Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-18-2009, 16:50   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Riya´nın Çaresi ve Kalbi Riyadan Temizlemek

Geçen bahislerden anlaşıldı ki riya, amelleri yakıcı, ALLAH´ın nefretine sebep olan ve helâk edicilerin büyüklerinden bir tehlikedir. Bu vasıfta olan bir şeyi ciddî bir çalışma ile kaldırmaya gayret göstermelidir. Bu çalışma nefisle mücâhede nefse yüklenen zorluklara katlanmakla olsa dahi yapılmalıdır. Bu bakımdan şifa tiksindirici ve acı olan ilaçların içilmesiyle mümkündür. Bu ise, bütün insanların yapmaya mecbur olduğu bir mücâhededir; zira çocuk, zayıf akıllı, gözü halka dönük olanlar onlarda pek fazla tamah olduğu halde yaratılır. Görür ki halkın bazısı bazısına riyakârlık yapmaktadır. Zarurî olarak riyakârlığı sever ve böylece riya kalbinde yerleşir. Aklı kemâle erdikten sonra ancak riyanın helâk ediciliğini anlar. Oysa riya kalbinde yerleşmiş ve kök salmıştır! Onu sökmeye ancak şiddetli bir mücâhede ve şehvetlere karşı açılan ciddi bir savaştan sonra gücü yetebilir. O halde, bu mücâhedeyi yapmaya muhtaç olmayan hiç kimse yoktur. Fakat bu mücâhede başta insana zor gelir. Sonunda hafîfleşir. Bu mücâhedenin tedavisinde iki makam vardır:

Birinci makam: Onun damarlarını ve kol salan dallarını kesmektir.

İkinci makam: Ondan hâl-i hâzırda gelen vesveseleri silip bertaraf etmektir.

Birinci Makam

Bu makamın temeli, mertebe ve makam sevgisidir. Bu makam fasıllara ayrıldığı zaman üç fasla dönüşür. O fasıllar, övmenin lezzeti, kötülemenin eleminden kaçmak ve halkın elindekinden tamahını kesmektir. Bu sebeplerden neşet eden riyanın varlığına ve riyakâr tahrik ettiğine Ebu Musa´dan rivayet edilen şu hadîs şahidlik eder: Bir bedevi Hz. Peygamber´e der ki:

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Kişi (vardır ki) hamiyetten dolayı çarpışır. Bir kişi de vardır ki kahramanlığı bilinsin diye çarpışır. Başka bir kişi vardır ki zikir için çarpışır. Bu
kişiler hakkında ne buyurulur?

-Kim sadece ALLAH´ın kelimesi (kanunu ve nizamı) en yüce olsun diye çarpışırsa, o kimse ALLAH´ın yolundadır.52

İbn Mes´ud şöyle demiştir: İki saf (müslüman ve kâfir safları) karşılaştıklarında melekler inip halkı, mertebelerine göre yazarlar: ´Falan adam anılmak için çarpışır. Filan adam da mülk edinmek için çarpışır´.

Mülk için çarpışma, dünya tamahkârlığına işarettir.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Derler ki ´filan şehiddir´. Oysa o, devesinin yükünün iki yanını gümüş (para) ile doldurmuştur".

Kim sadece bir deve yuları için savaşa katılırsa, ona ancak niyet ettiği vardır.53

Bazen de ne övülmeyi arzular, ne de bu hususta bir tamahı vardır. Ancak cömertler arasında bulunan cimri gibi, zemmin eleminden kurtulmak ister. Zenginler bunca malı sadaka verirler. O da cimri saymasınlar diye biraz sadaka verir. O övgüye tamah etmez. Oysa başkası ondan daha önce ona varmıştır.

Kahramanların arasında kalan korkak gibi, onların zemminden korkarak düşman ile karşı karşıya (geldiğinde) kaçmaz. Övülmesini de istemez. Oysa başkaları düşman safına hücum etmiştir. Kendisi övülmekten ümit kestiğinde zemmedilmesini de hoş görmez.

Bütün geceyi ihya eden bir kavmin arasında bulunan kişi gibi... Bu kişi övülmeyi arzulamamakta, ancak ´tembel´ denilmesin diye birkaç rek´at namaz kılar.

İnsan bazen övülme zevkinden mahrum olmaya sabreder, fakat zemmedilmek elemine tâkati yoktur. Bunun için bazen öğrenmesi gereken bir şeyi, cahillikle itham edileceği korkusundan sormaz. İlimsiz fetva verir. Cahil olduğu halde hadîs ilmini bildiğini iddia eder. Bütün bunları tenkid edilmemek için yapar. İşte bu üç şey, riyakârı riyaya teşvik eder! Bunun ilacı kısa olarak, kitabın birinci kısmında zikrettiklerimizdir.

Fakat şimdi sadece riyaya mahsus olanı zikredelim: Bellidir ki insan bir şeyi ancak kendisi için şimdi veya gelecekte daha hayırlı, daha faydalı zannıyla ister ve rağbet gösterir. Şimdiki halde lezzetli, gelecekte zararlı olduğunu bildiğinde derhal rağbeti kesilir. Balın lezzetli olduğunu bilen bir kimse, balda zehir bulunduğunu öğrenince derhal terkeder. Bu isteğin yolu da böylece içindeki zarar bilindiğinde kesindir. Kul, riyanın zararını, riya sebebiyle elinden çıkan kalp salâhını, hâl-i hâzırda mahrum olduğu tevfîk ile ahirette ve ALLAH katında mahrum kalacağını, mâruz kaldığı büyük azap, şiddetli kınama ve zâhirî mahrumiyetini bildiğinde, bu bilgisi riyanın zararı hakkında kendisi için kâfi bir delil olur.

Halkın gözü önünde kendisine ´Ey yalancı! Ey hileci, ey riyakâr! Utanmadan, ALLAH´ın ibâdetiyle dünya malı satın aldın! Kulların kalbini gözettin de ALLAH´ın ibâdetiyle istihzâ ettin. ALLAH´ı gazaba getirmekle halkı sevindirdin! ALLAH katındaki çirkinlikle onlara süslü göründün! ALLAH´tan uzaklaşmakla onlara yaklaştın! ALLAH´ın katında nefret edilmekle onların övgüsüne mazhar oldun! ALLAH´ın gazabına mâruz kalmakla onların riyakârlığını talep ettin! Acaba ALLAH´tan daha kıymetsiz (hâşâ) bir kimse senin yanında yok mu?´ diye hitab edildiğinde ve kişi bu rezalet hakkında düşündüğü, kullardan dünyada elde ettiğini ahirette kaybedeceği ile karşılaştırdığı takdirde riyanın zararını anlamış olur. Çoğu zaman da amellerinin sevabını yakar. Oysa tek bir amel, eğer hâlis ise, çoğu zaman zannının ağır basmasına sebebiyet verdiğinde kurtuluşuna vesile teşkil eder. Bu amel riya ile bozulduğunda, günah kefesinin ağırlaşmasına vesile olur. Dolayısıyla ateşe girmesine sebep olur. Eğer riyada bir tek amelin yanmasından başka bir zarar yoksa bu kadarı bile riyanın zararı için kâfidir. Eğer riyadan dolayı yanan bu tek amelin beraberinde diğer ameller varsa (yine de zarardır). Çünkü kişinin bu yanan amelle sıddîklar ve peygamberler zümresinde ALLAH katında yüce dereceyi elde etmesi muhtemeldir. Oysa riyadan dolayı onların safından en aşağı dereceye düşer. Bütün bu tehlikelerle beraber dünyada halkın kalplerini gözetme sebebiyle mâruz kaldığı perişanlık da vardır. Çünkü halkın razı edilmesi idrâk olunmayan bir hedeftir. Bir grubun razı olduğuna başka bir grup kızar, bir kısmının razı olması, başkalarının kızdırılmasına bağlıdır. ALLAH´ı küstürmekle onların rızasını isteyen bir kimse hem ALLAH´ı kızdırır, hem de onları ona kışkırtır. Sonra kulun onları övmek ve onlar tarafından övülmek için ALLAH´ı zemmetmesini seçmekte ne gibi bir hedefi ve çıkarı vardır acaba? Oysa onları övmesi ne rızkını artırır, ne de ecelini geri bırakır. Fakirlik ve ihtiyaç günü olan kıyamet´te de kendisine hiçbir fayda sağlamaz.

İnsanların elindeki mala ve imkâna tamahkârlık etmesine gelince, kalpleri müsahhar kılanın ALLAH olduğunu, halkın bu hususta mecbur olduğunu ve ALLAH´tan başka rezzak (rızık veren) olmadığını bilmendir. Halka bel bağlayan, zillet ve mahrumiyetten kurtulamaz. Eğer maksadını elde ederse bile, minnet ve zilletten kurtulamaz. Acaba yalancı bir ümit -ki bazen tahakkuk eder, bazen etmez- ile ALLAH katındaki nimet nasıl terkedilir? Eğer o ümit tahakkuk ederse, hiç bir zaman onunla beraber gelen minnet ve zilletle onun lezzeti eşit ve denk olmaz.

İnsanların zemmine gelince, ondan sakınmaya değmez. ALLAH´ın yazmadığını, onların zemmetmeleri tahakkuk ettirip ecelini çabuklaştırmaz, rızkını geciktirmez. Cennet ehli ise cehen-nemlik, ALLAH katında iyi ise kötü yapamaz. ALLAH katında nefret ediliyorsa nefretini artıramaz. Kulların tümü acizdirler. Kendileri için ne fayda ve ne de zarar veremezler. Ne ölümleri, ne hayatları ve ne de dirilip haşra gönderilmeleri ellerinde değildir.

Kalbinde bu sebeplerin âfeti ve zararları yerleştiği zaman, rağbeti gevşer, kalben ALLAH´a yönelir. Zararı çok, faydası az olan bir işe akıllı bir kimse rağbet göstermez. Eğer insanların onun içindeki riyayı bilselerdi (fiilinin çirkinliği cihetiyle) kendisinden nefret edeceklerini bilmesi kendisine yeter de artar bile! ALLAH, yakında onu halka çirkin göstermek için sırrını açığa çıkaracaktır. Onun riyakâr olduğunu ve ALLAH indinde nefret edildiğini onlara bildirecektir! Eğer hâlis niyetle ALLAH´a ibâdet etseydi, ALLAH onun ihlâsını onlara gösterip sevdirirdi. Onları kendisine müsahhar kılardı. Onlara övgüsünü yaptırırdı. Bütün bunlara rağmen, ne onların övgüsünde bir artış, ne de zemmlerinde bir eksiklik vardır. Nitekim Benî Temimli bir şair (el-Akra´ b. Habis) şöyle demiştir:

Benim övgüm zînettir. Benim zemmedişim çirkinliktir. Hz. Peygamber bu şaire şöyle demiştir:

Yalan söylüyorsun! Medh ve zemmi böyle olan ancak ALLAH´tır ki O´ndan başka ilâh yoktur.

Zira zînet ancak O´nun medhinde, çirkinlik de ancak O´nun zemminde vardır.
Madem durum budur, acaba halkın medhetmesinde ne hayır vardır, eğer sen ALLAH katında kötü ve ateş ehli isen? ALLAH nezdinde iyi ve mukarrebler (yaklaştırılanlar) zümresinden isen halkın zemmedişinden ne zarar gelir?

Kalbinde âhireti, ebedî olan nimetlerini, ALLAH katındaki o yüksek mertebeleri hâzır bulunduran kimse, hayatına mahsus olan ve halkla ilgili bulunan herşeyi içindeki bulanıklıklarla beraber hakir görmelidir. Böylece himmeti derlenip toplanır, kalbi ALLAH´a yönelip riyanın zilletinden ve halkın kalplerini gözetme külfetinden kurtulur. İhlâsından kalbine nûrlar akar, onlarla göğsü inşirah bulur. O nûrlar sayesinde manevî keşiflerin letâiflerinden (inceliklerinden) ALLAHa karşı olan ünsiyetini, halka karşı olan nefretini, dünyayı tahkir ve âhireti tâzim etmeyi gerektiren durumlar keşfolunur. Halkın büyüklüğü kalbinden silinir. Riyanın çağırıcısı uzaklaşır. İhlâs yolunda rahatlıkla yürüyebilir. Bu ve daha önce verdiğimiz ilâçlar, ilmî ilâçlardır. Riya ağacının kökünü kazır.

Amelî ilâca gelince, nefsini ibâdetlerin gizlenmesine ve üzerine kapıları kapatmaya alıştırmalıdır. Fuhşiyat için kapılarını kapattığı gibi kapatmalıdır ki kalbi, ALLAH´ın ibadetine muttali olmasına kanaat etsin. Bu takdirde nefis, kendisini ALLAHtan başkasının bilinmesine zorlamaz.

Ebu Hafs el-Heddad´ın54 arkadaşlarından biri, dünya ve dünya ehlini zemmetti. Bunun üzerine Ebu Hafs kendisine ´Yolunun icabı olarak gizlenmesi gerekeni açığa vurdun. Öyleyse bundan böyle bizimle oturma´ dedi.

O, bu kadarının izharına bile ruhsat vermedi. Çünkü dünyayı zemmetmenin altında dünyada zâhid oldum iddiası vardır! Bu bakımdan riya için gizlilikten daha faydalı bir ilâç düşünülemez. Bu ise mücâhedenin başlangıcında pek kolay değildir. Bir müddet zorluğa katlandığın takdirde ağırlık kalkar. ALLAH´ın ardı kesilmez lütfû, güzel tevfîk ve te´yidiyle onu yapmak kendisine kolay gelir.

Bir kavim, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe ALLAH onların durumlarını değiştirmez.
(Ra´d/11)

Kuldan mücâhede, ALLAH´tan hidayet, kuldan kapıyı çalmak, ALLAH´tan açmaktır:
ALLAH ihsan edenlerin ecrini zâyi etmez. (Hûd/116)

Zerre kadar bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfat verir.
(Nisâ/40)

İkinci Makam

Bunu da öğrenmek lazımdır. Çünkü nefsiyle mücâhede eden ve riyanın kökünü, kanaat etmek, tamakârlığa son vermek, nefsini halkın gözünden düşürmek, halkın övgüsünü küçük görüp, kınamalarına önem vermemek suretiyle kalbinden söken bir kimsenin yakasını şeytan, ibâdetleri esnasında bırakmaz, vesveseleri bir türlü kesilmez. Nefsin heva ve hevesi tamamen ortadan kalkmaz. O halde, riyanın bu gelen vesveselerine elbette hazırlanmalıdır. Riyanın hatarat (tehlike)leri üçtür. Bazen bu üç tek bir hatarat gibi birden meydana gelir. Bazen de tedricî bir şekilde meydana gelir:

Birincisi: Halkın muttali olduğunu bilmek ve ummaktır.

İkincisi: Nefsin heyacanla onların övgüsüne tâlip olup onların yanında büyük derece elde etmeye çalışmasıdır.

Üçüncüsü: Nefsin o övgüyü kabul edip meyletmesi ve tahakkuku hususunda samimî olarak heyacanlı rağbeti gelir. Birincisi mârifettir, ikincisi, şehvet ve rağbet adı verilen bir durumdur. Üçüncüsü, adına azmetmek ve kesin akd denen bir fiildir. Kuvvetin kemâli ancak birinci hatarayı (tehlikeyi) daha ikincisi gelmeden önce defetmektir. Bu bakımdan halkın (hâl-i hâzırda) amellerine muttali olmalarının mârifeti veya gelecekte muttali olmalarının ümidi kalbine geldiği zaman, ona şöyle demekle defedilebilir: ´Senin halkla ne alıp vereceğin vardır? Bilmelerinde veya bilmemelerinde ne kârın, ne zararın vardır? ALLAH senin hâlini bilir! O halde, başkasının bilmesinde ne fayda vardır?´

Eğer isteği, övgünün zevkine doğru kayarsa, daha önce kalbine yerleşen riya afetini, kıyâmette ALLAH katında ALLAH´ın kahrına mâruz kalacağını ve amellerine en muhtaç olduğu bir vakitte mahzun olacağını hatırlamasıdır. Bu bakımdan nasıl halkın muttali olması, riyanın şehvet ve rağbetini kabartıp meydana getirirse, bu tiksinme de o rağbetle mücadele eder. Çünkü kişi, ALLAH´ın kahrına mâruz kalacağını ve elem verici azabına düçar olacağını düşünür. Şehvet kendisini halkın iltifatını kabullenmeye, tiksinme ise kendisini kabullenmemeye çağırır. Şüphesiz ki bunlardan hangisi daha kuvvetli ise nefis ona itaat eder.
Durum bu iken riyada üç şey vardır:
A)Mârifet

B)Kerâhet

C)İbâ (imtina)

Kul, bazen ibâdete ihlâs azmiyle başlar. Sonra riya vesvesesi gelir. Bu sefer onu kabul eder. Oysa şimdilik kalpte saklı bulunan mârifetten de, kerehâtten de eser yoktur. Ancak onun sebebi zemmin korkusu, övgünün sevgisi veya buna karşı olan hırsla kalbin dopdolu olmasıdır. Öyle ki riya âfetlerinin eski etkileri ve kötü âkibeti kalpten uzaklaşır; zira kalpte övgünün külfetinden veya zem-min korkusundan boş bir yer kalmamıştır.

Bu kimse, öyle bir kimseye benzer ki nefsine hâlimliği ve öfkenin zemmini söyler. Öfke sebebi cereyan ettiğinde hâlimlik göstermeye azimli olur. Sonra öfkeyi artıran bir sebep cereyan eder ki eski azmini kendisine unutturur. Öfkenin âfetini hatırlamaya mâni olan ve kalbi tamamen işgal eden öfke ile doldurur.

Şehvetin lezzeti de böylece kalbi doldurur. Öfkenin acılığı gibi marifetin nûrunu da bertaraf eder. Câbir b. Abdullah buna işaret ederek şöyle der: ´Şecere (ağaç)55 altında Hz. Peygamber ile (düşmanla karşılaştığımızda) kaçmamaya dair biat ettik. Ölüm üzerine biat etmedik. Huneyn günü bu biatimizi unuttuk. Hatta çağrıldık: ´Ey şecere (ağaç) altında biat edenler!´ diye çağrıldık. Bu çağrı üzerine (kaçanlar) geri döndüler.56

Bunun hikmeti şu idi: Kalpler korku ile dolmuş, daha önce verilen sözü unutmuştu. Sonunda onu Hz. Abbas´ın çağrısıyla hatırladılar.

Ani olarak kalbe hücum eden şeylerin çoğu böyledir; zira onun iman akdine verdiği zararı unutur. Mârifet unutulduğunda kınama ve tiksinme belirmez; zira tiksinme, mârifetin meyvesidir.

İnsanoğlu bazen kendine gelip kalbine hücum eden vesvesenin kendisini ALLAH´ın kahrına müstehak kılan riyadan geldiğini bilir. Fakat buna rağmen şehvetin şiddetinden bu duruma devam eder. Hevâsı, aklına galebe çalar. Hâl-i hazırdaki lezzeti bir türlü terkedemez. Tevbeyi geciktirir veya şiddetli şehvetten onu düşünmez. Nice âlim vardır ki konuşma imkânına sahip olur. O imkânı kullanmaya ancak halka riyakârlık yapmasının kendisini zorladığını da bilir! Fakat buna rağmen yine de devam eder. Bu takdirde aleyhindeki delil daha kuvvetli olur. Çünkü riyanın felaketini, ALLAH katındaki kötülüğünü bile bile riyaya yönelir. Mârifeti, tiksinmeden hâli olduğunda hiçbir yarar sağlamaz. Bâzen de mârifet ile kerâhiyet (tiksinme) birden hazır olurlar. Fakat buna rağmen riyanın çağrısını kabullenir; zira şehvet kuvvetine nisbeten kerâhiyet gayet zayıftır. Böyle bir kimse de tiksinmesinden menfaat görmez; zira tiksinmeden gaye, insanı o fiilden alıkoymaktır. O halde fayda ancak üç şeyin bir arada bulunmasıyla olur. Bu üç şey de mârifet, kerahet ve ibâdır. Bu bakımdan ibâ kerahetin ışığı nisbetindedir. Mârifetin zafiyeti, gaflet, dünya sevgisi ve ahiretin unutulması nisbetindedir. ALLAH katındaki nimetler hakkında az düşünmek, dünya hayatının âfetlerini az düşünmek ve ahiretin büyük nimetini az hesaba katmak nisbetindedir. Bunların bir kısmı diğerini doğurur- Bütün bunların kökü dünya sevgisi, şehvetlerin galebe çalmasıdır. Öyle ise dünya sevgisi, her hatanın başı, her günahın kaynağıdır. Çünkü kalbi öfkelendiren, soğutan, kalp ile akibet hakkında düşünmekten alıkoyan, Kitab, Sünnet ve ilimlerin nûruyla nûrlanmaya engel olan dünya nimeti ve mertebe sevgisinin halâvetidir.

Soru: Bir kimse riyayı sevmez, bu da kendisini riyakârlıktan uzak durmaya zorlar. Fakat o buna rağmen tabiatının riyaya meyletmesinden uzak değildir. Tabiatının bu husustaki münakaşalarından kurtulamamakta, fakat tabiatının sevgisini hor görmekte ve icabet etmemektedir. Acaba bu kimse riyakârların zümresine dahil olur mu?

Cevap: ALLAH Teâlâ kullara ancak güçlerinin yeteceği kadar yükler. Şeytanı vesveselerinden menetmek, tabiatı şehvetlere meyletmeyecek derecede dumura uğratmak, insan gücünün haricindedir. İnsanın bu husustaki en son imkânı şehvetine, neticelerin, din ilminin, ALLAH´a ve son güne iman etmenin usullerinin bilinmesinden doğan bir kerâhet ve istememezlikle karşı koymasıdır. Bunu yaptığında mükellef olduğu vazifenin en son noktasını yapmıştır.

Haberlerden şu rivayet buna delâlet eder: Hz. Peygamber´in sahabîleri, ona şikayet ederek şöyle dediler:

Bizim kalbimize öyle şeyler geliyor ki, eğer biz gökten düşüp, kuşlar bizi kapsa ve uzak bir yere atmak üzere rüzgâr gibi götürse, kalbimize gelenleri söylememizden, bizim için daha sevimli olur!

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) dedi ki:

Siz bunu kalbinizde buldunuz mu?

Ashab ´Evet, buluyoruz!´ dedi. Hz. Peygamber (s.a) İşte o açık imandır´ dedi.57

Ashab vesveseden, kerahet getirip tiksinmekten başka birşey görmediler. ´Açık imandan vesveseyi kasdetti demek mümkün değildir. Bu bakımdan ancak riya ve vesveseye karşı olan kerâhete hamledip tefsir edilir. Bu, her ne kadar korkunçsa da ALLAH hakkındaki vesveseden daha hafiftir. Bu bakımdan en büyüğün zararı kerahet getirmekle defolunduğu takdirde en küçüğünün zararının kerahet getirmekle yok edilmesi daha evlâ ve uygundur. İbn Abbas´ın hadîsinde Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilmiştir:

Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren ALLAH´a hamd ve senâlar olsun.58

Ebu Hâzım şöyle dedi: ´Nefsinde olanı, nefsin senin için kerih görürse, düşmanından gelen sana zarar vermez. Nefsinden olana, nefsin senin için razı olursa, onu ondan dolayı azarla!´ O halde, şeytanın vesvesesi ve nefsinle olan münâzaasına kaçınma ve tiksinme ile karşı koyduğun zaman sana zarar vermez. Riyayı tahrik eden sebepleri hayale getiren, hatırlatan ve ilimle olan hatarat (vesvese) şeytandandır (şeytanîdir). O hatarattan sonra ´rağbet´ ve ´meyl´ nefistendir. ´Kerâhet´ (bunları istememek) de imandan ve aklın eserindendir. Ancak şeytanın burada bir hilesi vardır. Şöyle ki: Şeytan onu riyaya sevketmekten aciz kaldığı zaman, kendisine şu hayali verir: ´Şeytana karşı mücadele ile meşgul olmakta kalbin salahı vardır!´ Böylece kendisinden ihlâsın sevabını ve kalbin huzurunu almak ister. Çünkü şeytanın mücadelesiyle meşgul olup nefsi müdafaa etmek, insanı ALLAH ile münâcaat etmenin sırrından çevirip, dolayısıyla ALLAH katındaki mertebesinin eksil-mesine sebep olur. Riyadan kurtulanların riyanın hataratını defetmek hususunda dört mertebesi vardır:

Birinci Mertebe: Şeytanın yüzüne çarpıp şeytanı yalanla-masıdır. Bununla durmayıp mücadele etmesidir. Çünkü böyle yapmanın kalbine daha selâmetli olduğunu sanır. Oysa bu yaptığı eksikliktir. Çünkü ALLAH´ın münacaatını ye yapmakta olduğu hayrı bırakıp yol kesenlerle mücadele etmeye gitmiştir. Yol kesen-lerle mücadele etmek, sülûkte eksikliktir.

İkinci Mertebe: Cidâl ve kıtâlin sülûkte eksiklik olduğunu bilmesidir. O halde sadece şeytanı yalanlar, kovar ve mücadele etmekle meşgul olmaz.

Üçüncü Mertebe: Yalanlamakla da meşgul olmaz. Çünkü az da olsa bu meşguliyet bir durgunluktur. Hatta kalbinde riyayı hoş karşılamamayı ve şeytanı yalanlamayı kararlaştırmıştır. Onların üzerinde durup mücadele ve yalanlamakla meşgul olmadan o hoş karşılamamaya devam eder.

Dördüncü Mertebe: Riyanın sebeplerinin cereyan ettiğinde şeytanın kendisinden nefret edeceğini anlamıştır. Bu bakımdan, şeytan ne zaman vesvese verirse içinde bulunduğu ihlası daha da artırmaya azmetmiştir. ALLAH´a ibâdet ile daha da fazla meşgul olmalı, sadaka ve ibâdetini daha fazla gizlemelidir. Bütün bunları, şeytanı öfkelendirmek için yapmalı; zira şeytanı öfkelendirir, yolunu tıkarsa tekrar gelip kendisine musallat olamayacağı ümidi kendisinde yerleşir.

Fudayl b. Gazvan´a59 ´Filân adam senin gıybetini yapıyor´ denildi. Cevap olararak şöyle dedi: ´ALLAH´a yemin olsun, ben ona bu emri vereni kızdırıyorum!´ Kendisine ´Ona emreden kimdir?´ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ´Ona emreden şeytandır. Ya rabbî! Onu affet!´
Yani o hususta ALLAH´a itaat etmek suretiyle onu kızdırırsın. Şeytan bir kulun böyle yaptığını bildiğinde hasenâtının daha da artacağından korkarak ondan vazgeçer.

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Şeytan, kulu günah kapısına dâvet eder. Fakat kul ona itâat etmediği gibi, bir de hayır işlerse, şeytan onun yakasını bırakır. (Zira hasenâtının artmasından korkar)´.

Yine şöyle demiştir: ´Şeytan seni mütereddid gördüğünde senden ümitli olur. Seni kararlı gördüğünde senden usanır ve nefret eder!´

Haris el-Muhâsibî, bu dört mertebe için güzel misâller beyan ederek şöyle dedi: ´Bunların misâli, ilim ve hadîs meclisine, fazilet ve hidayet için giden dört kişinin misâline benzer. Bunlardan dalâlete sapan ve bid´atçı bir kimse hakkı bileceklerinden korkarak hased eder. Bu bakımdan onlardan birine yanaşıp onu menedip bu maksattan vazgeçirmeye çalışır. Dalâlet meclisine dâvet eder. Fakat o icabet etmez. Şeytan bunu bildiğinde onu mücadele ile meşgul eder. Kendisi de onunla çalışır ki onu dalâlete döndürsün. Oysa insan bunun kendisi için daha ıslâh edici olduğunu sanır. O dalâlete götürenin hedefi, gecikmek nisbetinde onun elinden vaktini çıkarmaktır!

İkincisi, onun yanından geçerken onu da gitmekten alıkoymaya çalışır, durdurmak ister. O da durup dalâlete götürmek isteyeni yolundan iter, aceleyle geçer ve boğuşmakla meşgul olmaz. Bu bakımdan dalâletçi kendisini itelemek kadar da olsa onu meşgul etmekle sevinir.
Üçüncüsü, yanından geçtiği halde ne kendisine dönüp bakar, ne itmek ve ne de boğuşmakla meşgul olmaz. Eski durumuna devam eder. Dalâletçi tamamen bundan ümidini keser.
Dördüncüsü, hiç beklemeden geçip gider. Dalâletçiyi kızdırmak isteyerek yürüyüşünü daha da hızlandırır.
Eğer bu dört kişi, tekrar dönüp onun yanından geçerlerse, bu sonuncusu hariç, diğerlerinin hepsine tekrar tekliflerini yapar. Çünkü hemen geçmesinden daha fazla yararlanmasından korkar´.

oru: Neden şeytanın vesveselerinden emin olunmaz? Acaba hazır olmadan önce sakınmak ve gelişini beklemek, mi veya ALLAH´a tevekkül edip onun defedici olduğuna inanmak mı. veyahut ibâdetle meşgul olup şeytandan gaflet etmek mi farzdır?

Cevap: Halk bu hususta üç şekilde ihtilâf etmişlerdir. Basralılardan bir grup şu fikri savunmuşlardır: ´Kuvvetliler şeytandan kaçmaktan müstağnidirler. Buna ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar kendilerini ALLAH´a vermişlerdir. Onun sevgisiyle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan şeytan da onların yakasını bırakmıştır. Onlardan ümidini kesip geri kaçmıştır. Nitekim zayıf âbidleri zina ve içkiye davet etmekten ümidini kestiği gibi... Mübahasada dünyanın lezzetleri onların gözünde içki ve domuz gibidir. O halde onlar tamamen dünya sevgisinden uzaklaşıp şeytanın onların katında yolu kalmamıştır. Öyle ise onların sakınmaya ihtiyaçları yoktur´.

Şam halkından bir grubun kanaati şudur: ´Yakînî azalan ve tevekkülü kısalan bir kimse şeytandan sakınmak için tarassut etmeye muhtaçtır. Tedbir etmekte ALLAH´ın ortağı olmadığına kesinlikle inanan bir kimse, O´ndan başkasından korkmaz. Şeytanın zelîl bir mahlûk olduğunu, elinde hiçbir gücün olmadığını ve ALLAH´ın irade ettiğinin olacağını bilir. Öyle ise fayda ve zarar ve-rici ancak ALLAH´tır. Arif kişi başkasından çekinmeye utanır! Bu bakımdan vahdâniyete (ALLAH´ı birlemeye) olan yakîni ârifi, şeytandan çekinmekten müstağni kılar!´

İlim erbabından bir grup da şöyle demiştir: Şeytandan sakınmak, muhakkak lâzımdır. Basra´lı âlimlerin ´Kuvvetliler şeytandan çekinmekten müstağnidir. Kalpleri tamamen dünya sevgisinden boşalmıştır. Şeytanın vesilesi de ancak dünya sevgisidir! sözleri, nerdeyse gurura yaklaşmıştır; zira Hz. Peygamber (s.a) bile şeytanın vesveselerinden kurtulamamıştır, ondan başkası nasıl kurtulabilir? Onların zannettiği gibi, şeytanın bütün vesveseleri, şehvet ve dünya sevgisinden ibaret değildir. Aksine ALLAH´ın sıfatları ve isimlerinde, bid´at ve dalâletin güzel gösterilmesinde ve benzerlerinde de vesvese olur! Hiç kimse vesveseye girmekten kurtulamaz. Bu sırra binaen ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Biz senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun arzusunun içine mutlaka bir ilkada bulunmuş olmasın. Fakat ALLAH, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır.(Hac/52)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki kalbimin üzerine perde geliyor ve muhakkak ki ben günde yüz defa ALLAH´tan af talebinde bulunuyorum.

Hz. Peygamber´in şeytanının teslim olması ve hayırdan başkasını emretmemesiyle beraber durum budur. Bu bakımdan Hz. Peygamber´in ve diğer peygamberlerin kalplerinden daha fazla ALLAH´ın muhabbetiyle kalbinin meşgul olduğunu sanan bir kimse mağrurdur. Bu iddiaları kendilerini şeytanın hilelerinden emin etmez. Bu sırra binaen emniyet ve sürur evi olan cennette bile Adem ve Havva (a.s) onun şerrinden emin olamamışlardır.

Dedik ki: ´Ey Âdem bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çekersin. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada susamayacaksın, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin´.(Tâhâ/117-119)

Hz. Adem (a.s) sadece bir ağaçtan menedilip diğer yemekler kendisine serbest bırakıldığı halde şeytanın vesvesesinden kurtulamadı. Madem peygamberlerden biri emniyet ve saadet evi olan cennette şeytanın hilesinden emin olmadı, acaba meşakkatler, fitneler, yasaklanan şehvet ve lezzetlerin evi olan dünyada bulunan bir kimse nasıl emin olabilir? ALLAH Teâlâ´nın haber verdiği gibi Hz. Musa şöyle demiştir: ´Bu şeytanın amelindendir´ (Maide/93). Bunun içindir ki ALLAH Teâlâ şeytandan bütün insanları sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Ey Ademoğulları! Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin. Çünkü şeytan ve kabilesi, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler.(A´raf/27)

Başından sonuna kadar Kur´an, insanı şeytandan sakındırmaktadır. O halde, ondan emîn olunabileceği nasıl iddia edilir? ALLAH´ın emrettiği yerde korkulu davranmak ALLAH´ın sevgisiyle meşgul olmaya aykırı değildir. Çünkü emrini yerine getirmek de Onu sevmektendir. Nasıl kâfirlerden sakınmayı emretmişse, düşmandan da sakınmayı emretmiştir:
Sen onların (askerin) içinde olup (cephede) namaza durduğun zaman onlardan bir kısmı seninle beraber na-maza dursunlar ve silahlarını da yanlarına alsınlar.(Nisa/102)

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla ALLAH´ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de ALLAH´ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.(Enfal/60)

Gözünle gördüğün halde kâfir düşmandan sakınmak madem ALLAH´ın emriyle gereklidir, senin görmeyip onun seni gördüğü bir düşmandan elbette sakınmak daha evlâdır,
Abdullah b. Muheyriz60 şöyle demiştir: ´Senin gördüğün, onun seni görmediği bir avın avlanması daha kolaydır. Seni gören ve senin görmediğin avın seni elde etmesi yakın bir ihtimaldir´.

O bununla şeytana işaret etmiştir. Durum nasıl böyle olmasın? Oysa kâfirin düşmanlığından gaflet etmekte öldürülüp şehid olmak vardır. Şeytandan sakınmayı ihmal etmekte ateşe ve elem verici azaba mâruz kalmak vardır! ALLAH´ın sakıncalı saydığını ihmal etmek, ALLAH ile meşgul olmaktan değildir. Böylece ikinci grubun, şeytandan sakınmanın tevekküle zararlı olup ters düştüğünü zannetmelerinden ibaret olan mezhebleri iptal edilmiş olmaktadır. Çünkü başına miğfer takmak, silahını almak, asker toplamak ve hendek kazmak, Hz. Peygamber´in tevekkülüne zarar getirmemiştir. O halde korktuğundan korkmak ve kaçınmayı emrettiğinden kaçınmak, nasıl tevekküle zarar verir.

Biz Tevekkül bölümünde, tevekkülün mânâsının tamamen sebeplerden el çekmek olduğunu sanmanın yanlışlığını belirtmiştik.

Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.(Enfal/60)

Kalp, zarar verenin, fayda verenin, dirilten ve öldürenin ALLAH olduğuna inandığı sürece sebeplere sarılmak tevekkül etmeye aykırı düşmez. İşte böylece şeytandan kaçınmakta, ALLAH´ın hidayet edici ve dalâlete götürücü olduğuna inanırsa zarar vermez. Tevekkül bahsinde dediğimiz gibi, sebepler ve vasıtaların ALLAH´a musahhar olduğuna inanmakla beraber şeytanın şerrinden sakınmak tevekkülün ruhuna aykırı düşmez.

Hâris el-Muhâsibî´nin seçtiği yol budur. İlmin nûruyla sabit olan en doğru yoldur bu yol! Bundan önceki görüş, ilimleri çok olmayan, bazı vakitlerde kalplerini istilâ eden, ALLAH´ın zikrinden ibaret olan hallerin devamlı olduğunu sanan âbidlerin görüşüne benzer, Bu görüş pek uzak bir ihtimaldir. (Çünkü haller gelip-geçicidir). Sonra bu grup, üç vecih üzerine ihtilâf etmişlerdir. Şeytandan sakınmanın keyfiyeti hakkında, bir grup ´Madem ALLAH bizi düşmandan sakındırmıştır, o halde kalbimizde, O´nun zikrinden ve O´ndan sakınmaktan daha fazla hiçbir şey bulunmamalıdır. O´nu tarassud etmek lâzımdır. Çünkü bir lâhzada ondan gafil olmamız bizi helâk olmaya yaklaştırır´ demişlerdir.

Başka bir grup da şunları söyledi: ´Sizin dediğiniz şekil, kalbin ALLAH´ın zikrinden boşalmasında himmeti tamamen şeytanla meşgul etmesine vesile olur. Bu ise, şeytanın istediğidir. Aksine biz ibâdette ALLAH´ın zikriyle meşgul olur, şeytanın düşmanlığını da unutmayız. Ondan sakınmayı ihmal etmeyiz ve böylece iki işi bir araya getirmiş oluruz. Çünkü şeytanı unuttuğumuzda um-madığımız bir yerden çıkıp gelebilir. Tamamen onunla uğraşmaya koyulursak, ALLAH´ın zikrini ihmal etmiş oluruz! Bu bakımdan ikisini biraraya getirmek daha evlâdır´.

Muhakkik ve müdekkik âlimler, iki grubun da yanıldığını söylediler. Birinci grup sadece şeytanın düşmanlığını anmakta, ALLAH´ın zikrini ihmal etmektedir. Bu bakımdan yanıldığı gizli değildir. Oysa şeytanın bizi ALLAH´ın zikrinden uzaklaştırmaması için, ondan kaçınmakla emrolunduk. Öyle ise onun düşmanlığını nasıl kalbimizde galip bir duruma getiririz? Oysa o, düşmanın verdiği zararın sonuncusudur. Sonra böyle yapmak kalbin, ALLAH´ın zikrinin huzurundan boşalmasına yol açar. İçinde zikrullahın nûru ve onunla meşgul olmanın kuvveti bulunmayan bir kalbin şeytana mağlup olması yakın bir ihtimaldir. Defetmeye de kuvveti olmaz. Öyleyse ne şeytanı gözetmek ve ne de daima onu anmak bize emredilmiş olmaz.

İkinci gruba gelince, bu grup, kalbinde ALLAH ile şeytanın zikrini bir arada bulundurmak hususunda birinci grupla ortaktır. Kalbi ne kadar şeytanın zikriyle meşgul ederse o nisbette ALLAH´ın zikrinden uzak olur. Oysa ALLAH Teâlâ, insanlara zikrini yapmayı,kendisinden başkasını unutmayı emretmiştir. İster İblis, ister başkası olsun.,, Doğru olan şudur: Kul, kalbine şeytandan sakınmayı ve şeytanın düşmanlığını yerleştirmelidir. Kalp buna inandığı, tasdik ettiği ve sakındığı zaman, ALLAH´ın zikriyle meşgul olur. Bütün himmetiyle zikre yönelir. Şeytanın emri kalbine huzur vermez. Çünkü şeytanı hatırladığında derhal uyanır. Uyandığında onu uzaklaştırır ve ALLAH´ın zikriyle meşgul olur. ALLAH´ın zikriyle meşgul olmak, şeytanın vesvesesi anında uyanmaya mâni değildir. Aksine kişi sabah vaktinde önemli bir vazifenin geçmesinden korkarak uyuduğu için dikkat eder. O vakitte uyanmak üzere uyur. Bundan ötürü vakit gelmeden önce gece birkaç defa kalbine yerleştirdiği sakınmadan dolayı uyanır. Oysa uykuda olduğunda uyanmaktan gafildir. Öyleyse ALLAH´ın zikriyle meşgul olması nasıl uyanmasına mâni olur?
Bu kalbin kuvveti düşmanı defetmeye yeterlidir. Sadece ALLAH´ın zikriyle meşgul olduğu için nefsin hevasını öldürmüştür. Akıl ve ilim nûrunu içine sindirmiştir. Şehvetlerin karanlığını uzaklaştırmıştır. Bu bakımdan basiret erbabı (kalp gözü açık olanlar) kalplerine şeytanın düşmanlığını getirmenin gerekliliğini hissetmişlerdir, sakınmışlardır. Bu hissedip sakınmadan sonra şeytanı anmakla değil, ALLAH´ı anmakla meşgul olmuşlardır. Zikirle düşmanın şerrini bertaraf etmişlerdir. Düşmandan gelen vesveseleri bertaraf edinceye kadar zikrin nûruyla nûrlanmışlardır. Oysa kalbin misâli, kirli sudan temizlenen bir kuyu gibidir, temiz su kaynasın diye kuyu temizlenir. Şeytanın zikriyle meşgul olan kimse kuyuda kirli su bırakmıştır. Şeytan ile ALLAH´ın zikrini bir araya getiren ise, bir taraftan kirli suyu çekmekte, öbür taraftan kirli su akıp, temiz suya karışmaktadır. Bu kimsenin yorulması çok olmasına rağmen kuyu kirli sudan temizlenmez. Basiretli odur ki kirli suyun akıntısını tıkamış, kuyuyu saf su ile doldurmuş, pis su akmak istediğinde fazla yorulmadan, çaba sarfetmeden önünü kapatmaya muktedir olmuştur.

52)Müslim, Buhârî
53)İmam Ahmed, Dârimî, Nesâî, İbn Hibban, Taberanî, Hakîm ve Beyhâkî
55)Bu ağaç Hudeybiye´de idi. Hudeybiye Mekke´ye bir konaktan daha yakın
ve Cidde yolunda bulunan bir kuyunun ismidir.
56)Müslim
57)Müslim
58)Ebu Dâvud, Nesâî ve Tayalisî
59)Dedesi ed-Dubî kabilesinden Cerir´dir. Kûfeli bir zattır. Güvenilir olan bu zat, H. 40 senesinde vefat etmiştir.60) Cemeh kabilesinden olan bu zat, esasen Mekkelidir. Fakat Kudüs´te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99 senesinde vefat etmiştir.

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 02-18-2009, 16:51   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Günahları Gizlemenin Ruhsatı ve İnsanların Günahına Muttali Olmalarından ve Kendisini Yermelerinden Hoşlanmamak

İhlâsta esas, için ve dışın bir olmasıdır. Nitekim Hz. Ömer bir kişiye ´Ameli açıktan yapmaya çalış!´ demiştir. Kişi "Ey mü´minlerin emîri! ´Ameli açıktan yapmak´ ne demek?" diye sorunca, Hz. Ömer ´Öyle bir amel yap ki ona herhangi biri muttali olduğu zaman ondan utanmayasın!´ demiştir.

Ebu Müslim el-Havlânî dedi ki: ´Büyük ve küçük abdesti bozmak ve ailemle cinsî münasebette bulunmam dışında, halkın hiçbir amelimi bilmesine aldırmam!´ Ancak bu söylenilen derece, herkesin varamadığı büyük bir derecedir.

İnsanoğlu kalbi veya âzalarıyla yapıp gizlediği ve halkın bilmesini hoş karşılamadığı günahlardan uzak değildir. Hele şehvet ve istekler hususunda insanoğlunun hatırından geçenler... Oysa ALLAH Teâlâ bütün bunlara muttalidir. Bu bakımdan kulun bu günahları, başka kullardan gizleme çabası, çoğu zaman kul tarafından mahzurlu bir riya olarak görülür. Oysa hiç de öyle değildir. Aksine mahzurlu olan riya, halka muttaki ve ALLAH´tan

korkan bir kimse olduğunu göstermek çabasıdır! Oysa esasında da böyle değildir. İşte riyakâr bir kimsenin örtmesi budur.

Riyakârlık yapmayan doğru insana gelince o, günahlarını örtebilir. Onun bu husustaki isteği sıhhatli olabilir. Sekiz yönden halkın günahına muttali olmasından dolayı üzülmesi sıhhatli ve yerindedir:

1.Günahlarını örtmesinden ötürü ALLAH´ın memnun olduğunu bilir. Rezil olduğu zaman ALLAH Teâlâ´nın örtüsünü yırtmasından üzülür ve kıyamette de örtüsünü yırtacağından korkar; zira haberde vârid olmuştur ki: ´ALLAH Teâlâ dünyada bir kulunun günahını örterse ahirette de onun günahını örter´.66 O halde, bu üzüntü, imanın kuvvetinden doğan bir üzüntüdür.

2.Kişi bilir ki ALLAH günahların açığa vurulmasını hoş görmez, örtülmesini sever, Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: ´Şu günahlardan herhangi birşey irtikâb eden bir
kimse ALLAH´ın örtüsüne bürünsün´.67
Kişi her ne kadar günah ile ALLAH´a isyan etmişse de onun kalbi ALLAH´ın sevdiğini sevmekten boşalmamıştır. Bu da iman kuvvetinden kaynaklanır ve ALLAH´ın günahların açığa çıkmasını sevmediğinden kaynaklanır. Buradaki doğruluk eseri ve âlameti; başkasından da günahın zuhur etmesini kerih görmesi ve üzülmesidir.

3.Günahtan ötürü halkın kendisini zemmetmesinden tiksinmesidir. Öyle ki kalbinin ve aklının ALLAH´ın taatinden meşgul olacak derecede tiksinmesidir. Çünkü tabiat, zemmedilmekten eza duyar. Akılla münâzaa eder. Tâattan uzak olur. Bu illetten dolayı
kendisini ALLAH´ın zikrinden meşgul edecek, kalbini kaplayacak ve zikirden kendisini uzaklaştıracak olan övülmekten de tiksinmelidir. Bu da imanın kuvvetinden ileri gelir; zira ibâdet için kalbin boşalmasını gönülden talep etmek imandandır.

4.Üzülme korkusu ile halkın zemmetmesinden tiksinmesi, dolayısıyla günahını örtmesi ve örtülmesidir. Çünkü zemmetmek,vurmanın bedene elem vermesi gibi kalbe elem verir. Kalbin zemmedildiği için elem duymasından korkması haram değildir. İnsan böyle bir korkudan dolayı âsi olmaz. Ancak nefsi halkın zemminden korktuğu, halkın zemminden dolayı caiz olmayanı yapmaya kendisini dâvet ettiği takdirde günahkâr olur. Halkın zemminden dolayı üzülmemek ve elem duymamak insana farz değildir. Evet doğruluğun kemâli, kendisinden halkın görmesini silmedir. Şöyle ki: Kendisini zemmeden ile medhedeni eşit görür. Çünkü bilir ki zarar ve faydayı ancak ALLAH Teâlâ verir. Kulların tümü acizdirler. Böyle olanlar cidden azdır. İnsanların çoğu, başkasının zemmetmesinden dolayı elem duyar. Çünkü zemmetmekte eksikliği hisseder. Zemden dolayı elem duymasının bazı kısımları dinen övülür. Zemmeden, din hususunda basiret ehlinden olan bir kimse ise, bu takdirde, zemminden elem duymak övülmeye vesile olur. Çünkü böyle kimseler, ALLAH´ın (yeryüzünde) şahidleridir. Onların zemmetmeleri ALLAH´ın zammetmesine ve dinde eksikliğe delâlet eder. O halde nasıl bundan üzülmesin!

Evet! Kötü olan üzüntü, takvadan dolayı övülmenin elden gitmesine üzülmektir. Sanki kişi, takvadan dolayı, övülmesini sever ve ister. Oysa ALLAH´a yapmış olduğu ibâdetten dolayı övülmeyi istemesi caiz değildir. Nasıl caiz olabilir? Bu takdirde ALLAH´ın ibâdetiyle, ALLAH´tan değil, bir başkasından mükâfat beklemiş olur! Eğer nefsinde böyle birşey hissederse derhal buna nefret ve redle mukabele etmelidir. Tabiî olarak mâsiyetten dolayı, başkasının zemmetmesinden tiksinmek ise kötü değildir. Bu tenkidden sakınmak için günahını örtebilir. Kulun övülmeyi sevdiği, fakat zemmedilmeyi de kerih gördüğünü düşünmek mümkündür. Ancak kulun buradaki maksadı, halkın hem övmek, hem de zemmetmek bakımından kendisini bırakmasıdır. Nice kimseler vardır ki övülmenin zevkini kaybetmeye karşı sabreder de zemmetmenin elemine karşı sabredemez; zira övülmek zevk verir. Zevkin yokluğu ise insanı üzmez, zemmetmek ise üzücüdür. Bu bakımdan ibâdet için övülmeyi istemek, ibadetine karşılık peşin sevap talep etmek demektir. Günahtan dolayı zemmedilmeyi kerih görmekte ise, bir husustan başka bir mahzur yoktur. O da halkın günahına muttali olmasının üzüntüsünün kendisini ALLAH´ın muttali olmasından meşgul etmesidir. Bu ise dinde eksikliğin en son noktasıdır. Uygun olan, ALLAH´ın muttali olmasından ve zemmetmesinden daha fazla üzülmesidir.

5.Zemmetmeyi, zemmedenin ALLAH´a isyan etmesine vesile olur diye kerih görmektir. Bu düşünce de imandan gelir. Bunun doğru olmasının alâmeti, kişinin başkasını zemmetmeyi de kerih görmesidir. Fakat tabiat cihetinden gelen acı ise bunun tam tersinedir.

6.Günahını, günahı bilindiği zaman, herhangi bir şerre mâruz kalmamak için örtmesidir. Bu, zemmetmekten duyduğu elemin ötesinde bir mânâ taşır; zira zemmetmek, kalbin eksiklik ve
hasisliğini hissetmesi bakımından elem vericidir. Her ne kadar zemmedenin, kendisine herhangi bir kötülük dokundurmasından emin ise de bazen sebeplerin herhangi biriyle günahına muttali olan bir kimsenin şerrinden korkar. Bu bakımdan bundan
kaçınmak için günahını örtebilir.

7.Mücerred hayadır. Çünkü mücerred haya da zemmin elemi ve şer ile kasdetmenin ötesinde bulunan elemin bir türüdür. Bu iyi bir ahlâktır. Gençliğin başlangıcında akıl nûru doğduğu zaman meydana gelir. Dolayısıyla kişi, kendisinde görüldüğü zaman kabahatlerden utanır. Bu, övülen bir vasıftır; zira Hz. Peygamber (s.a)şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ALLAH, haya eden ve hâlim bir kimseyi sever.71
Bu bakımdan fâsıklık yapıp da halkın fâsıklığına muttali olmasından perva etmeyen bir kimse, fâsıklık suçunun yanına, denâet, kabahat ve hayasızlığı da eklemiş olur! O halde günahını örtüp utanan bir kimseden, düşüklük bakımından, bu daha ileride ve daha şiddetlidir. Ancak haya, riya ile karışıktır. Büyük bir riya ile karışmıştır. Bunu idrâk eden pek azdır. Her riyakâr utandığını iddia eder. İbâdetleri güzelce yapmasının sebebinin halktan haya etmesi olduğunu savunur. Bu ise yalandır. Aksine haya, bir ahlâktır. Kerim tabiattan kaynaklanır. Onun ardından riyanın çağırıcısı ile ihlâsın çağırıcısı gelir. Onunla beraber ihlâslı olmak da, onunla beraber riyakâr olmak da tasavvur edilir.

Açıklaması şöyledir kişi, bir dostundan, karz (borç) olarak birşey ister. O dostun nefsi, o miktarı borç olarak vermeyi istemez. Ancak dostunu boş çevirmekten utanır ve eğer başkasının diliyle konuşursa utanmayacağını düşünür. Yani ne riya için, ne de sevap için borç vermek istemez. İşte bu durumda kişi için birçok haller vardır:

Birincisi, perva etmeden, açıkça reddetmesidir. Böylece hayasının az olduğu söylenecektir. Bu, hayâsı olmayanın fiilidir; zira hayalı olan bir kimse ya geçerli bir sebep gösterir veya borç verir. Eğer verirse kendisi için üç durum tasavvur edilir:

Birinci Durum: Riyayı hayaya karıştırmaktır. Şöyle ki: Hayası sebebiyle, isteyene vermemek, gözünde çirkin görünür. Dolayısıyla riya duygusu da kabarır ve der ki: ´Seni övsün, ismini cömertlikle ansın diye vermen uygundur´ veya ´Seni zemmedip cimriliğe nisbet etmesin diye vermen gerekir´ der. Kişi bu durumda verdiği takdirde riyadan ötürü vermiş olur. Riyayı harekete geçiren şey ise, hayanın kabarmasından başka birşey değildir.
İkinci Durum: Hayâdan ötürü vermenin kendisi için mümkün olmamasıdır. Nefsinde cimrilik vardır. Dolayısıyla vermek de zorlaşır. Bu bakımdan ihlâsın duygusu kabarır ve kendisine şöyle der: ´Sadaka bir sevap kazandırır. Borç vermek ise onsekiz sevap kazandırır´.

(Haberde böyle vârid olmuştur).

O halde, borç vermede büyük bir ecir vardır. Bu bir dostun kalbini sevindirmek demektir. Bu ise, ALLAH´ın nezdinde, övülen bir haslettir. Buna binaen nefis, bunu vermek cömertliğinde bulunur. İşte bu muhlistir. İhlâsın haya harekete geçirmiştir.
Üçüncü Durum: Sevaba bir rağbeti olmadığı gibi, tenkid edilmekten de herhangi bir korkusu yoktur. Övülmeyi de sevmemektedir. Çünkü eğer o dostu mektupla kendisinden istemiş olsaydı ona vermezdi. Bu bakımdan sadece hayâdan dolayı ona vermiş oldu. O hayâ, kalbinde hissettiği hayâ elemidir. Eğer hayâ olmasaydı mutlaka geri çevirirdi. Eğer kendisinden utanmayacağı veya yabancı biri gelmiş olsaydı, o adam ne kadar kendisini övmüş olsa ve ona vermekte ne kadar sevap olsa da yine ona vermez, onu boş çevirirdi. Bu bakımdan bu mücerred hayâdır. Bu, ancak günahları irtikâb etmemek ve cimrilik gibi çirkinliklerde tasavvur edilebilir. Riyakâr bir kimse mübahlardan da utanır. Hatta o, aceleyle yürürken görünse derhal riya için sakin yürümeye başlar. Gülerken göründüğü zaman derhal yüzünü buruşturur ve bunu da hayâ için yaptığını iddia eder. Bu ise riyanın ta kendisidir.
Denilmiştir ki, hayânın bazısı zayıflıktır. Bu söz doğrudur. Bundan gaye, çirkin olmayan birşeyden hayâ etmektir. Halka vaaz etmek, namazda imamlık yapmaktan hayâ etmek, çocuk ve kadınlar için güzeldir. Aklı başında olanlar için güzel değildir. Bazen bir ihtiyar adamdan bir günah görünür. Onun ağarmış saçından, sakalından utanılarak o günahı tenkid edilmez. Çünkü müslüman bir ihtiyara hürmet etmek, ALLAH´a hürmet etmektendir. Bu tür hayâ güzeldir. Bundan daha güzeli ALLAH´tan utan-maktır. Bu bakımdan emr-i bi´l-mâruf yapmayı terketmemelidir. O halde, kuvvetli olan kimse, ALLAH´tan utanmayı halktan utanmaya tercih eder. Zayıf bir kimsenin ise, buna gücü yetmez. İşte bunlar öyle sebeplerdir ki onlar için çirkinlik ve günahların örtülmesi caizdir.

8. Başkasının günaha cüret etmesinden ve bu hususta kendisine uymasından korkarak günahı örtmektir. Bu tek illet, ibadetin belirtilmesinde geçerlidir. O da örnek olmaktır. Bu imamlara veya kendisine uyulan kimselere mahsustur. Bu illetten dolayı günahkâr, günahını aile efradından ve çocuklarından gizlemelidir. Çünkü onlar, ondan bunu öğrenebilirler. Bu bakımdan günahın örtülmesinde saymış olduğumuz sekiz özür vardır. İbâdetin izhar edilmesinde ise ancak bir tek özür mevcuttur. Kişi günahını örterek halka muttaki olduğu imajını vermek istiyorsa, riyakâr olur. Nitekim ibâdetin izharından da maksadı bu olduğunda riyakâr olduğu gibi...

Soru: Kul için, salihliğinden dolayı, halkın övmesini istemesi caiz midir ve bundan dolayı halkın kendisini övmesine sevinmesine ruhsat var midir? Oysa adamın biri Hz. Peygamber´e şöyle demiştir: ´Beni öyle bir ibâdete muttali kıl ki ondan dolayı hem

ALLAH, hem de insanlar beni sevmiş olsunlar!´ Hz. Peygamber de ona şöyle buyurmuştur:

Dünya hakkında zâhidlik yap! ALLAH seni sever. Bu dünyayı insanların kucağına at, onlar da seni severler.72

Cevap: İnsanların seni sevmelerinden hoşlanman, bazen mübah, bazen güzel, bazen de kötü olur. Güzel olanı, ALLAH´ın seni sevdiğini onun vasıtasıyla bildiğinden dolayı onu sevinendir. Çünkü ALLAH Teâlâ, bir kulu sevdiği zaman, kullarına da onu sevdirir. Kötü olanı, haccından, cihadından, namazından, belli bir ibâdetinden dolayı onların seni sevmelerini istemendir. Çünkü böyle bir sevgi, ALLAH´ın vereceği sevaptan ziyade dünyada ibâdete karşı acil bir karşılık talep etmektir. Mübah olanı ise, belli ve övülen ibâdetlerden başka, övülen birtakım sıfatlardan dolayı seni sevmelerini istemendir. Böyle birşeyi sevmen, malı sevmen gibidir. Çünkü kalpleri elde etmek, malları elde etmek gibi meşrû hedeflerin vesilesidir. Bu ikisinin arasında fark yoktur.

____________________-

66)Müslim, (Ebu Hüreyre´den)
67)Hâkim, Müstedrek
68)Müslim
69)Müslim, Buhârî
70)Müslim, Buhârî
71)Taberânî
 
Alt 02-18-2009, 16:53   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Riya ve Afetlere Kapılmak Korkusuyla İbâdetleri Terketmek

Halktan bir grup, amelle riyakâr olacağından korkarak ameli bırakmaktadır. Oysa böyle yapmak yanlış ve şeytana uymaktır. Âfetlerin korkusundan dolayı terkedilen ve terkedilmeyen ameller hakkında hakîkat bizim zikredeceğimizdir: Şöyle ki, ibâdet ve taatlar, bizzat kendisinde zevk olmayan, aksine esasında zahmete katlanmak, malî ve bedenî mücâhedeler olan, ancak muttakî olduğunda insanların övgüsüne sebep olan ve bundan ötürü zevkli olan namaz, oruç, hac ve gazâya gitmek gibi kısımlarla, bizzat kendisinde zevk olan kısımlara ayrılır. Zevkli olan kısmın çoğu bedenle ilgili olmayan, aksine hilâfet, kadılık, idarecilik, zâbitlik, namazda imamlık, vaizlik, müderrislik, infak etmek, halkla ilgili bulunduğundan ve içindeki zevkten dolayı âfeti pek büyük olan ibâdetler gibi halka taallûk eder,

Birinci Kısım

Birinci kısım, başkasıyla ilgilenmeyen ve sadece bedene lazım olan oruç, namaz ve hac gibi bizzat kendisinde zevk olmayan ibâdetlerdir. Bu ibâdetlerde riyanın tehlikeleri üç tanedir:

Birincisi: Amelden önce olan riyadır. Bu riya, halkın görmesi için başlangıçta insanı o ibâdete teşvik eder. Oysa beraberinde dinî bir teşvik bulunmamaktadır. Bu tür bir ameli terketmek gerekir. Çünkü bu amel içinde ibadet olmayan sırf mâsiyet ve günahtır; zira âbid suretine bürünerek halkın kalbinde mevkî istemektir. Eğer insanın riyanın teşvikini nefsinden uzaklaştırmaya ve nefsinden riya teşvikini uzaklaştırmak için ´Sen ALLAH´tan utanmıyor musun? ALLAH için ibâdet ve amelle cömertlik yapmayıp da kulları için cömertlik yapıyorsun!´ demeye gücü yetiyorsa, amel yapmak suretiyle riya düşüncesinin kefaretini nefsine ödetebiliyorsa derhal ibâdetle iştigal etsin.

İkincisi: ALLAH için ibâdet yapmasıdır. Fakat ibâdetin akdiyle beraber ve başlangıcında riya başgösterirse, bu durumda ibâdeti terketmek uygun değildir. Çünkü böyle bir kişi, dinden gelen iteleyici bir kuvvet bulmuştur. Bu bakımdan ibâdete başlamalı, riyayı bertaraf etmek hususunda nefsiyle mücadele etmelidir. Daha önce zikrettiğimiz gibi nefse riyayı çirkin göstermek ve riyayı kabul etmekten çekinmek gibi tedavi usûlleriyle ihlâsı elde etmeye çalışmalıdır.

Üçüncüsü: İhlâs üzerine ibâdeti yapar. Sonra riya ve riyayı isteyen sebepler başgösterir. Bu bakımdan riyayı bertaraf etmek için mücâhede etmesi gerekir. Amel, ihlâslı olsun, arınsın diye, ameli terketmemelidir. Nefsini ameli tamam edinceye kadar zorla ibâdete yöneltmelidir. Çünkü şeytan önce amel ve ibâdeti terketmeye dâvet eder. Ona bu hususta uymadığın ve amelle meşgul olduğun takdirde, seni riyaya dâvet eder. Bu hususta da istediğini kabul etmeyip onu kovduğun zaman sana şöyle demekle yetinir: ´Bu ibâdet hâlis değildir. Sen burada riyakârsın. Zahmetin boşunadır. İçinde ihlâs bulunmayan bir ibâdetten sana ne fayda gelebilir?´

Bu sözleri, seni ibâdeti terketmeye iteleyinceye kadar tekrar edip durur. İbâdeti terkettiğin zaman, onun gayesi tahakkuk eder. Riyakâr olmasından korkarak ibâdeti terkeden bir kimsenin misali, tıpkı şu kölenin misâline benzer: Efendisi kendisine içinde zivarı (karacuk) bulunan bir buğdayı teslim eder ve ´Bu buğdayı güzel bir şekilde ayıkla´ der. O ise bu işi temelinden bırakır ve der ki: ´Eğer bu işi yaparsam buğdayın güzel bir şekilde ayıklanmayacağından korkuyorum´. Böylece işi temelinden terkeder. Böyle yapmak amelin aslıyla beraber ihlâsı terketmek demektir ve mânâsız bir harekettir.

Halkın ´Bu adam riyakârdır´ demesinden korkarak ve dolayısıyla günahkâr olmalarından endişe ederek ibâdeti bırakmak da bu türdendir. Bu tip vesveseler şeytanın hilelerindendir. Çünkü böyle sanan bir kimse, önce müslümanlar için su-i zanda bulunmuş demektir. Oysa müslümanlar için su-i zanda bulunmak hiç de hakkı değildir. Sonra eğer böyle birşey var ise, onların sözü kendisine bir zarar vermediği gibi ibâdetinin sevabını da elinden çıkaramaz. Onların riyakâr demelerinden korkarak ibâdeti terketmek riyanın ta kendisidir; zira eğer halkın övmesinden hoşlanmamış ve zemlerinden korkmamış olsaydı, onların sözleriyle ne ilgisi olabilirdi? Onların ´O riyakârdır´ veya ´İhlâslıdır´ demeleri arasında hiçbir fark olmazdı. Acaba riyakâr olduğunun söylenmesinden korkarak ibâdeti terketmek ile ´kusurludur, gâfildir´ denmesinden korkarak güzel ibâdet yapmanın arasında ne fark vardır? İbâdeti terketmek, bu ikincisinden daha şiddetli ve dehşetlidir. İşte bunların hepsi câhil âbidler için şeytanın hileleridir. Sonra ibâdeti terketmek suretiyle şeytandan kurtulmayı nasıl ümit edebilir? Zira şeytan hiçbir zaman yakasını bırakmamaktadır. Kendisine der ki: "İşte şimdi halk sana ´ihlâslıdır ve şöhreti istemiyor denilsin diye ibâdeti terketmektedir´ derler". Böylece seni halktan kaçmaya mecbur eder. Eğer kaçıp da yeraltında bir izbeye sığınsan bu sefer kalbine, halk tarafından zâhidliğinin ve halktan kaçmanın ve bundan dolayı kalpten seni tâzim etmelerinin bilinmesinin tadını yerleştirir. Öyleyse sen nasıl şeytandan kurtulabilirsin? Şeytandan kurtuluş, ancak kalbine riya âfetinin mârifetini gerekli kılmanla mümkündür. ´Riya ahirette zarar olduğu gibi, dünyada da riyada fayda yoktur´ hakikatini kalbine ihtar etmelisin ki kalbin daima riyadan nefret edip ondan sakınsın. Bununla beraber perva etmeksizin ibâdete devam etmelisin! Eğer düşman, tabiatın bozulduğuyla çarpışırsa, bunun sonu gelmez. Bunun için ibâdeti terketmek insanı dalâlete ve hayırları terketmeye sevkeder!
Bu bakımdan ibâdete yönelmek için dinî bir teşvikçi buldukça ibâdeti terketme! Riya tehlikesiyle çarpış! ALLAH´tan utanmayı kalbinden uzaklaştırma! Nefsin ALLAH´ın övmesi yerine mahlûkların övmesini tercih etmeye seni dâvet ettiği zaman ALLAH´tan utan; zira O, kalbine muttalidir. Eğer mahlûkat, kalbine muttali olsaydı ve onlar tarafından övülmeni istediğini bilseydiler muhakkak senden nefret ederlerdi. Eğer rabbinden utanarak nefsine bir ceza olarak fazla ibâdet yapmaya gücün yetiyorsa derhal yap!

Eğer şeytan sana ´Sen riyakârsın´ dese, onun yalancı ve kandırıcı olduğunu kalbindeki riyaya karşı duyduğun nefretten anla! Kalbinin riyadan tiksinip ondan korkması ve ALLAH´tan utanmasıyla bil! Eğer kalbinde riyaya karşı bir nefret ve riyadan çekinme olduğuna tesadüf etmezsen, aynı zamanda dinî bir teşvik de yoksa, riya teşviki tek başına varsa, bu takdirde ibâdeti terket! Fakat böyle bir durumun olması da gayet uzaktır! Bu bakımdan kim ALLAH için ibâdete başlarsa, elbette onunla beraber sevap kastının esası devam etmelidir.

Soru: Şöhret korkusundan ötürü seleften birçok kimsenin ibâdeti terkettikleri nakledilmiştir! Nitekim rivayet ediliyor ki, İbrahim en-Nehaî´nin huzuruna, Kur´an okuduğu bir anda, biri girdi. İbrahim Kur´an´ı derhal kapatıp okumayı terketti ve şöyle dedi: ´Bu adamcağız, bizim her saat Kur´an okuduğumuzu sanmasın!´ İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: ´Konuşma hoşuna gittiği zaman, sükût et! Sükût etmek hoşuna gittiği zaman konuş!´ Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Seleften biri, yolda müslümanlara eziyet veren bir şeyin yanından geçtiği zaman o şeyi alıp yoldan atmaktan onu ancak şöhretten korkması menederdi´. Seleften bazılarına ağlamak galebe çaldığı halde şöhret korkusundan onu derhal gülmeye çevirirdi. Nitekim bu hususta birçok rivayetler vârid olmuştur.

Cevap: Sayılmayacak kadar çok insanlardan ibâdet ve taatları açıkça yapmaları hakkında vârid olan rivayetler, bu rivayetlerle muâraza etmektedir. Hasan Basrî´nin bu konuşmayı va´z ve nasihat tarzında söylemesi, şöhret korkusuna ağlamaktan ve yolda bulunan eziyet verici şeyleri uzaklaştırmaktan daha yakındır. Sonra onu terketmedi.

Kısacası nafile ibâdetlerin terki caizdir. Buradaki konuşma en faziletli olan hakkındadır. En faziletlisine ise, ancak kuvvetlilerin gücü yeter, zayıfların değil! Bu bakımdan en faziletlisi ibâdetlerini tamamlamak ve ihlâsı temin hususunda var kuvvetiyle çalışmak ve onu terketmemektir. Ameller ve ibâdetlerin erbabları, korkularından ötürü bazen nefislerini, en faziletlinin zıddı ile tedavi etmektedirler. Bu bakımdan en faziletlilerini yapmak daha uygundur.

İbrahim en-Nehâî´nin Kur´an´ı kapatmasına gelince, bu hâdiseyi şöyle tevil etmek mümkün. İbrahim en-Nehâî, adam geldiğinde okumayı terketmek zorunda olduğunu bildiği için adam gittikten sonra okumaya yeniden başlamak için okumayı bırakmış olabilir. Bu bakımdan o, kişinin kendisini okurken görmemesinin riyadan daha uzak olduğu düşüncesindedir. Nitekim kendisi onunla meşgul olmak için Kur´an okumayı terk edip bilâhare Kur´an okumaya dönmeyi düşünmüştür.

Yoldan geçenlere eziyet veren şeyi uzaklaştırmayı terketmeye gelince, bu şöhret âfetini gerektirmesinden ve halkın teveccühünü kazanmaya vesile olmasından ötürü korkulan hareketlerdendir. Yoldan kaldırılan çöpün sevabından daha büyük ibâdetlerden kendisini meşgul edeceklerinden korktuğundan dolayı terketmiştir. Bu bakımdan bunu terketmek bundan daha büyük ibâdetleri korumak içindir. Sadece riya korkusu için değildir.
İbrahim et-Teymî´nin ´Konuşma hoşuna gittiği zaman hemen sus!´ sözüne gelince, mümkündür ki bununla, hikâyelerde fesâhat göstermek gibi konuşmanın mübah kısımlarını kasdetmiştir; zira böyle bir konuşma kendisini beğenmeyi gerektirir. Böylece mübah olan sükûtun da gerektiği anlaşılır. Çünkü ucub ve benimseme mahzurludur. Bu bakımdan bu, ucubtan korkarak bir mübahtan diğer bir mübaha geçmektir.

Hak ve söylenilmesi gereken konuşmaya gelince; bu, kesinlikle belirtilmemiştir. Buna rağmen konuşmada âfet, oldukça büyüktür. O halde ikinci kısma dahil olur.
Bizim konuşmamız, halkla ilgili olmayan, âfetleri çok olan ve sadece kulun bedeni ile ilgili olan ibâdetler hakkındadır. Sonra Hasan Basrî´nin ´Onlar şöhret korkusundan ötürü eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırmıyorlardı ve ağlamayı terk ediyorlardı!´ sözüne gelince, çoğu zaman mümkündür ki bu söz, en faziletliyi bilmeyen zayıfların ve bu incelikleri idrâk etmekten aciz olanların hallerini hikâye etmektir. Hasan Basrî bunu ancak halkı şöhret âfetinden korkutmak ve şöhreti talep etmekten uzaklaştırmak maksadıyla söylemiştir.

İkinci Kısım

İkinci kısım, halkla ilgili âfet ve tehlikesi büyük olan kısımdır. Bunun tehlike bakımından en büyüğü hilâfettir. Sonra kadılık, sonra va´z ve irşad, sonra müderrislik, sonra fetva, sonra da malı infak etmek gelir.
Hilâfet ve emirliğe gelince, adalet ve ihlâsla beraber olduğu zaman ibâdetlerin en faziletlilerindendir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun, âdil bir imamın bir günü, kişinin tek başına yapmış olduğu altmış senelik ibâdetinden daha üstün ve hayırlıdır.73

Bu bakımdan bir tek günü altmış senelik ibâdete eşit olan bir taat, ne büyük bir ibâdettir!
Cennete ilk girenler üç sınıftır ve âdil imam onlardan biridir...74

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: ´Üç sınıf vardır, onların duaları geri çevrilmez: Adil imam, onlardan biridir.75

Kıyamet gününde bana insanların en yakını âdil imamdır.

Bu hadîsi Ebu Said el-Hudrî rivayet etmiştir. Bu bakımdan emirlik ve hilâfet, ibâdetlerin en büyüklerindendir. Oysa muttakîler, eskiden beri bunları terketmekte ve bunları kabul etmekten sakınmaktalar. Bunun hikmeti buradaki tehlikenin büyüklüğüdür; zira bu vazifeden dolayı içteki sıfat ve nitelikler harekete geçer, rütbe ve istilâ lezzeti, emrin nâfiz olmasının sevgisi nefse galebe çalar. Bu vazife dünya sığınaklarının en büyüğüdür. Bu bakımdan velayet sevimli olduğu zaman vâli, nefsinin isteklerini yerine getirmek için çaba sarfeder. Böylece hevâ-i nefsinin peşine takılması yakın bir ihtimal olur. Bu bakımdan mertebe ve velayetine zarar getiren şeyleri -hak da olsa- menetmeye çalışır. Bâtıl da olsa, derecesini yücelten şeyleri yapmaya gayret eder. İşte bu takdirde helâk olur ve böylece zâlim bir sultanın bir günü, bir fâsığın altmış senelik fıskından daha şerli olur. Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadîsin mefhumundan bu anlaşılmaktadır.

Bu büyük tehlike için Hz. Ömer (r.a) şöyle derdi: ´Acaba içindeki tehlikelerle beraber kim idareciliği benden kabul eder?´ Nasıl böyle olmasın! Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir kabileye idareci olan bir kimse yoktur ki kıyamet gününde eli boynunda kelepçeli olarak huzur-u ilâhîye gelmesin! Bu kimseyi ya adâleti o kelepçeden kurtarır veya zulmü kendisini helâk ettirir.

Bu hadîsi Ma´kal b. Yesar76 rivayet etmiştir. Hz. Ömer, Ma´kal b. Yesar´ı (Basra valiliğinden önce) bir vilayete vali tâyin etti. Ma´kal, Hz. Ömer´e hitaben ´Ey Mü´minlerin emîri! Bana nasıl hareket edeceğimi söyle!´ dedi. Hz. Ömer cevap olarak ´Otur ve benden sakla!´ buyurdu.

Hasan Basrî rivayet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a) bir kişiyi vali tayin etti. O kişi Hz. Peygamber´e ´Bana en hayırlısını seç´ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak ´Otur!´ dedi.77

Abdurrahman b. Semure´nin rivayet ettiği hadîs de böyledir; zira Hz. Peygamber ona şöyle demiştir:

Ey Abdurrahman! Emîrliği isteme! Zira sen istemeden emirlik verilirse, o hususta yardıma mazhar olursun. Eğer istemenle emirlik sana verilirse, ona havale edilmiş olursun!78

Ebubekir Sıddîk (r.a) Râfi b. Ömer´e dedi ki: ´İki kişiye dahi emîr olmaya razı olma!´ Sonra Hz. Ebubekir bizzat halife seçilince Râfi kendisine dedi ki: ´Sen bana iki kişiye dahi baş olma demedin mi? Oysa sen Ümmet-i Muhammed´in işini üzerine aldın!´ Hz. Ebubekir Sıddîk ´Evet! Ben yine sana aynı şeyi diyorum! Kim bu va-zifede adalet etmezse ALLAH´ın lâneti onun üzerinedir´ dedi.

Basireti az olanlar, emirliğin fazileti hakkında vârid olan hadîslerle, emirlikten sakındırmak hususunda vârid olan hadîslerin arasında çelişki görebilirler. Oysa böyle birşey yoktur. Burada hakîkat şudur: Dinde kuvvetli bulunan havass için idarecilikleri kabul etmekten kaçınmak uygun değildir. Zayıflar için de uygun değildir; zira onlar bu vazifeleri alıp helâk olurlar. Buradaki ´kuvvetli´den gayem, dünyanın kendisini kaydırmadığı, tamahkârlığının kendisini felâkete sürüklemediği kimsedir. ALLAH için hiçbir kimsenin kınamasından çekinmez. Böyleleri halka aldırmazlar, dünya hususunda zâhid olmuşlardır. Dünyadan ve halkın ihtilâtından nefret etmişler, nefislerini mağlup etmiş, dizginini ele almışlardır. Şeytanları gemlemişler, dolayısıyla şeytan onları aldatmaktan ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan bu kimseleri haktan başka hiçbir şey harekete geçirmez. Bunları haktan başka hiçbir şey teskin etmez. Canları pahasına haktan ayrılmazlar! O halde onlar emirlik ve hilâfet hususunda fazileti elde eden kimselerdir. Kim bu sıfatta olmadığını biliyorsa, onun için idarecilik almak haramdır.

Kim nefsini deneyip hak için sabredici olduğunu görürse, idareciliklerin dışında şehvetlerden kaçtığını müşahede ederse, fakat buna rağmen idarecilik tadını aldığı zaman bozulacağından korkarsa, idareciliğin hoşuna gideceğinden ve emrinin yerine getirilmesi zevk verdiğinden ve icabında işinden atılmaktan hoşlanmamaktan endişe ederse ve işinden atılmamak için yağcılık yapmasını muhtemel görürse, böyle bir kimsenin hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bu kimse acaba idarecilikten kaçınmalı mıdır?

Bazıları demiştir ki: ´Kaçınması farz değildir. Çünkü yukarıda sayılan tehlikeler gelecek zamanda olacak bir şeyin korkusu ve endişesidir. Hâl-i hâzırda ise, nefsin lezzetlerini terketmek ve haktan ayrılmamak hususunda nefsini kuvvetli görmektedir´.

Doğrusu böyle bir kimseye idarecilikten sakınmak gerekir. Çünkü nefis kandırıcıdır. Hakkı iddia eder, hayrı va´d eder. Eğer kesinlikle hayrı va´d ederse, yine idarecilik anında bozulmasından korkulur. O halde tereddütü olduğu zaman, nasıl korkulmasın? İdareciliği kabulden kaçınmak, başladıktan sonra azledilmekten daha kolaydır. Azil elem vericidir. Nitekim ´azil, erkeğin talâkıdır´ darb-ı meseli meşhurdur.

Bu bakımdan kişi idareciliğe başladıktan sonra nefsi artık azlolup uzaklaştırılmasına müsamaha göstermez. Nefsi yağcılık yapmaya, hakkı ihmal etmeye doğru kayar ve dolayısıyla sahibini cehennemin derinliğine düşürür. Ölüme kadar bu idarecilikten el çekmeye artık gücü yetmez. Ancak kerhen ve cebren uzaklaştırılırsa başka... Bu şekildeki uzaklaştırmakta da idareciliği seven herkes için bir azap vardır. Ne zaman nefis idareciliği aramaya meylederse, sahibini idareci olmak için zorlarsa, bu nefis şerri şiddetle emreden nefistir. Onun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biz elbette bizden vazife dileyeni, idareci yapmayız.79

Zayıf ve kuvvetlinin hakkındaki hükmün değişik olduğunu bildiğin zaman Ebubekir Sıddîk´in Râfî´i idarecilikten menetmesi ile bilâhare kendisinin idareciliği kabul etmesinin arasında çelişki olmadığını anlayacaksın.

Kadılığa gelince, kadılık her ne kadar hilâfet ve imametten derece bakımından daha az ise de o da iki vazifenin ağırlığını taşımaktadır; zira her velayet sahibi nâfiz bir emre sahiptir. Emirlik doğal olarak sevilir. Hakka tâbi olmakla beraber kadılıkta sevap büyüktür. Haktan inhiraf edince de cezası büyüktür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kadılar üçtür: İkisi cehennemde, biri cennettedir.80

Kim kadılık vazifesini almaya koşarsa, o kimse bıçaksız kesilmiş demektir.01
Bu bakımdan kadılığın hükmü, emîrliğin hükmü gibidir. Zayıf kimselerin kadılığı terketmesi uygundur. Gözünde dünyanın ve dünya lezzetlerinin kıymeti olan da kadılık vazifesini terketmelidir. Kuvvetliler bu vazifeyi almalıdır. Onlar, ALLAH yolunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezler. Ne zaman ki sultanlar zâlim iseler, kadılar da ancak onlara yağcılık yapmak suretiyle ve onların ve yakınlarının hatırı için bazı hakları ihmal etmek suretiyle kadılık yapabiliyorsa ve eğer onların aleyhinde hak ile hüküm verdiğinde kendisini azledeceklerini veya kendisine itaat etmeyeceklerini biliyorsa bu takdirde kadılık vazifesini alabilir. Fakat kadılık vazifesini aldığı takdirde onlardan hak ve hukuku talep etmesi gerekir. Azledilmenin korkusu, ihmal etmek hususunda kendisine asla bir özür olamaz. Eğer azledilirse mesuliyet kendisinden gider. Bu bakımdan eğer ALLAH için hüküm veriyorsa, azledilmesine sevinmesi gerekir. Eğer nefsi bu hususta müsamahakâr davranmazsa bu kimse, bu takdirde hevâi nefse ve şeytana tâbi olmak için hüküm veriyor demektir. Bu bakımdan böyle bir kimse hükmetmekten nasıl sevap bekleyebilir? Oysa kendisi zâlimlerle beraber cehennemin en dibinde olacaktır.

Vaizlik, müftilik, müderrislik, hadîs rivayet etmek, âli senedlerin toplanması ve mertebenin genişlemesine vesile olan ve kıymetini halkın gözünde artıran konulara gelince, bunun da âfeti idarecilerin âfeti gibi büyüktür. Selefin korkanları fırsat buldukça fetva vermekten çekinir, başkasına havale ederlerdi. Selef uleması şöyle derdi: ´Haddesenâ (Bize tahdîs etti) dünya kapılarından bir kapıdır. Kim ´haddesenâ´ derse, muhakkak o kimse ´bana geniş yer açınız´ demek istiyor!

Bişr el-Hafî, bir yük hadîs kitabını toprağa gömdü ve dedi ki:82 ´Hadîs rivayet etmeye olan hırsım beni hadîsten menetti. Eğer nefsim konuşmamayı isteseydi muhakkak konuşurdum´.
Vaiz bir kimse, halkın kalbinin o vaaz ile etkilenmesinde, ağlamalarında, sızlamalarında ve kendisine hürmet etmelerinde öyle bir zevk hisseder ki hiçbir zevk bu zevke denk olamaz. Bu bakımdan vâizin kalbine bu durum hâkim olduğu zaman onun tabiatı avamın yanında tervic edilen -bâtıl olsa dahi- süslü püslü olan konuşmaya meyleder. Halk tarafından ağır sayılan her konuşmadan -hak da olsa- kaçar. Tamamen himmetini halkın kalbini harekete geçiren ve halkın kalbinde derecesini yükselten konuşmalara sarfeder. Herhangi bir hadîsi veya hikmetli bir sözü dinlediği zaman, onu minberin başında halka nakletmeye elverişli olduğu için onunla sevinir. Oysa onunla ancak saadet yolunu, din yolunu gösterdiğinden dolayı sevinmeliydi. İster onunla amel etmiş olsun, ister olmasın.

Sonra vaiz der ki: ´ALLAH Teâlâ bana bu nimeti ihsan etti ve bu hikmetle beni faydalandırdığı zaman ben onu söylemeliyim ki müslüman kardeşlerim de onun faydasında bana ortak olsunlar´.

İşte bu vazifede, büyük bir korku ve fitne vardır. Bu bakımdan onun hükmü de idareciliğin hükmü gibidir. Öyleyse teşvik edicisi mevkî elde etmek, din vasıtasıyla halkın malını yemek, böbürlenmek, halka karşı büyük âlim olduğunu ispat etmek olan bir kimse için, vaizliği terketmek uygundur ve bu hususta hevâ-i, nefse muhalefet etmelidir. Ta ki nefsi, olgunlaşıncaya kadar, din hususundaki himmeti kuvvet buluncaya kadar, nefsinin hakkında fitneden emin oluncaya kadar... Böyle olduğu takdirde va´z ve nasihat vazifesine yeniden dönebilir.

Eğer İlim ehli hakkında böyle hüküm verilirse ilimler yok olup ortadan kalkar. Cehalet bütün halkı kasıp kavurur!´ dersen, cevap olarak deriz ki: ´Hz. Peygamber (s.a) emirliği istemeyi yasaklamıştır ve emirlikten dolayı şiddetli tehditler savurmuştur´.

Muhakkak sizler emirlik için harislik gösterirsiniz. Oysa emirlik, kıyamet gününde hasret ve nedâmettir. Ancak emirliği, hakkını vermek suretiyle yapan kimse hariç...

Süt veren (emirlik) ne mutlu, ne güzeldir! Sütten kesen (emâret) ne kötü, ne çirkindir!83
Oysa malûmdur ki saltanat ve hilâfet eğer muattal olursa din ve dünya muattal olur. Halk arasında fitne kabarır, emniyet kalkar, memleket harâbeye döner. Maişetler muattal olur. O halde bütün bunlarla beraber neden Hz. Peygamber emirliği nehyetmiştir?

Hz. Ömer (r.a) Ubey b. Ka´b´ın arkasına bir topluluğun takıldığını gördüğü zaman Ubey´i dövdü ve döverken de şöyle dedi: ´Ubey müslümanların efendisidir ha!´
Oysa Hz. Ömer, Ubey´in yanında Kur´an okuyordu, ondan ders alıyordu. Buna rağmen Hz. Ömer, halkın Ubey´e tâbi olmasını menederek şöyle demiştir: ´Böyle yapmak baş olanı saptırır, kuyruk olanlara da zillettir´.

Oysa Ömer hutbe okuyor, va´zediyor ve bunu yapmaktan da çe-kinmiyordu.

Bir kişi Hz. Ömer´den halka sabah namazından sonra va´zetmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer onu menetti. Adam Hz. Ömer´e ´Halka va´zetmekten beni men mi ediyorsun?´ diye sordu. Hz. Ömer ´Süreyya yıldızına yetişecek kadar kendini büyütmenden korkuyorum´ dedi. Zira Hz.Ömer, o kişide, halkın teveccühünü ve mevkîsinin yükselmesini talep etme emarelerini görmüştü.

Kadılık ve halifelik de dinleri hususunda vaaz, müderrislik ve fetva gibi halkın muhtaç olduğu vazifelerdir. Onların her birinde fitne ve lezzet vardır. Bu bakımdan aralarında, tehlike bakımından hiçbir fark yoktur.

İtirazcının ´Bu vazifeyi almayı yasaklaman ilmin yok olmasına yol açar!´ sözüne gelince, bu söz yanlıştır; zira Hz. Peygamber´in kadılığı nehyetmesi84 kadılığın muattal olmasına sirayet etmemiştir. Aksine riyasetin sevgisi halkı bunu istemeye mecbur eder. Riyaset sevgisi, ilimlerin yok olup gitmesine müsaade etmez. Bilakis eğer halk, içinde riyaset ve hürmet görmenin bulunduğu ilimleri kendileri zincir ve bukağılarla bağlanıp hapsedilseler de muhakkak hapisten kaçar, zincirleri kırar, yine de o ilimleri ararlar. Kaldı ki ALLAH Teâlâ´nın, bu dini, ahlâksız birtakım kavimlerle teyid edeceğini Hz. Peygamber bize va´detmiştir. (Nesâî) Bu bakımdan sen halkın işiyle kalbini meşgul etme. Kesinlikle ALLAH onları zâyi etmez. Sen kendi nefsin için düşün!

Bununla beraber memlekette vaaz vazifesini yerine getiren bir grup varsa, vaaz etmemek hususundaki yasak ancak onların bazılarının bu vazifeden imtinâ etmesini gerektirir. Biliniyor ki bunların tümü birden o vazifeden imtina etmez ve riyaset lezzetini bırakmazlar. Eğer memlekette bir kişiden fazla yoksa, onun da vaaz ve nasihati güzel konuştuğundan dolayı halka fayda veriyorsa, zâhirde doğru dürüst görünürse, halka da Vaazıyla ancak ALLAH´ı irade ediyor, dünyayı terketmiş ve dünyadan yüz çevirmiştir´ düşüncesini veriyorsa, biz böyle bir kimseyi va´zdan menetmeyiz. Biz ona deriz ki: ´Bir taraftan va´zla meşgul ol, diğer taraftan nefsinle mücadele et!´ Eğer derse ki: ´Nefsime gücüm yetmiyor! Bu sefer deriz ki: ´Meşgul ol, mücâhede et!´ Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, eğer o kişi o vazifeyi terkederse, ondan başka o vazifeyi yapan olmadığı için, halkın tamamı helâk olacaktır. Eğer gayesi dünya rütbesi olduğu halde o vazifeye devam ederse, bu takdirde yalnız kendisi helâk olur. O halde, bütün halkın dininin sel-âmeti, bizce sadece o kişinin dininin selâmetinden daha mühimdir. Bu bakımdan biz onu halka fedâ eder ve deriz ki: Bu öyle bir kimsedir ki Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ALLAH Teâlâ bu dini ahlâkı olmayan birtakım kavimlerle teyid eder.85
Sonra vâiz o kimsedir ki insanları ahirete teşvik eder, konuşmasıyla insanları dünyadan soğutur, yaşantısıyla bu iki hususta tesirli olur. Bu zamanda ise vâizlerin ihdas ettikleri birtakım süslü püslü kelimeler, şiirlerle beraber seci´li lâfızlar vardır ki on-ların içinde dinin herhangi bir işinin büyütülmesi ve müslümanları korkutmak yoktur. Aksine nükteler savurmak suretiyle günahlara dalmaya cesaret vermek ve ümitler bahşetmek vardır. Böyle bir vâize gelince, memleketi böyle vaizlerden kurtarmak idarecilerin boynuna farzdır. Çünkü bu tip vâizler deccallerin vekilleri ve şeytanların halifeleridir. Biz ancak güzel vaazlı, zâhiri dine uygun, kalbinde halk tarafından hüsnü kabul görme sevgisini besleyen ve bundan başka birşey düşünmeyen vâiz hakkında konuşuyoruz. Kitab´ul-İlim´de kötü âlimler hakkında vârid olan tehdit hususunda belirttiğimiz hakikatlerde ilmin ve ilim felâketlerinin fitnelerinden sakınmanın lüzumlu olmasını belirtecek durum vardır.

Bunun için Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:

Ey kötü âlimler! Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verirsiniz. Fakat emrettiklerinizi yapmazsınız. Yapmadıklarınızı söylersiniz. Hükmettikleriniz ne kötüdür. Söz ve temennilerle tevbe eder, nefsin hevasıyla amel edersiniz. Oysa derilerinizi kalpleriniz kirli olduğu halde temizlemeniz size hiçbir fayda vermez. Gerçek olarak sizlere derim ki, elek gibi olmayınız! Elekten güzel un çıkarıyorsunuz, fakat göğüslerinizde hileler kalıyor. Ey dünyanın köleleri! Dünyadan şehvetini kısmayan, rağbetini kesmeyen bir kimse, ahireti nasıl elde edebilir? Gerçek olarak size derim ki, sizin kalpleriniz yaptıklarınızdan hüngür hüngür ağlamakta... Dünyayı dillerinizin, ameli de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz. Hakkıyla size derim ki; dünyanızın ıslahıyla ahiretinizi ifsad etmiş bulunuyorsunuz. Bu bakımdan dünyanın ıslahı sizin nezdinizde, ahiretin ıslahından daha sevimlidir. Acaba sizden daha çirkin kimler bulunabilir? Vay halinize! Keşke bilseydiniz geceleyin gidenlere yolu târif ettiğinizi ve kendiniz de şaşkınlar mahallinde durduğunuzu ki bu (ne acı bir felâkettir). Sanki siz dünya ehlini, sizler için dünyayı terketmeye dâvet ediyorsunuz.Yavaş olunuz, yavaş olunuz! Azap olasıcalar! Karanlık evin dışardan damına çıra bırakmak ne fayda verir! Oysa evin içinde karanlık ve vahşet doludur! Böylece ağzınızdaki ilim nûru içinizde yoksa size ne fayda verir?!

Ey dünya köleleri! Siz ne muttaki köleler gibi, ne de hür kimseler gibisiniz. Dünyanın sizi temelinizden söküp yüz üstü atıp sonra yüzünüz üzerinde sürükleye sürükleye helâk etmesi yakındır! Sonra günahlarınız gelir alınlarınıza yapışır. Sonra ilim de sizi arkadan iteler. Sonra sizi götürüp şiddetle cezalandıran padişaha (ALLAH´a) teslim eder. Hem de yalın ayak, beden çıplak, tek başınıza olduğunuz halde! O padişah sizi kötülüklerinizin üzerinde durdurur, sonra kötü amellerinizden dolayı size ceza verir.

Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu hadîsi bazı kitaplarında rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: ´Bu kötü âlimler, insan şeytanlarıdır. Halk için fitnedirler. Dünyanın (geçici) mallarına ve yüksekliklerine rağbet etmişler, onu ahirete tercih edip dini dünya için zelil etmişlerdir. Onlar geçici dünyada ayıp ve lekedirler. Ahirette de zarar edenlerin ta kendileri!´ Eğer "Bu âfetler açıktır. Fakat ilim ve vaaz hakkında birçok tergib edici nasihatlar vârid olmuştur" dersen, şu hadislere dikkat et!

Eğer ALLAH senin (nasihatin)le bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır.86

Hangi çağırıcı (vâiz) ki bir hidayete çağırır ve bu mevzuda halk ona tâbi olursa, onun için kendi ecri ve kendisine tâbi olanların ecri kadar ecir yazılır.87

İlmin faziletleri hakkında bunlardan başkası da vârid olmuştur. Bu bakımdan âlim bir kişiye İlimle meşgul ol! Halka riyakârlık yapmayı bırak!´ demek uygundur. Nitekim namaz hususunda kalbine riya gelen bir kimseye ´İbâdeti terketme! Fakat ibâdeti tamamla! Nefsinle de mücahede et!´ denildiği gibi...

İlmin fazileti büyüktür, tehlikesi de büyüktür. Tıpkı hilâfet ve emâretin fazileti gibi... O halde biz, ALLAH´ın kullarından hiçbir kimseye ´ilmi terket!´ diyemeyiz; zira ilmin esasında felâket yoktur. Felâket ancak, vâizlik, müderrislik ve hadîs rivayet etmek makamında oturmak suretiyle ilmi izhar etmekte olabilir.

Biz âlim kişiye ´Riya teşviki ile karışan dinî bir teşvik bulundukça ilmi terket!´ diyemeyiz! Fakat sadece riya onu harekete geçirdiği zaman, ilmi izhar etmeyi terketmek kişi için daha faydalı ve daha selâmetlidir. Namazın nafile kısımları da böyledir. Bunlar hususunda riya teşvikçisi tek başına harekete geçirici ise, terkedilmeleri farzdır. Fakat riyayı istemediği halde, namazın ortasında riya vesveseleri kalbine gelirse, namazı terketmemelidir. Çünkü ibâdetlerdeki riya âfeti zayıftır, ancak idareciliklerde büyür. İlim, büyük mertebelere namzet olmakla kabarır. Kısaca mertebeler üçtür:

Birincisi: İdareciliklerdir. İdareciliklerdeki âfetler büyüktür. Âfetten korkarak idareciliği bırakan seleften bir cemaat vardır.

İkincisi: Oruç, namaz, hac ve gazâdır. Bu vazifeleri selefin kuvvetlileri de, zayıfları da yapmışlardır. Afetin korkusundan dolayı bu vazifeleri terketmek onlardan rivayet edilmemiştir. Çünkü bu vazifelere giren âfetler zayıftır. Ameli ALLAH için tamamlamakla beraber, o âfetleri yok etmek için az bir kuvvet kâfidir.

Üçüncüsü: Bu geçen iki rütbenin arasında bulunan bir rütbedir, va´z, fetva, hadîs rivayeti ve müderrislik mansıp ve bunlardan kaynaklanan mevkîlere tâlip olmaktır. Buralardaki âfetler idarecilikteki âfetlerden daha az, namazdaki âfetlerden daha çoktur. Bu bakımdan namazı ne zayıfın ne de kuvvetlinin terketmesi uygun değildir. Ancak zayıf bir kimse riya vesvesesini bertaraf et meye çalışır. İdareciliği ise, kuvvetlilerin değil, zayıfların terketmeleri uygundur. İlim mertebeleri bu iki mertebenin arasındadır. Kim ilim mertebesinin âfetlerini denemişse bilir ki bu idareciliğe daha çok benzer. Zayıf bir kimse için bu mertebeden sakınmak daha selâmetlidir. ALLAH herkesten daha iyisini bilir.
Burada dördüncü bir mertebe daha vardır. O da malın toplanması ve gereken yerlere dağıtmak için edinilmesidir. Muhakkak malı infak etmekte ve cömertliği izharda halkın övgüsünü celbetmek vardır. Halkın kalbine sürur ve lezzeti sokmakta nefis için bir lezzet vardır. Buradaki âfetler de çoktur. Bunun için Hasan Basrî´den, gıdasını arayan, gıdasını elde ettikten sonra çalışmayan bir kişi ile gıdasından fazlasını elde edip sadaka veren bir kişinin durumu sorulduğu zaman şöyle demiştir: ´Normal nafakasından sonra oturup ibâdete yönelen daha faziletlidir´.

Bunun hikmeti şudur: Selef, dünyada selâmetin azlığını, dünyayı ALLAH´a yaklaşmak için terketmenin zâhidlik olduğunu bilirlerdi.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: ´Dımeşk (Şam) caminin merdivenlerinde durup her gün elli dinar kazanıp sadaka vermek beni sevindirmez. Dikkat edilsin! Ben bu sözümle alışverişi haram etmiyorum. Fakat kendilerini ALLAH´ın zikrinden ne alışverişin ne de herhangi bir ticaretin meşgul etmediği kimselerden olmayı istiyorum!´

Âlimler ihtilâf ettiler. Bir grup dedi ki: ´Kişi dünyayı helâlin-den istese ve dünyadan selâmet kalıp onu sadaka verse, böyle yapması ibâdet ve nafilelerle meşgul olmasından daha efdaldir´.

Başka bir grup dedi ki: ALLAH´ın zikrine devam etmek daha efdaldir. Almak ve vermek insanı aldatır, meşgul eder. Oysa İsa Mesih (a.s) şöyle demiştir: ´Ey dünyayı, onunla iyilik yapmak için isteyen kişi! Dünyayı terketmen daha sevaplıdır´.

Yine İsa Mesih şöyle demiştir: ´Buradaki en az felâket, kişinin başkalarını ıslah etmesinin kendisini ALLAH´ın zikrinden alıkoymasıdır. Oysa ALLAH´ın zikri daha büyük ve daha faziletlidir´.

Buraya kadar söylediklerimiz, âfetlerden selâmet kalan bir kimse için sözkonusudur. Dünya âfetlerine mâruz kalan bir kim-seye gelince, onun dünyayı terketmesi daha sevap ve zikirle meşgul olmasının daha üstün olduğunda şüphe yoktur.

Halkla ilgili olup ve içinde nefsin lezzeti bulunan şey, âfet ve felâketlerin kaynağıdır. En iyisi, ibâdet edip âfetleri bertaraf etmektir. Eğer kişi bundan âciz ise düşünmeli, mücâhede etmeli, kalbinden fetva istemelidir. Kalbindeki hayrı, oradaki şer ile karşılıklı tartmalı. İlim nûrunun delâlet ettiğini yapmalıdır, tabiatının meylettiğini değil...
Kısacası kalbine daha hoş gelen, çoğu zaman kendisi için daha zararlı olur. Çünkü nefis şerre teşvik eder, pek az zaman hayra teşvik eder ve ona meyleder. Her ne kadar bu bazı durumlarda uzak bir ihtimal değil ise de hakîkat budur. Bunlar yokluk veya varlıkla tafsilâtlarına hükmetmek mümkün olmayan birtakım şeylerdir. O halde hüküm, kalbin ictihadına havale edilir. Kişi dini için bu hükmü dikkatle izlemelidir. Kendisini şüphelendireni bırakıp, şüphelendirmeyene dikkat etmelidir.

Sonra zikrettiğimizde bazen de cahil bir gurur gelir. Cahil, mal kazanır fakat felâket korkusundan infak etmez. Bu ise cimriliğin ta kendisidir. Şüphe yoktur ki sadakaların ötesinde mübah yerlerde malı dağıtmak, tutmasından daha üstündür. İhtilaf çalışmaya muhtaç olan bir kimse hakkındadır. Acaba bu adam için çalışmayı terketmek mi yoksa çalışıp infak etmek mi daha üstündür veya zikir için tecerrüd etmek mi? Bu ihtilâf şundan ileri gelir: Çalışmakta âfetler vardır. Helâlden gelen malı her halükârda ALLAH yolunda infak etmek, onu infak etmemekten daha üstündür.

Soru: Hangi alâmetler, âlim ve vâizin doğru, vaazında ihlâslı olduğunu, halka riyakârlık etmediğini bildirir?

Cevap: Bunun birçok alâmetleri vardır: O alâmetlerden biri, eğer o vâizden daha güzel vaaz eden veya ilmi daha fazla olan biri çıkarsa, halk da bu yeni geleni daha fazla kabul ederse, samimi vâiz buna sevinir ve yeni ortaya çıkan meslektaşını kıskanmaz.

Evet! Gıpta etmekte zarar yok! Gıpta etmek, kendi nefsine onun amelinin benzerini temenni etmek demektir.

O alâmetlerin biri de, büyükler kendisinin meclisine geldikleri zaman konuşması değişmez. Aksine onların olmadığı zamandaki konuşma temposuyla devam eder. Halka aynı gözle bakar!
Diğer bir alâmet, yolda halkın arkasına takılmasını ve arkasında çarşılarda yürümelerini sevmemesidir. Bu hususun sayılması uzun sürecek birçok alâmetleri vardır. Nitekim Ebu Said b. Mervan şöyle anlatır: Hasan Basrî´nin yanında otururken mescidin kapısından Haccac-ı Zâlim içeri girdi. Onunla beraber muhafızlar vardı. Kendisi sarımtırak bir ata binmişti. Atı ile beraber caminin sahasına girdi. Caminin sağına soluna baktı. Arkasında Hasan Basrî´nin ders halkasından daha kalabalık bir topluluk görünce Hasan Basrî´nin ders halkasına doğru yöneldi, onun yakınına yürüdü. Hasan Basrî onun kendisine yöneldiğini görünce meclisinin bir tarafını ona boşalttı. Ben de oturduğum yerin bir tarafını boşalttım. Öyle ki benimle Hasan Basrî´nin arasında Haccac için oturacak kadar bir yer açıldı. Haccac gelip, benimle Hasan Basrî´nin arasına oturdu. Hasan her günkü konuşmasından birini yapıyordu. Bu bakımdan .Hasan konuşmasını kesmedi. Kendi kendime dedim ki: ´Yemin olsun, bugün Hasan´ı deneyeceğim. Acaba Haccac´ın buraya gelip oturması, Hasan´ın konuşmasına bir şeyler ekleyip Haccac´a yaklaşmasına vesile mi olacak, yoksa Haccac´ın korkusundan konuşmasında herhangi bir kısaltma mı yapacak?´. Hasan bir konuşma yaptı, hergün yaptığının benzeri bir konuşma idi... Böylece konuşmasının sonuna geldi. Hasan Haccac´a aldırmaksızın konuşmasını bitirdiği zaman, Haccac elini kaldırıp onun omuzunu okşadı ve şöyle dedi: ´Şeyh doğru söyledi ve sevap kazandı! Siz buna benzer meclislere gidin! Onlara gitmeyi âdet ittihaz edin. Çünkü Hz. Peygamber´den kulağıma gelmiştir ki zikir meclisleri cennetin bahçeleridir. Eğer insanların üzerimize aldığımız işleri olmasaydı bizden daha fazla bu meclislere gelemezdiniz. Çünkü biz bu meclislerin faziletini biliyoruz´.

Sonra Haccac coşup konuştu. Hatta Hasan Basrî de ve o meclisde hazır bulunanlar da onun belâgatına hayret ettiler. Konuşmasını tamamladığı zaman ayağa kalktı. Haccac kalktığı zaman Şam halkından bir kişi Hasan Basrî´nin meclisine geldi ve dedi ki: ´ALLAH´ın müslüman kulları! Siz hayret etmez misiniz, ben kocamış bir kişiyim. Ben savaşa gönderiliyorum. Bana bir at, bir katır ve bir çadır lâzımdır. Benim maaşım üçyüz dirhemdir. Yedi tane kızım var...´
Böylece kişi halinden şikayet etti. Hasan da, Hasan´ın arkadaşları da rikkate geldiler. Hasan başını eğip dinliyordu. Adam konuşmasını tamamlayınca Hasan başını kaldırdı ve şöyle dedi: ´Ne oluyor onlara (o idarecilere?) ALLAH onları kahretsin! ALLAH´ın kullarını köle gibi kullanırlar. ALLAH´ın malını ticaret edinirler. Halkı dinar ve dirhem için öldürürler. ALLAH´ın düşmanı savaşa gittiği zaman şatafatlı çadırlar içerisinde ve koşar katırlar sırtında gidiyor.. Oysa kardeşini harbe gönderdiği zaman karnı aç ve yaya gönderiyor´.

Böylece Hasan Basrî idarecileri en çirkin ve en şiddetli ayıplarla vasıflandırıncaya kadar konuşmasını gevşetmedi. Bunun üzerine Hasan´m yanında oturan Şamlılardan biri ayağa kalktı. Gidip Hasan´ı, Haccac´a şikayet edip konuşmasını nakletti. Bunun üzerine Haccac´ın elçileri Hasan´ı çağırmaya gelip ´Valinin dâvetine icabet et!´ dediler. Bunun üzerine Hasan kalkıp gitti. Biz de konuştuğu şeylerden ötürü korkuyorduk. Bir zaman sonra Hasan meclisine tebessüm ettiği halde döndü, onu az zaman ağzını açıp gülerken görmüştük. O sadece tebessüm ederdi. Meclisine gelip oturdu. Emaneti tâzim etti ve dedi ki: ´Siz ancak emanetle bu mecliste oturuyorsunuz. Siz zannediyorsunuz ki hainlik ancak dinar ve dirhemde olur. Hainliğin en şiddetlisi, bir kişinin yanımızda oturması ve bizim de ondan emin olmamız ve sonra da gidip bizi ateşten bir kıvılcımla ihbar etmesidir. Ben şu kişiye (Haccacı kastediyor) vardım. Bana "Dilini tut! ´ALLAH´ın düşmanı harbe gittiği zaman, şöyle olur. Kardeşini harbe gönderdiği zaman şöyle gönderir´ gibi sözlerinle halkı bizim üzerimize kışkırtıyorsun. Dikkat et! Biz bu hususta senin nasihatin başka şekilde telâkki etmiyoruz. Fakat dilini tut" dedi´. Hasan sonra ´ALLAH onun şerrini benden defetti!´ dedi.
Hasan Basrî evine gitmek üzere bir merkebe bindi. Yolda giderken, arkasına takılan bir grubu gördü. Durup şöyle dedi: ´Bir ihtiyacınız mı var veya bir mesele mi sormak istiyorsunuz? Eğer birşey yoksâ dönün! Sizin bu yaptığınız, kulun kalbini selâmetli bırakmaz!´

Bu alâmet ve benzerleriyle kalbin gizlilikleri belli olur. Öyle ise ne zaman âlimleri sürtüşür, birbirlerinden nefret eder, birbirine yaklaşmaz ve yardımlaşmaz görürsen bil ki onlar ahireti verip dünya hayatını satın almışlardır. Onlar zarar edenlerdir. Ey ALLAHım! Lütfûnla bize rahmet et! Ey rahmet edenlerin hepsinden daha fazla rahmet eden!

________________________

73)Taberânî, Beyhakî
74)Müslim
75)Daha önce geçmişti.
76)Künyesi İbn Abdilberr el-Müzenî´dir. Hudeybiye Barışı´nda bulunmuştu.
77)Taberânî, (mevsul olarak)
78)Müslim, Buhârî, İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Tirmizî
79)Müslim, Buhârî
80)Sünen sahipleri (Bureyde´den)
81)Sünen sahipleri (Bureyde´den)
82)İlim bölümünde geçmişti.
83)Buhârî
84)Müslim, (Ebu Zer´den); ´Sakın iki kişiye emîr olma ve hiçbir yetimin malına veli olma´. Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban ve Hâkim; ´Ey Ebu Zer! Seni zayıf görüyorum. Kendime istediğimi sana da isterim. Sakın iki kişiye (dahi) emîr olma ve hiç bir yetimin malına velilik yapma..´
86)Müslim, Buhârî
87)İbn Mâce
 
Alt 02-18-2009, 16:55   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Riya´nın Hakikati ve Kendisiyle Riyakârlık Yapılan

Riya ´rüyet´ kökünden gelir. Süma ise sima (duymak) kökünden gelir. Riyanın temeli, halka hayırlı hasletleri göstermek suretiyle kalplerinde taht kurmak istemektir. Kalplerde taht kurmak, bazen ibâdet olmayan şeylerle, bazen de ibadetlerle istenilir. Riya tâbiri ise âdet hükmüne göre, ibâdetler ve onları belirtmekle kalplerde taht kurulmasına mahsustur. Bu bakımdan Riya ´ALLAH´a ibadet ederek kulları kandırmaktır´.

Riyakâr; âbid, kendilerine riya yapılmak istenenler ise halktır. Maksat, onların kalbinde taht kurmak için onlara riyakârlık yapmaktır. Kendisiyle riya yapılan şey, riyakârın göstermek istediği hasletlerdir. Riya ise, onları gösteriş için yapmasıdır.

Kendileriyle riyakârlık yapılan şeyler pek çoktur, fakat onları beş kısımda toplayabiliriz: Bu beş kısım da kulun halk gözünde kendisiyle süslendiği şeylerin toplamıdır. Onlar: Beden, kisve, söz, amel, etbâ ve haricî şeylerdir. Dünya ehli de bu beş şeyle riyakârlık yaparlar. Ancak ibadet olmayan amellerle mertebe istemek ve riyakârlık yapmak, ibâdetle talep edilen riyâdan (ceza bakımından) daha hafiftir.

Birinci Kısım

Beden yönünden dinde riya yapmak. Bu da beden zayıflığını belirtmek ve rengin sarardığını göstermektir ki bu durum, muhâtablarına, ahiretten çok korktuğunu ve din hususunda çok üzüldüğünü göstermek içindir. Beden zafiyetiyle, az yediğine ve sararmakla da geceleyin uykusuz kaldığına, fazla çalıştığına ve din için pek üzüldüğüne inandırmak ister. Böylece saçının tozlu, topraklı olmasıyla da riyakârlık yapar. Bununla da devamlı dinle meşgul olduğunu, saç ve sakalını taramaya bile vakit bulamadığı vehmini verir. Bu sebepler belirdiğinde, halk o adamda bu güzel hasletlerin olduğuna istidlâl eder. Nefis onların bilmesinden dolayı rahata kavuşur. Bu sırra binaen nefis, sahibini bunları göstermeye davet ederek rahata kavuşmak ister. Sesin alçalması, gözlerin çukurlaşması ve dudakların pas tutması da buna yakındır. Bunları bu şekilde göstermekle, daimî bir şekilde oruçlu olduğunu, ilâhî nizama riayet ettiğinden ve fazla aç kaldığından bu şekilde zayıf düştüğünü göstermek ister.

Hz. İsa (a.s) bunun için şöyle demiştir: ´Biriniz oruç tuttuğunda başını yağlasın! Saçını tarasın ve gözlerine sürme çeksin´. Benzeri Ebu Hüreyre´den de rivayet edilmiştir. Bütün bunların sebebi, riya ile şeytanın hilesinden korkmaktır. Bunun için İbn Mes´ud arkadaşlarına ´Onları yağladığınız halde oruçlu olarak sabahlayın!´ demiştir. İşte bunlar, dindarların beden ile yaptıkları riyakârlıklarıdır.

Dünya ehline gelince, onlar şişmanlığı belirtmek, pürüzsüz bedeni göstermek, tığ gibi vücut, güzel yüz, beden temizliği, âzaların kuvveti ve uygunluğuyla gösteriş yaparlar.

ikinci Kısım

Görünüş ve kisve ile riyakârlık yapmak. Görünüş, saçın pejmürdeliği, bıyığın tamamının traş edilmesi, yürürken başın öne eğilmesi, harekette sükûnet göstermesi, yüzünde secde eserinin bırakılması, kaba ve sert yünlü elbise giymesi, baldırının yakınına kadar elbisesini kısaltması, yenlerini kısaltıp, elbisesini kirli ve yırtık bırakmasıdır. Bütün bunlarla riyakârlık yapar. Sünnet´e tâbi olduğunu ve bu hususta ALLAH´ın salih kullarına uyduğunu belirtmek ister. Bâtınında (kalbinde) tasavvufun hakikatlerinden mahrum olduğu halde sûfîlere benzemek için kırmızıya çalar boya ile boyanmış elbiseleri giymesi, seccade üzerinde namaz kılması ve parçalanmış, yamalı elbise giymesi de bu türdendir.

Sarık üzerine izar denilen elbiseyi sarkıtmak, gözlerinin üzerine abâsını salmak, ´yolun tozundan bile sakınır derecede gözleri yorulmuştur´ zannını uyandırmak ve o alâmetlerden dolayı gözlerin kendisine dikilmesi için, bunları yapmak da yukarıda bahsi geçen konunun içindedir. Derâ (kaftan) ve teylesanî adlı kisveleri ilimden mahrum olan bir kimse kendisini ehl-i ilimden göstermek için giyerse, o da bu türdendir.

Kisve ile riyakârlık yapanlar birçok tabakaya ayrılırlar. Onlardan bir grup vardır ki zâhidlik göstererek takva sahiplerinin gözüne girmek isterler. Bu bakımdan kirli, yırtık, kısa ve kaba elbiseleri giyerler ki kabalığı, kirli, kısa ve yırtıklığıyla dünyayı önemsemediğini göstersinler! Eğer bu kimseye, normal, temiz ve selefin giydiği elbiselerden giymek teklif edilirse, onun için bu teklif, kendisini boğazlamak kadar zor gelir! Bu kadar zor gelmesinin sebebi, halkın ´o zühd ve takvadan döndü, o yolu terketti ve dünyaya daldı´ deme ihtimalidir.

Başka bir tabaka vardır. Bunlar da hem dindarlar, hem de padişah, vezir ve tüccarlar yanında kabul görmek isterler. Eğer güzel elbise giyerlerse, kurra (okuyucular) onları reddeder. Eğer yırtık pırtık elbiseleri giyerlerse, idareciler ile zenginlerin gözünden düşerler. Bu zümre din ve dünya ehlinin gözünde makbul olmayı ister ve ona göre giyerler. Bunların elbiselerinin kıymeti, zenginlerin elbisesinin kıymetindedir. Rengi ve şekli, sâlihlerin elbisesinin renk ve şeklindedir. Bu bakımdan iki grubun da kalplerini kazanmak isterler. Eğer bu kimselere kaba veya kirli bir elbisenin giyilmesi teklif edilirse, idarecilerin ve zenginlerin gözünden düşme korkusundan, bu teklif onlara kesilmekten daha ağır gelir.

Eğer kıymetçe elbisesinden daha az olan Diybekî,44 beyaz ve ince veya desenli ketenden bir elbisenin giyilmesi bunlara teklif edilirse, ehl-i salâh´ın ´Bunlar dünya ehlinin elbiselerine rağbet ettiler´ demelerinden korktukları için kendilerine bu teklif zor gelir.
Bu grupların herbiri, mertebesini özel bir kıyafette görmektedir. O kıyafetten daha üstün veya daha düşük bir kıyafete bürünmek kendisine ağır gelir! Her ne kadar bu elbiseyi giymek mübah ise de, kötülenmekten korkarak giymez.

Dünya ehlinin riya ve gösterişi ise, güzel elbiseler, kıymetli binekler, genişlikler, mesken, ev eşyası (mobilya), atlar, rengârenk libaslar ve nefis teylesanlardır.
Bu durum, halk arasında ayan-beyandır. Çünkü halk, evlerinde kabâ elbise giyerler. Fakat aynı kılıkla halk ile oturup-kalkmak kendilerine gayet zor gelir. Süslerini takmadan edemezler!

Üçüncü Kısım

Sözle yapılan riya, Din ehlinin riyası va´zetmek, hatırlatmak,hikmetle konuşmak, haber (hadîs)leri ve eserleri ezberlemekledir.Bunları, ilminin çokluğunu isbat etmek, selef-i salihînin durumlarına işaretle itina ettiğini göstermek, halkın huzurunda dudaklarını zikirle kıpırdatmakla gözleri önünde emr-i bi´l-ma´ruf (iyiyi emretme) ve nehy-i an´il münker (kötüyü yasaklama) yapmak,münkerlere karşı kızıp reaksiyon göstermek, halkın günahları pervasızca yapmasına teessüfünü belirtmek, konuşurken sesini zayıf çıkarmak, Kur´an´ı mahzun olup korktuğunu göstermek için ince sesle okumak, hadîs-i şerifler hıfzettiğini iddia edenin lâfzında bir eksikliği hadîste mâhir olduğu tebeyyün etsin
diye- olduğuna dikkati çekmek, hadîsin sahih veya sahih olmadığına dikkati çekmek, bu hususta faziletini belirtmek için acele ile söylemek, hasmını susturmak için mücadele etmektir. Bütün bunları din ilmindeki kuvvetini halka göstermek için yapar!

Sözde olan riya çoktur ve türleri kontrol altına alınamaz. Dünya ehlinin sözle riyaları, şiirleri ezberlemek, darb-ı meselleri hıfzetmek, ibarelerde fesahat ve belâgat göstermek, ehl-i fazilete karşı garabet göstermek ve kalplerini tarafına çekmek için halka izhar-ı muhabbet etmek bakımından nahiv ilminin garip meselelerini ezberlemektir.

Dördüncü Kısım

Amelle yapılan riya. Namaz kılanın uzun bir zaman ayakta durması, sırtını düzeltmesi, uzunca secdede ve rükûda kalması, başını eğmesi, sağa-sola bakmayı terketmesi, sükûneti belirtmesi, ayaklarını ve ellerini düzgün tutması gibi. Oruç, gazâ, hac, sadaka, yemek yedirmek ve karşılama sırasında yürürken huşû göstermek gibi. Konuşmada vekâr, başı eğmek ve göz kapaklarını indirmek gibi. Hatta riyakâr, ihtiyacına bir an önce varmak için bazen acelece yürür. Ne zaman din ehlinden birini görürse derhal vâkara ve başını önüne eğmeye döner. Çünkü hafifliğe ve aceleciliğe nisbet edilmekten korkar. Eğer o kişi gözden kaybolursa, yine aceleyle yürümeye başlar. Yine onu gördüğünde yavaşça yürümeye döner. ALLAH hatırına gelmez ki ALLAH´tan korksun. Aksine bir insanın kendisi için âbid ve salihlerden olmadığına inanmasından korkar!

Onlardan bir grup daha vardır ki bunu dinlediği zaman, halvetteki yürüyüşünün halkın yanındaki yürüyüşüne benzememesinden utanır. Nefsini halvette güzel yürümeye zorlar ki halk kendisini gördüğünde yürüyüşünde bir değişiklik yapmaya muhtaç olmasın! Bu kişi böyle yapmakla riyadan kurtulduğunu zanneder. Oysa riyası katmerleşmiştir. Çünkü halvethanesinde de riyakâr oldu; zira o halvet ve tenhada halkın gözleri önünde güzel yürüyebilmek için güzel yürümeye kendini alıştırmıştır. ALLAH´tan korkarak veya ondan hayâ ederek yapmış değildir.

Dünya ehline gelince, onların riyakârlıkları, kibir, hayalperest-lik, elleri kolları sallamak, sık adımlarla yürümek, zeylin (eteğin) etrafına yapışmak, omuz silkmektir ki bunlarla önemine dikkat çekmiş olsun!

Beşinci Kısım

Arkadaşlara, ziyaretçilere ve oturup-kalktığı insanlara riyakârlık yapmak. ´Filân adam filanı ziyaret etti´ desinler diye, ulemadan birinin kendisini ziyaret etmesini sağlar veya ´Din ehli kendisini ziyaret ediyor, ona gidip geliyor´ denilsin diye bir âbidin, ya da bir sultanın valilerinden birinin ´dinî rütbesinin büyüklüğünden dolayı bunlar kendisinden feyz alır, bereketlenirler´ denilsin diye kendisini ziyaret etmelerini sağlar. Şeyhlerle görüştüğünü ve istifade ettiğini göstermek için fazlasıyla şeyhleri anan bir kimse gibi... Bu kimse, kendilerinden ilim ve irfan aldığı kimseler ile böbürlenir. Böbürlenmesi ve riyakârlığı mücadele ettiği anda kendisinden dışarıya sızar.

Başkasına ´Sen hangi âlimleri gördün. Oysa ben falan ve falan zatları gördüm, memleketler gezdim ve üstadlara hizmette bulundum´ der ve bu sözlere benzer daha nice sözler söyler.
İşte bu, riyakârların kendileriyle riyakârlık ettikleri şeylerin esas noktalarıdır. Hepsi de bununla kulların kalplerinde rütbe ve makam kazanmak peşindedirler.

Başka bir grup vardır ki sadece kendisi için güzel amellere kanaat eder. Nice rahip vardır ki uzun seneler manastırında inzivaya çekilir! Nice âbid vardır ki uzun bir zaman için bir dağın başına çekilmiştir. Sakin sakin durup ibâdete devam etmesi, ancak halkın kalbinde mertebesinin olduğunu bildiğindendir. Eğer halkın kendisini manastırında bir suça nisbet ettiğini bilse, muhakkak bundan ötürü kalbi karmakarışık olur. ALLAH´ın kendisinin suçsuz olduğunu bilmesiyle kanaat etmez. Aksine bu dedikodudan dolayı üzüntüsü pek büyük olur! Her ne pahasına olursa olsun, o nisbeti insanların kalbinden silmeye çalışır. Mallarından tamahını kesmesine rağmen böyle inanmalarını temine çalışır. Çünkü mertebe peşindedir! Biz Sebepler bahsinde dediğimiz gibi mertebe pek tatlı ve lezzetlidir! Çünkü her ne kadar süratle gelir geçer ise de hal-i hazırda bir nevi kemâl ve kudrettir. Bununla ancak cahiller aldanırlar. İnsanların çoğu da cahildirler.

Riyakârlardan bir grup vardır ki halkın kalbinde mevkî sahibi olmakla kanaat etmez. Bununla beraber dilleriyle kendisini övmelerini de ister.

Başka bir grup da halk fazlasıyla ziyaretine gelsin diye nâm ve şöhretinin yayılması peşindedir!

Diğer bir cemaat ise sultanların yanında meşhur olmayı ister ki aracılığı kabul olunsun, kendisinin eliyle ihtiyaçlar görülsün, dolayısıyla cahiller tabakası yanında menzil ve mertebesi bulunsun!

Başka bir grup, şöhret ile mal toplamak için vakıflardan, yetim malları ve başka haram kaynaklardan da olsa mal kazanmaya çalışır. Bunlar, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı gösteriş peşinde olan riyakârların en şerlileridir. İşte riyanın hakikati ve vesileleri bunlardır.

Soru: Riya mutlaka haram mı yoksa mekruh veya mübah mıdır veya haram, mekruh ve mübah oluşu, açıklamaya mı muhtaçtır?

Cevap: Riya konusunda birçok tafsilât vardır. Çünkü riya, rütbe ve mevkî istemektir. Bu istek, ya ibâdetlerle veya ibâdetlerin dışındaki şeylerle olur. Eğer ibâdetlerin dışındaki şeylerle mertebe istenilirse, bu mal istemek gibidir. Yeterli mal kazanmak haram olamaz. Çünkü insanın muhtaç olduğu az mal, övülen maldır. Bu bakımdan kişinin felâketlerden selâmet kalmasına vesile olan mevkîyi elde etmesi de övülür.

Hz. Yusuf un istediği mertebe bu kadardır.
Beni Mısır´ın hazineleri üzerine me´mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yusuf/55)

Nasıl malda hem öldürücü zehir ve hem de faydalı panzehir varsa mertebe de böyledir. Fazla malın insanı şaşırtıp yoldan çıkardığı, ALLAH´ın zikrini ve ahireti unutturduğu gibi, fazla makam ve mertebe de böyledir. Hatta daha şiddetlidir. Mertebe ve makamın fitnesi, malın fitnesinden daha (tehlikeli ve daha) büyüktür. Nasıl biz ´fazla mal edinilmesi haramdır´ demiyorsak, ´fazla kalpleri elde etmek de haramdır´ demiyoruz. Ancak fazla mal veya fazla rütbe, insanı yapılması caiz olmayan şeylere sürüklerse o zaman hüküm değişir.
Evet! Bütün gayreti fazla ve geniş mertebe elde etmeye sarfetmek, malın çoğalmasına sarfetmek gibi, şerlerin başlangıcıdır. Mertebe ve mal aşığı, kalp, dil ve diğer âzaların günahlarını terketmeye muktedir olamaz.

Haris olmadığın ve gittiği zaman da üzülmeyeceğin mertebe genişliğine gelince, bunda hiçbir zarar yoktur; zira Hz. Peygamberin, Hulefâ-i Râşidîn´in ve onlardan sonra gelen din âlimlerinin mertebesinden daha geniş bir mertebe yoktur. Fakat himmeti mertebenin talebine sarfetmek, dinde bir noksanlık ve eksiklik ise de haramlıkla vasıflanmaz. Bu bakımdan deriz ki: Kişinin halk arasına çıkmak için giydiği elbise gösteriştir. Fakat haram değildir. Çünkü ibâdetle değil, dünya ile riyakârlık yapmaktır.

İnsanlar için takılan süsleri de buna kıyas et! Bunun delili, Hz. Aişe´den rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir: ´Hz. Peygamber birgün ashabının yanına çıkmak istedi. Bunun üzerine su küpüne bakarak sarığını ve saçını düzeltti. Bu manzara karşısında Hz. Aişe (r.a) ´Ey ALLAH´ın Rasûlü Sen de mi?´ dedi. Hz. Peygamber şöyle dedi:

Evet! ALLAH, kulunun arkadaşlarının huzuruna çıkmak istediğinde onlar için süslenmesini ister!

Evet! Bu, Hz. Peygamber için bir ibâdetti. Çünkü o, halkı dâvet etmeye, onları kendisine uymaya, teşvik ve terğib etmeye ve kalplerini kazanmaya memurdur. Eğer halkın gözünden düşerse, ona tâbi olmaya rağbet göstermezler. Bu bakımdan gözlerinde küçük görünmemek için görünüşünün güzel olmasına gayret etmesi kendisi için farzdı; zira halkın gözleri, gizli taraflara değil, görünür taraflara kayar. Hz. Peygamber´in kasti buydu. Fakat eğer bir kimse böyle yapmakla onların kötülemesinden, ayıplamasından kurtulmayı, hürmet ve tâzim göstermelerini kastederse, bu kasdı mübah bir kasıttır; zira kınanmanın eleminden korunmak, insanlarla yakınlık kurup rahata kavuşmayı istemek, insanın tabii hakkıdır. İnsanlar kendini pis ve kötü gördükleri zaman insan tahammül edemez hale gelir. Bu takdirde onlarla yakınlık kurması sözkonusu olamaz. O halde anlaşıldı ki ibadetlerin dışında olan şeylerde riya ve gösteriş yapmak, bazen mübah olur, bazen de kötü olur, bazı vakitlerde de ibâdet olur. Bunlar o gösterişten istenen maksada göre değişir. Bu sırra binaen deriz ki kişi malını, ibâdet ve sadaka için değil, kendisine ´cömert´ dedirtmek için ihtiyaç sahibi olmayanlara infak ederse, yaptığı gösteriştir. Fakat haram değildir. Benzerleri de böyledir.

Sadaka, namaz, oruç, gazâ ve hac gibi ibadetlere gelince, riyakârın burada iki hali vardır.

Birinci hal: Katıksız riyadan başka emeli olmamaktır! Bu riya ameli iptal eder; zira ameller, ancak niyet ve kasıtlara bağlıdır. O ise bunun ibâdet niyetiyle yapmamıştır. Sonra riyakârlık sadece ibâdetin bozulmasıyla kalmaz ki biz ´İbâdetten önceki gibi oldu´ diyelim. Âyet ve hadîslerin delâlet ettiği gibi, riyadan dolayı günahkâr olur!

Mânâda iki şey vardır: Birincisi, kullara hile yapmaktır. Çünkü kişi halka, muhlis ve ALLAH´a mutî olduğunu gösterir, din adamı olduğu hissini verir. Oysa hiç de öyle değildir. Dünya işlerinde de hile yapmak haramdır. Hatta bir cemaatin alacağını edâ ederken halk -cömert olduğuna inansın diye- onlara yardım ettiğini hissettirirse, hilekârlığından dolayı günahkâr olur; zira kalpleri hile ve dalavere ile elde etmektedir!

İkincisi, ALLAH ile ilgilidir. O da, ALLAH´a yaptığı ibâdetiyle, in-sanları kandırmayı kasdetmektir. Bu bakımdan o kimse ALLAH ile alay etmiştir. Bu sırra binaen Katâde şöyle demiştir: "Kul riyakârlık yaptığında ALLAH Teâlâ meleklerine ´Kuluma bakın! Benimle nasıl istihza ediyor!´ der".

Bunun misâli, hizmetkârların âdetinden olduğu gibi bütün gün sultanlardan birinin huzurunda elpençe durmasıdır. Oysa orada durması ancak sultanın cariyelerinden bir cariyeyi veya hizmetkârlarından bir hizmetkârını seyretmek içindir. Muhakkak ki bu durum, sultanla alay etmek demektir; zira hizmetiyle sultana yaklaşmak istemiyor! Aksine o hizmetle onun kölelerinden birini kastediyor!

Acaba kulun, ALLAH´ın ibâdetiyle zayıf, fayda ve zarara sahip olmayan bir mahlûka yaklaşmak isteğinden daha korkunç bir ha-reket tasavvur edilebilir mi?!

Bu ancak şu demektir: Riya yapan kişi zanneder ki kendisini seyreden kul, gayelerinin tahakkuku hususunda -maâzALLAH-ALLAH´tan daha kudretlidir. ALLAH´a yaklaşmaktan ona yaklaşmak daha iyidir! Çünkü onu padişahlar padişahına tercih ederek ibâdetinde hedef yapmıştır.

Acaba bir kulu ALLAH´tan daha fazla yüceltmekten daha korkunç bir istihza var mıdır? İşte bu, mühlikât (helâk ediciler)in en büyüklerindendir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) bu duruma ´küçük şirk´ adını vermiştir. Evet! Riya derecelerinin bazısı
bazısından daha şiddetlidir. Nitekim -eğer ALLAH dilerse- bunun beyanı Riyanın Dereceleri bahsinde gelecektir.

Riyanın az veya çok günahtan uzak olan bir kısmı yoktur. Günahlar, riyanın vesilelerine ve âletlerine göre sınıflanır. Eğer riyada ALLAH´tan başkasına secde etmek ve rükû yapmaktan başka bir hata yoksa, bu (cinayet ve günah bakımından) yeter de artar. Çünkü riyakâr, ALLAH´a yaklaşmayı kasdetmediği takdirde, muhakkak ALLAH´ın gayrisine yaklaşmayı kasteder!
Yemin olsun, eğer ALLAH´tan başkasını secde ile tâzim ederse, açıkça kâfir olur. Ancak riya, gizli küfürdür. Çünkü riyakâr, kalbinde halkı büyütmüştür. O büyütmede ona secde ve rükû etmek vardır. Bu bakımdan onun secdesiyle tazim edilip büyütülen bir yönden insanlardır.

Secde ile ALLAH´ın tâzîmi ortadan kalkıp halkın tâzîmi kalınca, bu durum şirke yakın bir durum olur. Ancak görünüşte secde ile ALLAH´ı tâzim etmekte, aslında ise gayesi büyük saydığı kimsenin kalbinde kendi nefsini büyütmektedir. Bu sırra binaen riya açık şirk değil gizli şirk olur. Bu durum cehaletin katmerlisidir. Ancak şeytan tarafından kandırılmış kullar kendisine fayda veya zarar, rızık, ecel, hali hazırdaki veya gelecekteki durumu hakkında ALLAH´tan daha fazla yardım edeceğini hayal eder! Bunun için de ALLAH´tan yüz çevirip onlara yönelir, kalplerini kazanmak için taptıklarına havâle ederse, yaptığının en az karşılığı bu olur. Çünkü bütün kullar nefislerini idare etmekten acizdirler. Kendilerine bile fayda veya zarar vermeye kudretleri yoktur. Acaba dünyada bunu nasıl başkasına verebilirler? Acaba babanın evladı yerine, evladın baba yerine cezalandırılmadığı, peygamberlerin bile ´nefsim, nefsim´ dediği bir günde, nasıl başkasına fayda veya zarar verebilirler? Acaba cahil, dünyadaki yalancı tamahkârlığıyla halktan beklediği şeylerde nasıl ahiret sevabını ve ALLAH´ın (rahmetine) yaklaşmayı değiştirir? Bu bakımdan şüphe etmemek gerekir ki ALLAH´ın ibâdet ve taati ile riyakârlık yapan bir kimsenin, kıyasla (akılla) da, nakille de ALLAH´ın gazabına uğrayacağı sabit olmuştur.
Bu durum, eğer ecir istemezse sözkonusudur. Sadakasında veya namazında ecir ile hamdi birlikte istediği zaman bu istek ihlâsın ruhuna zıd düşen şirktir. Biz şirkin hükmünü İhlâs bölümünde belirtmiştik. Bizim naklettiklerimizin doğruluğuna Said b.Müseyyeb ile Ubade b. Sâmit´in ´Burada onun hiç bir eşi yoktur´ demeleri delâlet eder.

____________________

43) Bu âbid zat Şam´ın şeyhidir. Ebî Müshir´den sonra bu mertebeyi ihraz etmiştir. H. I53´de doğmuş, H. 215´de vefat etmiştir.
44) Diybek köyüne mensub bir elbisedir. Dimyat´a yakın bulunan bu köy şimdi harebe halindedir. Bu elbise ipekten yapılır.
 
Alt 02-18-2009, 16:58   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kibir´in Zemmi

Ayetler
ALLAH Teâlâ Kur´an´ın birçok yerinde kibiri ve mütekebbir olan her zorbayı zemmetmiştir.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A´raf/146)

İşte ALLAH her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler.(Gafîr/35)
(Elçiler düşmanlarına karşı ALLAH´tan) zafer istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.
(İbrahim/15)

Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar. Büyük bir azgınlıkla haddi aştılar;(Furkan/21)

Rabbiniz buyurdu ki: ´Bana dua edin! Duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler küçülmüş olarak cehenneme gireceklerdik.´(Gafîr/60) Hadîsler

Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan bir kimse cennete giremez. Hardal tanesi kadar kalbinde iman olan bir kimse de cehenneme girmez.3

Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği bir hadis-i kudsî de ALLAH şöyle buyurmuştur:
Kibriya benim ridâm, azamet benim izarımdır. Bu bakımdan kim bu iki sıfatta benimle ceddelleşirse, perva etmeksizin onu cehenneme atarım.

Ebu Seleme b. Abdurrahman şöyle anlatır: Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer Safa tepesinde bir araya geldiler. İkisi de durakladı. Amr´ın oğlu geçip gitti. Fakat İbn Ömer durarak ağladı. Yanındakiler şöyle sordu:

-Ey Ebu Abdurrahman! Seni ağlatan nedir?

Buna karşılık olarak, Amr´ın oğlu Abdullah´a işaret ederek dedi ki:
-Şu zat beni ağlattı. Şu adam Hz. Peygamber´in şöyle dediğini söylüyor: ´Kimin kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunursa ALLAH Teâlâ onu yüzüstü cehenneme atar´.4

Kul kendini beğenmek sûretiyle mütekebbirlerden yazılır. Böylece onlara isabet eden azap ona da isabet eder.5

Cimri, cebbar ve kötü ahlâklı olanlar cennete giremez.7

En kötü kul o kuldur ki cebreder, saldırır, en yüce olan Cebbar´ı unutur. En kötü kul, o kuldur ki gururlanır, zorbalık yapar ve yüce olan büyüğü (ALLAH´ı) unutur. En kötü kul, o kuldur ki, gafil olur da çürüyüp yok olacağı mezarı unutur. Ne kötü kuldur o kul ki saldırır zulmeder, başlangıcı ve sonucu unutur.7

Sabit´in anlattığına göre !Falan adamın kibri ne kadar da büyüktür?´ denilince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Acaba önünde ölüm yok mu?8

Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Nuh (a.s), sekerata girdiği zaman iki oğlunu yanına çağırdı ve şöyle dedi: "Ben size iki şey tavsiye ve sizi iki şeyden de nehyediyorum: Sizi ALLAH´a şerik koşmak ve kibirlenmekten nehyediyor, ´lâ ilâhe illâllah´ demeyi size tavsiye ediyorum. Çünkü eğer gökler ve yerler ve onlarda bulunan şeyler terazinin bir kefesine konsa, ´Lâ ilâhe illâhlah´ da diğer kefesine konsa, onun konduğu kefe daha ağır gelir. Eğer gökler, yerler ve onlarda bulunan varlıklar biraraya gelseler, ´Lâ ilâhe illâllah´ da onların üzerine bırakılsa muhakkak ´Lâ ilâhe illâllah´ onları kırar ve çökertir. Size ´SübhanALLAHi ve bihamdihi´ demeyi tavsiye ediyorum. Çünkü bu, herşeyin duasıdır ve herşey bununla rızıklanır".9

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: "Cennet o kimseye olsun ki ALLAH ona kitabını öğretmiş ve o da kitabı öğrendikten sonra mütekebbir olarak ölmemiştir´.

Cehennem ehli, her kaba ve çirkin sözlü, yürürken gururlanan, arkadaşlarına karşı büyüklük taslayan, hırsla mal toplayan, hakkı inkâr eden kimselerdir. Cennet ehli de yoksul ve zayıflardır.10

Bizim yanımızda en sevimliniz ve ahirette bize en yakınınız, ahlâkça güzel olanınızdır. Nezdimizde en nefret edileniniz ve bizden en uzak olanınız gevezelik yapanlar, alabildiğine avurtlarını doldurarak konuşanlar ve mağrur olanlardır.11

Ashab-ı Kirâm ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz Sersarûn ve Müteşeddikûn kelimelerinin mânâsını biliyoruz. Acaba mütefeyhekûn kimlerdir?´ deyince, cevap olarak şöyle buyurdu: ´Kibirlenenlerdir´.

Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kibirlenenler, kıyamet gününde paçavra gibi ayaklar altında haşrolunurlar! Ayaklar altında ezilirler. Sonra cehennemde Buleş denilen bir zindana atılırlar. Cehennem ateşi onları kıskıvrak yakalar. Onlar Habel çamurundan içerler. (Habel, cehennem ehlinin cesetlerinden akan sarı sudur).12

Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Cebbar olanlar ve kibirlenenler kıyamet gününde saçılmış zerreler hâlinde haşrolunur. Bunlar ALLAH´ın nezdinde zelil olduklarından dolayı insanlar tarafından çiğnenirler,13
Muhammed b. Vâsı14 der ki: Bilal b. Ebî Burde´nin huzuruna girdim ve kendisine ´Ey Bilâl! Babam babasından, o da Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet etti´ dedim.

Cehennemde bir vâdi vardır. Onun adına hebheb denilir. Oraya mağrurları yerleştirmek ALLAH´ın hakkıdır.15

´O halde ey Bilâl! Sakın sen o vâdide durdurulacak kimselerden olmayasın!´
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Cehennemde bir köşk vardır. Mağrur insanları oraya tıkarlar ve kapısı onların üzerine kapatılır.16

Ey ALLAHım! Mütekebbirlerin şişirmesinden sana sığınıyorum.17

Kim üç şeyden uzak olduğu halde ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. O şeyler şunlardır: ´Kibir, borç ve başkasını aldatmaktır.18

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın hiç kimse bir müslümanı tahkir etmesin; zira müslümanların (mertebece) küçüğü bile, ALLAH katında büyüktür´.

Vehb şöyle der: ALLAH, Adn cennetini yarattığı zaman, onu temaşa etti ve şöyle buyurdu: ´Sen her mağrur insana haramsın!7

Ahnef b. Kay s, Mus´ab b. Zübeyir ile beraber, Mus´ab´ın yatağı üzerine otururlardı. Birgün Ahnef gelirken, Mus´ab ayaklarını uzatmış ve toparlanmamıştı. Bunun üzerine Ahnef, oturup Mus´ab´ın yüzüne baktı ve şöyle dedi: ´Ademoğluna şaşıyorum! İki defa sidiğin yolundan çıktığı halde nasıl mağrur oluyor!´

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ademoğluna şaşmak gerek! Hergün bir veya iki defa eliyle pisliğini yıkıyor, sonra çıkıp göklerin (ve yerin) cebbârı olan ALLAH´a karşı baş kaldırıyor!´

Kendi canlarınızda da öyle (ALLAH´ın birliğini ve kudretini gösteren nice işaretler var). Hâlâ görmeyecek misiniz?(Zâriyat/21)

Bu ayet-i celîlenin tefsirinde ´o alâmet, büyük ve küçük taharetin yoludur´ denilmiştir.
Muhammed b. Ali b. Hüseyin demiştir ki: ´Müslüman bir kişinin kalbine kibirden bir şey girdi mi, ister az, ister çok olsun, o nisbette aklı azalır´.
Süleyman el-Fârisî´ye, beraberinde, sevabın fayda vermediği günahın ne olduğu sorulunca şöyle cevap verdi: ´Kibir!´
Numan b. Bişr19 minberde şöyle haykırdı: ´Muhakkak ki şeytanın oltaları ve ağları vardır. Muhakkak ki ALLAH´ın nimetleriyle kudurmak, ALLAH´ın vergisiyle böbürlenmek, ALLAH´ın kuluna karşı mağrur olmak, ALLAH´a değil de hevâ-i nefse tâbi olmak şeytanın oltasından ve ağlarındandır!´

ALLAH Teâlâ´dan dünya ve ahirette minnet ve keremiyle af ve âfiyet dileriz.

3)Müslim
4)İmam Ahmed, Beyhâkî
5)Tirmizî
6)Müslim, Buhârî
7)Tirmizî
8)Beyhakî
9)İmam Ahmed, Buhârî, Hâkim
10)Müslim, Buhârî
11)İmam Ahmed
12)Tirmizî
13)Bezzar
14)Tam adı Muhammed b. Vasil b. Cabir Ahnas´dır. Basralı olan bu zat, gü-
venilir bir âbiddir. H. 123 yılında vefat etmiştir.
15)Ebu Yâ´lâ, Taberânî, Hâkim
16)Beyhakî
17)İbn Mâce, Ebu Dâvud
18)Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
19) Tam adı Numan b. Bişr b. Sa´d b. Salebe el-Ensarî el-Hazrecî´dir. Hem kendisi hem de babası sahabîdir. Şam, daha sonra da Kûfe valiliğinde bu-lundu. 64 yaşında iken Humus´da öldürüldü.

 
Alt 02-18-2009, 16:59   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevazu Ahlâkında Riyazet´in Son Noktası
Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardır. Fazlalığa kayan tarafına gelince, ona tekebbür adı verilir. Eksikliğe doğru kayan tarafına ise, hasislik ve zillet adı verilir. Mûtedil olanına ise tevazu adı verilir. Dinen övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve tefrit taraflarının ikisi de kötüdür. İşlerin ALLAH katında en sevimlisi normal olanlarıdır. Bu bakımdan arkadaşlarının önüne geçen mütekebbirdir. Onlardan geri kalan mütevazidir. Yani birşeyi gerektiği gibi yapmış demektir.

Âlim kişinin huzuruna ayakkabı tamircisi girdiği zaman, yerinden kalkıp onu oturtursa, sonra o gittiğinde ayakkabısını düzeltirse, arkasından kapıya kadar giderse, hasislik ve zillet göstermiş olur. Böyle yapmak da güzel ve dinen övülen bir hareket değildir. ALLAH katında övülen şey adalettir. O da her hak sahibine hakkını olduğu gibi vermektir. Bu bakımdan bu şekilde akran ve emsaline ve derecesine yakın kimselere tevazu göstermesi uygundur.

Çarşıdaki bir esnafa karşı tevazu göstermeye gelince, bu ayağa kalkmak, konuşurken güler yüz göstermek, isteğine karşı şefkatli davranmak, dâvetine icabet etmek, ihtiyacına koşmak ve benzeri hareketlerle olur. Nefsini ondan hayırlı görmemek, onun için korktuğundan daha fazla nefsi için korkmakla olur, Bu bakımdan onu tahkir edip, küçük görmemelidir; zira onun sonunu bilmemektedir. Durum bu iken tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır: Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılır. Eğer bu tür tevazu kendisine ağır gelir ve bunu zoraki bir şekilde yaparsa, mütevazi değil, tevazuyu zoraki bir şekilde nefsine tatbik etmiş sayılır. Gerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o ahlâktan sâdır olur. Eğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu´yu tefrite götürmüş demektir. O vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira mü´min bir kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yoktur. Bu zilletten kurtulmak için dosdoğru yoldan ibaret olan normal yola dönünceye kadar çaba sarfetmelidir. Bu ise, gerek tevazu ahlâkında ve gerekse diğer ahlâklarda çözülmesi pek güç olan bir durumdur. Normal dereceden tefrite doğru kaymak -ki ona temellük (yağcılık) denilir- tekebbür diye isimlendirilen ifrat tarafına kaymaktan daha kolaydır. Nitekim mal hususunda israf tarafına meyletmenin halk nez-dinde, cimrilik tarafına meyletmekten daha güzel olduğu gibi... Oysa israfın da, cimriliğin de sonucu kötüdür. Fakat biri daha fâhiştir. Aynen bunun gibi gururun sonu tefrit, zilletin sonu da ifrattır. Biri diğerinden daha çirkindir. Dinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektir. Nitekim bu hem şer´an ve hem de âdetçe böyle bilinmektedir. Biz gurur ve tevazu ahlâklarının beyanında bu kadarıyla iktifâ edelim!
 
Alt 02-18-2009, 16:59   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Giyinişte ve Yürüyüşte Gösterilen Kibir´in Zemmi Hadîsler

Kibirden ötürü eteğini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH Teâlâ nazar etmez (iltifat etmez)!20

Bir kişi elbisesine bürünüp sallana sallana gezerken nefsi kendisini ucb´a sevketti, dolayısıyle ALLAH onu yere batırdı. O, kıyamet gününe kadar yerde deprendikçe deprenir.21

Kim gururdan ötürü elbisesini yerde sürürse, kıyamet gününde ALLAH ona bakmaz (iltifat etmez)

Zeyd b. Eslem dedi ki: ´İbn Ömer´in yanına girdim. O esnada Abdullah b. Vâkıd22 sırtında yeni bir elbise olduğu halde İbn Ömer´in yanından geçti. İbn Ömer´in şöyle söylediğini işittim: Ey oğul! Elbiseni biraz yukarıya kaldır. Yerde sürüme! Zira ben Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum: ´Mağrur olduğundan dolayı elbisesini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH bakmaz (iltifat et-mez)!´23

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) birgün avucuna tükürüp parmağıyla dokunarak şöyle buyurmuştur: ´ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Ey Âdemoğlu! Sen beni mağlûp etmek mi istiyorsun. Oysa ben seni bunun benzerinden yarattım. Sonra seni geliştirdim ve bu kıvama getirdim. O zaman sen nefsine aldanarak iki elbisenin içinde sallana sallana gezdin. Yer için bir ağırlık oldun. Mal topladın, hakları menettin. Ta ki can boğaza gelip da-yanıncaya kadar. Bu sefer de dedin ki: ´Malımı sadaka vereceğim!´ Oysa sadakanın zamanı geçti!´24

Ümmetim mağrur ve kendilerini beğenerek yürüdükleri, kendilerine Fars ve Rumlar hizmet ettikleri zaman, ALLAH onların bir kısmını diğer bir kısmına musallat kılar.25

İbn´ul-Arabî der ki: ´Hadîsin metninde geçen mutayta denen yürüyüş, içinde gurur ve kibir olan yürüyüş demektir´.

Kim nefsinde büyüklük taslar ve yürüyüşünde gururlanırsa ALLAH Teâlâ kendisinden nefret ettiği halde ALLAH´ın huzuruna varır.26

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir el-Huzelî´den27 şöyle rivayet ediliyor: Biz Hasan´la beraber bulunduğumuz bir anda İbn´ul-Ethem28 yanımızdan geçerek mescidin maksuresine doğru yürüdü. Onun sırtında Haz (Deniz koyunu denilen hayvanın yünü) denilen maddeden do-kunmuş, bir kısmı diğer bir kısmının üzerine, baldırlarına kadar inen bir cübbe vardı. O, sağa sola sallana sallana yürüdüğü için abâsı açılıp kapanıyordu ve baldırları görünüyordu. O anda Hasan, ona baktı ve şöyle dedi: ´Öf! Öf! Ne de gururlu! Gururdan ötürü halktan yüzünü çeviriyor. Sağına soluna bakıyor. Ey Ahmak! Sen şükrü yapılmamış bir nimet içinde, o nimette ALLAH´ın emrini tutmadığın, o nimetten dolayı ALLAH´ın hakkını ödemediğin halde sağına soluna bakıyorsun. ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz, deli bir kimsenin sallanması gibi sallanarak yürürse, onun âzalarının her birinde ALLAH´ın bir nimeti, şeytanın da bir payı vardır´.
İbn´ul-Ethem bu sözü işitti. Hasan Basrî´ye gelip özür talebinde bulundu. Hasan Basrî kendisine ´Benden özür dileme! Rabbine tevbe et! Sen ALLAH Teâlâ´nın şu emrini işitmedin mi?´ dedi.

(Kibirlilerin yaptığı gibi) insanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü ALLAH büyüklük taslayan övüngeni sevmez. Yürüyüşünde mütevazi ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.(Lokman/18-19)

Hasan Basrî´nin yanından güzel giyimli bir genç geçti. Hasan o genci çağırıp kendisine dedi ki: ´Ademoğlu gençliğine mağrur olup gösterişi sever. Toprağın senin bedenini örttüğünü, amelinle karşı karşıya geldiğini düşün! Rahmet olasıca! Kalbini tedavi et! Zira ALLAH Teâlâ´nın kullarından isteği, kalplerini ıslah etmeleridir´.

Rivayet ediliyor ki Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce hacca gitti. Mağrur mağrur yürürken Tavus kendisine baktı. Onun sırtına dokunarak şöyle dedi: ´Senin bu yürüyüşün; midesi pislikle dolu olan bir kimseye yakışmaz´. Bunun üzerine Ömer, özür dileyen bir kimse gibi dedi ki: ´Ey amca! Bu yürüyüşü öğreninceye kadar, bu yürüyüşten dolayı benim bütün âzalarım döğüldü´.

Muhammed b. Vâsıl mağrur davranan oğlunu gördü. Yanına çağırıp dedi ki: ´Sen kim olduğunu biliyor musun? Dikkatli ol! Senin anneni iki yüz dirheme satın aldım. Babana gelince ALLAH onun gibisini müslümanlar (arasında) çoğaltmasın!´

İbn Ömer, izarını yerlerde sürüyen bir kişiyi görünce şöyle demiştir: ´Muhakkak şeytanın kardeşleri vardır!´ Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti.

Rivayet ediliyor ki, Mutarrıf b. Abdillah, el-Muhelleb´i29 Haz denilen maddeden yapılan cübbesine bürünmüş mağrur mağrur yürürken görünce ona şöyle seslendi: ´Ey ALLAH´ın kulu! Bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki ALLAH da, ALLAH´ın Rasûlü de ondan nefret eder´. Muhelleb ´Herhalde beni tanıyamadın!´ dedi. Mutarrıf ´Evet seni tanıyorum! Senin başlangıcın bir damla menidir. Sonun da çirkin bir leştir. Sen de bu iki tarafın arasında pisliği yüklenen birisin!´ diye karşılık verdi. Bu sert çıkışın karşısında Muhelleb, mağrur yürüyüşünü terketti.

Mücahid ´Sonra da böbürlene böbürlene ehline gitti!´ (Kıyâmet/33) ayetinin tefsirinde ´gururlana gururlana ehline gitti demektir´ dedi.

Biz kibir ve gururun zemmini zikrettik; şimdi tevazu´nun fazi-letini zikredeceğiz. ALLAH en doğrusunu bilir.

________________________

20)Müslim, Buhârî
21)Müslim, Buhârî
22)Tam adı Abdullah b. Vâkıd b. Abdullah b. Ömer b. Hattâb´dır. Bu zat
Medineli ve makbul bir zattır. H. 19´da vefat etmiştir.
23)Müslim
24)İbn Mâce, Hâkim
25)Tirmizî
26)İmam Ahmed, Taberânî, Hâkim
27)Tam adı Ebu Bekr Selmâ b. Abdullah b. Selmâ´dır. Hüzel kabilesinden
olan bu zat Basralıdır. H. 67 senesinde vefat etmiştir.
28)Bu tâbir mutlak olarak zikredildiği zaman şerefli, şair, beliğ, hatîb sahâbî Amr b. Edhem´e hamledilir. Fakat Hasan Basrî´nin bir sahabîye böyle demesi uzaktır. Zâhir olan şudur ki; bu söz, yeğenlerinden birine; ya Şeybe b. Sa´d´a, ya Müdmil b. Hakan´a veya Hâlid b. Safvan´a aittir. (İthaf´us-Saade,VIII/349)
29)Tam adı Muhelleb b. Ebî Safra Azlim b. Şurak el-Ezde´dir. Meşhur idare-
cilerdendir.

 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı