareketlerinde onların yanında derecesini büyütecek şeylere dikkat eder. Bu ise münafıklığın tohumu ve fesadın esasıdır. Şüphesiz ki bu, insanı ibâdetlerde gevşeklik göstermeye ve riyakârlık yapmaya sürükler. Kalpleri elde etmek için mahzurlu hareketlere zorlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) insanların şeref ve mal sevgisini ve dini ifsad etmelerini, saldırgan iki kurda benzeterek şöyle buyurmuştur:
Suyun otu bitirdiği gibi, bu sevgi münafıklığı bitirir.
Zira münafıklık, fiilde veya sözle zâhirin bâtına muhalif olması demektir. Kim, halkın kalbinde mevkî edinmek istiyorsa, münafıklık yapmaya ve kendinde bulunmayan birtakım güzel ahlâkları belirtmeye mecbur olur. Bu ise nifakın ta kendisidir. Bu bakımdan mevkî sevgisi helâk edici şeylerdendir. O halde onu tedavi etmek ve kalpten söküp atmak farzdır. Çünkü kalp, mal sevgisi temeli üzerine yaratıldığı gibi, bu tabiat üzerine de yaratılmıştır. Bunun ilacı ilim ve ameldir.

İlme gelince, ilim demek, mevkîyi kendisinden dolayı sevdiği sebebi bilmek demektir. O sebep de halkın kalpleri üzerinde tam kuvvet ve kudret (tesir) kurmak dernektir. Biz ´Eğer böyle bir durum insanoğlu için müyesser olursa da sonu ölümdür ve insanoğlundan sonra kalacak salih amellerden değildir´ demiştik. Hatta şarktan garba kadar yeryüzünde olan herkes -hâşâ- sana secde etse bile, elli seneye kadar ne secde eden, ne de kendisine secde edilen kalabilir. Senin halin, senden önce kendilerine tevazu gösterenlerle beraber ölüp giden mevkî sahiplerinin hali gibidir. Bu bakımdan sonu olmayan ve ebedî hayattan ibaret olan dini, böyle birşey için terketmek uygun değildir! Daha önce geçtiği gibi,hakîkî ve vehmî kemâli bilen bir kimsenin gözünde mevkî ve rütbe küçülür. Ancak bu, âhireti görüp ahirete bakan ve çarçabuk geçen dünyayı hakir sayan bir kimsenin gözünde küçülür. Böyle kimse, ölüm onun yanında hazır imiş gibidir. Hali, Hasan Basrî´nin, Ömer b. Abdülâziz´e yazdığındaki hali gibi olmalıdır: ´Sanki sen, kendisi hakkında en son ölecektir diye takdir edilen bir kimsesin!´

Dikkat et! Hasan Basrî geleceğe bakışını nasıl uzatmış, onu o an olmuş gibi takdir etmiştir?

Hâli yine Ömer b. Abdülâziz´in hali gibi olmalıdır ki cevabında ´Sanki dünya olmamıştır ve sanki ahiret ortadadır´ diye yazmıştır.

İşte bu kimselerin bakışı ve iltifatları neticeye göreydi. Bu bakımdan netice almak için takva ile çalışırlardı; zira bilirlerdi ki iyi neticeyi muttaki kimseler elde ederler. Böylece dünyada mal ve mevkîyi hakir saydılar. Halk tabakasının çoğunun kalp gözleri zayıftır. Sadece geçici dünyaya bakarlar. O gözlerin nûru neticeleri müşahede etmeye uzanmaz!

Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.(Âlâ/16-17)

Hayır hayır! Doğrusu siz, peşini (dünya zevklerini) seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz.
(Kıyâme/20-21)

Bu bakımdan durumu bu olan bir kimsenin geçici âfetleri bilmek suretiyle mevkî sevgisinden kurtulmak için kalbini tedavi etmesi gerekir. Dünyada mevkî ve rütbe sahiplerini hedef edinen tehlikeleri düşünmeli; zira her rütbe ve mevkî sahibine eziyet edilmek istenir ve hased edilir. Daima mertebesinden sakınır. Oysa kalpler kaynayıp altüst olan kazandan daha fazla değişmektedirler. Kalpler ikbal (yönelmek) ve i´râz (yüz çevirmek) etmek arasında kıvranmaktadır. Bu bakımdan kalpler üzerine inşa edilen herşey, deniz dalgaları üzerine inşa edilen şeye benzer. Bunun da temel tutması sözkonusu değildir. Kalpleri gözetmekle meşgul olmak rütbeyi korumak, hased edicinin hilesini bertaraf edip düşman eziyetini engellemek, bütün bunlar acele gelen üzüntülerdir. Rütbenin zevkini bulandırırlar. Bu bakımdan dünyada rütbeden istenilen ve umulan şeyler, hiçbir zaman korkusuna denk değildir. Ahirette elden kaçan da ayrı! O halde bundan dolayı, zayıf olan basireti tedavi etmen uygundur. Basireti nâfiz ve imanı kuvvetli olan bir kimse ise, dünyaya iltifat etmez. İşte ilim bakımından ilaç budur.Amel bakımından tedaviye gelince, halkın kalbinden mevkîsini kınanacak fiillerde bulunmak suretiyle düşürmektir. Böylece, halkın gözünden düşer. Halk tarafından kabul edilme zevkinden uzak kalır. Şandan şöhretten kaçar, tanınmamayı yeğler. Halkın reddetmesine aldırmaz. Hâlık´ın kabul etmesine kanaat eder. İşte Melamiyye mezhebi budur.20 Zira onlar, kendilerini halkın gözünden düşürmek, şöhretin âfetinden selâmet kalmak için, sûreten çirkin olan hareketlere dalarlar. Önder olan bir kimse için böyle yapmak dinen caiz değildir! Zira önder olan bir kimsenin böyle yapması, müslümanların kalbinde dini zayıf düşürür.

Önder olmayanlara gelince, şöhret elde etmesi için bir mahzuru irtikâb etmesi caiz değildir. Halkın gözünde kıymetini düşürücü mübahları yapması gerekir. Nitekim rivayete göre padişahlardan biri, bir zâhidi ziyarete gelmiş, zâhid onun yaklaştığını görünce bakla ve sebze istemiş, obur bir şekilde yemeye başlamış, büyük lokmalar yapmış. Bu manzarayı gören padişahın gözünden düşmüş ve padişah geri dönüp gitmiştir. Bunun üzerine zâhid şöyle demiştir: "Seni benden çeviren ALLAH´a hamdolsun!´

Onlardan biri de şarap içiyor zannını vermek ve halkın gözünden düşmek için şarap rengindeki kadehlerde şerbet içmiştir. Böyle yapmanın da caiz olup olmadığı fıkhî bakımdan tartışmalıdır. Ancak hal sahipleri bazen fâkihin fetvâ verdiği birşey ile nefislerini tedavi ederler. Burada kalplerinin ıslahını görürlerse böyle yaparlar. Sonra bazılarının yaptığı gibi kusur şeklinde kendilerinden sâdır olanı telâfi ederler. Nitekim zâhidlikle tanınan bir kimse vardı, halk kendisine rağbet gösterirdi. Birgün bu zat hamama girdi. Başkasının elbisesini giyip çıktı. Yolda durdu ki kendisini tanıyıp elbiseyi kendisinden alsınlar ve kendisini dövsünler ve ´Bu adam hırsızdır!´ desinler de kendisini terketsinler.
Şöhretten uzaklaşmada yolların en kuvvetlisi halktan uzaklaşıp, bilinmeyen bir yere hicret etmektir. Çünkü evinde uzlete çekilen bir kimse şöhret bulduğu bir memlekette bunu yaparsa, uzletinden dolayı halkın kalplerinde iyice yerleşen şöhret sevgisinden uzak olamaz; zira böyle bir kimse çoğu zaman şöhreti sevmediğini zanneder. Oysa aldanır. Onun nefsi, maksadını elde ettiğinden dolayı sükunete kavuşmuştur. Eğer halk onun hakkında inandığından cayarsa, onu zemmedip veya ona uygun olmayan bir duruma kendisini nisbet ederlerse, nefsi feveran edip elemdar olur. Çoğu zaman da böyle olmadığını mâzeret beyan etmek sure-tiyle ispata çalışır. O tozu onların kalplerinden silmeye gayret sar-feder. Çoğu zaman da halkın kalbinden silmek için yalan söylemeye, hile yapmaya mecbur olur. Bunu, perva etmeden yapar. Böylece kendisinin şöhreti sevdiği anlaşılır. Şöhreti seven bir kimse için şöhretin fitnesi daha büyüktür.

Halktan ümit ettikçe halkın kalbinde mevkî sahibi olmamasını sevmesi mümkün değildir. Bu bakımdan nafakasını çalışmasından veya başka bir yönden temin ettiği, halktan ilişkisini kestiği zaman, bütün insanlar onun yanında düşük insanlar gibi olurlar. Bu takdirde onların kalbinde bir mertebesi olup olmadığına değer vermez. Nitekim şarkın en ücra köşesinde bulunan kimselerin kalbinde değerinin olmamasına aldırmadığı gibi. Çünkü onları görmez ve onlardan bir şey ummaz.

İnsanoğlu ancak kanaatla halktan ümidini keser. Bu bakımdan kanaat eden bir kimse halktan müstağni olur. Müstağni olduğu zaman kalbi halk ile meşgul olmaz. Kalplerde mertebesinin bulunması gözünde beş para etmez. O halde, mertebenin terki ancak kanaat edip halktan ümidi kesmekle olur. Bütün bunlara mertebe hakkında vârid olan, nâm ve nişansızlığı övmek için söylenilen hadîslerle yardım edilir. Selefin şu sözüyle yardım edildiği gibi: ´Mü´min zillet, kıllet veya illetten kurtulamaz´. Bu kişiler, selefin bunları izzete nasıl tercih ettiklerini, ahiret sevabına nasıl rağbet gösterdiklerini görmelidir. ALLAH Teâlâ onların hepsinden razı olsun!

__________________

20) Melâmiyye, fukarâdan bir gruptur. Tarikatlarının esası, tam ihlâs üzerine bina edilmiştir. (İthaf´us-Saade, VIII/253). Günümüzde kadınlı erkekli toplantılar yapan, müslüman-kâfîr demeden cemaatlerinde herkese yer veren, ibadetleri bırakıp sohbete(!) önem verenlerin, melâmilikle uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur. Bu konuda daha fazla bilgi almak için bizim tercümemiz olan Basîret´us-Sâlikîn adlı esere bakılabilir.
 
Alt 02-18-2009, 16:49   #8
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Karınca´nın Ayak Sesinden Daha Gizli Olan Riya

Riya´nın gizli ve açık olmak üzere, iki kısım olduğunu bil! Açık riya, insanı ibâdete,-sevab ve ecir kastı olmaksızın- teşvik eden riyadır. Bu kısım, riyanın en açığıdır.
Bundan az daha gizli olan riya, tek başına insanı ibâdete sevk etmez. Ancak kendisiyle ALLAH´ın rızasının irade edildiği ibadet, bu tür riya yüzünden kolaylaşır. Her gece teheccüd namazını kılmayı âdet edinen ve bu namazın kendisine ağır geldiği kimse gibi... Bu kimseye misafir geldiğinde teheccüd namazına can atarcasına kalkar ve kalkması kendine hafif gelir. Bilir ki eğer sevabı ümit etmesi olmasaydı, sadece misafirlerin görmesi için kalkıp namaz kılmazdı.

Amele tesir etmeyen, hatta kolaylaştırmak hususunda da bir tesiri olmayan riya çeşidi, bundan daha gizlidir. Fakat bu tür riya, bütün bunlarla beraber kalpte gizli bulunur. İbâdete teşvik etmediği ancak alâmetlerle bilinir. Riyanın en açık alâmeti, halkın ibâdetine muttali olmasına sevinmesidir. Bu bakımdan çok kul vardır ki halis ibâdet yapar, riyaya inanmaz, ondan nefret eder. Böylece de amelini tamamlar. Fakat halk, amellerine muttali olduğu zaman memnun olur, rahat eder. Bu durum, onun kalbinden ibâdetin yorgunluğunu giderir.

Bu sevgi, gizli riyanın varlığını bildirir. Sevgi ondan sızar. Eğer kalbin halka iltifatı olmasaydı, onların ibâdetine muttali olmaları onu sevindirmezdi. Ateşin taşta saklı olması gibi, riya da kalpte saklıdır. Bundandır ki halkın muttali olması, onda ferah ve sevinmeyi meydana çıkarır.

Sonra halkın iltifatı ile sevinme zevkini hissettiğinde, bu durumdan hoşlanmadığını göstermezse bu sevgi riyanın gizli damarının gıdası olur! Öyle ki o damarı, kendi nefsinin aleyhinde gizlice harekete geçer ve târiz yoluyla ibâdetine muttali kılıcı bir sebebin ortaya çıkıp kendisini zorlamasını ister, her ne kadar açıkça konuşmaya kendisini dâvet etmese de arzetmek yönünden konuşmak ister. Bazen de ne târiz, ne de açık konuşmaya çağırmayacak kadar gizli olup ancak takvaya delâlet eden vasıtalarla bilinir: Zayıflığın, sararmanın belirtilmesi, sesin alçalması, dudakların paslanması, tükrüğün kuruması, gözyaşlarının eserleri ve uzunca gece namazı kıldığında uyuklamanın galebe çalması gibi... Bu tür riyadan daha gizli bir çeşidi daha vardır. Bu o kadar gizlidir ki kişi kimsenin ameline muttali olmasını istemez. İbâdetinin bilinmesiyle sevinmez. Fakat bununla beraber halkı gördüğünde kendisine selâm vermelerini umar. Onu güler yüzle karşılayıp hürmet ve tâzimde bulunsunlar, kendisini övsünler, ihtiyaçlarına koşsunlar, alışverişte müsamaha göstersinler, mecliste yer versinler ister. Eğer bu hususlarda kusur eden biri çıkarsa, kalbine ağır gelir. O adamın kalbinden uzaklaştığını hisseder! Sanki sakladığı ve kimseyi muttali kılmadığı ibâdetiyle beraber halkın hürmet etmesini ister. Çünkü eğer daha önce bu ibâdeti yapmamış olsaydı, halkın kendisine hürmet etmelerini istemez, hakkında kusur edenleri uzak saymazdı.

Umumî Bir Kaide

Halk ile ilgili hususlarda ibâdetin varlığı, yokluğu gibi olmadıkça, âbid, ALLAH´ın ilmi ve bilgisiyle iktifa etmemiştir. Karıncanın izinden daha gizli olan riya kokusundan uzak değildir. Bütün bu riya çeşitleri ecri yakıp kül etmeye yaklaşır. Bundan ancak sıddîklar kurtulur.

Hz. Ali´den gelen rivayette şöyle denilmiştir: ´Kıyamette ALLAH Teâlâ, âlimlere ´Sizin için mallar ucuza verilmez miydi? Size selâm verilmez miydi? Sizin ihtiyaçlarınız halk tarafından görülmez miydi?´ der.

Sizin (bugün) ecriniz yoktur. Çünkü siz ecirlerinizi tastamam aldınız!47

Abdullah b. Mübarek, Vehb b. Münebbih´ten şöyle rivayet eder: Seyyahlardan bir kişi, arkadaşlarına ´Biz ancak tuğyandan (günahtan) korktuğumuz için mal ve evlatlardan ayrıldık. Oysa bu işimizde mal ve çoluk çocuk sahiplerinin başına gelen tehlikeden daha fazlasının bizim başımıza gelmesinden korkarız. Şöyle ki, birimiz başkasıyla karşılaştığında dindarlığından dolayı hürmet görmek ister. Bir ihtiyacını arzettiğinde dindarlığından ötürü görülmesini ister. Birşey satın aldığında dindarlığından ötürü ucuz vermelerini ister´ dedi. Bu haberleri, padişahın kulağına gittiğinde halktan bir cemaatle onları karşılamaya geldi. Öyleki dağ-ova insanlarla doldu.

Seyyah ´Bu nedir?´ dedi. Denildi ki: ´Bu padişahtır. Seni karşılamaya geldi´. Bunun üzerine seyyah, hizmetçisine ´Bana bir yemek getir´ dedi. Hizmetçi kendisine tere otu, zeytinyağı ile ´kelûbuşşecer´ denilen ağaç özünden yapılan bir yemek getirdi. Başladı ağzının iki tarafını doldura doldura ve aceleyle hırslı hırslı yemeye...
Padişah ´Sizin arkadaşınız nerede?´ diye sorunca ´İşte budur!´ dediler. Padişah ´Nasılsın?´ dedi. Seyyah ´Halk gibiyim!´ (Başka bir rivayette: ´Hayır ve âfiyetteyim!´) dedi. Padişah ´Senin yanında hayır yoktur!´ deyip onun yanından ayrıldı. Padişahın ayrıldığını görünce, seyyah şunları söyledi: ´Seni benden, aleyhimde olduğun halde uzaklaştıran ALLAH´a hamd u senâlar olsun´.

Muhlisler daima gizli riyadan korkmuşlardır. Bunun için de sâlih amellerinden insanlara bahsetmemişler, fâhiş hareketlerini gizlemekten daha fazla iyiliğini gizlemeye gayret etmişlerdir. Bütün bunları, halktan salih amellerini gizleyip, riyadan kurtulmak, kıyamet gününde halkın gözü önünde ALLAH tarafından mükâfatlandırılmak için yapmışlardır. Zira ALLAH´ın kıyamette ancak riyadan hâlis olanı kabul ettiğini bilirler. Bilirler ki kıyamette şiddetli ihtiyaçları ve fakirlikleri vardır. Kıyametin mal ve evladın fayda vermediği bir gün olması da malûmlarıdır. O gün hiçbir baba evladının yerine ceza görmez. Sıddîklar ancak kendi nefisleriyle meşguldürler. Her biri ´Nefsim, nefsim´ diye feryad eder. Başkasına nasıl sahip çıkabilirler?

Riyadan kaçanlar, Kâbe´nin ziyaretine gitmek isteyen hacılar gibidir. Bu hacılar, Kâbe´ye gitmek istedikleri zaman, beraberlerinde Mağrib veya Mısır´ın hâlis altınlarını alırlar. Çünkü çölde yaşayan göçebeler katında, hâlis altından başka şeyin geçerli olmadığını bilirler. Çölde şiddetli ihtiyaç vardır. Sığınılacak vatan, el tutacak akraba da yoktur. Bu bakımdan kişiyi ancak hâlis altın kurtarır.

Kıyamet gününde kalp erbabı da böyle görülürler. Beraberlerinde götürdükleri takva azığı da böyle müşahede´ edilir. Çünkü gizli riyanın kokuları sayılmayacak kadar çoktur.
Ne zaman ibâdetine, bir hayvanla bir insanın muttali olması arasında fark görürse, o ibâdette riyadan bir şaibe vardır. Çünkü kişi tamahını ve ümidini hayvanlardan kestiği için ibâdetinde hayvanın veya süt emen çocukların orada bulunup bulunmaması onun için önemli değildir. Hareketine muttali olup-olmadıkları umurunda değildir. Eğer muhlis olup ALLAH´ın ilim ve kelimesiyle kanaat ederse, çocukları ve delileri bu hususta hakir gördüğü gibi akıllıları da (sadece bu hususta) hakir görmesi gerekir. Hayvanlar, mecnunlar ve çocukların kendisine rızık vermeye, fazla sevap veya fazla ceza tatbik etmeye muktedir olmadıkları gibi, akıllı olanların da bunlara kudretlerinin yetmediğini bilmelidir. Bunu hissetmiyorsa muhakkak kendisinde gizli bir riya kokusu vardır ve her riya kokusu amelleri yakıcı değildir. Ameli ifsad edici olamaz. Bu hususta tafsilât gelecek fasıldadır.

Soru: Hiç kimseyi görmüyoruz ki onun ibâdet ve taatine muttali olunduğunda sevinmesin. O halde bu sevginin tamamı mı kötüdür veya bir kısmı mı, yoksa bir kısmı da güzel midir?
Cevap: Bilinmelidir ki her sürur (sevinç) kötü değildir. Sevgi ve sürur, güzel ve çirkin diye iki kısma ayrılır.

Bir

Güzel olan sevince gelince, birinci kısım, gayesi taat ve ibâdetini gizlemek ve ALLAH için yapmaktır. Fakat halk ibâdetine muttali olduğunda, ALLAH Teâlâ´nın onları muttali ettiğini düşünür. Onun güzel ahlâkını belirttiğini, bununla ALLAH´ın kendisine reva gördüğü iyiliğine ve iltifatına istidlâl eder. Çünkü kendisi hem ibâdetini, hem de günahını gizledikten sonra, ALLAH günahını örtmüş veya ibadetini göstermiştir. Güzeli belirtmek ve çirkini örtmekten daha büyük bir lûtuf olur mu? Bu bakımdan sevgisi, halkın övgüsü ve kalplerindeki mertebesinden değil, aksine ALLAH´ın güzel lûtfundandır.

De ki: ´ALLAH´ın ihsanı ve rahmetiyle, (evet) ancak bununla ferahlansınlar, bu onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır´.(Yunus/58)
Sanki ALLAH katında makbul olduğunu görmüş de bundan ötürü sevinmektedir.

İki

İkinci kısım, ALLAH´ın dünyada günahını örtmesi ve iyiliğini açıklamasıyla, ahirette de böyle bir muameleye mazhar olacağına yorumlamasıdır.

ALLAH dünyada kulun bir günahını örterse, ahirette de o günahı örter.
Bu bakımdan birinci kısımdaki sevgi geleceğe bakmadan, hâli hâzırdaki makbul olmasının mülâhazasından gelmektedir. Bu de-recedeki sevinç ise, geleceğe bakmaktan ileri gelmektedir.

Üç

Üçüncü kısım, ibâdetine muttali olanların bu hususta kendisine uymaya rağbet ve isteklerinin arttığını zannetmesi ve dolayısıyla ecrinin arttığına sevinmesidir. Bu bakımdan kendisine, sonunda açıkladığının ecri ile önceden kasdettiğinin gizlilik ecri vardır.

Bir ibâdette önder olan kimseye, kendisine o hususta uyanların sevabları kadar sevab vardır. Hem de onların sevabından birşey eksilmeden... Böyle büyük bir ecri ümit edenin sevinmesi yerindedir. Çünkü şüphesiz karın karinelerinin belirmesi, zevklenmeyi ve sevinmeyi gerektirir.

Dört

Dördüncü kısım, ibâdetine muttali olanların, kendisine ibâdetinden dolayı teşekkür etmeleridir. Bu teşekkürde ALLAH´a itâat edip, ALLAH´a itâat edene kalben meylettiklerinden ötürü sevinme vardır. Çünkü ehl-i imandan bir grup vardır ki taat ehlini gördüklerinde buğz ve hased eder ve aleyhinde bulunup kendisiyle istihzâ eder veya riya ile itham eder. Onu ibâdeti sebebiyle övmez. Öyleyse bu sevinmesi ALLAH´ın kullarının güzel imanından ötürü gelen bir sevgidir.

Beş

Kötü olan beşinci kısma gelince, bu halkın kalbinde büyüklüğünün yerleşmesinden ötürü sevinmesidir. Öyle yerleşmiştir ki kendisini medhederler, büyütürler, ihtiyaçlarını görürler. Geldiğinde ve gittiğinde ona ikram ve i´zazda bulunurlar. Bu kısım mekruh ve kötüdür!
ALLAH en doğrusunu bilir!

47) Beyhâkî, (Ebu Hüreyre´den)
 
Alt 02-18-2009, 16:49   #9
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Açık ve Gizli Riya´nın Ameli Zayi Eden ve Etmeyen Kısımları
Biz bu hususta deriz ki kul, ibâdetini ihlâs temeli üzerine bina ettiği zaman, sonra gelen bir arıza ile riya yaparsa bu durum ya amelin bitiminden sonra veya önce olur. Eğer bitiminden sonra izhar etmeksizin sadece bir sevgi zuhura gelirse, bu sevgi ameli ifsad etmez. Çünkü amel, daha önce riyadan temiz olarak tamam olmuştur. Ondan sonra olanın onda menfî bir tesir etmemesi umulur. Hele kul bunu zoraki bir şekilde belirtmediği, bununla konuşmadığı, halk arasında belirmesini ve kendisiyle konuşmalarını temenni etmediği takdirde hiçbir şey olmaz. Aksine ALLAH Teâlâ´nın belirtmesiyle tevâfukan bilinmiştir. Kulun müdahalesi, kalbine giren sevgiden başka birşey değildir. Evet! Ameli riyasız tamam olursa, fakat ondan sonra ameli belirtmek iştiyâkı kendisinde belirirse ve amelini söyleyip izhar ederse, bu durumdan korkulur! Eser ve haberlerde böyle yapmanın ameli yakıcı olduğu vârid olmuştur. Çünkü İbn Mes´ud ´Ben dün Bakara sûresini okudum´ diyen bir kimseyi dinledikten sonra ´Onun böyle demesi, sevabını yok etti ve yaktı´ demiştir.
Hz. Peygamber ´Ben bütün sene oruç tuttum´ diyen bir kişiye ´Sen ne oruç tutmuş, ne de iftar etmişsin´48 buyurmuştur.

Seleften bazıları, Hz. Peygamber´in böyle söylemesini, kişinin ibâdetini izhar edip göstermesinden ileri geldiğine hamletmişlerdir. Öte taraftan ´Bu hadîs, bütün senenin oruçla geçmesinin kerih olduğuna işarettir´ denilmiştir.

Hangi mânâya hamledilirse edilsin, Hz. Peygamber´in de İbn Mes´ud´un da böyle demesi delâlet eder ki kişinin kalbi ibâdet anında riyanın kasdedilmesinden boş değildir. Çünkü o ibâdet hakkında konuşması da buna delâlet eder; zira ibâdetten sonra, eğer ibâdet anında riya kasdı yoksa, meydana gelenin, amelin sevabını iptal etme ihtimali uzaktır. En mâkulü şöyle demektir: Bu kişi, geçmiş ibâdetinden dolayı sevap sahibidir. İbadetten sonra ibadetle yaptığı gösterişten ötürü muâhaze edilir. Daha namaz bitmeden riyaya kayan niyeti tam bunun hilâfınadır; zira bu değişme bazen namazı bozar, ameli yakar.

Namazı ihlâs ile kıldığı halde ortasında ansızın gelen riyaya gelince, bu riya amele tesir etmeyen mücerred bir sürurdur veya amele teşvik eden bir riyadır. Eğer ibâdete teşvik eden riya ise ve ibâdet de onunla sona ermişse ecri yanmıştır. Mesela nafile ibâdetin içinde iken kendisine bahçe görünür veya padişahlardan biri (maiyetiyle beraber) hazır olursa, namazda olanın da onlara bakmaya canı çeker veya malından unuttuğu birşeyi hatırlar da onu elde etmeyi isterse ve eğer halk olmasaydı namazını yarıda keserek o işleri görecek bir durumdaysa, kıldığı namaz da farz namaz ise iade etmek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Amel kab gibidir. Öncesi (altı) güzelse sonu (üstü) de güzel olur.49

Yani sonuca bakılır.

Bir saat ameliyle gösteriş yapanın daha önce olan ameli (ecri) yanar.50
Bu hüküm, bu şekilde kılınan namaz üzerine hamledilir. Sadaka vermek ve Kur´an okumak üzerine hamledilmez. Çünkü bunların her cüz´ü tek başınadır. Bu bakımdan gelen riya, kalanı ifsad eder, geçeni değil. Hac ile oruc da namaz gibidir.

Riyanın gelmesinin, ibâdeti sevab için tamamlama kasdına mâni olmadığı cihete gelince, bu da tam namazın içinde iken bir cemaatin gelip orada hazır bulunması, onun orada bulunmalarından sevinip riyakârlık yapması, onlar görsünler diye namazını güzelleştirmeyi kasdetmesi gibidir. Eğer onlar gelmeseydiler yine de tamamlardı. Bu riya, amelde menfi tesir eden bir riyadır. Hareketlerin meydana gelmesini teşvik etmiştir. Eğer ibâdet kasdı ve sevabı isteme hissini yok edip ortadan kaldıracak derecede galebe çalarsa, ibâdetin kasdı riyada kaybolurcasına silinirse, bunun da ibâdeti ifsad etmesi gerekir. Eğer bu minval üzere ibâdetin rükünlerinden biri geçerse... Çünkü tekbir safhasında olan niyetle -eğer onu mağlup eden bir sebep olmamışsa- iktifa ediyoruz.

Şöyle demek de muhtemeldir. Akd haline ve sevab aslının kasdedilmesinin var olduğuna nazaran her ne kadar bu akid daha galip bir kasdın hücumuyla zayıf düşmüşse de ibâdeti ifsad olmaz.

Haris el-Muhasibî, bundan daha hafif olan bir işte amelin yok olduğunu savunarak er-Riaye adlı kitabında şöyle der:

Sadece insanların muttali olmalarını irade ettiğinde; yani makam ve mansıb sevgisi gibi bir sevgi kasteden insan hakkında halk ihtilâf etmiştir: Bir gruba göre, bu durum ameli yakar. Çünkü bu kimse ilk samimiyeti nakzetmiş daha amelini ihlâsla tamamlamadan, insanların övgüsüne yönelmiştir! Oysa amel ancak neticesiyle tamama erer.
Ben şahsen bu takdirde amelinin yanmasına kesinlikle hükmetmem. Her ne kadar amelin fazlalaşmayacağına kani ve her ne kadar bu amelden emin değilsem de. Halk bu hususta ihtilâf ettiğinde ben şahsen duraklarım. Fakat benim kalbime galip gelen şudur: Eğer amelini riya ile sonuçlandırırsa ameli yanar!

Eğer "Hasan Basrî onların iki hâl olduğunu, birincisi ALLAH için olursa, ikincisinin ona zarar vermediğini söylemiştir" denirse, şöyle deriz: Rivayet ediliyor ki, bir kişi Hz. Peygamber´e ´Ben amelimi gizlerim, kimsenin muttali ol-masını istemem, fakat bilinirse bu beni sevindirir!´ dediğinde, cevap olarak Hz. Peygamber (s.a) ona şöyle demiştir:

Sana iki ecir vardır: (Biri) gizlemenin ecri (diğeri) açığa çıkmanın ecri!51
Hasan Basrî´ye gelince, o ´zarar vermez´ sözüyle ´madem o, ALLAH´ı murad ediyor, o halde amelini terketmez ve tehlike kendisine zarar vermez´ demek istiyor; zira Hasan Basrî ´İhlâstan sonra riya yaptığında ona zarar yoktur´ dememiştir.

Hadîse gelince, el-Muhâsibî onun hakkında uzun bir konuşma yapmıştır. O konuşmanın özeti üç vecihte anlatılabilir.

Birinci Vecih: İhtimaldir ki kişi, bittikten sonra amelinin görünmesini kasdetmiştir. Çünkü hadîste, daha ameli bitmeden önce bu durumun olduğuna delâlet eden bir emare yoktur.

İkinci Vecih: Kişi, bu hususta başkasının kendisine uymasından veya başkasının -daha önce zikrettiğimiz gibi- güzel sevincinden dolayı sevinmeyi kasdeder. Övüleceğinden ve halk gözünde büyüyeceğinden ötürü sevinmeyi kasdediyor değildir. Bunu kasdetmediğinin delili Hz. Peygamber´in sevgisinden ötürü kişiye iki ecrinin olduğunu haber vermesidir. Oysa ümmetin hiçbir âlimi yoktur ki halkın övgüsünden dolayı sevinenin ecir sahibi olduğunu savunsun! Böyle bir kimseye en fazla verilen nimet, affa ve müsamahaya mazhar olmasıdır. Acaba nasıl olur muhlis bir kimsenin bir ecri, riyakârın da iki ecri olur?

Üçüncü Vecih: Adı geçen hadîsi rivayet edenlerin çoğu, onun (senedini) Ebu Hüreyre´ye ulaştırmadan rivayet ederler. Hatta çoğu Ebu Salih´de durdurur. Bazıları da (Ebu Hüreyre´ye kadar senedini ulaştırarak) refeder. O halde riya hakkında umumî olarak vârid olan hadîslerle hükmetmek daha evlâdır.

Muhasibî´nin sözleri burada bitmektedir. Muhasibi, bu hususta kesin konuşmamış, fakat bu sevinmenin ameli yok ettiği görüşüne meylettiğini izhar etmiştir.

Bize göre, kıyasta en uygunu şudur: Bu kadar sevinme -eğer eseri amelde görünmezse- amel dinî bir telkinden ileri geliyorsa, başkasının onu görme sevinci (tesir etmeksizin) ona eklenmişse ameli ifsad etmez. Çünkü bu sevinçle niyetinin esası yok olmamıştır. Aksine o niyet hâlâ ibâdet etmeye onu teşvik etmekte ve tamamlamaya onu zorlamaktadır.
Riya hakkında vârid olan haberler ise, sadece ameli halkın görüp takdir etmesini istemek hususuna hamledilir.

Şirk (riyanın şirk olması keyfiyeti) hakkında vârid olan hadîsler ve hükümler ise, riyanın kasdı, sevabın kasdına eşit veya daha fazla olduğu zamana hamledilir. Eğer riyanın kasdı sevabın kasdedilmesinden daha zayıfsa, bu takdirde sadakanın ve diğer amellerin sevabı tamamen yanmaz. Namazı ifsad ettiğini sanmak uy-gun değildir. Çünkü bütün bunlarda riya kasdı zayıftır.

Şöyle demek de uzak bir ihtimal değildir: Kişiye gereken namaz, sadece ALLAH´ın rızası için kılınan namazdır. Bu namaz ise içine hiçbir şey karışmayan namazdır. Bu bakımdan bu durumda kişi, namaz kılmış sayılmaz. Oysa bu hususta ilim ALLAH´ın katındadır.
Biz İhlâs bölümünde buradaki konuşmadan daha mufassal bir konuşma îrad etmiştik. İşte bu hüküm, ibâdet akdinden sonra olan riyanın hükmüdür. Bu riya ya kişi ibâdetten başlamadan önce veya başladıktan sonra meydana gelir.

Üçüncü Kısım

İbâdetle beraber olan üçüncü kısım şudur: Namaza riya maksadıyla başlar. Selâm verinceye kadar -eğer buna devam ederse-günahkâr olur. Bu namazı kılmıştır ama namazına itibar yoktur. Eğer namaz esnasında pişman olur, günahının affını talep eder, daha ibâdet tamam olmadan önce dönüş yaparsa, kendisine lâzım gelen hakkında üç vecih vardır:

1.Bir grup ´Riya kasdı ile beraber namazı akdolunmaz, o halde yeniden kılmalıdır´ der.

2.Başka bir grup ´Kendisine rükû ve secde gibi fiillerin iadesi gerekir. Fiilleri ifsad olur, fakat namaz için getirdiği tahrim tekbiri bozulmaz. Çünkü tahrim tekbiri almak bir akiddir. Riyâ ise,kalpte bir vesvesedir. Tahrim tekbirini, akid olmaktan çıkarmaz´
der.

3.Başka bir grup da şöyle demiştir: ´Hiçbir şeyin iadesi lâzım gelmez. Aksine kalbiyle affedilmesi talebinde bulunmalıdır.İbâdetini ihlâs üzere tam yapmalıdır. İtibar ibâdetin sonucunadır.Nitekim ihlâsla başlayıp riya ile sonuçlandırdığında amelini ifsad ettiği gibi!

Bunu bir beyaz elbiseye benzetmişlerdir. O elbise, ârızî bir pislikle pislendiğinde, o sonradan gelen pislik giderildiği zaman aslına dönüşür. Demişlerdir ki namaz, rükû ve secde ALLAH içindir. Eğer ALLAH´tan başkasına secde ederse muhakkak kâfir olur. Fakat (burada) gelip-geçen riya onunla iktiran etmiştir. Sonra o da pişman olması ve tevbe ile giderilmiştir. Öyle bir duruma gelir ki halkın ne övmesine, ne de zemmetmesine perva eder. Bu bakımdan namazı sıhhatli olur.

İkinci ve üçüncü grupların mezhebi, gerçekten fıkhın kıyasından uzaktır. Hele ´Sadece rükû ve secdeyi tekrarlamak lâzımdır. Fakat tahrim tekbirini tekrarlamak gerekmez´ diyenin sözü kıyasa hiç uymaz. Çünkü rükû ve secde doğru olmadığından namaz içinde fazladan yapılmış fiiller olurlar. Bu bakımdan namaz fâsid olur. ´Eğer ihlâsla namazını sonuçlandırırsa, namazı sahih olur; zira hüküm sonuca göredir´ diyenin sözü de zayıftır. Çünkü riya niyette menfî tesir yapar. Niyetin hükümlerini gözetmek için en iyi vakit, iftitah (namaza giriş) tekbirini alma vaktidir.

Kıyasa göre doğru olan şöyle demektir: Eğer namaza teşvik edici sebebi, başlangıçta sadece riya ise, sevabın talebi ve ilâhî emrin imtisâli değilse, iftitah tekbiri olmamış olur. Bu bakımdan ondan sonraki de olmaz. Bu öyle bir kimse hakkında düşünülür ki tek başına kaldığında namaz kılmaz. Halkı gördüğünde namaza tekbir getirip başlar. Öyle ki elbisesi pis olsa bile halk için namaz kılar. İşte bu namazda ´niyet´ yoktur. Çünkü niyet, dinden gelen bir teşvike icabet etmekten ibarettir. Burada ise ne teşvik, ne de icabet vardır. Eğer halkı görmediği takdirde namaz kılıyorsa halkı görünce onların övmesini de istiyorsa, dolayısıyla iki teşvik bir araya gelirse, bu durum ya sadaka ve Kur´an okumak gibi, içinde tahlil ve tahrim olmayan (ibâdet)lerde olur veya namaz ve haccın akdinde olur. Sevabın teşvikçisi kendisini sadaka vermeye ittiğinde itaat etmiş olur:

Zira kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görür, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görür.(Zilzâl/7-8)

İyi niyetine göre sevap, kötü niyetine göre de ceza vardır, Hiçbiri diğerini yakmaz. Eğer niyete giren bir fesadlıktan dolayı bozulacak bir namazda ise, o namaz ya farz veya nafile namazdır. Eğer nafile namazsa, onun hükmü sadakanın hükmü gibidir. Kalbinde iki teşvik edici bir araya geldiğinden dolayı bir yönden âsi olur, başka bir yönden de itâatkâr! ´Namazı fâsiddir, kendisine uymak bâtıldır´ demek mümkün değildir. Hatta teravih namazını kılıp, halinin karinelerinden güzel okuduğunu göstermek suretiyle riyakârlık yaptığı tebeyyün ederse, eğer cemaat içinde olmasaydı, tek başına evde namaz kılmayacağı sözkonusu ise, arkasında namaz kılmak doğru değildir. Çünkü bu raddeye gelmek, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Aksine müslümanın sevap kasdıyle nafile namaz kıldığına inanmak gerekir. Bu bakımdan bu niyet itibariyle ibâdeti sahih olduğu gibi, kendisine uymak da doğru olur. Günahkârlığına sebebiyet veren başka bir kasıd da onunla beraber bulunsa bile yine de böyledir.

Kişi farz ibâdetin içinde bulunduğunda, bu iki teşvik edici bir araya gelirse, hiçbiri tek başına iş gördürmez nitelikte, fakat tesir ancak birleşmelerinden ileri geliyorsa, bu durumda edâ edilen ibâdet, kişinin üzerine farz olan ibâdeti kaldıramaz, Çünkü farz olması, tek başına tesir etmemiştir.

Eğer her biri tek başına iş gördürecek nitelikte ise, -eğer riya olmasa dahi farzları muhakkak eda edecekse, farzın teşvik etmesi de olmasa, sadece riya için bir nafile ibâdeti yeni baştan yapması muhakkak ise- işte burası düşünülecek yerdir. Burada çeşitli ihtimaller sözkonusudur. Şöyle denilebilir: ´Farz olan, sadece ALLAH´ın rızası için kılınan namazdır. Oysa burada hâlis namaz edâ edilmemiştir´. Yine şöyle denilebilir: ´Farz olan; tek başına tesir icra eden ve müstakil olan bir teşvikçi ile emri imtisal edip yerine getirmektir. Oysa böyle bir tesir edici de meydana gelmiştir. Bu bakımdan başka teşvikçinin bununla beraber bulunması, kişinin üzerinden farzın kalkmasına mâni değildir. Nitekim gasbedilen bir evde namaz kılınması gibi... Bu kişi namazını gasbedilen bir evde kıldığı için, her ne kadar âsî ise de namazın aslını edâ ettiği için farzı yerine getirmiştir´. Oysa namazın esasına tesir eden geçici sebepler hususunda çeşitli ihtimaller vardır.

Riya´nın namazın aslında değil, sadece aceleyle edâ edilmesinde olduğu zamana gelince, cemaat hazır bulunduğunda acele edip namazı vaktin öncesinde kılan kişi, eğer tek başına kalsaydı vaktin sonunda kılacaktı. Eğer farz olmasaydı, sadece gösteriş için bir namaz ihdas etmezdi; İşte bu kimsenin namazının kesinlikle sıhhatli olduğuna ve kılınan namazla farzın yerine getirildiğine hükmedilir. Çünkü namazın namaz olması hasebiyle teşvik edici esasıyla hiçbir şey burada muâraza etmemektedir. Aksine sadece vaktin tâyini cihetiyle muâraza vardır. Bu durum, niyete zarar vermekten pek uzaktır. Bu hüküm, amele teşvik edici riya hakkında vârid olmuşlar.

Halk tarafından görülmesinin kendisini sevindirip amelde herhangi bir tesir yapmadığı şekle gelince, bu riyanın namazı ifsad etmesi uzak bir ihtimaldir. İşte fıkıha uygun olarak bunu müşahede ediyoruz. Mesele gayet girift ve zor olduğu içindir ki fâkihler fıkıhta ona değinmemişlerdir. Meseleye girişenler ve tasarruf edenler, fıkıh kanunlarını mülahaza etmemişlerdir. Fâkihlerin namazın sıhhati ve ifsad olması hakkındaki fetvâlarının muktezasını dikkate almamışlardır. Aksine kalplerin tasfiyesine ve ihlasın talebine olan hırsları, kendilerini namazın en az bir ârızla bozulduğuna hükmetmeye zorlamıştır. Oysa bizim söylediğimiz kıyasa daha yakındır. Bu hususta ilim ALLAH katındadır. Gayb ve şehâdet âlimi O´dur. Esirgeyici ve bağışlayıcı da O!

48)Müslim
49)Daha önce geçmişti.
50) Irâkî bu ibâre ile görmediğini söylemektedir.
51) Beyhâkî, Tirmizî, İbn Hibban
 
Alt 02-18-2009, 16:50   #10
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Riya´nın Çaresi ve Kalbi Riyadan Temizlemek

Geçen bahislerden anlaşıldı ki riya, amelleri yakıcı, ALLAH´ın nefretine sebep olan ve helâk edicilerin büyüklerinden bir tehlikedir. Bu vasıfta olan bir şeyi ciddî bir çalışma ile kaldırmaya gayret göstermelidir. Bu çalışma nefisle mücâhede nefse yüklenen zorluklara katlanmakla olsa dahi yapılmalıdır. Bu bakımdan şifa tiksindirici ve acı olan ilaçların içilmesiyle mümkündür. Bu ise, bütün insanların yapmaya mecbur olduğu bir mücâhededir; zira çocuk, zayıf akıllı, gözü halka dönük olanlar onlarda pek fazla tamah olduğu halde yaratılır. Görür ki halkın bazısı bazısına riyakârlık yapmaktadır. Zarurî olarak riyakârlığı sever ve böylece riya kalbinde yerleşir. Aklı kemâle erdikten sonra ancak riyanın helâk ediciliğini anlar. Oysa riya kalbinde yerleşmiş ve kök salmıştır! Onu sökmeye ancak şiddetli bir mücâhede ve şehvetlere karşı açılan ciddi bir savaştan sonra gücü yetebilir. O halde, bu mücâhedeyi yapmaya muhtaç olmayan hiç kimse yoktur. Fakat bu mücâhede başta insana zor gelir. Sonunda hafîfleşir. Bu mücâhedenin tedavisinde iki makam vardır:

Birinci makam: Onun damarlarını ve kol salan dallarını kesmektir.

İkinci makam: Ondan hâl-i hâzırda gelen vesveseleri silip bertaraf etmektir.

Birinci Makam

Bu makamın temeli, mertebe ve makam sevgisidir. Bu makam fasıllara ayrıldığı zaman üç fasla dönüşür. O fasıllar, övmenin lezzeti, kötülemenin eleminden kaçmak ve halkın elindekinden tamahını kesmektir. Bu sebeplerden neşet eden riyanın varlığına ve riyakâr tahrik ettiğine Ebu Musa´dan rivayet edilen şu hadîs şahidlik eder: Bir bedevi Hz. Peygamber´e der ki:

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kişi (vardır ki) hamiyetten dolayı çarpışır. Bir kişi de vardır ki kahramanlığı bilinsin diye çarpışır. Başka bir kişi vardır ki zikir için çarpışır. Bu
kişiler hakkında ne buyurulur?

-Kim sadece ALLAH´ın kelimesi (kanunu ve nizamı) en yüce olsun diye çarpışırsa, o kimse ALLAH´ın yolundadır.52

İbn Mes´ud şöyle demiştir: İki saf (müslüman ve kâfir safları) karşılaştıklarında melekler inip halkı, mertebelerine göre yazarlar: ´Falan adam anılmak için çarpışır. Filan adam da mülk edinmek için çarpışır´.

Mülk için çarpışma, dünya tamahkârlığına işarettir.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Derler ki ´filan şehiddir´. Oysa o, devesinin yükünün iki yanını gümüş (para) ile doldurmuştur".

Kim sadece bir deve yuları için savaşa katılırsa, ona ancak niyet ettiği vardır.53

Bazen de ne övülmeyi arzular, ne de bu hususta bir tamahı vardır. Ancak cömertler arasında bulunan cimri gibi, zemmin eleminden kurtulmak ister. Zenginler bunca malı sadaka verirler. O da cimri saymasınlar diye biraz sadaka verir. O övgüye tamah etmez. Oysa başkası ondan daha önce ona varmıştır.

Kahramanların arasında kalan korkak gibi, onların zemminden korkarak düşman ile karşı karşıya (geldiğinde) kaçmaz. Övülmesini de istemez. Oysa başkaları düşman safına hücum etmiştir. Kendisi övülmekten ümit kestiğinde zemmedilmesini de hoş görmez.

Bütün geceyi ihya eden bir kavmin arasında bulunan kişi gibi... Bu kişi övülmeyi arzulamamakta, ancak ´tembel´ denilmesin diye birkaç rek´at namaz kılar.

İnsan bazen övülme zevkinden mahrum olmaya sabreder, fakat zemmedilmek elemine tâkati yoktur. Bunun için bazen öğrenmesi gereken bir şeyi, cahillikle itham edileceği korkusundan sormaz. İlimsiz fetva verir. Cahil olduğu halde hadîs ilmini bildiğini iddia eder. Bütün bunları tenkid edilmemek için yapar. İşte bu üç şey, riyakârı riyaya teşvik eder! Bunun ilacı kısa olarak, kitabın birinci kısmında zikrettiklerimizdir.

Fakat şimdi sadece riyaya mahsus olanı zikredelim: Bellidir ki insan bir şeyi ancak kendisi için şimdi veya gelecekte daha hayırlı, daha faydalı zannıyla ister ve rağbet gösterir. Şimdiki halde lezzetli, gelecekte zararlı olduğunu bildiğinde derhal rağbeti kesilir. Balın lezzetli olduğunu bilen bir kimse, balda zehir bulunduğunu öğrenince derhal terkeder. Bu isteğin yolu da böylece içindeki zarar bilindiğinde kesindir. Kul, riyanın zararını, riya sebebiyle elinden çıkan kalp salâhını, hâl-i hâzırda mahrum olduğu tevfîk ile ahirette ve ALLAH katında mahrum kalacağını, mâruz kaldığı büyük azap, şiddetli kınama ve zâhirî mahrumiyetini bildiğinde, bu bilgisi riyanın zararı hakkında kendisi için kâfi bir delil olur.

Halkın gözü önünde kendisine ´Ey yalancı! Ey hileci, ey riyakâr! Utanmadan, ALLAH´ın ibâdetiyle dünya malı satın aldın! Kulların kalbini gözettin de ALLAH´ın ibâdetiyle istihzâ ettin. ALLAH´ı gazaba getirmekle halkı sevindirdin! ALLAH katındaki çirkinlikle onlara süslü göründün! ALLAH´tan uzaklaşmakla onlara yaklaştın! ALLAH´ın katında nefret edilmekle onların övgüsüne mazhar oldun! ALLAH´ın gazabına mâruz kalmakla onların riyakârlığını talep ettin! Acaba ALLAH´tan daha kıymetsiz (hâşâ) bir kimse senin yanında yok mu?´ diye hitab edildiğinde ve kişi bu rezalet hakkında düşündüğü, kullardan dünyada elde ettiğini ahirette kaybedeceği ile karşılaştırdığı takdirde riyanın zararını anlamış olur. Çoğu zaman da amellerinin sevabını yakar. Oysa tek bir amel, eğer hâlis ise, çoğu zaman zannının ağır basmasına sebebiyet verdiğinde kurtuluşuna vesile teşkil eder. Bu amel riya ile bozulduğunda, günah kefesinin ağırlaşmasına vesile olur. Dolayısıyla ateşe girmesine sebep olur. Eğer riyada bir tek amelin yanmasından başka bir zarar yoksa bu kadarı bile riyanın zararı için kâfidir. Eğer riyadan dolayı yanan bu tek amelin beraberinde diğer ameller varsa (yine de zarardır). Çünkü kişinin bu yanan amelle sıddîklar ve peygamberler zümresinde ALLAH katında yüce dereceyi elde etmesi muhtemeldir. Oysa riyadan dolayı onların safından en aşağı dereceye düşer. Bütün bu tehlikelerle beraber dünyada halkın kalplerini gözetme sebebiyle mâruz kaldığı perişanlık da vardır. Çünkü halkın razı edilmesi idrâk olunmayan bir hedeftir. Bir grubun razı olduğuna başka bir grup kızar, bir kısmının razı olması, başkalarının kızdırılmasına bağlıdır. ALLAH´ı küstürmekle onların rızasını isteyen bir kimse hem ALLAH´ı kızdırır, hem de onları ona kışkırtır. Sonra kulun onları övmek ve onlar tarafından övülmek için ALLAH´ı zemmetmesini seçmekte ne gibi bir hedefi ve çıkarı vardır acaba? Oysa onları övmesi ne rızkını artırır, ne de ecelini geri bırakır. Fakirlik ve ihtiyaç günü olan kıyamet´te de kendisine hiçbir fayda sağlamaz.

İnsanların elindeki mala ve imkâna tamahkârlık etmesine gelince, kalpleri müsahhar kılanın ALLAH olduğunu, halkın bu hususta mecbur olduğunu ve ALLAH´tan başka rezzak (rızık veren) olmadığını bilmendir. Halka bel bağlayan, zillet ve mahrumiyetten kurtulamaz. Eğer maksadını elde ederse bile, minnet ve zilletten kurtulamaz. Acaba yalancı bir ümit -ki bazen tahakkuk eder, bazen etmez- ile ALLAH katındaki nimet nasıl terkedilir? Eğer o ümit tahakkuk ederse, hiç bir zaman onunla beraber gelen minnet ve zilletle onun lezzeti eşit ve denk olmaz.

İnsanların zemmine gelince, ondan sakınmaya değmez. ALLAH´ın yazmadığını, onların zemmetmeleri tahakkuk ettirip ecelini çabuklaştırmaz, rızkını geciktirmez. Cennet ehli ise cehen-nemlik, ALLAH katında iyi ise kötü yapamaz. ALLAH katında nefret ediliyorsa nefretini artıramaz. Kulların tümü acizdirler. Kendileri için ne fayda ve ne de zarar veremezler. Ne ölümleri, ne hayatları ve ne de dirilip haşra gönderilmeleri ellerinde değildir.

Kalbinde bu sebeplerin âfeti ve zararları yerleştiği zaman, rağbeti gevşer, kalben ALLAH´a yönelir. Zararı çok, faydası az olan bir işe akıllı bir kimse rağbet göstermez. Eğer insanların onun içindeki riyayı bilselerdi (fiilinin çirkinliği cihetiyle) kendisinden nefret edeceklerini bilmesi kendisine yeter de artar bile! ALLAH, yakında onu halka çirkin göstermek için sırrını açığa çıkaracaktır. Onun riyakâr olduğunu ve ALLAH indinde nefret edildiğini onlara bildirecektir! Eğer hâlis niyetle ALLAH´a ibâdet etseydi, ALLAH onun ihlâsını onlara gösterip sevdirirdi. Onları kendisine müsahhar kılardı. Onlara övgüsünü yaptırırdı. Bütün bunlara rağmen, ne onların övgüsünde bir artış, ne de zemmlerinde bir eksiklik vardır. Nitekim Benî Temimli bir şair (el-Akra´ b. Habis) şöyle demiştir:

Benim övgüm zînettir. Benim zemmedişim çirkinliktir. Hz. Peygamber bu şaire şöyle demiştir:

Yalan söylüyorsun! Medh ve zemmi böyle olan ancak ALLAH´tır ki O´ndan başka ilâh yoktur.

Zira zînet ancak O´nun medhinde, çirkinlik de ancak O´nun zemminde vardır.
Madem durum budur, acaba halkın medhetmesinde ne hayır vardır, eğer sen ALLAH katında kötü ve ateş ehli isen? ALLAH nezdinde iyi ve mukarrebler (yaklaştırılanlar) zümresinden isen halkın zemmedişinden ne zarar gelir?

Kalbinde âhireti, ebedî olan nimetlerini, ALLAH katındaki o yüksek mertebeleri hâzır bulunduran kimse, hayatına mahsus olan ve halkla ilgili bulunan herşeyi içindeki bulanıklıklarla beraber hakir görmelidir. Böylece himmeti derlenip toplanır, kalbi ALLAH´a yönelip riyanın zilletinden ve halkın kalplerini gözetme külfetinden kurtulur. İhlâsından kalbine nûrlar akar, onlarla göğsü inşirah bulur. O nûrlar sayesinde manevî keşiflerin letâiflerinden (inceliklerinden) ALLAHa karşı olan ünsiyetini, halka karşı olan nefretini, dünyayı tahkir ve âhireti tâzim etmeyi gerektiren durumlar keşfolunur. Halkın büyüklüğü kalbinden silinir. Riyanın çağırıcısı uzaklaşır. İhlâs yolunda rahatlıkla yürüyebilir. Bu ve daha önce verdiğimiz ilâçlar, ilmî ilâçlardır. Riya ağacının kökünü kazır.

Amelî ilâca gelince, nefsini ibâdetlerin gizlenmesine ve üzerine kapıları kapatmaya alıştırmalıdır. Fuhşiyat için kapılarını kapattığı gibi kapatmalıdır ki kalbi, ALLAH´ın ibadetine muttali olmasına kanaat etsin. Bu takdirde nefis, kendisini ALLAHtan başkasının bilinmesine zorlamaz.

Ebu Hafs el-Heddad´ın54 arkadaşlarından biri, dünya ve dünya ehlini zemmetti. Bunun üzerine Ebu Hafs kendisine ´Yolunun icabı olarak gizlenmesi gerekeni açığa vurdun. Öyleyse bundan böyle bizimle oturma´ dedi.

O, bu kadarının izharına bile ruhsat vermedi. Çünkü dünyayı zemmetmenin altında dünyada zâhid oldum iddiası vardır! Bu bakımdan riya için gizlilikten daha faydalı bir ilâç düşünülemez. Bu ise mücâhedenin başlangıcında pek kolay değildir. Bir müddet zorluğa katlandığın takdirde ağırlık kalkar. ALLAH´ın ardı kesilmez lütfû, güzel tevfîk ve te´yidiyle onu yapmak kendisine kolay gelir.

Bir kavim, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez.
(Ra´d/11)

Kuldan mücâhede, ALLAH´tan hidayet, kuldan kapıyı çalmak, ALLAH´tan açmaktır:
ALLAH ihsan edenlerin ecrini zâyi etmez. (Hûd/116)

Zerre kadar bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfat verir.
(Nisâ/40)

İkinci Makam

Bunu da öğrenmek lazımdır. Çünkü nefsiyle mücâhede eden ve riyanın kökünü, kanaat etmek, tamakârlığa son vermek, nefsini halkın gözünden düşürmek, halkın övgüsünü küçük görüp, kınamalarına önem vermemek suretiyle kalbinden söken bir kimsenin yakasını şeytan, ibâdetleri esnasında bırakmaz, vesveseleri bir türlü kesilmez. Nefsin heva ve hevesi tamamen ortadan kalkmaz. O halde, riyanın bu gelen vesveselerine elbette hazırlanmalıdır. Riyanın hatarat (tehlike)leri üçtür. Bazen bu üç tek bir hatarat gibi birden meydana gelir. Bazen de tedricî bir şekilde meydana gelir:

Birincisi: Halkın muttali olduğunu bilmek ve ummaktır.

İkincisi: Nefsin heyacanla onların övgüsüne tâlip olup onların yanında büyük derece elde etmeye çalışmasıdır.

Üçüncüsü: Nefsin o övgüyü kabul edip meyletmesi ve tahakkuku hususunda samimî olarak heyacanlı rağbeti gelir. Birincisi mârifettir, ikincisi, şehvet ve rağbet adı verilen bir durumdur. Üçüncüsü, adına azmetmek ve kesin akd denen bir fiildir. Kuvvetin kemâli ancak birinci hatarayı (tehlikeyi) daha ikincisi gelmeden önce defetmektir. Bu bakımdan halkın (hâl-i hâzırda) amellerine muttali olmalarının mârifeti veya gelecekte muttali olmalarının ümidi kalbine geldiği zaman, ona şöyle demekle defedilebilir: ´Senin halkla ne alıp vereceğin vardır? Bilmelerinde veya bilmemelerinde ne kârın, ne zararın vardır? ALLAH senin hâlini bilir! O halde, başkasının bilmesinde ne fayda vardır?´

Eğer isteği, övgünün zevkine doğru kayarsa, daha önce kalbine yerleşen riya afetini, kıyâmette ALLAH katında ALLAH´ın kahrına mâruz kalacağını ve amellerine en muhtaç olduğu bir vakitte mahzun olacağını hatırlamasıdır. Bu bakımdan nasıl halkın muttali olması, riyanın şehvet ve rağbetini kabartıp meydana getirirse, bu tiksinme de o rağbetle mücadele eder. Çünkü kişi, ALLAH´ın kahrına mâruz kalacağını ve elem verici azabına düçar olacağını düşünür. Şehvet kendisini halkın iltifatını kabullenmeye, tiksinme ise kendisini kabullenmemeye çağırır. Şüphesiz ki bunlardan hangisi daha kuvvetli ise nefis ona itaat eder.
Durum bu iken riyada üç şey vardır:
A)Mârifet

B)Kerâhet

C)İbâ (imtina)

Kul, bazen ibâdete ihlâs azmiyle başlar. Sonra riya vesvesesi gelir. Bu sefer onu kabul eder. Oysa şimdilik kalpte saklı bulunan mârifetten de, kerehâtten de eser yoktur. Ancak onun sebebi zemmin korkusu, övgünün sevgisi veya buna karşı olan hırsla kalbin dopdolu olmasıdır. Öyle ki riya âfetlerinin eski etkileri ve kötü âkibeti kalpten uzaklaşır; zira kalpte övgünün külfetinden veya zem-min korkusundan boş bir yer kalmamıştır.

Bu kimse, öyle bir kimseye benzer ki nefsine hâlimliği ve öfkenin zemmini söyler. Öfke sebebi cereyan ettiğinde hâlimlik göstermeye azimli olur. Sonra öfkeyi artıran bir sebep cereyan eder ki eski azmini kendisine unutturur. Öfkenin âfetini hatırlamaya mâni olan ve kalbi tamamen işgal eden öfke ile doldurur.

Şehvetin lezzeti de böylece kalbi doldurur. Öfkenin acılığı gibi marifetin nûrunu da bertaraf eder. Câbir b. Abdullah buna işaret ederek şöyle der: ´Şecere (ağaç)55 altında Hz. Peygamber ile (düşmanla karşılaştığımızda) kaçmamaya dair biat ettik. Ölüm üzerine biat etmedik. Huneyn günü bu biatimizi unuttuk. Hatta çağrıldık: ´Ey şecere (ağaç) altında biat edenler!´ diye çağrıldık. Bu çağrı üzerine (kaçanlar) geri döndüler.56

Bunun hikmeti şu idi: Kalpler korku ile dolmuş, daha önce verilen sözü unutmuştu. Sonunda onu Hz. Abbas´ın çağrısıyla hatırladılar.

Ani olarak kalbe hücum eden şeylerin çoğu böyledir; zira onun iman akdine verdiği zararı unutur. Mârifet unutulduğunda kınama ve tiksinme belirmez; zira tiksinme, mârifetin meyvesidir.

İnsanoğlu bazen kendine gelip kalbine hücum eden vesvesenin kendisini ALLAH´ın kahrına müstehak kılan riyadan geldiğini bilir. Fakat buna rağmen şehvetin şiddetinden bu duruma devam eder. Hevâsı, aklına galebe çalar. Hâl-i hazırdaki lezzeti bir türlü terkedemez. Tevbeyi geciktirir veya şiddetli şehvetten onu düşünmez. Nice âlim vardır ki konuşma imkânına sahip olur. O imkânı kullanmaya ancak halka riyakârlık yapmasının kendisini zorladığını da bilir! Fakat buna rağmen yine de devam eder. Bu takdirde aleyhindeki delil daha kuvvetli olur. Çünkü riyanın felaketini, ALLAH katındaki kötülüğünü bile bile riyaya yönelir. Mârifeti, tiksinmeden hâli olduğunda hiçbir yarar sağlamaz. Bâzen de mârifet ile kerâhiyet (tiksinme) birden hazır olurlar. Fakat buna rağmen riyanın çağrısını kabullenir; zira şehvet kuvvetine nisbeten kerâhiyet gayet zayıftır. Böyle bir kimse de tiksinmesinden menfaat görmez; zira tiksinmeden gaye, insanı o fiilden alıkoymaktır. O halde fayda ancak üç şeyin bir arada bulunmasıyla olur. Bu üç şey de mârifet, kerahet ve ibâdır. Bu bakımdan ibâ kerahetin ışığı nisbetindedir. Mârifetin zafiyeti, gaflet, dünya sevgisi ve ahiretin unutulması nisbetindedir. ALLAH katındaki nimetler hakkında az düşünmek, dünya hayatının âfetlerini az düşünmek ve ahiretin büyük nimetini az hesaba katmak nisbetindedir. Bunların bir kısmı diğerini doğurur- Bütün bunların kökü dünya sevgisi, şehvetlerin galebe çalmasıdır. Öyle ise dünya sevgisi, her hatanın başı, her günahın kaynağıdır. Çünkü kalbi öfkelendiren, soğutan, kalp ile akibet hakkında düşünmekten alıkoyan, Kitab, Sünnet ve ilimlerin nûruyla nûrlanmaya engel olan dünya nimeti ve mertebe sevgisinin halâvetidir.

Soru: Bir kimse riyayı sevmez, bu da kendisini riyakârlıktan uzak durmaya zorlar. Fakat o buna rağmen tabiatının riyaya meyletmesinden uzak değildir. Tabiatının bu husustaki münakaşalarından kurtulamamakta, fakat tabiatının sevgisini hor görmekte ve icabet etmemektedir. Acaba bu kimse riyakârların zümresine dahil olur mu?

Cevap: ALLAH Teâlâ kullara ancak güçlerinin yeteceği kadar yükler. Şeytanı vesveselerinden menetmek, tabiatı şehvetlere meyletmeyecek derecede dumura uğratmak, insan gücünün haricindedir. İnsanın bu husustaki en son imkânı şehvetine, neticelerin, din ilminin, ALLAH´a ve son güne iman etmenin usullerinin bilinmesinden doğan bir kerâhet ve istememezlikle karşı koymasıdır. Bunu yaptığında mükellef olduğu vazifenin en son noktasını yapmıştır.

Haberlerden şu rivayet buna delâlet eder: Hz. Peygamber´in sahabîleri, ona şikayet ederek şöyle dediler:

Bizim kalbimize öyle şeyler geliyor ki, eğer biz gökten düşüp, kuşlar bizi kapsa ve uzak bir yere atmak üzere rüzgâr gibi götürse, kalbimize gelenleri söylememizden, bizim için daha sevimli olur!

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) dedi ki:

Siz bunu kalbinizde buldunuz mu?

Ashab ´Evet, buluyoruz!´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) İşte o açık imandır´ dedi.57

Ashab vesveseden, kerahet getirip tiksinmekten başka birşey görmediler. ´Açık imandan vesveseyi kasdetti demek mümkün değildir. Bu bakımdan ancak riya ve vesveseye karşı olan kerâhete hamledip tefsir edilir. Bu, her ne kadar korkunçsa da ALLAH hakkındaki vesveseden daha hafiftir. Bu bakımdan en büyüğün zararı kerahet getirmekle defolunduğu takdirde en küçüğünün zararının kerahet getirmekle yok edilmesi daha evlâ ve uygundur. İbn Abbas´ın hadîsinde Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilmiştir:

Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren ALLAH´a hamd ve senâlar olsun.58

Ebu Hâzım şöyle dedi: ´Nefsinde olanı, nefsin senin için kerih görürse, düşmanından gelen sana zarar vermez. Nefsinden olana, nefsin senin için razı olursa, onu ondan dolayı azarla!´ O halde, şeytanın vesvesesi ve nefsinle olan münâzaasına kaçınma ve tiksinme ile karşı koyduğun zaman sana zarar vermez. Riyayı tahrik eden sebepleri hayale getiren, hatırlatan ve ilimle olan hatarat (vesvese) şeytandandır (şeytanîdir). O hatarattan sonra ´rağbet´ ve ´meyl´ nefistendir. ´Kerâhet´ (bunları istememek) de imandan ve aklın eserindendir. Ancak şeytanın burada bir hilesi vardır. Şöyle ki: Şeytan onu riyaya sevketmekten aciz kaldığı zaman, kendisine şu hayali verir: ´Şeytana karşı mücadele ile meşgul olmakta kalbin salahı vardır!´ Böylece kendisinden ihlâsın sevabını ve kalbin huzurunu almak ister. Çünkü şeytanın mücadelesiyle meşgul olup nefsi müdafaa etmek, insanı ALLAH ile münâcaat etmenin sırrından çevirip, dolayısıyla ALLAH katındaki mertebesinin eksil-mesine sebep olur. Riyadan kurtulanların riyanın hataratını defetmek hususunda dört mertebesi vardır:

Birinci Mertebe: Şeytanın yüzüne çarpıp şeytanı yalanla-masıdır. Bununla durmayıp mücadele etmesidir. Çünkü böyle yapmanın kalbine daha selâmetli olduğunu sanır. Oysa bu yaptığı eksikliktir. Çünkü ALLAH´ın münacaatını ye yapmakta olduğu hayrı bırakıp yol kesenlerle mücadele etmeye gitmiştir. Yol kesen-lerle mücadele etmek, sülûkte eksikliktir.

İkinci Mertebe: Cidâl ve kıtâlin sülûkte eksiklik olduğunu bilmesidir. O halde sadece şeytanı yalanlar, kovar ve mücadele etmekle meşgul olmaz.

Üçüncü Mertebe: Yalanlamakla da meşgul olmaz. Çünkü az da olsa bu meşguliyet bir durgunluktur. Hatta kalbinde riyayı hoş karşılamamayı ve şeytanı yalanlamayı kararlaştırmıştır. Onların üzerinde durup mücadele ve yalanlamakla meşgul olmadan o hoş karşılamamaya devam eder.

Dördüncü Mertebe: Riyanın sebeplerinin cereyan ettiğinde şeytanın kendisinden nefret edeceğini anlamıştır. Bu bakımdan, şeytan ne zaman vesvese verirse içinde bulunduğu ihlası daha da artırmaya azmetmiştir. ALLAH´a ibâdet ile daha da fazla meşgul olmalı, sadaka ve ibâdetini daha fazla gizlemelidir. Bütün bunları, şeytanı öfkelendirmek için yapmalı; zira şeytanı öfkelendirir, yolunu tıkarsa tekrar gelip kendisine musallat olamayacağı ümidi kendisinde yerleşir.

Fudayl b. Gazvan´a59 ´Filân adam senin gıybetini yapıyor´ denildi. Cevap olararak şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin olsun, ben ona bu emri vereni kızdırıyorum!´ Kendisine ´Ona emreden kimdir?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ona emreden şeytandır. Ya rabbî! Onu affet!´
Yani o hususta ALLAH´a itaat etmek suretiyle onu kızdırırsın. Şeytan bir kulun böyle yaptığını bildiğinde hasenâtının daha da artacağından korkarak ondan vazgeçer.

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Şeytan, kulu günah kapısına dâvet eder. Fakat kul ona itâat etmediği gibi, bir de hayır işlerse, şeytan onun yakasını bırakır. (Zira hasenâtının artmasından korkar)´.

Yine şöyle demiştir: ´Şeytan seni mütereddid gördüğünde senden ümitli olur. Seni kararlı gördüğünde senden usanır ve nefret eder!´

Haris el-Muhâsibî, bu dört mertebe için güzel misâller beyan ederek şöyle dedi: ´Bunların misâli, ilim ve hadîs meclisine, fazilet ve hidayet için giden dört kişinin misâline benzer. Bunlardan dalâlete sapan ve bid´atçı bir kimse hakkı bileceklerinden korkarak hased eder. Bu bakımdan onlardan birine yanaşıp onu menedip bu maksattan vazgeçirmeye çalışır. Dalâlet meclisine dâvet eder. Fakat o icabet etmez. Şeytan bunu bildiğinde onu mücadele ile meşgul eder. Kendisi de onunla çalışır ki onu dalâlete döndürsün. Oysa insan bunun kendisi için daha ıslâh edici olduğunu sanır. O dalâlete götürenin hedefi, gecikmek nisbetinde onun elinden vaktini çıkarmaktır!

İkincisi, onun yanından geçerken onu da gitmekten alıkoymaya çalışır, durdurmak ister. O da durup dalâlete götürmek isteyeni yolundan iter, aceleyle geçer ve boğuşmakla meşgul olmaz. Bu bakımdan dalâletçi kendisini itelemek kadar da olsa onu meşgul etmekle sevinir.
Üçüncüsü, yanından geçtiği halde ne kendisine dönüp bakar, ne itmek ve ne de boğuşmakla meşgul olmaz. Eski durumuna devam eder. Dalâletçi tamamen bundan ümidini keser.
Dördüncüsü, hiç beklemeden geçip gider. Dalâletçiyi kızdırmak isteyerek yürüyüşünü daha da hızlandırır.
Eğer bu dört kişi, tekrar dönüp onun yanından geçerlerse, bu sonuncusu hariç, diğerlerinin hepsine tekrar tekliflerini yapar. Çünkü hemen geçmesinden daha fazla yararlanmasından korkar´.

oru: Neden şeytanın vesveselerinden emin olunmaz? Acaba hazır olmadan önce sakınmak ve gelişini beklemek, mi veya ALLAH´a tevekkül edip onun defedici olduğuna inanmak mı. veyahut ibâdetle meşgul olup şeytandan gaflet etmek mi farzdır?

Cevap: Halk bu hususta üç şekilde ihtilâf etmişlerdir. Basralılardan bir grup şu fikri savunmuşlardır: ´Kuvvetliler şeytandan kaçmaktan müstağnidirler. Buna ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar kendilerini ALLAH´a vermişlerdir. Onun sevgisiyle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan şeytan da onların yakasını bırakmıştır. Onlardan ümidini kesip geri kaçmıştır. Nitekim zayıf âbidleri zina ve içkiye davet etmekten ümidini kestiği gibi... Mübahasada dünyanın lezzetleri onların gözünde içki ve domuz gibidir. O halde onlar tamamen dünya sevgisinden uzaklaşıp şeytanın onların katında yolu kalmamıştır. Öyle ise onların sakınmaya ihtiyaçları yoktur´.

Şam halkından bir grubun kanaati şudur: ´Yakînî azalan ve tevekkülü kısalan bir kimse şeytandan sakınmak için tarassut etmeye muhtaçtır. Tedbir etmekte ALLAH´ın ortağı olmadığına kesinlikle inanan bir kimse, O´ndan başkasından korkmaz. Şeytanın zelîl bir mahlûk olduğunu, elinde hiçbir gücün olmadığını ve ALLAH´ın irade ettiğinin olacağını bilir. Öyle ise fayda ve zarar ve-rici ancak ALLAH´tır. Arif kişi başkasından çekinmeye utanır! Bu bakımdan vahdâniyete (ALLAH´ı birlemeye) olan yakîni ârifi, şeytandan çekinmekten müstağni kılar!´

İlim erbabından bir grup da şöyle demiştir: Şeytandan sakınmak, muhakkak lâzımdır. Basra´lı âlimlerin ´Kuvvetliler şeytandan çekinmekten müstağnidir. Kalpleri tamamen dünya sevgisinden boşalmıştır. Şeytanın vesilesi de ancak dünya sevgisidir! sözleri, nerdeyse gurura yaklaşmıştır; zira Hz. Peygamber (s.a) bile şeytanın vesveselerinden kurtulamamıştır, ondan başkası nasıl kurtulabilir? Onların zannettiği gibi, şeytanın bütün vesveseleri, şehvet ve dünya sevgisinden ibaret değildir. Aksine ALLAH´ın sıfatları ve isimlerinde, bid´at ve dalâletin güzel gösterilmesinde ve benzerlerinde de vesvese olur! Hiç kimse vesveseye girmekten kurtulamaz. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Biz senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun arzusunun içine mutlaka bir ilkada bulunmuş olmasın. Fakat ALLAH, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır.(Hac/52)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki kalbimin üzerine perde geliyor ve muhakkak ki ben günde yüz defa ALLAH´tan af talebinde bulunuyorum.

Hz. Peygamber´in şeytanının teslim olması ve hayırdan başkasını emretmemesiyle beraber durum budur. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in ve diğer peygamberlerin kalplerinden daha fazla ALLAH´ın muhabbetiyle kalbinin meşgul olduğunu sanan bir kimse mağrurdur. Bu iddiaları kendilerini şeytanın hilelerinden emin etmez. Bu sırra binaen emniyet ve sürur evi olan cennette bile Adem ve Havva (a.s) onun şerrinden emin olamamışlardır.

Dedik ki: ´Ey Âdem bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çekersin. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada susamayacaksın, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin´.(Tâhâ/117-119)

Hz. Adem (a.s) sadece bir ağaçtan menedilip diğer yemekler kendisine serbest bırakıldığı halde şeytanın vesvesesinden kurtulamadı. Madem peygamberlerden biri emniyet ve saadet evi olan cennette şeytanın hilesinden emin olmadı, acaba meşakkatler, fitneler, yasaklanan şehvet ve lezzetlerin evi olan dünyada bulunan bir kimse nasıl emin olabilir? ALLAH Teâlâ´nın haber verdiği gibi Hz. Musa şöyle demiştir: ´Bu şeytanın amelindendir´ (Maide/93). Bunun içindir ki ALLAH Teâlâ şeytandan bütün insanları sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Ey Ademoğulları! Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin. Çünkü şeytan ve kabilesi, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler.(A´raf/27)

Başından sonuna kadar Kur´an, insanı şeytandan sakındırmaktadır. O halde, ondan emîn olunabileceği nasıl iddia edilir? ALLAH´ın emrettiği yerde korkulu davranmak ALLAH´ın sevgisiyle meşgul olmaya aykırı değildir. Çünkü emrini yerine getirmek de Onu sevmektendir. Nasıl kâfirlerden sakınmayı emretmişse, düşmandan da sakınmayı emretmiştir:
Sen onların (askerin) içinde olup (cephede) namaza durduğun zaman onlardan bir kısmı seninle beraber na-maza dursunlar ve silahlarını da yanlarına alsınlar.(Nisa/102)

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla ALLAH´ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de ALLAH´ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.(Enfal/60)

Gözünle gördüğün halde kâfir düşmandan sakınmak madem ALLAH´ın emriyle gereklidir, senin görmeyip onun seni gördüğü bir düşmandan elbette sakınmak daha evlâdır,
Abdullah b. Muheyriz60 şöyle demiştir: ´Senin gördüğün, onun seni görmediği bir avın avlanması daha kolaydır. Seni gören ve senin görmediğin avın seni elde etmesi yakın bir ihtimaldir´.

O bununla şeytana işaret etmiştir. Durum nasıl böyle olmasın? Oysa kâfirin düşmanlığından gaflet etmekte öldürülüp şehid olmak vardır. Şeytandan sakınmayı ihmal etmekte ateşe ve elem verici azaba mâruz kalmak vardır! ALLAH´ın sakıncalı saydığını ihmal etmek, ALLAH ile meşgul olmaktan değildir. Böylece ikinci grubun, şeytandan sakınmanın tevekküle zararlı olup ters düştüğünü zannetmelerinden ibaret olan mezhebleri iptal edilmiş olmaktadır. Çünkü başına miğfer takmak, silahını almak, asker toplamak ve hendek kazmak, Hz. Peygamber´in tevekkülüne zarar getirmemiştir. O halde korktuğundan korkmak ve kaçınmayı emrettiğinden kaçınmak, nasıl tevekküle zarar verir.

Biz Tevekkül bölümünde, tevekkülün mânâsının tamamen sebeplerden el çekmek olduğunu sanmanın yanlışlığını belirtmiştik.

Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.(Enfal/60)

Kalp, zarar verenin, fayda verenin, dirilten ve öldürenin ALLAH olduğuna inandığı sürece sebeplere sarılmak tevekkül etmeye aykırı düşmez. İşte böylece şeytandan kaçınmakta, ALLAH´ın hidayet edici ve dalâlete götürücü olduğuna inanırsa zarar vermez. Tevekkül bahsinde dediğimiz gibi, sebepler ve vasıtaların ALLAH´a musahhar olduğuna inanmakla beraber şeytanın şerrinden sakınmak tevekkülün ruhuna aykırı düşmez.

Hâris el-Muhâsibî´nin seçtiği yol budur. İlmin nûruyla sabit olan en doğru yoldur bu yol! Bundan önceki görüş, ilimleri çok olmayan, bazı vakitlerde kalplerini istilâ eden, ALLAH´ın zikrinden ibaret olan hallerin devamlı olduğunu sanan âbidlerin görüşüne benzer, Bu görüş pek uzak bir ihtimaldir. (Çünkü haller gelip-geçicidir). Sonra bu grup, üç vecih üzerine ihtilâf etmişlerdir. Şeytandan sakınmanın keyfiyeti hakkında, bir grup ´Madem ALLAH bizi düşmandan sakındırmıştır, o halde kalbimizde, O´nun zikrinden ve O´ndan sakınmaktan daha fazla hiçbir şey bulunmamalıdır. O´nu tarassud etmek lâzımdır. Çünkü bir lâhzada ondan gafil olmamız bizi helâk olmaya yaklaştırır´ demişlerdir.

Başka bir grup da şunları söyledi: ´Sizin dediğiniz şekil, kalbin ALLAH´ın zikrinden boşalmasında himmeti tamamen şeytanla meşgul etmesine vesile olur. Bu ise, şeytanın istediğidir. Aksine biz ibâdette ALLAH´ın zikriyle meşgul olur, şeytanın düşmanlığını da unutmayız. Ondan sakınmayı ihmal etmeyiz ve böylece iki işi bir araya getirmiş oluruz. Çünkü şeytanı unuttuğumuzda um-madığımız bir yerden çıkıp gelebilir. Tamamen onunla uğraşmaya koyulursak, ALLAH´ın zikrini ihmal etmiş oluruz! Bu bakımdan ikisini biraraya getirmek daha evlâdır´.

Muhakkik ve müdekkik âlimler, iki grubun da yanıldığını söylediler. Birinci grup sadece şeytanın düşmanlığını anmakta, ALLAH´ın zikrini ihmal etmektedir. Bu bakımdan yanıldığı gizli değildir. Oysa şeytanın bizi ALLAH´ın zikrinden uzaklaştırmaması için, ondan kaçınmakla emrolunduk. Öyle ise onun düşmanlığını nasıl kalbimizde galip bir duruma getiririz? Oysa o, düşmanın verdiği zararın sonuncusudur. Sonra böyle yapmak kalbin, ALLAH´ın zikrinin huzurundan boşalmasına yol açar. İçinde zikrullahın nûru ve onunla meşgul olmanın kuvveti bulunmayan bir kalbin şeytana mağlup olması yakın bir ihtimaldir. Defetmeye de kuvveti olmaz. Öyleyse ne şeytanı gözetmek ve ne de daima onu anmak bize emredilmiş olmaz.

İkinci gruba gelince, bu grup, kalbinde ALLAH ile şeytanın zikrini bir arada bulundurmak hususunda birinci grupla ortaktır. Kalbi ne kadar şeytanın zikriyle meşgul ederse o nisbette ALLAH´ın zikrinden uzak olur. Oysa ALLAH Teâlâ, insanlara zikrini yapmayı,kendisinden başkasını unutmayı emretmiştir. İster İblis, ister başkası olsun.,, Doğru olan şudur: Kul, kalbine şeytandan sakınmayı ve şeytanın düşmanlığını yerleştirmelidir. Kalp buna inandığı, tasdik ettiği ve sakındığı zaman, ALLAH´ın zikriyle meşgul olur. Bütün himmetiyle zikre yönelir. Şeytanın emri kalbine huzur vermez. Çünkü şeytanı hatırladığında derhal uyanır. Uyandığında onu uzaklaştırır ve ALLAH´ın zikriyle meşgul olur. ALLAH´ın zikriyle meşgul olmak, şeytanın vesvesesi anında uyanmaya mâni değildir. Aksine kişi sabah vaktinde önemli bir vazifenin geçmesinden korkarak uyuduğu için dikkat eder. O vakitte uyanmak üzere uyur. Bundan ötürü vakit gelmeden önce gece birkaç defa kalbine yerleştirdiği sakınmadan dolayı uyanır. Oysa uykuda olduğunda uyanmaktan gafildir. Öyleyse ALLAH´ın zikriyle meşgul olması nasıl uyanmasına mâni olur?
Bu kalbin kuvveti düşmanı defetmeye yeterlidir. Sadece ALLAH´ın zikriyle meşgul olduğu için nefsin hevasını öldürmüştür. Akıl ve ilim nûrunu içine sindirmiştir. Şehvetlerin karanlığını uzaklaştırmıştır. Bu bakımdan basiret erbabı (kalp gözü açık olanlar) kalplerine şeytanın düşmanlığını getirmenin gerekliliğini hissetmişlerdir, sakınmışlardır. Bu hissedip sakınmadan sonra şeytanı anmakla değil, ALLAH´ı anmakla meşgul olmuşlardır. Zikirle düşmanın şerrini bertaraf etmişlerdir. Düşmandan gelen vesveseleri bertaraf edinceye kadar zikrin nûruyla nûrlanmışlardır. Oysa kalbin misâli, kirli sudan temizlenen bir kuyu gibidir, temiz su kaynasın diye kuyu temizlenir. Şeytanın zikriyle meşgul olan kimse kuyuda kirli su bırakmıştır. Şeytan ile ALLAH´ın zikrini bir araya getiren ise, bir taraftan kirli suyu çekmekte, öbür taraftan kirli su akıp, temiz suya karışmaktadır. Bu kimsenin yorulması çok olmasına rağmen kuyu kirli sudan temizlenmez. Basiretli odur ki kirli suyun akıntısını tıkamış, kuyuyu saf su ile doldurmuş, pis su akmak istediğinde fazla yorulmadan, çaba sarfetmeden önünü kapatmaya muktedir olmuştur.

52)Müslim, Buhârî
53)İmam Ahmed, Dârimî, Nesâî, İbn Hibban, Taberanî, Hakîm ve Beyhâkî
55)Bu ağaç Hudeybiye´de idi. Hudeybiye Mekke´ye bir konaktan daha yakın
ve Cidde yolunda bulunan bir kuyunun ismidir.
56)Müslim
57)Müslim
58)Ebu Dâvud, Nesâî ve Tayalisî
59)Dedesi ed-Dubî kabilesinden Cerir´dir. Kûfeli bir zattır. Güvenilir olan bu zat, H. 40 senesinde vefat etmiştir.60) Cemeh kabilesinden olan bu zat, esasen Mekkelidir. Fakat Kudüs´te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99 senesinde vefat etmiştir.
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı