|
|
|
|
#1 |
|
Hakîkî Kemâlât ile Vehmî Kemâlât
Anlaşıldı ki varlık hususunda müstakil olmayı kaybettikten sonra kemâl ancak ilim ve kudrette vardır. Fakat buradaki hakîkî kemâl, vehmî ve hayalî kemal ile karıştırılmaktadır. İzahı şöyledir: İlim kemâlî, ALLAH´ındır. Bu da üç şekilde olur: Birincisi Malûmatların çokluk ve genişliğinden gelir; zira ALLAH Teâlâ bütün malûmatları ihâta edicidir. Bunun içindir ki kulun ilmi çoğaldıkça ALLAH´a (mertebece) daha fazla yakın olur. İkincisi Olduğu gibi ilmin malûmla ilgilenmesi cihetindendir: Malûmun tam bir keşifle, ilimle keşfolunması cihetiyledir; zira malûmatlar ALLAH Teâlâ´ya, mahiyetleri hasebiyle, en mükemmel keşif ile keşf olunmaktadır. Bu sırra binaen kulun ilmi, en vâzıh, en kesif, en doğru ve ilim sıfatının tafsilâtı hususunda malûma en uygun olduğu zaman kulun ALLAH´a (mânen) en yakın olduğu zamandır. Üçüncüsü İlmin bozulmaz ve değişmez olması bakımından ebediyyen kalacağı cihetinden ileri gelir. Çünkü ALLAH´ın ilmi bâkîdir. Değişmesi düşünülemez. Bu bakımdan ne zaman kulun ilmi de değişine kabul etmeyen malûmatlarla ilgilenirse, kul daha fazla ALLAH´a yakın olur. Malûmat iki kısımdır; bir kısmı mütegayyir (değişmeyi kabul eden) olanlar, bir kısmı da ezelî olanlar! Birinci Kısım Değişmeyi kabul edenlere gelince, bunların misâli Zeyd´in evde olduğunu bilmektir. Bu bilgi, malûmu olan bir ilimdir. Fakat Zeyd´in evden çıkacağı düşünülebilir ve evde olduğu inancı olduğu gibi kalabilir. Dolayısıyla cehalete dönüşebilir. Dolayısıyla kemâl değil de eksiklik olabilir. Ona uygun bir şekilde inandıkça, onun inancının tam tersine olabileceği düşünüldükçe, kemâlinin eksikliğe, ilminin cehalete dönüşme ihtimali vardır. Kâinatın bütün değişenleri bu misâle iltihak eder. Mesela bir dağın yüksekliğini, bir yerin ölçüsünü, bir memleketin nüfusunu, merkezlerin arasındaki mesafe ve fersahları bilmen, melekler ve memleketler hakkında zikredilen diğer malûmatların gibidir. Lisanları bilmek de böyledir. Lisanlar zamanla milletlerin ve âdetlerin değişmesiyle değişen ıstılahlardır. İşte bunlar, malûmatları civa gibi olan ilimlerdir. Bir halden bir hale girerler. Onlarda ancak hâl-i hazırda kemâl vardır. Kalpte ise kâmil olarak devam etmez. İkinci Kısım İkinci kısım, ezelî olan malûmatlardır. O malûmatlar caiz olanların cevazı, vâcib olanların vücubu, muhal olanların muhalliğidir; zira bunlar ezelî ve ebedî malûmatlardır. Hiçbir zaman vâcib caize, caiz muhale, muhal vacibe dönüşmez. Bütün bu kısımlar ALLAH´ın marifetine dahildirler. ALLAH´a vacib, ALLAH´ın sıfatlarında muhal, fiilerinde caiz olan kısımların mârifetine dahildirler. Bu bakımdan ALLAH, sıfatları, fiilleri, yer ve gök melekûtundaki hikmeti, dünya ve ahiretin tertibi ve bununla ilgili ilim, hakîkî kemâldir. Bu kemâl sıfatına sahip olan bir kimse ALLAH´a yaklaşır, ölümden sonra da nefsin kemâli olarak devam eder. Bu mârifet ölümden sonra âriflerin nûru olur. Onların önünde ve sağlarında yürür. Onlar derler ki: ´Ey RABBİMiz! Bizim nûrumuzu tamamla!´ Yani bu mârifet sermaye olur. Dünyada keşfolunmayan şeylerin keşfine ulaştırır. Nasıl ki beraberinde gizli bir çıra olan bir kimse için o çıranın ondan alman başka bir çıra vasıtasıyla ışığının artmasına sebep olması mümkün oluyorsa ve dolayısıyla tamamlamak yoluyla o gizli ışık kemâle eriyorsa tıpkı onun gibi... Beraberinde çıranın aslı olmayan bir kimse ise böyle bir raddeye varmasını umma imkânına dahi sahip değildir. Bu bakımdan beraberinde ALLAH mârifetinin temeli olmayan bir kimse için bu nûru ummak sözkonusu değildir. Bu kimse karanlık içerisinde kalıp, bir türlü o karanlıklardan çıkamayan bir kimse gibi olur. Hatta engin bir denizin içindeki karanlıklar gibi olur. Dalga üstünde dalgaya, onun üstünde bulutun karanlığına, karanlık üstüne karanlıklara dalar. O halde, saadet ancak ALLAH´ın mârifetinde vardır. Onun dışındaki mârifetlere gelince, o mârifetlerin bir kısmı vardır ki şiiri, Arap neseblerini ve benzerlerini bilmek gibi hiçbir faydası yoktur. O mârifetlerin bir kısmının -Arap dilini, tefsir ve fıkıh ilimlerini ve hadîsleri bilmek gibi- ALLAH mârifetine yardım etmekte faydası vardır. Çünkü Arap dilinin bilgisi Kur´an tefsirinin bilgisine yardımcı olur. Tefsirin bilgisi, Kur´an´daki ibareleri ve nefsin tezkiyesini ifade eden amellerin keyfiyetinin bilinmesine yardım eder. Nefsin tezkiye yolunun bilinmesi, nefsi ALLAH marifetine hidayet etmeyi kabule hazırlanmayı ifade eder. (ALLAH´tan başkasına tapmayarak) nefsini temizleyen iflah olmuştur.(Şems/9) Ama biz bizim uğrumuz da cihad edenleri elbette yol-larımıza iletiriz.(Ankebût/69) Bu bakımdan bu mârifetlerin tamamı, ALLAH´ın mârifetinin tahkikine birer vesile olurlar. Kemâl, ancak ALLAH´ın sıfatlarının ve [fiillerinin mârifetidir. Mevcûdâtı kapsayan bütün mârifetler de bu kemâle dahildir; zira mevcudâtın hepsi ALLAH Teâlâ´nın fiillerindendir. O halde mevcudâtı, ALLAH´ın fiili olması, hikmet, irade ve kudretiyle bağlı bulunması hasebiyle bilen bir kimsenin bu bilgisi ALLAH´ın mârifetini tamamlayıcı olur. İşte bu, ilim kemâlinin hükmüdür. Her ne kadar rütbe ve riyanın hükümleri bahsinde bunu belirtmek uygun değil ise de biz bunu kemâl kısımlarının tamamını saymak için zikrettik. Kudrete gelince, kudrette kul için hakîkî bir kemâl yoktur. Kulun hakîkî bir ilmi vardır. Hakîkî bir kuvvet ise sözkonusu değildir. Hakîkî kudret ancak ALLAH´ın kudretidir. Kulun irâdesinden, kudret ve hareketlerinden sonra meydana gelen şeyler ise Münciyât bölümünün birçok yerinde, tevekkül, şükür ve sabır bahislerinde söylediğimiz gibi, ALLAH´ın icadıyla var olmuştur. İlmin kemâli, ölümden sonra da kendisiyle beraber kalır. Kendisini ALLAH´a ulaştırır. Kudretin kemâli ise böyle bir hususiyete sahip değildir. Evet! Hâl-i hazıra nisbeten kudret cihetinden kişinin bir kemâli vardır ve bu kudret onu ilim kemâline, tıpkı âzalarının selâmeti, elinin çalışmak için kuvveti, ayağının yürümek için, duyularının idrâk için kuvveti gibi ilim kemâline vesiledir. Çünkü bu kuvvetler, kişiyi ilim kemâlinin hakikatine ulaştırmanın âletidir. Bazen kişi bu kuvvetleri elde tutmak için mal ve rütbe kudretine muhtaç olur ki onunla yemek, içmek, elbise ve meskene varabilsin. Bu da belirli bir miktar ve hududa kadardır. Eğer bunu ALLAH´ın celâlinin mârifetine varmak için kullanmazsa burada hiçbir şekilde feyz yoktur. Ancak hâl-i hâzırdaki lezzet yönünde vardır. Öyle lezzet ki çok çabuk yok olur! Kim bunu kemâl zannederse, o cehalete düşmüştür. Bu bakımdan halkın çoğu bu cehaletin bataklığında helâk olur. Onlar zannediyorlar ki haşmetin kahrıyla bedenlere güç yetirmek, geniş zenginlikle malları ele geçirmek, rütbe sayesinde kalplerde tâzim ve ihtirama sahip olmak kemâldir! Buna inandıkları ve aradıkları zaman, onunla meşgul olurlar. Bunun için de tehlikelere girerler. ALLAH´a ve ALLAH´ın meleklerine yaklaşmayı gerektiren hakîkî kemâl -ki ilim ve hürriyettir- onu unuturlar. (Buradaki) ilim, ALLAH Teâlâ´nın zikrettiğimiz mârifetinden ibarettir. (Buradaki) hürriyete gelince, bu hürriyet, şehvetlerin esaretinden, dünya üzüntülerinden, şehvete zebun olmayan, öfkeye meftun bulunmayan meleklere benzemek bakımından cebren dünyayı istilâ etmekten kurtulmak demektir. Çünkü şehvetin ve öfkenin eserlerini nefisten bertaraf etmek, meleklerin sıfatlarından olan kemâldendir. ALLAH Teâlâ için bozulmanın ve tesir altında bulunmanın muhal olması onun kemâl sıfatlarındandır. Bu bakımdan kim ârızî sebeplerden ötürü tağyir ve tesirden daha uzak kalırsa o, ALLAH´a daha yakın olur, meleklere daha çok benzer, derecesi ALLAH katında daha büyür. Bu kemâl, ilim ve kudret kemâlinin dışında kalan üçüncü bir kemâldir. Biz bunu kemâlin kısımları bölümünde zikretmedik. Çünkü bunun hakikati, yokluk ve eksikliğe dönüşür; zira tağyir, noksanlık, var olan bir sıfatın yok olmasından ibarettir. Helâk ise, lezzetlerde ve kemâl sıfatlarında eksikliktir. Çünkü kemâlât -eğer biz şehvetlerle bozulmamayı ve şehvetlere itâat etmemeyi ilim ve hürriyet kemâli gibi, kemâl sayarsak- üç kısımdır. Bundan gayem; şehvetlere kulluk yapmamak, dünyevî sebepleri irade etmektir. Kul için kudretin kemâli, ilim ve hürriyet kemâlinin elde edilmesinin yoludur. Fakat ölümden sonra bâki kalacak kudret kemâlini elde etmeye yol yoktur; zira kulun mallara, kalplere ve bedenlere güç yetirmesi ölümle sona erer! Mârifet ve hürriyet ise, ölümle sona ermez. Aksine onlar kulda bir kemâl olarak kalırlar ve ALLAH´a yaklaşmasına vesile olurlar. Câhillerin ne duruma düştüklerine dikkat et! İki gözden âma olanların düşmesi gibi yüz üstü düşmüşlerdir! Rütbe ve mal ile kudret kemâline yönelmişlerdir Oysa bu sahip olunamayacak bir kemâldir. Eğer sahip olunursa da devamı yoktur. Hürriyet ve ilmin kemâlinden yüz çevirmişlerdir. O kemâl ki insanda meydana geldiği zaman, ebediyyen kalır, ölümle bile kesilmez. "Bunlar o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete bedel satın almışlardır. Şüphe yoktur ki onlardan azap hafifletilmez ve onlar yardıma da mazhar olmazlar". Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı olan güzel ameller ise, ALLAH´ın katında, sevap yönünden, daha hayırlı, ümit yönünden daha faydalıdırlar.(Kehf/46) Bu bakımdan ilim ve hürriyet, bâki kalır. Mal ve mevkî ise ça-buk yok olacak kemâldir. Bu, ALLAH Teâlâ´nın, misâl getirdiği gibidir. Dünya hayatının misali, tıpkı şöyledir: Gökten bir su indirdik, insanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbirine karıştı; nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği, halk da on(un ürününü toplamaya) kadir olduklarını zannettik-leri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık.(Yunus/24) Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler), rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları hâline geliverdi.(Keh/45) Ölüm rüzgârlarının saçıp savurduğu herşey dünya hayatının (solması yakın olan) çiçeğidir. Ölümün kökünü kazıyamadığı şeyler, insandan sonra kalan salih amellerdir. İşte bununla anlaşıldı ki mal ve rütbe ile olan kudretin kemâli, vehmî bir kemâldir. Aslı astarı yoktur ve yine anlaşıldı ki vaktini bu çeşit bir kemâle hasreden ve bunu esas hedef sanan, cahilin ta kendisidir. Buna şair Ebu Tayyib el-Mütenebbî Ahmed b. Hüseyin şu şiiriyle işaret etmiştir: Kim saatlerini mal toplamaya sarfederse, hem de bunu fakirlikten korkarak yaparsa, Kesinlikle onun yaptığı fakirliğin ta kendisidir. Ancak mal ve rütbenin insanı hakîkî kemâle ulaştıracak miktarı, bu hükmün dışındadır. Yarab! Bizi hayra muvaffak kıldığın, lûtfunla hidayete erdirdiğin kullarından eyle!
|
|
|
|
| Sayfayı E-Mail olarak gönder |
|
|
#2 |
|
Rütbe Sevgisinin Övülen ve Yerilen Kısımları
Rütbe´nin mânâsının, kalpleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmek olduğunu bildiğin takdirde onun hükmünün, malları mülk edinme hükmü olduğunu da öğrenmişsin demektir. Çünkü o da dünyanın gelipgeçen ârazlarından bir arazdır. Mal gibi ölümle sona erer. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu bakımdan dünyada ne yaratılmışsa ondan ahiret azığı edinmek mümkündür. Nasıl yemek, içmek ve giymek zarureti için az bir mal mutlaka lâzım ise, halk ile beraber yaşamak için küçük bir mevkî de öylece lâzımdır. Nasıl ki insan yemekten müstağni değilse ve dolayısıyla yemeği veya yemeğe vereceği malı sevmesi caiz ise, tıpkı onun gibi, hizmet eden bir hizmetçiye, yardımcı olan bir arkadaşa, irşad eden bir üstada, koruyan ve şerlilerin zulmünü defeden bir sultana (saltanat sahibine) muhtaçtır. Bu bakımdan kulun, hizmetçisini hizmetine dâvet edecek bir hürmetinin hizmetçinin kalbinde bulunmasını istemesi dinen kötü değildir. Arkadaşının kalbinde kendisiyle güzel arkadaşlık yapacağına ve yardımını kendisinden esirgemeyeceğine sevkedecek bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Üstadının kalbinde kendisinden irşadını, öğretmesini, ihtimamını esirgemeyecek derecede bir kıymetinin bulunmasını istemesi de yasaklanmış bir istek değildir. Sultanın yanında kendisinden serleri defedecek kadar bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Çünkü mal gibi mevkî de gayelere götürücü bir vesiledir. Bu bakımdan mevkî ile mal arasında fark yoktur. Ancak kesin olan şudur ki mal ve mevk-înin bizzat kendileri kişinin isteği değildir, hatta def-i hacet için muhtaç olması, evinde bir helânın bulunmasını istemesi gibidir ve onun yerine geçer. Buna rağmen insanoğlu helâdan kurtulmak için def-i hacete muhtaç olmamayı isterdi. Bu bakımdan bu, hakîkatte insanoğlunun helâya muhib olmadığını gösterir. Öyleyse sevgiliye ulaştırmak için istenilen şeyler sevgili değil, aksine onunla varılmak istenilen gaye sevgilidir. Fark başka bir misalle daha iyi idrâk edilebilir. Şöyle ki: Kişi bazen yemeğin fazlasını helâ vasıtasıyla bertaraf ettiği gibi, şehvetinin fazlasını eşi vasıtasıyla bertaraf ettiğinden dolayı eşini sever. Eğer şehvetten kurtulmuş olsaydı muhakkak eşinden uzaklaşırdı. Tıpkı def-i hacetten kurtulsaydı helâyı bırakıp ona uğramayacağı gibi... Bazen de âşıkların sevgisi gibi, eşini şahsiyetinden dolayı sever. Eğer şehveti başka bir şekilde bertaraf edilse dahi, yine onu nikâhının altında bırakır. İşte sevgi birinci-sine değil de bu ikincisine denir. Mal ve mevkî de böyledir. Onlar da bu iki yönden sevilirler. Bu bakımdan bedenin mühim vazifele-rine onlar vasıtasıyla varmak için onları sevmek kötü değildir. Bedenin zaruretinin ve ihtiyacının dışında kalan şeyleri, bizzat kendilerinden dolayı sevmek ise kötüdür! Fakat sevgi, günah işlemeye, yalan, dalavere ve mahzurlu bir işi yapmak suretiyle elde edilen birşeyi kazanmaya, herhangi bir ibâdetle elde edilen birşeye kendisini ulaştırmaya, para ve mevki sahibini zorlamadıkça fâsıklık ve günahkârlıkla vasıflanmaz; zira ibâdet vasıtasıyla mal veya mevkîye ulaşmak, din nâmına bir cinayettir. Bu ise haramdır. Geleceği gibi mahzurlu olan riyanın mânâsı da buraya dönüşür. Soru: ´Kişinin, sultanın, arkadaşının, hizmetçisinin, hocasının veya kendisine bağlı olan bir kimsenin kalbinde mevkî sahibi olmayı talep etmesi, nasıl olursa olsun mübah mıdır veya hususî bir yönden, hususî bir hududa kadar mı mübahtır?´ Cevap: Bu, üç şekilde istenir. Bu üç şekilden ikisi mübah, biri mahzurludur. Mahzurlu olan vecih ilim, takvâ ve soy gibi kendisinde bulunmayan bir sıfatın varlığına inandırarak kalplerinde mevkînin yerleşmesini istemesidir. Onlara Hz. Ali´nin soyundan geldiğini veya âlim kişi olduğunu veya muttaki olduğunu söyler. Oysa böyle değildir. İşte böyle yapması haramdır. Çünkü böyle yapmak, yalan ve göz bağcılıktır. Gözbağcılık da ya sözle veya muamele ile olur. Mübah olan iki vechin biri; onların kalbinde, kendisinde bulunan bir sıfatla yerleşmek istemesidir. Hz. Yusufun, rabbi ta-rafından haber verilen sözünde olduğu gibi: Beni Mısır´ın hazineleri üzerine me´mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yusuf/55) Görüldüğü gibi Hz. Yusuf (a.s) korumak ve iyi bilmek vasfı ile Aziz´in kalbinde mertebe talep etti. Hem de Aziz kendisine muhtaç olduğu halde... Aynı zamanda Yusuf dediğinde de doğru idi. İkincisi ise, ayıplarından birini örtmek, günahlarından birini bilip de kalbindeki kıymeti düşmesin diye gizlemesini istemesidir. Bu da mubahtır. Çünkü çirkinleri örtmek caizdir. Bu hususta perdeyi yırtmak, çirkini göstermek caiz değildir. Burada kandırma yoktur. Aksine bu, bilinmesinde fayda olmayan bir bilginin yolunu kapatmaktır. Tıpkı idareciden içki içtiğini gizleyip, muttaki olduğunu ona telkin etmeye çalışmayan bir kimse gibi... Zira kişinin ´ben muttakîyim´ demesi kandırmak olur. Fakat içki içtiğini söylememesi muttaki olmasını gerektirmez. Sadece içtiğinin bilinmesini istememiş olur. Yönetici kendisi hakkında güzel inanca sahip olsun diye kişinin onun huzurunda güzelce namaz kılması da mahzurlu kısımdandır. Çünkü böyle yapmak riyâ ve adam kandırmaktır; zira böyle yapmakla adama ALLAH´tan korktuğu, hâlis kimselerden olduğu imajını vermektedir. Bu ise riyakârlık ve gösteriş yapmaktır. Bu takdirde bir insan nasıl ihlâs sahibi olabilir? Dolayısıyla bu şekilde mevki istemek haramdır. Günah ve mâsiyetle mevkî istemek de haramdır. Bu hareket, haram mal kazanmaktan zerre kadar farklı değildir. Nasıl ki karşılıksız veya başka bir dalavere yapıp başkasının malını elde etmek caiz değilse, o kişinin kalbini tezvir ve kandırmak yoluyla mevkî elde etmek de caiz değildir; zira kalpleri mülk edinmek, malları mülk edinmekten tehlike yönünden daha büyüktür! |
|
|
|
#3 |
|
İnsan Nefsinin Övülmekten Hoşlanmasının, Yerilmekten Hoşlanmamasının Sebepleri
Övülmenin sevilmesi ve kalbin ondan zevk alması için dört sebep vardır: Birinci Sebep Sebeplerin en kuvvetlisi olan birinci sebep, nefsin kemâlini sezmesidir. Biz, kemâlin sevimli ve her sevimlinin idrâk edilmesinin de lezzetli olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan nefis, ne zaman kemâlini sezerse, rahata kavuşur, gelişir ve lezzetlenir. Medh ise, medhi yapılanın nefsine, kâmil olduğunu sezdirir; zira medhedenin söylediği vasıf, ya açıkça görünen veya şüpheli olan bir vasıftır. Eğer o vasıf görünen ve açık bir vasıf ise, bununla lezzetlenmek daha azdır. Fakat lezzetten de uzak değildir. Onu uzun boylulukla veya beyaz tenlilikle övmesi gibi... Her ne kadar bu bir nevi kemâl ise de nefis bundan gafil olup lezzetinden boş olur. Sen ona sezdirdiğin zaman, sezişin oluşması, lezzetin oluşmasını sağlar. Eğer o vasıf, şüphe götürür bir vasıf ise, bu takdirde lezzet daha bü-yük olur. İlim veya takva kemâliyle veya mutlak güzellikle övülmesi gibi... İnsanoğlu, güzelliğinin kemâlinden çoğu zaman kuşku duyar. İlminin ve takvasının kemâlinden tereddüt eder. Bu şüphenin giderilmesine müştak olur. Bu işlerde emsalsiz olduğunu anlamış olur. Böylece kalbi de bu hususta mutmain olur. Ne zaman başkası onu anarsa, bu ona itminan ve o kemâli sezişinden dolayı bir güven verir. Lezzeti büyüdükçe büyür. Lezzetin bundan dolayı büyümesi, bu sıfatları bilen ve gören bir kimseden sâdır olduğu takdirde ancak sözkonusu olur, Bu kimse sözünden ancak tahkikten dolayı inhiraf edip cayar. Bu, tıpkı talebenin zekî, çok faziletli ve kavrayışlı sayılarak üstadının övgüsüne mazhar olmasından sevinmesi gibidir; zira bu, lezzetin son zirvesine varmaktır. Eğer bu övgü sözüne itibar edilmeyen veya o vasfı bilmeyen bir kimseden gelirse, lezzeti azalır. Bu illetten dolayı kötülemeden nefret edilir. Çünkü kötüleme, nefsinin eksik olduğunu kendisine sezdirir. Eksiklik ise, sevilen kemâlin zıddıdır. Bu bakımdan bundan nefret edilir. Bunu sezmek de elem vericidir ve bu sırra binaen kötüleme, güvenilir basîret sahibi bir kimsenin ağzından çıktığı zaman, elemi daha da büyür. Nitekim biz bu hususu Medh bölümünde zikretmiştik. İkinci Sebep Medh delâlet eder ki, medhedenin kalbi, mehdedilenin mülküdür. Onu irade eder. Onda iyiliğin bulunduğuna inanır. İsteğine müsahhar ve râm olur. Kalplerin elde edilmesi sevilir ve istenir. Böyle olduğunu sezmek lezzettir. Bu illetten dolayı -idareciler ve büyükler gibi- kudreti geniş, kalbini elde etmekten fayda gelecek bir kimseden övgü sâdır olduğu zaman lezzet oldukça büyür. Medhedici itibarsız olduğu veya birşeye gücü yetmeyen kimselerden ise, lezzet azalır; zira böyle bir kimsenin kalbini elde edip güç yetirmek, kıymetsiz birşeye güç yetirmektir. Bu bakımdan onun medhi ancak az bir gücün varlığına delâlet eder. Zemmin çirkin görülmesi, ferdin ondan elem duyması da bu sebeptendir. Kötüleyen, büyüklerden ise felâketi daha da büyük olur. Çünkü bununla elden kaçan fırsat daha büyüktür. Üçüncü Sebep Senâcının senâsı, medhedenin medhi, her dinleyenin kalbini avlamaya sebeptir. Hele medheden, sözü geçerli ve övmesine güve-nilir bir kimse ise... Bu durum, cemaat arasında vâki olan medhle ilgilidir. Bu bakımdan cemaat ne kadar fazla ise ve senâ edenin sözüne ne kadar fazla iltifat edilirse, övgü de o kadar lezzetli olur. Bu tür kötüleme de nefse o denli ağır gelir. Dördüncü Sebep Medh, medhi yapılanın haşmetine, medhedenin diliyle isteyerek veya istemeyerek onu övmeye mecbur olduğuna delâlet eder. Haşmet de içindeki kahır ve kudretten lezzetlidir. Bu lezzet, medheden için de söylediklerine inanmasa bile lezzetlidir. Fakat bunu belirtmeye mecbur olması, kendisi için bir nevi kahr ve istilâ demektir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin zevki, medhedenin medhten kaçmabilmesi ve güçlü olması nisbetindedir. O halde, tevazudan ötürü övmekten kaçınan kuvvetli bir kimsenin medhinin lezzeti daha fazladır. Bu dört sebebin tümü bazen bir medhedicinin medhinde toplanır. Dolayısıyla onunla lezzetlenme oldukça büyür. Bazen de ayrılma olur. Sadece bazıları bulunur, bu takdirde zevk azalır. Kemâli sezdirmek olan birinci illete gelince, bu illet medhi yapılanın medhedenin sözünde doğru olmadığını bilmesiyle orta-dan kalkar. Nitekim soylu veya cömert veya herhangi bir ilmi bilir veya şer´î yasaklardan sakınır diye övüldüğü ve nefsinin bunların tam zıddıyla muttasıf olduğunu bildiği gibi... Böylece sebebi kemâlin sezdirmesi olan lezzet ortadan kalkar. Dilini ve kalbini istilâ lezzeti ile lezzetlerin diğer kısımları kalır. Eğer medhedenin söylediğine inanmadığını ve bu sıfatın kendisinde olmadığını an-lamışsa, kalbin üzerine istilâsı demek olan ikinci lezzet de ortadan kalkar. Övgüsüyle konuşmaya insanı mecbur ettiği büyüklük ve istilâ lezzeti ortada kalır! Eğer bu övmek korkudan değil, eğlence ve alay yoluyla geliyorsa, bütün zevkler iptal olunurlar ve burada hiç-bir zevk kalmaz. Çünkü üç sebep de ortadan kalkmıştır. İşte övgüden zevk alan, kötülemeden eziyet duyan, nefsin illet perdesini aralayan bu beyan ettiklerimizdir. Biz bunu, mevkî ve övgü sevgisinin ve yergi korkusunun tedavi yolu bilinsin diye zikretmiştik; zira sebebi bilinmeyen birşeyin tedavisi mümkün değildir. Çünkü ilaç, hastalık sebeplerini ortadan kaldırmaktan ibarettir. Lûtuf ve keremiyle muvaffak kılan ALLAH´tır. ALLAH Teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın! |
|
|
|
#4 |
|
Mevki ve Rütbe Düşkünlüğünün Çaresi
Kalbine mevkî ve rütbe sevgisi galip gelen bir kimsenin himmeti, halkın gözetilmesine yönelir. Onlara kendisini sevdirmekle ve onların takdiri için riyâkârlık yapmakla meşgul olur. Söz ve hareketlerinde onların yanında derecesini büyütecek şeylere dikkat eder. Bu ise münafıklığın tohumu ve fesadın esasıdır. Şüphesiz ki bu, insanı ibâdetlerde gevşeklik göstermeye ve riyakârlık yapmaya sürükler. Kalpleri elde etmek için mahzurlu hareketlere zorlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) insanların şeref ve mal sevgisini ve dini ifsad etmelerini, saldırgan iki kurda benzeterek şöyle buyurmuştur: Suyun otu bitirdiği gibi, bu sevgi münafıklığı bitirir. Zira münafıklık, fiilde veya sözle zâhirin bâtına muhalif olması demektir. Kim, halkın kalbinde mevkî edinmek istiyorsa, münafıklık yapmaya ve kendinde bulunmayan birtakım güzel ahlâkları belirtmeye mecbur olur. Bu ise nifakın ta kendisidir. Bu bakımdan mevkî sevgisi helâk edici şeylerdendir. O halde onu tedavi etmek ve kalpten söküp atmak farzdır. Çünkü kalp, mal sevgisi temeli üzerine yaratıldığı gibi, bu tabiat üzerine de yaratılmıştır. Bunun ilacı ilim ve ameldir. İlme gelince, ilim demek, mevkîyi kendisinden dolayı sevdiği sebebi bilmek demektir. O sebep de halkın kalpleri üzerinde tam kuvvet ve kudret (tesir) kurmak dernektir. Biz ´Eğer böyle bir durum insanoğlu için müyesser olursa da sonu ölümdür ve insanoğlundan sonra kalacak salih amellerden değildir´ demiştik. Hatta şarktan garba kadar yeryüzünde olan herkes -hâşâ- sana secde etse bile, elli seneye kadar ne secde eden, ne de kendisine secde edilen kalabilir. Senin halin, senden önce kendilerine tevazu gösterenlerle beraber ölüp giden mevkî sahiplerinin hali gibidir. Bu bakımdan sonu olmayan ve ebedî hayattan ibaret olan dini, böyle birşey için terketmek uygun değildir! Daha önce geçtiği gibi,hakîkî ve vehmî kemâli bilen bir kimsenin gözünde mevkî ve rütbe küçülür. Ancak bu, âhireti görüp ahirete bakan ve çarçabuk geçen dünyayı hakir sayan bir kimsenin gözünde küçülür. Böyle kimse, ölüm onun yanında hazır imiş gibidir. Hali, Hasan Basrî´nin, Ömer b. Abdülâziz´e yazdığındaki hali gibi olmalıdır: ´Sanki sen, kendisi hakkında en son ölecektir diye takdir edilen bir kimsesin!´ Dikkat et! Hasan Basrî geleceğe bakışını nasıl uzatmış, onu o an olmuş gibi takdir etmiştir? Hâli yine Ömer b. Abdülâziz´in hali gibi olmalıdır ki cevabında ´Sanki dünya olmamıştır ve sanki ahiret ortadadır´ diye yazmıştır. İşte bu kimselerin bakışı ve iltifatları neticeye göreydi. Bu bakımdan netice almak için takva ile çalışırlardı; zira bilirlerdi ki iyi neticeyi muttaki kimseler elde ederler. Böylece dünyada mal ve mevkîyi hakir saydılar. Halk tabakasının çoğunun kalp gözleri zayıftır. Sadece geçici dünyaya bakarlar. O gözlerin nûru neticeleri müşahede etmeye uzanmaz! Fakat siz dünya hayatını (ahirete) tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.(Âlâ/16-17) Hayır hayır! Doğrusu siz, peşini (dünya zevklerini) seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz. (Kıyâme/20-21) Bu bakımdan durumu bu olan bir kimsenin geçici âfetleri bilmek suretiyle mevkî sevgisinden kurtulmak için kalbini tedavi etmesi gerekir. Dünyada mevkî ve rütbe sahiplerini hedef edinen tehlikeleri düşünmeli; zira her rütbe ve mevkî sahibine eziyet edilmek istenir ve hased edilir. Daima mertebesinden sakınır. Oysa kalpler kaynayıp altüst olan kazandan daha fazla değişmektedirler. Kalpler ikbal (yönelmek) ve i´râz (yüz çevirmek) etmek arasında kıvranmaktadır. Bu bakımdan kalpler üzerine inşa edilen herşey, deniz dalgaları üzerine inşa edilen şeye benzer. Bunun da temel tutması sözkonusu değildir. Kalpleri gözetmekle meşgul olmak rütbeyi korumak, hased edicinin hilesini bertaraf edip düşman eziyetini engellemek, bütün bunlar acele gelen üzüntülerdir. Rütbenin zevkini bulandırırlar. Bu bakımdan dünyada rütbeden istenilen ve umulan şeyler, hiçbir zaman korkusuna denk değildir. Ahirette elden kaçan da ayrı! O halde bundan dolayı, zayıf olan basireti tedavi etmen uygundur. Basireti nâfiz ve imanı kuvvetli olan bir kimse ise, dünyaya iltifat etmez. İşte ilim bakımından ilaç budur.Amel bakımından tedaviye gelince, halkın kalbinden mevkîsini kınanacak fiillerde bulunmak suretiyle düşürmektir. Böylece, halkın gözünden düşer. Halk tarafından kabul edilme zevkinden uzak kalır. Şandan şöhretten kaçar, tanınmamayı yeğler. Halkın reddetmesine aldırmaz. Hâlık´ın kabul etmesine kanaat eder. İşte Melamiyye mezhebi budur.20 Zira onlar, kendilerini halkın gözünden düşürmek, şöhretin âfetinden selâmet kalmak için, sûreten çirkin olan hareketlere dalarlar. Önder olan bir kimse için böyle yapmak dinen caiz değildir! Zira önder olan bir kimsenin böyle yapması, müslümanların kalbinde dini zayıf düşürür. Önder olmayanlara gelince, şöhret elde etmesi için bir mahzuru irtikâb etmesi caiz değildir. Halkın gözünde kıymetini düşürücü mübahları yapması gerekir. Nitekim rivayete göre padişahlardan biri, bir zâhidi ziyarete gelmiş, zâhid onun yaklaştığını görünce bakla ve sebze istemiş, obur bir şekilde yemeye başlamış, büyük lokmalar yapmış. Bu manzarayı gören padişahın gözünden düşmüş ve padişah geri dönüp gitmiştir. Bunun üzerine zâhid şöyle demiştir: "Seni benden çeviren ALLAH´a hamdolsun!´ Onlardan biri de şarap içiyor zannını vermek ve halkın gözünden düşmek için şarap rengindeki kadehlerde şerbet içmiştir. Böyle yapmanın da caiz olup olmadığı fıkhî bakımdan tartışmalıdır. Ancak hal sahipleri bazen fâkihin fetvâ verdiği birşey ile nefislerini tedavi ederler. Burada kalplerinin ıslahını görürlerse böyle yaparlar. Sonra bazılarının yaptığı gibi kusur şeklinde kendilerinden sâdır olanı telâfi ederler. Nitekim zâhidlikle tanınan bir kimse vardı, halk kendisine rağbet gösterirdi. Birgün bu zat hamama girdi. Başkasının elbisesini giyip çıktı. Yolda durdu ki kendisini tanıyıp elbiseyi kendisinden alsınlar ve kendisini dövsünler ve ´Bu adam hırsızdır!´ desinler de kendisini terketsinler. Şöhretten uzaklaşmada yolların en kuvvetlisi halktan uzaklaşıp, bilinmeyen bir yere hicret etmektir. Çünkü evinde uzlete çekilen bir kimse şöhret bulduğu bir memlekette bunu yaparsa, uzletinden dolayı halkın kalplerinde iyice yerleşen şöhret sevgisinden uzak olamaz; zira böyle bir kimse çoğu zaman şöhreti sevmediğini zanneder. Oysa aldanır. Onun nefsi, maksadını elde ettiğinden dolayı sükunete kavuşmuştur. Eğer halk onun hakkında inandığından cayarsa, onu zemmedip veya ona uygun olmayan bir duruma kendisini nisbet ederlerse, nefsi feveran edip elemdar olur. Çoğu zaman da böyle olmadığını mâzeret beyan etmek sure-tiyle ispata çalışır. O tozu onların kalplerinden silmeye gayret sar-feder. Çoğu zaman da halkın kalbinden silmek için yalan söylemeye, hile yapmaya mecbur olur. Bunu, perva etmeden yapar. Böylece kendisinin şöhreti sevdiği anlaşılır. Şöhreti seven bir kimse için şöhretin fitnesi daha büyüktür. Halktan ümit ettikçe halkın kalbinde mevkî sahibi olmamasını sevmesi mümkün değildir. Bu bakımdan nafakasını çalışmasından veya başka bir yönden temin ettiği, halktan ilişkisini kestiği zaman, bütün insanlar onun yanında düşük insanlar gibi olurlar. Bu takdirde onların kalbinde bir mertebesi olup olmadığına değer vermez. Nitekim şarkın en ücra köşesinde bulunan kimselerin kalbinde değerinin olmamasına aldırmadığı gibi. Çünkü onları görmez ve onlardan bir şey ummaz. İnsanoğlu ancak kanaatla halktan ümidini keser. Bu bakımdan kanaat eden bir kimse halktan müstağni olur. Müstağni olduğu zaman kalbi halk ile meşgul olmaz. Kalplerde mertebesinin bulunması gözünde beş para etmez. O halde, mertebenin terki ancak kanaat edip halktan ümidi kesmekle olur. Bütün bunlara mertebe hakkında vârid olan, nâm ve nişansızlığı övmek için söylenilen hadîslerle yardım edilir. Selefin şu sözüyle yardım edildiği gibi: ´Mü´min zillet, kıllet veya illetten kurtulamaz´. Bu kişiler, selefin bunları izzete nasıl tercih ettiklerini, ahiret sevabına nasıl rağbet gösterdiklerini görmelidir. ALLAH Teâlâ onların hepsinden razı olsun! __________________ 20) Melâmiyye, fukarâdan bir gruptur. Tarikatlarının esası, tam ihlâs üzerine bina edilmiştir. (İthaf´us-Saade, VIII/253). Günümüzde kadınlı erkekli toplantılar yapan, müslüman-kâfîr demeden cemaatlerinde herkese yer veren, ibadetleri bırakıp sohbete(!) önem verenlerin, melâmilikle uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur. Bu konuda daha fazla bilgi almak için bizim tercümemiz olan Basîret´us-Sâlikîn adlı esere bakılabilir. |
|
|
|
#5 |
|
Riya´nın Zemmi
Riya haramdır. Riyakâr, ALLAH katında sevilmeyen kişidir. Bu hususa âyetler, hadîsler ve eserler şehadet etmektedir. Ayetler Şu ibadet edenlerin vay haline ki onlar salâtlarndan gaflet ederler.(Maun/4-6) Tuzak kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzağı bozulacaktır. (Fatır/10) Mücahid ´Bunlar riyakârlardır´ demiştir. ´Biz size sırf ALLAH rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz´ derler.(İnsan/9) ALLAH Teâlâ, ALLAH´ın vechinden (zatından) başka her iradeyi kendilerinden nefyetmek suretiyle muhlisleri överek şöyle buyurmuştur: Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, salih bir amel işlesin ve rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.(Kehf/110) Hadîsler Bir kişi ´Ey ALLAH´ın Resûlü! Kurtuluş nerededir?´ diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kulun, ALLAH´a ibâdet edip onunla halkın (iltifatını) istememesindedir. İhlas bölümünde bahsettiğimiz gibi, Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği ve ALLAH yolunda öldürülen, malını sadaka veren ve ALLAH´ın Kitabı´nı okuyan üç kimsenin hakkında vârid olan hadîste Hz. Peygamber şöyle demiştir: ALLAH onların her birine ´Yalan söyledin. Sen beni değil, aksine filân adam cömerttir denilsin diye bunu yaptın! Yalan söyledin! Falan kahramandır denilsin istedin. Yalan söyledin. Maksadın filân Kur´an okur dedirtmekti. Böylece Hz. Peygamber (s.a) onların sevap kazanmadıklarını ve riyakârlıklarının amellerini yakan yegâne sebep olduğunu haber vermiştir.27 İbn Ömer, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet eder: Kim (amelini) gösterir, riyakârlık yaparsa ALLAH da onun rezaletini kıyamette gösterir. Amelini ikram edilsin diye duyuranın, ALLAH da kabâhatini ifşâ eder.28 ALLAH Teâlâ meleklerine ´Bu adam ameliyle beni kasdetmedi. Bu bakımdan onu Siccîn´e koyun!´ buyurur.29 Sizin için en fazla korktuğum şey gizli şirktir. Ashab ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Gizli şirk nedir?´ dedi. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: Riyadır. Çünkü ALLAH (c.c) kıyamet gününde kullara amellerin karşılığını verdiği zaman, onlara ´Dünyada kendile-rine riyakârlık yaptıklarınızın yanına gidin! Bakın acaba onların yanında bir mükâfat görebilir misiniz?´ diyecek!30 Hz. Peygamber şöyle buyurur: -Hüzün kuyusunun şerrinden ALLAH´a sığınınız! -Ya Rasûlullah! Bu ´hüzün kuyusu´ nedir? -Cehennemde riyakâr hafızlar için hazırlanmış bir deredir.31 Bir kudsî hadîste şöyle denir: Kim ibadetinde başkasını bana ortak yaparsa, o ibâdetin tamamı onundur. Ben o amelden uzağım. Ben şirk husu-sunda müstağnilerin en müstağnisiyim.32 Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Biriniz oruç tuttuğunda başını ve sakalını yağlayıp dudaklarını temizlesin ki halk onun oruçlu olduğunu bilmesin! Sağ eliyle verdiğini sol elinden gizlesin. Namaz kıldığında kapısının perdesini örtsün. Çünkü ALLAH rızkı taksim buyurduğu gibi güzel nâm ve nişanı da taksim buyurmuştur´. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İçinde zerre kadar riya bulunan bir ameli ALLAH Teâlâ kabul etmez.33 Hz. Ömer (r.a) Muaz b. Cebel´in ağladığını görünce ´Seni ağlatan nedir?? diye sordu. Muaz ´Bu kabrin sahibinden (Hz. Peygamber´den) dinlediğim şu hadîs beni ağlattı: Muhakkak ki riyanın en azı dahi şirktir´.34 Sizin için en fazla korktuğum şey riya ile gizli şirktir.35 Gizli şehvet de riyanın yanlışlıkları ile inceliklerine dönüşür. Arşın gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, ancak sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen bir kişi durur.36 Gizli yapılan amel, açıkça yapılan amelden yetmiş derece üstündür.37 Riyakâra, kıyamette ´Ey fâcir! Ey hileci! Ey riyakâr! Senin amelin boşa gitti. Ecrin yanıp kül oldu. Git, kime amel ediyor idiysen ondan ecrini ve mükâfatını al´ denir.38 Şeddad b. Evs39 şöyle anlatıyor: Hz. Peygamberi ağlarken gördüm. ´Seni ağlatan nedir, ya RasûlALLAH?´ dedim, Şöyle buyurdu: ´Ümmetim için şirkten korktum. Onlar ne puta, ne güneşe, ne aya, ne taşa tapmazlar. Fakat amelleriyle riya (gösteriş) yaparlar!´40 ALLAH (c.c.) yeri yarattığında yer, üstündeki mahlûklarla beraber sallandı. Bunun için dağları yarattı. Onları yer için kazık yaptı. Melekler ´RABBİMiz dağlardan daha şiddetli bir mahlûk yaratmadı´ deyince bu sefer demiri yarattı. Demire dağları parçalattı. Sonra ateşi yarattı. Ateş demiri eritti. Sonra ALLAH Teâlâ ateşi söndürme emrini suya verdi. Rüzgâra emretti. Suyu bulandırdı. Bunun üzerine melekler ihtilâfa düşerek ´Ey RABBİMiz! Mahlûkatın hangisini daha kuvvetli yarattın?´ diye sordular. ALLAH Teâlâ ´Ademoğlu bir sadaka verip sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizlediği zaman, onun kalbinden daha şiddetli bir mahlûk yaratmadım. Evet! Bu yarattığımın en kuvvetlisidir´ dedi.41 Abdullah b. Mübarek senedli olarak şöyle rivayet ediyor. Bir kişi, Muaz b. Cebel´e ´Hz. Peygamber´den dinlediğin bir hadîs-i şerîfî bize nakleder misin?´ dedi. Bunun üzerine Muaz (r.a) hüngür hüngür ağladı. Hatta susmayacağını sandım. Sonra sustu, de-vam ederek dedi: Hz. Peygamber bana ´Ey Muaz!´ dedi. ´Buyur! Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah!´ dedim. O zaman şöyle buyurdu: Söyleyeceğimi ezberlersen sana fayda verir. Eğer unutursan kıyamette ALLAH katında delilin olmaz. Ey Muaz! ALLAH Teâlâ, yer ve gökleri yaratmadan önce yedi melek yarattı. Sonra gökleri yarattı. Yedi göğün herbiri için bir melek vazifelendirdi. O meleği orada kapıcı yaptı. O gökleri, büyüklük yönünden oldukça yüceltti. Hafaza melekleri, sabahtan akşama kadar ibâdet ve taatta bulunan kulun amellerini göklere yükseltirler. Dünyamıza en yakın göğe varıncaya kadar, o amelin, güneşin ışığı gibi bir ışığı olur. Oraya varıncaya kadar hafaza melekleri temizler ve çoğaltır. Gök kapıcısı melek, hafaza meleğine ´Bu ameli götürüp sahibi-nin yüzüne vurun! Ben gıybetleri tesbit eden meleğim. Halkın gıybetini yapanın amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına asla müsamaha etmem! RABBİM bana böyle emir buyurmuştur´ der. Sonra hafaza meleği, kulun salih olan bir amelini getirir. (O meleğin yanından geçirir). O ameli ikinci göğe ulaştırıncaya kadar temizler ve çoğaltır. İkinci göğün bekçisi ´Durun! Bu ameli, sahibinin yüzüne vurun! O bu amelle dünya malını kasdetti. RABBİM bana onun amelinin benden geçip başka bir meleğe varmasına müsaade etmememi emretti. Çünkü o, meclislerde insanlara karşı böbürlenirdi´ der. Hafaza melekleri, kulun nûrunu saçan, oruç ve sadakadan mürekkeb olan amellerini yükseltip götürürler. Hem de kendilerini hayrette bıraktığı halde üçüncü göğe kadar götürürler. Burada üçüncü göğün bekçisi olan melek ´Durun ve bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Ben kibir ve gurura bakan meleğim! "RABBİM bana şu emri vermiştir: Onun amelinin senden geçip başkasına varmasına fırsat verme! Çünkü o, meclislerde, halka karşı kibir ve azamet taslardı" buyurmuştur´. Hafaza melekleri, kulun, parlak yıldız gibi parlayan ve ses veren tesbih, namaz, hac ve umreden oluşan amelini dördüncü göğe kadar götürürler. Orada bekçi bulunan melek ´Durun! Bu ameli, sahibinin sırtına ve karnına vurun! Ben ucub´u kaydeden meleğim. RABBİM, bu kişinin amelinin benden geçip başkasına varmasına engel olmamı emretti! Zira o, ibâdet yaptığında, ameline ucub ve kibir sokardı!´ der. Hafaza melekleri, kulun amelini dâmada takdim edilen ge-lin gibi süsleyerek beşinci göğe götürürler. O semanın meleği ´Durun! Bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Onun omuzuna yükleyin. Ben hasedi kaydeden meleğim. Bu kimse insanları kıskanırdı. Kim onun yaptığını yaparsa, kim fazla ibâdete sarılırsa, onları kıskanır, aleyhlerinde bulunurdu. Bu bakımdan RABBİM bana, onun amelinin beni geçip başkasına gitmesine engel olmamı emretti!´ der. Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, hac, umre ve oruç(tan ibaret olan) amelini altıncı göğe götürürler. Oranın bekçisi olan melek ´Onu durdurun, bu ameli sahibinin yüzüne vurun! Çünkü o, ALLAH´ın kullarından hiçbir kimseye merhamet etmezdi. Belâya uğrayan, zarar gören kimselerin haline acımazdı. Hatta belaya uğramalarına sevinirdi! Ben ise rahmet meleğiyim. Amelinin yanımdan geçmemesini RABBİM bana emretti!´ der. Hafaza melekleri, kulun namaz, oruç, sadaka, zekât, faydalı çalışma ve takvasını gök gürültüsü gibi bir gürültü ve güneşin ışığı gibi bir ışığı olduğu halde, beraberinde üç bin melekle yedinci semaya götürürler. Oranın bekçisi olan melek, onlara ´Durdurun ve bu ameli sahibinin yüzüne çarpın. Onun âzalarına vurun. Onlarla kalbini kitleyin. Çünkü o, o ameliyle fâkihlerin yanında büyüklük, âlimlerin yanında şöhret ve ülkelere nâm salmak isterdi. Bu bakımdan RABBİM onun amelinin benden geçmemesini emretti´der. "ALLAH için olmayan amel riyadır. ALLAH (c.c), riyakârların amelini kabul etmez" der´. Hafaza melekleri kulun namaz, zekât, oruç, hac, umre, güzel ahlâk, sükût ve ALLAH´ın zikrinden oluşan amelini gök melekleriyle beraber bütün perdeleri geçip ALLAH´ın huzurunda durdururlar. Hâlisen ALLAH için yapılan salih ameli hususunda şahidlik ederler. ALLAH Teâlâ onlara ´Siz kulumun amelinin koruyucususunuz. Ben ise, onun nefsini murakabe edenim. O, bu ibâdetleriyle beni değil başkasını kasdetti. Bu bakımdan ona lânet olsun´ der. Buna karşılık bütün melekler, bir ağızdan, ´Bizim de lânetimiz onun üzerine olsun!´ derler. Yedi kat gök ile yedi kat yer ve içindekiler, hep beraber ona lânet ederler. Muaz ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sen ALLAH´ın Rasûlü, ben ise Muaz´ım!´ dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki: ´Senin amelinde, her ne kadar eksiklik varsa da bana uy! Ey Muaz! Hamele-i Kur´an´dan olan arkadaşlarının aleyhinde bulunma! Günahlarını onlara değil, kendine yüklet! Onları zemmedip, yermekle nefsini temize çıkarma! Nefsini onlardan yüce görme! Dünya amelini ahiret ameline karıştırma! Meclisinde, halk senin kötü ahlâkından hazer etsin diye gururlanma! Yanında bir kimse varsa, başkasıyla gizlice fiskos yapma. Halka karşı büyüklük taslama ki senden dünya hayrı kesilmesin. Halkın hayâ perdesini yırtma ki kıyamet gününde ateş köpekleri seni yırtmasınlar! ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: Hemen çekip alanlara...( Nâziât/2) "Ey Muaz! Bunların kim olduğunu bilir misin?" Ben ´Onlar kimlerdir, annem babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah?´ dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey Muaz! ALLAH kime kolaylaştırırsa onun için kolaydır. Râvî der ki: ´Bu hadîstekilerin korkusundan Muaz´dan daha fazla Kur´an okuyan görmedim´. Ashab´ın ve Alimlerin Sözleri Hz. Ömer, boynunu büken bir kişiyi gördü ve şöyle dedi: ´Ey kişi! Boynunu düzelt! Korku, boyunda değil, kalplerdedir!´ Ebu Umame el-Bahilî, camide, secde halinde ağlayan bir zat gördü ve şöyle dedi: ´Eğer bu durum evinde olsaydı sen sen olurdun!´ Hz. Ali şöyle demiştir: ´Riyakârın üç alâmeti vardır. 1. Yalnız olduğunda tembelleşir, 2. Halk arasında olduğunda pek faal olur, 3. Övüldüğünde fazla ibâdet eder. Kötülendiği zaman ibâdeti azaltır!´ Bir zat, Ubâde b. Sâmit´e ´Ben ALLAH yolunda, hem ALLAH´ın rızasını irade ederek, hem de halkın övgüsünü kasdederek, kılıcımla muharebe ederim´ dedi. Ubade ´Senin için hiçbir sevap yoktur!´ dedi. Kişi bunu üç defa tekrarladı. Her defasında, Ubade ´Sana bir sevap yoktur´ dedi. Sonra üçüncüde "ALLAH ´Ben şirk hu-susunda müstağnilerin en müstağnisiyim´ buyurmuştur" dedi. Biri Said b. Müseyyeb´e ´Bazılarımız iyilik yapar, övülmeyi ister!´ dedi. Said ´Senden nefret edilmesini ister misin?´ dedi. Kişi ´hayır!´ dedi. Said ´O halde ALLAH için bir ibâdet yaptığın zaman onu riyadan arındırmaya çalış!´ dedi. Dahhak şöyle demiştir: "Sakın hiç biriniz, ´Bu ALLAH´ın, bu da senin içindir´ ´Bu ALLAH için bu da sılayı rahim içindir´ demesin! Çünkü ALLAH Teâlâ´nın şeriki yoktur". Hz. Ömer, kamçı ile bir kişiyi dövdü. Sonra ona ´Benden kısas al!´ dedi. Adam ´Hayır! Senden kısas almam! Onu ALLAH ve senin için bırakıyorum ve kısas almaktan vazgeçiyorum´ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer kendisine ´Sen bana birşey yapmadın. Ya beni bağışla, ben de senin iyiliğini bilip takdir edeyim veya sadece ALLAH için bırak´ dedi. Kişi ´O halde, sadece ALLAH için bırakıp terkettim´ dedi. Hz. Ömer "O zaman ne güzel!´ dedi. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Bir kavimle (ashabı kastediyor) arkadaşlık yaptım. Onlardan birine hikmet arzolunurdu. Eğer o hikmetle konuşsaydı muhakkak hem kendisine, hem de ar-kadaşlarına fayda verirdi. Fakat şöhret korkusu onu konuşmaktan menederdi. Onlardan biri geçerken yolda eziyet verici birşey gördüğünde şöhret korkusundan onu yoldan süpürmezdi´. Riyakâr, kıyamet´te dört isimle çağrılır: 1. Ey riyakâr! 2. Ey hilebaz! 3. Ey zarar eden! 4. Ey facir (yalancı)! Git! Kime çalıştınsa ecrini ondan al! Bizim katımızda sana ecir yoktur´ denir.42 Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Öncekiler, yaptıkları ile, şimdikiler ise yapmadıklarıyla riyakârlıkta bulunuyorlar´. İkrime şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, kuluna, amelinden ötürü vermediğini niyetinden ötürü verir. Çünkü niyette riyâ yoktur´. Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Riyakâr, ALLAH´ın kaderini mağlup etmek ister. Kötü bir kimse olduğu halde, halkın, kendisi için ´iyi bir kimsedir´ demesini ister. Acaba halk nasıl böyle diyecektir? Oysa rabbinin katında düşüklerin içine girmiş bulunuyor. Bu bakımdan mü´minlerin onu tanımaları gerekir´. Katade şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında ALLAH Teâlâ, meleklerine ´Bakın! Kulum benimle istihza ediyor!´ der". Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: ´Kurralar (Kur´an okuyucu-ları/hafızlar) üç sınıftır: Fudayl b. Iyaz ´Bir riyakâra bakmak isteyen varsa, bana baksın!´ demiştir. Muhammed b. Mübarek es-Sûrî43 şöyle dedi: İbâdet kisveni gece takın! Çünkü o, senin gündüz takındığın kisvenden daha şereflidir; zira gündüzün kisvesi mahlûklar için, gecenin kisvesi ise ALLAH Teâlâ içindir´. Ebu Süleyman şöyle demiştir: ´Ameli korumak, amel yapmaktan daha zordur´. İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Kişi Horasan´da olduğu halde Kâbe´yi ziyaret eder!´ Denildi ki: ´Bu nasıl olur?´ Cevap olarak dedi ki: ´Mekke-i Mükerreme´de mücavir olduğunun bilinmesini ister´. ___________________ 27)Müslim 28)Buhârî, Müslim 29)İbn Mübârek 30)İmam Ahmed, Beyhakî 31)Tirmizî 32)İmam Mâlik 33)Irâkî bu şekilde vârid olmadığını söylemektedir. 34)Taberânî 35)Daha önce geçmişti. 36)Müslim, Buhârî 37)Beyhâkî 38)İbn Ebî Dünya İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: ´Şöhret meraklısı hiçbir zaman ALLAH´ı doğrulamaz!´ 39) Adı Şeddad b. Evs b. Sabit b. Münzir el-Hazrecî´dir. Hz. Peygamber´in şâiri Hassan b.. Sabit´in yeğenidir. Künyesi Ebu Yâ´lâ olan bu zat, ashab-dandır. Şam´da vefat etmiştir. 40)İbn Mâce 41)Tirmizî 42)İbn Ebî Dünya, (zayıf bir senedle) |
|
![]() |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|