Siyaset Forum - Siyasetin Kalbi


Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 02-18-2009, 16:58   #1
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kibir´in Zemmi

Ayetler
ALLAH Teâlâ Kur´an´ın birçok yerinde kibiri ve mütekebbir olan her zorbayı zemmetmiştir.
Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım.(A´raf/146)

İşte ALLAH her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler.(Gafîr/35)
(Elçiler düşmanlarına karşı ALLAH´tan) zafer istediler ve her inatçı zorba perişan oldu.
(İbrahim/15)

Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar. Büyük bir azgınlıkla haddi aştılar;(Furkan/21)

Rabbiniz buyurdu ki: ´Bana dua edin! Duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler küçülmüş olarak cehenneme gireceklerdik.´(Gafîr/60) Hadîsler

Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan bir kimse cennete giremez. Hardal tanesi kadar kalbinde iman olan bir kimse de cehenneme girmez.3

Ebu Hüreyre´nin rivayet ettiği bir hadis-i kudsî de ALLAH şöyle buyurmuştur:
Kibriya benim ridâm, azamet benim izarımdır. Bu bakımdan kim bu iki sıfatta benimle ceddelleşirse, perva etmeksizin onu cehenneme atarım.

Ebu Seleme b. Abdurrahman şöyle anlatır: Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer Safa tepesinde bir araya geldiler. İkisi de durakladı. Amr´ın oğlu geçip gitti. Fakat İbn Ömer durarak ağladı. Yanındakiler şöyle sordu:

-Ey Ebu Abdurrahman! Seni ağlatan nedir?

Buna karşılık olarak, Amr´ın oğlu Abdullah´a işaret ederek dedi ki:
-Şu zat beni ağlattı. Şu adam Hz. Peygamber´in şöyle dediğini söylüyor: ´Kimin kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunursa ALLAH Teâlâ onu yüzüstü cehenneme atar´.4

Kul kendini beğenmek sûretiyle mütekebbirlerden yazılır. Böylece onlara isabet eden azap ona da isabet eder.5

Cimri, cebbar ve kötü ahlâklı olanlar cennete giremez.7

En kötü kul o kuldur ki cebreder, saldırır, en yüce olan Cebbar´ı unutur. En kötü kul, o kuldur ki gururlanır, zorbalık yapar ve yüce olan büyüğü (ALLAH´ı) unutur. En kötü kul, o kuldur ki, gafil olur da çürüyüp yok olacağı mezarı unutur. Ne kötü kuldur o kul ki saldırır zulmeder, başlangıcı ve sonucu unutur.7

Sabit´in anlattığına göre !Falan adamın kibri ne kadar da büyüktür?´ denilince, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´Acaba önünde ölüm yok mu?8

Abdullah b. Amr Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Nuh (a.s), sekerata girdiği zaman iki oğlunu yanına çağırdı ve şöyle dedi: "Ben size iki şey tavsiye ve sizi iki şeyden de nehyediyorum: Sizi ALLAH´a şerik koşmak ve kibirlenmekten nehyediyor, ´lâ ilâhe illâllah´ demeyi size tavsiye ediyorum. Çünkü eğer gökler ve yerler ve onlarda bulunan şeyler terazinin bir kefesine konsa, ´Lâ ilâhe illâhlah´ da diğer kefesine konsa, onun konduğu kefe daha ağır gelir. Eğer gökler, yerler ve onlarda bulunan varlıklar biraraya gelseler, ´Lâ ilâhe illâllah´ da onların üzerine bırakılsa muhakkak ´Lâ ilâhe illâllah´ onları kırar ve çökertir. Size ´SübhanALLAHi ve bihamdihi´ demeyi tavsiye ediyorum. Çünkü bu, herşeyin duasıdır ve herşey bununla rızıklanır".9

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: "Cennet o kimseye olsun ki ALLAH ona kitabını öğretmiş ve o da kitabı öğrendikten sonra mütekebbir olarak ölmemiştir´.

Cehennem ehli, her kaba ve çirkin sözlü, yürürken gururlanan, arkadaşlarına karşı büyüklük taslayan, hırsla mal toplayan, hakkı inkâr eden kimselerdir. Cennet ehli de yoksul ve zayıflardır.10

Bizim yanımızda en sevimliniz ve ahirette bize en yakınınız, ahlâkça güzel olanınızdır. Nezdimizde en nefret edileniniz ve bizden en uzak olanınız gevezelik yapanlar, alabildiğine avurtlarını doldurarak konuşanlar ve mağrur olanlardır.11

Ashab-ı Kirâm ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz Sersarûn ve Müteşeddikûn kelimelerinin mânâsını biliyoruz. Acaba mütefeyhekûn kimlerdir?´ deyince, cevap olarak şöyle buyurdu: ´Kibirlenenlerdir´.

Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kibirlenenler, kıyamet gününde paçavra gibi ayaklar altında haşrolunurlar! Ayaklar altında ezilirler. Sonra cehennemde Buleş denilen bir zindana atılırlar. Cehennem ateşi onları kıskıvrak yakalar. Onlar Habel çamurundan içerler. (Habel, cehennem ehlinin cesetlerinden akan sarı sudur).12

Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Cebbar olanlar ve kibirlenenler kıyamet gününde saçılmış zerreler hâlinde haşrolunur. Bunlar ALLAH´ın nezdinde zelil olduklarından dolayı insanlar tarafından çiğnenirler,13
Muhammed b. Vâsı14 der ki: Bilal b. Ebî Burde´nin huzuruna girdim ve kendisine ´Ey Bilâl! Babam babasından, o da Hz. Peygamber´den şu hadîsi rivayet etti´ dedim.

Cehennemde bir vâdi vardır. Onun adına hebheb denilir. Oraya mağrurları yerleştirmek ALLAH´ın hakkıdır.15

´O halde ey Bilâl! Sakın sen o vâdide durdurulacak kimselerden olmayasın!´
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Cehennemde bir köşk vardır. Mağrur insanları oraya tıkarlar ve kapısı onların üzerine kapatılır.16

Ey ALLAHım! Mütekebbirlerin şişirmesinden sana sığınıyorum.17

Kim üç şeyden uzak olduğu halde ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. O şeyler şunlardır: ´Kibir, borç ve başkasını aldatmaktır.18

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın hiç kimse bir müslümanı tahkir etmesin; zira müslümanların (mertebece) küçüğü bile, ALLAH katında büyüktür´.

Vehb şöyle der: ALLAH, Adn cennetini yarattığı zaman, onu temaşa etti ve şöyle buyurdu: ´Sen her mağrur insana haramsın!7

Ahnef b. Kay s, Mus´ab b. Zübeyir ile beraber, Mus´ab´ın yatağı üzerine otururlardı. Birgün Ahnef gelirken, Mus´ab ayaklarını uzatmış ve toparlanmamıştı. Bunun üzerine Ahnef, oturup Mus´ab´ın yüzüne baktı ve şöyle dedi: ´Ademoğluna şaşıyorum! İki defa sidiğin yolundan çıktığı halde nasıl mağrur oluyor!´

Hasan Basrî şöyle demiştir: ´Ademoğluna şaşmak gerek! Hergün bir veya iki defa eliyle pisliğini yıkıyor, sonra çıkıp göklerin (ve yerin) cebbârı olan ALLAH´a karşı baş kaldırıyor!´

Kendi canlarınızda da öyle (ALLAH´ın birliğini ve kudretini gösteren nice işaretler var). Hâlâ görmeyecek misiniz?(Zâriyat/21)

Bu ayet-i celîlenin tefsirinde ´o alâmet, büyük ve küçük taharetin yoludur´ denilmiştir.
Muhammed b. Ali b. Hüseyin demiştir ki: ´Müslüman bir kişinin kalbine kibirden bir şey girdi mi, ister az, ister çok olsun, o nisbette aklı azalır´.
Süleyman el-Fârisî´ye, beraberinde, sevabın fayda vermediği günahın ne olduğu sorulunca şöyle cevap verdi: ´Kibir!´
Numan b. Bişr19 minberde şöyle haykırdı: ´Muhakkak ki şeytanın oltaları ve ağları vardır. Muhakkak ki ALLAH´ın nimetleriyle kudurmak, ALLAH´ın vergisiyle böbürlenmek, ALLAH´ın kuluna karşı mağrur olmak, ALLAH´a değil de hevâ-i nefse tâbi olmak şeytanın oltasından ve ağlarındandır!´

ALLAH Teâlâ´dan dünya ve ahirette minnet ve keremiyle af ve âfiyet dileriz.

3)Müslim
4)İmam Ahmed, Beyhâkî
5)Tirmizî
6)Müslim, Buhârî
7)Tirmizî
8)Beyhakî
9)İmam Ahmed, Buhârî, Hâkim
10)Müslim, Buhârî
11)İmam Ahmed
12)Tirmizî
13)Bezzar
14)Tam adı Muhammed b. Vasil b. Cabir Ahnas´dır. Basralı olan bu zat, gü-
venilir bir âbiddir. H. 123 yılında vefat etmiştir.
15)Ebu Yâ´lâ, Taberânî, Hâkim
16)Beyhakî
17)İbn Mâce, Ebu Dâvud
18)Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
19) Tam adı Numan b. Bişr b. Sa´d b. Salebe el-Ensarî el-Hazrecî´dir. Hem kendisi hem de babası sahabîdir. Şam, daha sonra da Kûfe valiliğinde bu-lundu. 64 yaşında iken Humus´da öldürüldü.

 

 
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 02-18-2009, 16:59   #2
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevazu Ahlâkında Riyazet´in Son Noktası
Bu ahlâkın diğer ahlâklar gibi, ifrat ve tefrit olmak üzere iki tarafı, bir de mûtedil kısmı vardır. Fazlalığa kayan tarafına gelince, ona tekebbür adı verilir. Eksikliğe doğru kayan tarafına ise, hasislik ve zillet adı verilir. Mûtedil olanına ise tevazu adı verilir. Dinen övüleni, zillet ve hasislik olmadan tevazu göstermektir; zira işlerin ifrat ve tefrit taraflarının ikisi de kötüdür. İşlerin ALLAH katında en sevimlisi normal olanlarıdır. Bu bakımdan arkadaşlarının önüne geçen mütekebbirdir. Onlardan geri kalan mütevazidir. Yani birşeyi gerektiği gibi yapmış demektir.

Âlim kişinin huzuruna ayakkabı tamircisi girdiği zaman, yerinden kalkıp onu oturtursa, sonra o gittiğinde ayakkabısını düzeltirse, arkasından kapıya kadar giderse, hasislik ve zillet göstermiş olur. Böyle yapmak da güzel ve dinen övülen bir hareket değildir. ALLAH katında övülen şey adalettir. O da her hak sahibine hakkını olduğu gibi vermektir. Bu bakımdan bu şekilde akran ve emsaline ve derecesine yakın kimselere tevazu göstermesi uygundur.

Çarşıdaki bir esnafa karşı tevazu göstermeye gelince, bu ayağa kalkmak, konuşurken güler yüz göstermek, isteğine karşı şefkatli davranmak, dâvetine icabet etmek, ihtiyacına koşmak ve benzeri hareketlerle olur. Nefsini ondan hayırlı görmemek, onun için korktuğundan daha fazla nefsi için korkmakla olur, Bu bakımdan onu tahkir edip, küçük görmemelidir; zira onun sonunu bilmemektedir. Durum bu iken tevazu sahibi olmanın yolu şöyle yapmaktadır: Akran ve emsali olan kimselere ve kendisinden mertebece daha aşağıda bulunanlara karşı tevazu göstermelidir ki güzel âdetlerdeki dinen övülen tevazu, kendisine ağır gelmesin ve dolayısıyla gurur kendisinden uzaklaşsın! Eğer bu şekildeki tevazu kendisine kolay gelirse, o vakit tevazu ahlâkını elde etmiş sayılır. Eğer bu tür tevazu kendisine ağır gelir ve bunu zoraki bir şekilde yaparsa, mütevazi değil, tevazuyu zoraki bir şekilde nefsine tatbik etmiş sayılır. Gerçek ahlâk odur ki ağırlık olmaksızın ve düşünmeksizin kolaylıkla fiil o ahlâktan sâdır olur. Eğer tevazu, kendisini zillete düşürecek derecede kolay geliyorsa, dolayısıyla yağcılık ve hasislik yapıyorsa, tevazu´yu tefrite götürmüş demektir. O vakit nefsini bu zilletten yükseltmelidir; zira mü´min bir kimsenin nefsini zillete düşürme yetkisi yoktur. Bu zilletten kurtulmak için dosdoğru yoldan ibaret olan normal yola dönünceye kadar çaba sarfetmelidir. Bu ise, gerek tevazu ahlâkında ve gerekse diğer ahlâklarda çözülmesi pek güç olan bir durumdur. Normal dereceden tefrite doğru kaymak -ki ona temellük (yağcılık) denilir- tekebbür diye isimlendirilen ifrat tarafına kaymaktan daha kolaydır. Nitekim mal hususunda israf tarafına meyletmenin halk nez-dinde, cimrilik tarafına meyletmekten daha güzel olduğu gibi... Oysa israfın da, cimriliğin de sonucu kötüdür. Fakat biri daha fâhiştir. Aynen bunun gibi gururun sonu tefrit, zilletin sonu da ifrattır. Biri diğerinden daha çirkindir. Dinen övülen taraf ise adâlet ve emirleri gerektiği gibi yerli yerine koymak ve gereken yere gereken hükmü vermektir. Nitekim bu hem şer´an ve hem de âdetçe böyle bilinmektedir. Biz gurur ve tevazu ahlâklarının beyanında bu kadarıyla iktifâ edelim!
 
Alt 02-18-2009, 16:59   #3
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Giyinişte ve Yürüyüşte Gösterilen Kibir´in Zemmi Hadîsler

Kibirden ötürü eteğini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH Teâlâ nazar etmez (iltifat etmez)!20

Bir kişi elbisesine bürünüp sallana sallana gezerken nefsi kendisini ucb´a sevketti, dolayısıyle ALLAH onu yere batırdı. O, kıyamet gününe kadar yerde deprendikçe deprenir.21

Kim gururdan ötürü elbisesini yerde sürürse, kıyamet gününde ALLAH ona bakmaz (iltifat etmez)

Zeyd b. Eslem dedi ki: ´İbn Ömer´in yanına girdim. O esnada Abdullah b. Vâkıd22 sırtında yeni bir elbise olduğu halde İbn Ömer´in yanından geçti. İbn Ömer´in şöyle söylediğini işittim: Ey oğul! Elbiseni biraz yukarıya kaldır. Yerde sürüme! Zira ben Hz. Peygamber´in şöyle dediğini duydum: ´Mağrur olduğundan dolayı elbisesini yerde sürükleyen bir kimseye ALLAH bakmaz (iltifat et-mez)!´23

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) birgün avucuna tükürüp parmağıyla dokunarak şöyle buyurmuştur: ´ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ´Ey Âdemoğlu! Sen beni mağlûp etmek mi istiyorsun. Oysa ben seni bunun benzerinden yarattım. Sonra seni geliştirdim ve bu kıvama getirdim. O zaman sen nefsine aldanarak iki elbisenin içinde sallana sallana gezdin. Yer için bir ağırlık oldun. Mal topladın, hakları menettin. Ta ki can boğaza gelip da-yanıncaya kadar. Bu sefer de dedin ki: ´Malımı sadaka vereceğim!´ Oysa sadakanın zamanı geçti!´24

Ümmetim mağrur ve kendilerini beğenerek yürüdükleri, kendilerine Fars ve Rumlar hizmet ettikleri zaman, ALLAH onların bir kısmını diğer bir kısmına musallat kılar.25

İbn´ul-Arabî der ki: ´Hadîsin metninde geçen mutayta denen yürüyüş, içinde gurur ve kibir olan yürüyüş demektir´.

Kim nefsinde büyüklük taslar ve yürüyüşünde gururlanırsa ALLAH Teâlâ kendisinden nefret ettiği halde ALLAH´ın huzuruna varır.26

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Ebubekir el-Huzelî´den27 şöyle rivayet ediliyor: Biz Hasan´la beraber bulunduğumuz bir anda İbn´ul-Ethem28 yanımızdan geçerek mescidin maksuresine doğru yürüdü. Onun sırtında Haz (Deniz koyunu denilen hayvanın yünü) denilen maddeden do-kunmuş, bir kısmı diğer bir kısmının üzerine, baldırlarına kadar inen bir cübbe vardı. O, sağa sola sallana sallana yürüdüğü için abâsı açılıp kapanıyordu ve baldırları görünüyordu. O anda Hasan, ona baktı ve şöyle dedi: ´Öf! Öf! Ne de gururlu! Gururdan ötürü halktan yüzünü çeviriyor. Sağına soluna bakıyor. Ey Ahmak! Sen şükrü yapılmamış bir nimet içinde, o nimette ALLAH´ın emrini tutmadığın, o nimetten dolayı ALLAH´ın hakkını ödemediğin halde sağına soluna bakıyorsun. ALLAH´a yemin ederim, eğer sizden biriniz, deli bir kimsenin sallanması gibi sallanarak yürürse, onun âzalarının her birinde ALLAH´ın bir nimeti, şeytanın da bir payı vardır´.
İbn´ul-Ethem bu sözü işitti. Hasan Basrî´ye gelip özür talebinde bulundu. Hasan Basrî kendisine ´Benden özür dileme! Rabbine tevbe et! Sen ALLAH Teâlâ´nın şu emrini işitmedin mi?´ dedi.

(Kibirlilerin yaptığı gibi) insanlara yüzünün yanını çevirme ve yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü ALLAH büyüklük taslayan övüngeni sevmez. Yürüyüşünde mütevazi ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.(Lokman/18-19)

Hasan Basrî´nin yanından güzel giyimli bir genç geçti. Hasan o genci çağırıp kendisine dedi ki: ´Ademoğlu gençliğine mağrur olup gösterişi sever. Toprağın senin bedenini örttüğünü, amelinle karşı karşıya geldiğini düşün! Rahmet olasıca! Kalbini tedavi et! Zira ALLAH Teâlâ´nın kullarından isteği, kalplerini ıslah etmeleridir´.

Rivayet ediliyor ki Ömer b. Abdülaziz, halife olmadan önce hacca gitti. Mağrur mağrur yürürken Tavus kendisine baktı. Onun sırtına dokunarak şöyle dedi: ´Senin bu yürüyüşün; midesi pislikle dolu olan bir kimseye yakışmaz´. Bunun üzerine Ömer, özür dileyen bir kimse gibi dedi ki: ´Ey amca! Bu yürüyüşü öğreninceye kadar, bu yürüyüşten dolayı benim bütün âzalarım döğüldü´.

Muhammed b. Vâsıl mağrur davranan oğlunu gördü. Yanına çağırıp dedi ki: ´Sen kim olduğunu biliyor musun? Dikkatli ol! Senin anneni iki yüz dirheme satın aldım. Babana gelince ALLAH onun gibisini müslümanlar (arasında) çoğaltmasın!´

İbn Ömer, izarını yerlerde sürüyen bir kişiyi görünce şöyle demiştir: ´Muhakkak şeytanın kardeşleri vardır!´ Bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti.

Rivayet ediliyor ki, Mutarrıf b. Abdillah, el-Muhelleb´i29 Haz denilen maddeden yapılan cübbesine bürünmüş mağrur mağrur yürürken görünce ona şöyle seslendi: ´Ey ALLAH´ın kulu! Bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki ALLAH da, ALLAH´ın Rasûlü de ondan nefret eder´. Muhelleb ´Herhalde beni tanıyamadın!´ dedi. Mutarrıf ´Evet seni tanıyorum! Senin başlangıcın bir damla menidir. Sonun da çirkin bir leştir. Sen de bu iki tarafın arasında pisliği yüklenen birisin!´ diye karşılık verdi. Bu sert çıkışın karşısında Muhelleb, mağrur yürüyüşünü terketti.

Mücahid ´Sonra da böbürlene böbürlene ehline gitti!´ (Kıyâmet/33) ayetinin tefsirinde ´gururlana gururlana ehline gitti demektir´ dedi.

Biz kibir ve gururun zemmini zikrettik; şimdi tevazu´nun fazi-letini zikredeceğiz. ALLAH en doğrusunu bilir.

________________________

20)Müslim, Buhârî
21)Müslim, Buhârî
22)Tam adı Abdullah b. Vâkıd b. Abdullah b. Ömer b. Hattâb´dır. Bu zat
Medineli ve makbul bir zattır. H. 19´da vefat etmiştir.
23)Müslim
24)İbn Mâce, Hâkim
25)Tirmizî
26)İmam Ahmed, Taberânî, Hâkim
27)Tam adı Ebu Bekr Selmâ b. Abdullah b. Selmâ´dır. Hüzel kabilesinden
olan bu zat Basralıdır. H. 67 senesinde vefat etmiştir.
28)Bu tâbir mutlak olarak zikredildiği zaman şerefli, şair, beliğ, hatîb sahâbî Amr b. Edhem´e hamledilir. Fakat Hasan Basrî´nin bir sahabîye böyle demesi uzaktır. Zâhir olan şudur ki; bu söz, yeğenlerinden birine; ya Şeybe b. Sa´d´a, ya Müdmil b. Hakan´a veya Hâlid b. Safvan´a aittir. (İthaf´us-Saade,VIII/349)
29)Tam adı Muhelleb b. Ebî Safra Azlim b. Şurak el-Ezde´dir. Meşhur idare-
cilerdendir.

 
Alt 02-18-2009, 17:01   #4
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Tevazu´nun Fazileti

Hadîsler

Affetmekten dolayı ALLAH Teâlâ, kulunu izzet yönünden yükseltir. Hiçbir kul yoktur ki ALLAH için tevazu göstersin de ALLAH onu yüceltmesin!30

Hiçbir kul yoktur ki, onunla beraber iki melek bulunmasın! O kulun ağzında (manevî) bir gem vardır. Melekler onu o gemle zaptetmektedirler. Eğer kul nefsini yüceltirse o gemi, ikisi birden çekerler. Sonra derler ki: ´Ey ALLAHım! Onu alçalt!´ Eğer mütevazi olursa, şöyle dua ederler: ´Ey ALLAHım! Onu yücelt!31

Cennet o kimseye olsun ki zillet ve meskenet olmaksızın tevazu gösterir. Helâlinden kazandığı malını infak eder. Zillet ve meskenet ehline merhamette bulunur, Fıkıh ve hikmet ehliyle haşır-neşir olur.32

Ebu Seleme el-Medinî, babasından, o da babasından rivayet ediyor. Hz. Peygamber (s,a) Kuba´da, oruçlu olduğu halde yanımızda bulunuyordu. Biz iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt ge-tirdik. O sütün içine biraz da bal koyduk. Sütü tattığı zaman balın tadını hissetti ve şöyle dedi: ´Bu nedir? Biz ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Süte biraz bal karıştırdık!´ dedik. Bunun üzerine süt bardağını elinden yere koyarak şöyle buyurdu:

Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini haram kılmıyorum. (Fakat) kim ALLAH için tevazu gösterirse, ALLAH onu yüceltir. Kim gururlanırsa, ALLAH onu alçaltır. Kim tutumlu hareket ederse, ALLAH onu zengin eder. Kim israf ederse ALLAH onu fakir eder. Kim ALLAH´ı daha çok zikrederse, ALLAH onu sever.33

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) evinde birkaç ashabıyla beraber yemek yerken bir dilenci kapıya geldi. Dilencide bir ak-saklık vardı. Hz. Peygamber, onun içeriye girmesine izin verdi. İçeri girince Hz. Peygamber (s.a) onu dizine oturttu. Sonra kendisine yemesini söyledi. Kureyş´ten bir kişi bundan alınarak sıkıldı. Bilâhare o kişi, o dilenci gibi topal olduktan sonra öldü.34

RABBİM beni kul ve rasûl olmak veya sultan ve nebî35 olmak arasında serbest bıraktı. Ben hangisini seçeceğimde mütereddit kaldım, başımı dostum Cebrail´e (a.s) doğru kaldırıp bakınca bana ´Rabbine karşı mütevazi ol!´ dedi. Bunun üzerine ´Kul ve Rasûl olmayı istiyorum!´ dedim.36

ALLAH Teâlâ, Musa´ya (a.s) vahiy gönderip şöyle buyurmuştur: ´Ben ancak benim azametime tevazu gösteren, mahlûklarıma karşı büyüklük taslamayan, kalbine korkumu yerleştiren, gününü zikrimle geçiren, benim için nefsini şehvetlerden koruyan kimsenin namazını kabul ederim´.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kerem, takva demektir. Şeref, tevazu demek, yakîn ise zenginlik demektir.37

Mesih İsa (a.s) şöyle demiştir: ´Ne mutlu dünyada mütevazi olanlara... Onlar kıyamette minberlerin sahipleridirler. Ne mutlu dünyada insanların arasını bulanlara... Onlar kıyamet gününde Firdevs´i elde ederler... Ne mutlu dünyada kalplerini pâk edenlere... ALLAH Teâlâ kıyamette onlara lûtuf ve merhametiyle bakar.
ALLAH Teâlâ bir kulu İslâm dinine hidayet ettiği, suretini güzelleştirdiği, kendisini ayıp sayılmayan bir yerde yerleştirdiği ve bununla beraber kendisine tevazu´yu rızık olarak verdiği zaman, bu kul ALLAH´ın seçtiği (kimseler)dendir.38

Dört haslet vardır. ALLAH onları sevdiği kimseye verir: Birincisi sükûttur. Sükût ibâdetin evvelidir, İkincisi ALLAH´a tevekkül etmektir. Üçüncüsü tevazudur. Dördüncüsü ise dünya hakkında zühddür.39

İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamber´in şöyle dediğini rivayet ediyor:
Kul tevazu gösterdiği zaman ALLAH onu yedinci göğe yüceltir.40

Tevazu, kulu yücelik yönünden geliştirir. Bu bakımdan siz tevazu gösteriniz ki ALLAH size rahmet etsin!41

Hz. Peygamber (s.a) yemek yiyordu. Bu arada siyah, yüzü çiçekli ve çiçekleri kabuk tutmuş bir kişi çıkageldi. Adam kimin yanına otursa, o adam onun yanından kalkıp uzaklaşıyordu. Hz. Peygamber onu yanına oturttu.42

Kişinin aile efradının ihtiyacını gidermesi ve nefsinden de kibri defetmesi benim hoşuma gider.43

Birgün ashabına şöyle buyurmuştur: ´Ne oluyor ki sizin üzerinizde ibâdetin halâvetini görmüyorum?´ Ashab-ı kirâm İbâdetin halâveti nedir?´ deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ´Tevazudur´.44

Benim ümmetimden mütevazi kimseleri gördüğünüz za-man, onlara tevazu gösteriniz. Mütekebbirleri gördüğünüz zaman onlara karşı kibirleniniz. Çünkü böyle yapmanız, onlar için zillettir.45

Ashab´ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Kul, ALLAH için tevazu gösterdiğinde ALLAH onun hikmetini artırır, vekili bulunan melek şöyle der: ´Yücel! ALLAH seni yüceltsin!´ Gururlandığı ve haddini aştığında ise, ALLAH onu yere batırırcasına alçaltır ve melek ona der ki: ´Alçal! ALLAH seni alçaltsın!´ Bu kimse nefsinde büyük, halkın gözünde küçüktür. Hatta bu kimse halkın gözünde, domuzdan daha hakirdir!"

Cüreyr b. Abdullah el-Bücelî şöyle anlatıyor: Bir ağacın altında ekmek dağarcığını kendisine gölge yapıp yatan bir kişi vardı. Güneş dağarcığı geçmişti. Bunun üzerine ben dağarcığı onun üzerine örttüm. Sonra kişi uyandı. Baktım ki o kişi, Hz. Peygamber´in ashabından Selman-ı Fârisî´dir. Ben ona yaptığımı söyledim. Bana nasihat olarak şunu söyledi: ´Ey Cüreyr! Dünyada ALLAH için tevazu göster! Çünkü dünyada ALLAH için mütevazi olan bir kimseyi ALLAH kıyamet gününde yüceltir! Ey Cüreyr! Kıyamet gününde ateşin zulmetinin ne olduğunu biliyor musun? O, insanların dünyada bazısının bazısına yapmış olduğu zulümdür!´46

Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir: ´Muhakkak sizler, ibâdetin en üs-tünü olan tevazudan gafil bulunuyorsunuz!´

Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: ´Takvanın azı, ibâdetin çoğunun yerine geçer. Tevâzunun azı, fazla gayretin yerine geçer´.

Kendisine tevazunun mânâsı sorulduğunda, Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Tevazu demek, senin hakka karşı alçalman ve hakkı kabul etmen demektir. Eğer hakkı bir çocuktan veya insanların en cahilinden dinlesen bile kabul etmelisin!´

İbn Mübarek şöyle demiştir: ´Tevazunun başı dünya nimetinde senden aşağıda olanın yanında nefsini alçaltmandır. Böyle yapmakla dünyalığından ötürü bu zata herhangi bir üstünlüğün olmadığını bilmiş olursun. Dünyalıkta senden üstün olana karşı nefsini yüceltmendir ki onun dünyasından ötürü sana bir üstünlüğü olmadığını öğrenmiş olasın!´

Katâde şöyle demiştir: ´Kime mal veya güzellik veya elbise veya ilim verilirse, o da bu hususta tevazu göstermezse bu nimet, kıyamet gününde onun için vebâl olur´.

ALLAH Teâlâ, Hz. İsa´ya şöyle vahiy gönderdi: ´Seni herhangi bir nimetle nimetlendirdiğim zaman o nimeti tevazu göstermek suretiyle karşıla! Bu takdirde o nimeti senin için tamamlarım!´

Kâ´b şöyle der: ´ALLAH (c.c) dünyada bir kuluna herhangi bir nimeti ihsan eder, o kul da o nimetten dolayı ALLAH´a teşekkür eder, o nimetten dolayı ALLAH´a karşı tevazu gösterirse, muhakkak ALLAH ona, dünyada o nimetin faydasını gösterir, ahirette o nimetten ötürü derecesini yüceltir. ALLAH Teâlâ dünyada bir kuluna, herhangi bir nimeti ihsan ettiği halde, o kul o nimetin şükrünü edâ etmez ve ondan ötürü ALLAH´a karşı tevazu göstermezse, ALLAH Teâlâ dünyada onun faydasını o kuldan menettiği gibi, ona cehennemden bir pencere açar. Dilerse ona azap eder, dilerse azabından vazgeçer.

Abdülmelik b. Mervan´a şöyle denildi: ´Kim daha fazla faziletlidir?´ Abdülmelik ´Gücü ve kuvveti olduğu halde tevazu gösteren isteği olduğu halde dünyaya karşı zâhidlikte bulunan, muktedir olduğu halde nefsinin yardımını terkeden kişi´ diye cevap verdi.
İbn Semmak, Harun Reşid´in huzuruna girip şöyle dedi:

-Ey mü´minlerin emîri! Şerefinin içinde gösterdiğin tevazu senin için şerefinden daha şereflidir.

-Senin sözlerin ne kadar da güzel!

-Ey mü´minlerin emîri! ALLAH´ın yaradılışında bir güzellik,nesebinde bir şeref, malda genişlik ihsan ettiği kişi, güzelliğinde hafif davranır, malından muhtaçlara yardımda bulunursa, o kimse ALLAH divanında, ALLAH´ın hâlis velîlerinden yazılır.
Bunun üzerine Hârun Reşid bir kâlem ile kâğıt istedi ve bunu eliyle yazdı.
Süleyman b. Dâvud (a.s) sabahleyin dışarıya çıktığı zaman zenginlerin ve eşrafın yüzüne baka baka yanlarından geçer, fakirlere gelirdi. Onlarla beraber oturur ve şöyle derdi: ´Fakir (kendi nefsini kastediyor) fakirlerle beraberdir´.

Biri şöyle demiştir: ´Nasıl ki zenginlerin seni kirli elbiselerle görmelerini istemiyorsan, fakirlerin de seni lüks elbiseler içerisinde görmesini isteme!´
Yunus b, Abîd, Eyyub es-Sahtıyanî ve Hasan Basrî bir araya gelip tevazu meselesini müzakere ettiler. Hasan onlara dedi ki: Tevazu´nun ne olduğunu bilir misiniz? Tevazu senin evinden çıktığında rastladığın her müslümanın senden üstün olduğunu düşünmendir´.
Mücâhid de şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Nuh´un kavmini (Tûfan´da) boğduğu zaman, dağlar yükseldi.47 Ancak Cûdi dağı alçaldı ve tevazu gösterdi. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ onu dağların üzerine çıkardı ve Nuh´un gemisinin onun üzerinde durmasını kararlaştırdı´.
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´ALLAH Teâlâ, Âdemoğullarının kalbine muttali oldu. Musa´nın kalbinden -tevazu yönünden- daha kuvvetli bir kalbe rastlamadı ve bundan dolayı da insanlar arasında Musa´yı kendisiyle konuşma şerefine yükseltti´.

Yunus b. Ubeyd Arafat´tan döndüğü zaman şöyle demiştir: "Ben ALLAH´ın hacılara merhamet etmesinden -eğer ben hacılarla beraber olmasaydım- şüphe etmezdim. Korkuyorum ki hacılar benden ötürü rahmetten mahrum olmuş olsunlar´.

Deniliyor ki: ´Mü´minin ALLAH katında en yüce olduğu an, nefsinin katında en alçak bulunduğu andır. ALLAH katında en alçak bulunduğu an da nefsinin yanında en yüce bulunduğu andır´.

Ziyad b. Abdullah en-Nemrî dedi ki: ´Tevazuu olmayan zâhid meyvesiz ağaç gibidir!´
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: "Eğer caminin kapısında dellal ´(Ey camidekiler!) Sizin en kötü olanınız dışarıya çıksın!´ diye bağırsaydı, yemin olsun, benden önce kapıya çıkan olmayacaktı.

Ancak benden daha güçlü ve çabuk olduğu için, benden önce dışarı çıkan kişi müstesna!"
Bu söz, İbn Mübarek´in kulağına gittiği zaman şöyle dedi: ´Mâlik, bu mârifetiyle Mâlik olmuştur´.

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ´Riyaseti seven bir kimse ebediyyen iflâh olmaz!´
Musa b. Asım şöyle demiştir: "Bizim yanımızda deprem oldu ve kırmızı rüzgâr (âfet) esti. Muhammed b. Mukatil´e gittim ve dedim ki: ´Ey Ebu Abdullâh! Sen bizim imamımızsm! Bizim için ALLAH´a yalvar!´ Bunun üzerine ağlayarak şöyle dedi: ´Keşke sizin helâk olmanızın sebebi ben olmasaydım (bu bana yeterdi)´.

Bunun üzerine Hz. Peygamber´i rüyamda gördüm. Bana şöyle dedi: ´Muhakkak ALLAH, Muhammed b. Mukatil´in duası himmetiyle sizden bu felâketi kaldırdı!´

Bir kişi Şiblî´ye geldi, Şiblî kendisine dedi ki: ´Sen necisin?´ (Böyle sormak Şiblî´nin âdetiydi ve bunun mânâsı ´senin halin nedir´ demektir). Adam, Şiblî´ye cevap olarak şöyle dedi: ´Ben, B har-finin altındaki noktayım´. Bunun üzerine Şiblî ona ´ALLAH senin şahidini helâk etti. Sen nefsine bir kıymet mi veriyorsun?´ dedi.

Şiblî konuşmalarının birinde dedi ki: ´Benim zilletim yahudinin zilletini muattal kıldı!´
Deniliyor ki: ´Nefsine kıymet verenin tevazudan nasibi yoktur!´
Ebu Fetih b. Şahref den şöyle rivayet ediliyor: ´Rüyamda Ali b. Ebî Talib´i gördüm. Ona ´Ya Ebu Hasan! Bana nasihatta bulun!´ dedim. Dedi ki: ´Fakirlerin meclislerinde zenginlere tevazu ne güzel yakışır! Eğer bunu ALLAH´ın sevabına nail olmak için yapıyorlarsa..´

Bundan daha güzeli ALLAH´a güvenerek zenginlere karşı fakirlerin böbürlenmesidir.
Ebu Süleyman ed-Dâranî şöyle demiştir: ´Kul nefsini bilmedikçe mütevazi olamaz!´
Ebu Yezid şöyle demiştir: ´Kul, halk arasında kendisinden daha şerli bir kimsenin bulunduğunu sandıkça mütekebbirdir´. Bunun üzerine Ebu Yezid´e denildi ki: ´O halde, kul ne zaman mütevazi olabilir?´ Ebu Yezid şöyle cevap verdi: ´Kendine bir makam ve değer vermediği zaman. Çünkü rabbini ve nefsini bilmesi nisbetinde insanlar tevazu gösterdiği zaman mütevazi sayılır´.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ´Eğer bütün insanlar beni kendi kendimi düşürdüğüm gibi düşürmek hususunda birleşse buna güçleri yetmez´.

İrve b. Verd şöyle demiştir: Tevazu, şerefin tuzaklarından biridir. Her nimetten ötürü, o nimetin sahibine hased edilir. Ancak tevazu nimeti bunun dışındadır´.

Yahya b. Hâlid el-Bermekî dedi ki: ´Şerefli bir insan ibâdet yaptığı zaman tevazu gösterir. Alçak bir insan ibâdet yaptığı za-man büyür, gururlanır!´
Yahya b. Muaz ´Malıyla sana karşı kibirlenenlere karşı kibirlenmen tevazunun ta kendisidir!´ dedi.

Deniliyor ki: ´Tevazu, bütün insanlarda güzeldir. Fakat zenginlerde daha güzeldir. Kibir bütün insanlarda çirkindir. Fakat fakirlerde daha çirkindir!´

Deniliyor ki: ´Ancak ALLAH´a karşı zelilliğini kabullenen bir kimse için izzet vardır. ALLAH´a karşı tevazu gösteren için yücelik, ALLAH´tan korkan için emniyet, ALLAH´ın azabından nefsini satın alıp kurtaran için kâr etmek sözkonusudur´.

Ebu Ali el-Cüzcânî (Cürcânî değil) dedi ki: ´Nefis kibir, hırs ve hasedle yoğrulmuştur. Bu bakımdan ALLAH kimin helâk olmasını irade ederse, ondan tevazu, nasihat ve kanaati meneder. ALLAH Teâlâ bir kimseye hayrı irade ederse, bu hususta ona lütûfta bulu-nur´.
O halde, kişinin nefsinde kibrin ateşi alevlendiği zaman tevâzu ona yetişir. ALLAH´ın yardımıyla onu söndürür, kişinin nefsinde hasedin ateşi alevlendiği zaman ALLAH´ın tevfikiyle nasihat ona yetişip onu durdurur, kişinin nefsinde hırs ateşi alevlendiği zaman, ALLAH´ın yardımıyla beraber kanaat ona yetişir (ve söndürür).

Cüneyd-i Bağdâdî´den rivayet edildiğine göre meclisinde bir cum´a günü şöyle dedi: Eğer bana Hz. Peygamber´den şöyle dediği rivayet edilmeseydi sizin için konuşmazdım:

Zamanın sonunda, kavmin önderi en rezilleri olacaktır.48

Yine Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: ´Tevhid ehlinin katında, tevazu, tekebbürdür´.
Umulur ki bu sözden gayesi şudur: Tevazu göstermek suretiyle, kişi nefsini isbatlar, sonra düşürür. Muvahhid bir kimse ise, ne nefsini isbatlar, ne onu birşey olarak görür, ne de onu düşürmeye ve yüceltmeye hasret duyar!

Amr b. Şeybe´den şöyle rivayet ediliyor: Ben Mekke´de, Safâ ile Merve arasında bulunuyordum. Bir katıra binmiş, önünde hizmetçiler olan bir kişi gördüm. Baktım ki onlar halkı şiddetle uzaklaştırıyorlar. Bir zaman sonra tekrar dönüp Bağdad´a geldim. Köprünün üzerinde iken baktım yalınayak, başı kabak, saçları upuzun bir kişi yanıma geldi. Dikkatle onu süzdüm ve tedkik ettim. O bana ´Sana ne oldu ki beni böyle dikkatle izliyorsun?´ deyince, ben cevap olarak dedim ki: ´Seni Mekke´de gördüğüm bir kişiye benzettim de ondan...´ Bunun üzerine ben ona Mekke´de gördüğüm kişinin sıfatlarını saydım. O bana ´Ben o kişiyim!´ dedi. Ona ´ALLAH sana ne yaptı (ki bu hale gelmişsin?)´ dedim. Dedi ki: ´Halkın te-vazu gösterdiği bir yerde yücelik tasladım. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ da halkın yüceldiği bir yerde (başkent Bağdad´ı kasdediyor) beni alçalttı´.

Muğîre b. Müslim dedi ki: ´Biz emirlerimizi tâzim ettiğimiz gibi, İbrahim en-Nehâî´yi de tâzim eder ve kendisinden korkardık. O şöyle derdi: ´Benim Kûfe´nin fakîhi olduğum şu zaman, ne kötü zamandır!´

Atâ es-Sülemî, gök gürültüsünü duyduğu zaman yerinden kalkar, otururdu. Sanki doğum sancıları çeken bir kadın gibi karnını tutar ve derdi ki: ´Bu yıldırımlar benim hatamdan dolayı size isabet ediyor! Keşke Atâ ölseydi de insanlar rahat etseydi!´

Bişr el-Hafî şöyle demiştir: ´Dünya âşıklarına selâm vermemek suretiyle onları selâmette bırakınız!´ Yani onlara selâm vermemek, sizin için, selâm vermekten daha selâmetlidir.
Bir kişi, Abdullah b. Mübarek için dua etti ve dedi ki: ´Sen neyi umarsan ALLAH onu sana versin!´ Bunun üzerine İbn Mübârek o

kişiye dedi ki: ´Ummak, mârifetten sonra olur! Mârifet bende ne gezer!´
Kureyşlilerden bir cemaat, günün birinde Selman-ı Fârisî´nin yanında övündüler. Selman şöyle dedi: Takat ben necis bir damla sudan yaratıldım. Sonra iğrenç bir leşe dönüşeceğim. Sonra mizana geleceğim, Eğer mizanım ağır basarsa ben şerefliyim. Eğer hafif olursa ben alçak ve kötüyümdür.´

Ebubekir Sıddîk (r.a) şöyle demiştir: ´Biz keremi takvada, zen-ginliği yakînde ve şerefi tevazuda bulduk!7

Kerîm olan ALLAH´tan hüsnü tevfîkini talep ederiz!

____________________

30)Müslim
31)Ukaylî, Zuafâ; Beyhakî, Şuab´ul-İman
32)Begavî, İbn Kaniğ ve Taberî
33)Bezzar
34)Irâkî bu hadisin aslına rastlamadığını söylemektedir.
35)Rasûl, kendisine müstakil şeriat verilen peygamber demektir. Başka bir
tâbirle Rasûl, ümmet sahibi peygamber demektir. Nebî ise müstakil bir
şeriata sahip değildir, kendisinden önceki peygamberin şeriatıyla amel eder.
Hz. Dâvud´un, Hz. Musa´nın (a.s) şeriatıyla amel ettiği gibi.
36)Ebu Yâ´lâ, (Hz. Aişe´den); Taberânî, (İbn Abbas´tan)
37)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak)
38)Taberânî, (mevkuf olarak)
39)Taberânî ve Hâkim
40)Beyhakî
41)İsfehanî, Terğib ve Terhib
42)Irâkî, hadîsi bu şekilde görmediğini kaydeder. Ancak Ebu Dâvud ve
Tirmizî Hz. Peygamber´in cüzzamlı bir kimse ile oturup yemek yediğini belirten bir hadîs rivayet etmişlerdir.
43)Hadîs-i Garib´dir.
44)Hadîs-i Garib´dir.
45)Hadîs-i Garib´dir.
46)Ebu Nuaym, Hilye
47) Yani her biri peygamberin ve mü´minlerin kendi üzerinde durmalarını istedi, ancak Musul´un yakınında bulunan Cûdî dağı böyle bir şerefe kendisinde liyakat görmediğinden o şerefe nâil oldu.
48) Tirmizî, (Ebu Hüreyre´den)
 
Alt 02-18-2009, 17:03   #5
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kibir´in Hakikati ve Afetleri

Kibir, zâhir ve bâtın diye iki kısma ayrılır. Bâtınî kibir, nefiste yaratılmış bir ahlâktan ibarettir. Zâhirî kibir ise, âzalardan çıkan hareketlerdir. Bâtınî ahlâka kibir ismini vermek daha uygundur. Zâhirî hareketler ise, o bâtınî ahlâkın meyveleridir. Kibir, o hareketleri gerektirir. Bunun için kibir âzalarda ortaya çıktığı zaman denir ki; ´filân adam kibirlendi´. Ortaya çıkmadığı zaman denir ki ´Nefsinde kibir vardır´. Bu bakımdan asıl olan nefisteki ahlâktır. O da nefsini, kendisine karşı gururlandığı kimseden üstün görmeye meyledip yönelmek demektir; zira kibir, kendisine karşı kibir taslayan kimseyi ve kibir âfetini gerektirir. Böylece ileride geleceği gibi kibir, ucubtan ayrılır; zira ucub, ucba kapılanın gayrisini gerektirmez. Eğer insandan başka hiçbir şey yaratılmamış ise, o in-sanın ucba kapılması düşünülebilir. Fakat bu takdirde mütekebbir olması düşünülemez. Ancak başkasıyla beraber olursa ve kemâl sıfatlarında nefsini onun üstünde görürse mütekebbir olabilir. Mütekebbir olmak için nefsini büyük sanması kâfi gelmez; zira kişi bazen nefsini büyük görür, fakat başkasını nefsinden daha büyük veya nefsine eşit görür:

Bu bakımdan ona karşı gururlanmaz. Başkasını hakir sanması da kibirli olmasını gerektirmez. Çünkü bununla beraber başkasını nefsinin dengi olarak görürse kibirlenmez. Mütekebbir olması için nefsine bir makam, başkasına da başka bir makam görmesi, sonra nefsinin makamını başkasının makamından üstün sayması gereklidir. Bu üç şey tahakkuk ettiği anda insanoğlunda kibir ahlâkı oluşur.

Bunun mânâsı ´Böyle görmek kibri yok eder´ demek değildir. Aksine bu görgü ile bu inanç artar. İnsanın kalbinde bir hazırlanma, bir sarsıntı, bir sevinç ve inandığına yönelme meydana gelir. Bundan dolayı da nefsinde azizleşir. İşte bu izzet, bu sarsıntı ve inanca olan bu yöneliş kibir ahlâkıdır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben azametin üfürüşünden sana sığınırım.49

Hz. Ömer de şöyle demiştir: ´Senin, Süreyya yıldızına varacak kadar şişmenden korktum´. Bu sözü sabah namazından sonra vaaz vermek için izin isteyen kişiye söylemiştir.
Sanki insan, nefsini bu gözle gördüğü zaman büyür, şişer, galip olduğunu düşünür. Bu bakımdan kibir, inançlardan doğup nefiste oluşan durumdan ibarettir. Buna aynı zamanda ´izzet ve taazzum´ da denir.

İbn Abbas ´Kendilerine (ALLAH´tan) gelmiş bir delil olmaksızın ALLAH´ın ayetlerini inkâr edenlerin kalplerinde ancak tekebbür var. Onlar, o tasarladıkları büyüklüğe asla eremiyeceklerdir´ (Mü´min/56) ayetinin tefsirinde ´O bir büyüklüktür ki onlar ona yetişemezler´ demiştir

Görüldüğü gibi İbn Abbas, kibri, azamet´le tefsir etmiştir. Sonra bu ´izzet taslamanın´ meyveleri zâhirde ve bâtında birtakım amellerin olmasını gerektirir. Buna da ´kibir´ ismi verilir. Çünkü ne zaman yanında kıymeti başkasına nisbeten artarsa, kendi altındakini tahkir eder, alaya alır. Onu nefsinden uzaklaştırır. Onunla oturmaya tenezzül etmez. Onunla yemeye yanaşmaz. Eğer gururlanması daha fazla kabarırsa, o kimsenin huzurunda elpençe divan durmasını ister.

Eğer bundan daha şiddetli ise, onu çalıştırmaktan bile kaçınır. Huzurunda durmasını bile lâyık görmez. Eşiğinde hizmet etmesini uygun görmez. Eğer bundan da aşağı ise onunla aynı yere gelmekten kaçınır. Yolun dar yerlerinde onun önüne geçmek ister. Mahfellerde onun üstünde oturmak ister. Onun kendisine selâm vermesini bekler. İhtiyaçlarının yerine getirilmesi hususunda onun kusur edeceğini uzak bir ihtimal sayar. Böyle bir durum vâki
olursa hayret eder. Eğer o kendisiyle mücadele ederse veya münazaraya davet ederse, ona cevap vermeye bile tenezzül etmez. Eğer vaaz ederse, kabul etmekten kaçınır. Eğer kendisi ona vaaz ederse şiddetle hareket eder. Eğer adam kendisine cevap verirse, cevabından öfkelenir. Eğer öğretirse, öğrencilere şefkat göstermez. Onları zelil sayar, kovar. Onlara karşı minnet gösterir. Onlardan hizmet bekler. Halk tabakasına, merkeplere bakıyormuş gibi bakar. Bunu da onları cahil ve hakir sayması sebebiyle yapar.

Kibirden kaynaklanan amel ve hareketler pek çoktur, sayılamayacak kadar fazladır. Bu bakımdan onları teker teker saymaya gerek yoktur. Çünkü onlar meşhur hareketlerdir. İşte kibir budur. Kibrin âfeti büyük gailesi korkunçtur, kibir konusunda halkın havass tabakası bile helâk olmuştur. Âbidler, zâhid ve âlimler bile çok az kibirden kurtulurlar. Halk tabakası nasıl kurtulacaktır? Kibrin âfeti nasıl büyük olmasın? Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kalbinde zerre kadar kibir olan bir kimse cennete giremez!

Kibir, kul ile diğer müslümanların arasına bir perde gibi gerildiğindendir ki cennete girmeye perde olur! Cennetin kapıları güzel ahlâktır. Kibir ve nefsi büyük görme, bütün o kapıları kapatır. Çünkü mağrur bir insanda zerre kadar büyüklük oldu mu kendi nefsine sevip istediğini mü´minlere istemeye muktedir olamaz. Muttakîlerin ahlâkının başı olan tevazuya, kalbinde zerre kadar gurur bulunan kimse güç yetiremez. Yine kalbinde gurur bulunduğu takdirde kindarlığı terketmeye muktedir olamaz. Kalbinde gurur oldu mu doğruluğa devam etmeye, öfkeyi terketmeye, öfkesini yutmaya muktedir olamaz. Hasedi terketmek, güzel nasihatta bulunmak, nasihati kabullenmek, halkla istihza etmek ve halkın gıybetinde bulunmaktan kurtulmak da -eğer kalbinde gurur varsa- mümkün değildir. Bu hususu uzatmak mânâsızdır. Bu bakımdan büyüklük taslayan ve kibirlenen bir kimse kibrini korumak için o kötü huylara muhtaçtır. Kibrinin elinden gitmesinden korkarak güzel huyları edinmekten uzak durur.
İşte bu hikmetten dolayı kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez. Kötü ahlâkların biri diğerini getirir. Bazısı şüphesiz diğer bir kısmını çağırır. Kibrin en şerli çeşidi ilimden istifade etmekten, hakkı kabullenmekten ve hakka itaat etmekten insanı alıkoyan kısmıdır, kibir hususunda birçok ayet vârid

olmuştur ki o ayetlerde, hem kibrin, hem de kibirlenenlerin zemmi vardır.

Ayetler

O zâlimlere ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış ´Haydi canlarınızı verin, ALLAH´a karşı hak olmayanı söylemiş olduğunuz ve ALLAH´ın ayetlerine büyüklük tasladığınız için bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız´ (derken) onların hâlini bir görsen!(En´âm/93)

´Girin cehennemin kapılarından! Ebediyyen kalmak üzere... İşte bak! Büyüklük taslayanların yeri ne kötüymüş´ denildi.(Zümer/72)

Sonra ALLAH Teâlâ haber verdi ki cehennem ehlinin, azap yönünden en şiddetlisi, ALLAH´a karşı en şiddetli şekilde mütekebbir olanıdır.

Sonra her milletten Rahmân´a karşı en fazla karşı geleni ayıracağız.(Meryem/69)

Ama âhirete iman etmeyenlerin kalpleri inkârcıdır, onlar büyüklük taslarlar.(Nahl/22)

Sen, o zâlimleri, rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbir-lerine söz atarken bir görsen! Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara ´Siz olmasaydınız muhakkak biz iman eder-dik!´ derler.(Sebe/31)

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.(Gafir/60)

Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım.
(A´raf/146)

Bu ayetin tefsiri hakkında şöyle denilmiştir: ´Kur´an´ı anlamayı onların kalplerinden söküp alacağım´. Bazı tefsirlerde de ´Onların kalplerini melekût âleminden perdeleyeceğim´ diye kayıtlıdır.

İbn Güreye şöyle der: "Bu ´Onların kalplerini ayetlerim hakkında düşünmekten ve ayetlerimden ibret almaktan uzaklaştıracağım´ demektir".

Bu sırra binaen Hz. İsa (a.s) şöyle der: ´Muhakkak ekin düzlüklerde yeşerir. Tümsekler üzerinde bitmez. Hikmet de böyledir. Mütevâzi bir kimsenin kalbinde müsbet bir tesir yapar. Mağrur bir kimsenin kalbinde yapmaz. Görmez misin? Başını tavana yükseltenin başı kırılır. Başını eğen bir kimseyi ise tavan gölgelendirir ve korur´.

Bu Hz. İsa tarafından, mağrur kimseler için söylenmiş bir misâldir. Mağrurların hikmetten nasıl mahrum olduklarını gösterir. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) hakkın inkârının, kibrin tarifinde ve hakikatinin keşfedilmesinde olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:
Kibir, o kimsenin hareketidir ki hakkı inkâr eder ve halkı hakir görür.50
_________________

49) Daha önce geçmişti.
50) Müslim

 
Alt 02-18-2009, 17:04   #6
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Kimlere Karşı Kibirlenildiği, Kibir´in Dereceleri, Kısımları ve Neticeleri

Kendisine karşı kibir taslanan ya ALLAH´tır veya O´nun rasûlleri veya diğer mahlûkatıdır. İnsanoğlu pek zâlim ve pek câhil olarak yaratılmıştır. Bazen halka karşı kibir taslar, bazen yaradana karşı... Bu bakımdan kibir, kendisine karşı kibir taslanana nisbeten üç kısımdır:

Birincisi: ALLAH´a karşı-kibirlenmektir. Bu, kibir çeşitlerinin en fâhişi ve çirkinidir. Bunu katıksız cehalet ve haddi bilmemezlikten başka kabartan bir sebep yoktur. Nitekim Nemrud da böyle yapmıştır. Nemrud, göklerin rabbiyle çarpışmayı, nefsinde tasarlıyordu. Nitekim câhillerden müteşekkil bir cemaattan da bu durum hikâye edilmektedir. Rubûbiyyet iddia eden Firavun ve benzerinden de hikâye edildiği gibi... Firavun, kibrinden dolayı ´Ben sizin en yüce rabbinizim´ (Nâziât/24) dedi; zira Firavun ALLAH´a kul olmayı bir türlü nefsine yediremedi ve bunun için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, küçülmüş kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.(Mü´minûn/30)

Kâfirlere ´Rahman´a secde edin´ denildiği zaman ´Rahman ne imiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç´ derler ve bu onların nefretini artırır.(Furkan/60)

İkincisi: Peygamberlere karşı gururlanmaktır. Nefsin kendisi gibi bir beşere itaat etmeye tenezzül etmemesi ve böbürlenmesi bakımından bu kibir oluşup meydana gelir. Bu kibir bazen kişiyi düşünmekten ve görmekten uzaklaştırır, dolayısıyla kişi gururundan ötürü cehalet karanlığında kalır. Davasında haklı olduğunu sanarak peygamberlere itaat etmekten imtina eder. Bazen de bildiği halde itaat etmez. Bilmesine bilir, fakat nefsi bir türlü kendisine hakka teslim olmak hususunda itaat etmez. Peygamberlere tevazu göstermek sadedinde râm olmaz. Nitekim ALLAH Teâlâ on-ların sözlerinden hikaye ederek şöyle buyurmaktadır:

Bizim gibi iki insana mı iman edelim?(Mü´minûn/47)

Siz ancak bizim gibi bir beşersiniz.(İbrahim/10)

Eğer sizin gibi bir insana itaat edecek olursanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir.(Mü´minûn/34)

´Bize melekler indirilmeliydi, yahut RABBİMizi görmeli değil miydik?´ dediler. Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.(Furkan/21)

´Ona bir melek indirilmeli değil miydi?´ dediler. (En´âm/8) Firavun da ALLAH´ın haber verdiği bir hâdisede şöyle diyor:

Yahut da beraberinde (kendisine yardım edecek ve kendisini tasdik edecek) melekler gelmeli değil miydi?(Zuhruf/53)

O (Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar.(Kasas/39)

Firavun, ALLAH´a ve bütün peygamberlere karşı büyüklük tasladı. Vehb der ki: Musa (a.s) Firavun´a İman et de senin sultanlığın senin olsun!´ dedi. Firavun, Hz. Musa´ya ´Bana mühlet ver ki Hâman´la müşavere edeyim!´ dedi. Bunun üzerine Hâman´la istişare etti. Hâman ona ´Sen ibâdeti yapılan bir rab olduğun halde, ibâdet yapan bir kul olursun!´ dedi. Bunun üzerine Firavun, ALLAH´a itaat etmekten ve Hz. Musa´ya uymaktan kaçındı.
ALLAH Teâlâ´nın haber verdiği gibi, Kureyşliler Hz. Peygamber´e karşı şöyle dediler:
Şu Kur´an iki şehirden (Mekke ve Tâif ten) bir büyük adama (mal ve mevkii büyük bir kimseye) indirilseydi ya!(Zuhruf/31)

Katâde der ki: Mekke ve Taif in büyüğü, Velid b. Muğire ile Ebu Mes´ud es-Sakafî idiler. Kureyşliler reislik bakımından Hz. Peygamber´den daha büyük olanı aradılar. Çünkü Hz. Peygamber yetim bir çocuktu. ´ALLAH onu nasıl peygamber olarak bize gönderir?´ diye itirazda bulundular. ALLAH Teâlâ da cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? (Zuhruf/32)

Böylece biz onların kimini kimiyle denedik ki ´ALLAH aramızdan şunlara mı lütfu lâyık gördü?´ desinler.(En´âm/53)

Onları fakir gördükleri, onların mânen ilerlemelerini uzak saydıkları için böyle diyorlardı. Kureyşliler Hz. Peygamber´e ´Biz nasıl senin yanında otururuz? Zira senin yanında şunlar vardır!´ diyerek fakir müslümanlara işaret ettiler. Fakirliklerinden dolayı onları alaya aldılar. Onlarla bir arada oturmaktan böbürlendiler. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şu ayeti indirdi:

Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O´na dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk yok ki onları kovup da zâlimlerden olasın!
(En´âm/52)

Nefsini, sabah akşam rızasını dileyerek rablerine dua eden kimselerle beraber tut! Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın!(Kehf/28)

ALLAH onların cehenneme girdikleri zaman hayrete kapıldıklarından haber verdi; zira onlar cehennemde dünyada alaya aldıkları kimseleri görmediler ve dediler ki: ´Bize ne oluyor ki, biz, şerirlerden saydığımız birtakım kişileri görmemekteyiz?´

Deniliyor ki: ´Onlar bu kişilerle, Ammar, Bilâl, Süheyb ve Mikdad´ı kastediyorlar´.
Başka bir grup vardır ki anlamış, fakat kibir onu itiraf etmekten alıkoymuştur. ALLAH Teâlâ onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Ne zaman ki onlara ALLAH tarafından yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı bir Kitab (Kur´an) geldi, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o bildikleri kendilerine gelince onu inkâr ettiler.(Bakara/89)

Vicdanları, onları(n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler.(Neml/14)
Bu gurur, ALLAH´a karşı taslanan gurura yakındır. Her ne kadar tehlike bakımından ondan aşağı ise de... Fakat bu da ALLAH´ın emrinin kabulüne karşı bir gururdur. Hz. Peygamber´e karşı tevazu göstermekten kaçınmaktır.

Üçüncüsü: Kullara karşı kibirlenmektir. Bu kibirlenme, onlara karşı nefsini büyütme, başkasını nefsinden hakir görmekle meydana gelir. Dolayısıyla nefsi onlara itaat etmekten imtina eder, onlara karşı böbürlenmeye kalkışır. Onlarla istihza eder. Onları küçümser. Onlarla eşit olmaktan kaçınır. Gururun bu derecesi, her ne kadar birinci ve ikinci dereceden, tehlike bakımından, daha ehven ise de bunun da iki yönden tehlikesi büyüktür.

1. Kibir, kendisini galip görmek, büyüklük taslamak, yücelik iddia etmektir. Bu ancak kâdir olan sultana lâyık olan bir vasıftır. Hiçbir şeye kudreti yetmeyen âciz, zayıf ve başkasının mülkü olan kula gelince, o nerede, kibir taslamak nerede? Bu bakımdan kul, ne zaman kibirlenirse muhakkak ALLAH´ın celâlinden başka birşeye yakışmayan bir sıfat hususunda ALLAH ile mücadele etmiş olur.

Bunun misali şudur: Hizmetçi, sultanın tacını alır, başına koyar, padişahın tahtına oturur. Böyle yapan bir hizmetçi büyük bir cezaya müstehaktır. Bu hizmetçiye mahrumluk ve azaba hedef olmak yakışır. Efendisine karşı cüreti ne kadar da fazladır! Yapmış olduğunun çok çirkin olduğu meydandadır. Bu duruma ALLAH Teâlâ´nın (bir hadîs-i kudsîdeki) sözüyle işaret edilmiştir:

Büyüklük benim izârımdır, kibir benim ridamdır. Bu bakımdan bu iki sıfat hususunda benimle mücadele edenin belini kırarım.

Yani bu benim sıfatımın özelliğidir. Ancak bana lâyıktır ve bana yakışır. Bu hususta mücadele eden bir kimse benim sıfatlarımdan biri hakkında mücadele etmiş olur.
Hâl bu iken kullarına karşı kibirlenmek O´ndan başkasına yakışmaz. Bu bakımdan O´nun kullarına karşı böbürlenen O´na karşı cinayet işlemiş olur; zira sultanın özel hizmetkârını rezil etmek isteyen ve onları çalıştırmak talebinde bulunan, onlara karşı böbürlenen, sultanın onlara karşı yapacaklarını yapmış olur. Bu bakımdan böyle bir kimse sultanın bir kısım emirlerinde sultan ile mücadele ediyor demektir. Her ne kadar bu kimsenin derecesi sultanlık tahtının üzerinde oturan bir kimsenin derecesine varmamış ve sultanlık yapmaya yetişmemiş ise de... Bu bakımdan bütün insanlar ALLAH´ın kullarıdır. Onlara karşı azamet ve kibriya, ancak ALLAH´ın hakkıdır. O halde, ALLAH´ın kullarından birine karşı böbürlenen bir kimse, ALLAH´ın hakkında ALLAH ile mücadele etmiş olur.
Evet! Bu mücadele ile Nemrud ve Firavun´un mücadelesi arasındaki fark, aynen sultanın birtakım kölelerini küçük görüp çalıştıran bir kimsenin sultan ile mücadele etmesi ile sultandan yönetimin esasını almak isteyenin mücadelesi arasındaki fark gibidir.

2. Gurur rezaleti artan bir kimse ALLAH´ın emirlerinde ALLAH´a muhalefet etmeye çağırır. Çünkü gururlanan bir kimse, ALLAH´ın kullarından birinden hakkı dinlediği zaman, onu kabul etmekten istinkâf kaçınır. Derhal onu inkâra kalkışır. Bu sırra binaen dinî meselelerde münazara edenleri görürsün ki ´dinin sırlarını araştırıyoruz´ martavalını savururlar. Sonra onlar mağrur kimselerin inkâr ettiği gibi, hakkı inkâr ederler. Onlardan birinin diliyle hak vuzuha kavuştuğu zaman diğeri onu kabul etmez. Derhal onu inkâra kalkışır. Gücünün yettiği hilelerle onu bertaraf etmeye yeltenir. Böyle yapmak kâfirlerin ve münafıkların ahlâkındandır; zira ALLAH Teâlâ onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
İnkâra sapanlar dediler ki: ´Bu Kur´an´ı dinlemeyiniz! O okunurken gürültü çıkarınız! Belki (böylece) ona üstün gelirsiniz´.
(Fussilet/26)

Hasmını mağlup etmek ve susturmak için mücadele eden, hakkı elde etmeye fırsat bulduğu zaman bu fırsatı değerlendirmeyen bir kimse bu kötü ahlâkta onlara katılmış ve ortak olmuştur. Böylece kibirlenme, mütekebbir insanı nasihati kabul etmekten alıkoyar.
Ona ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman gururu, kendisini günaha sürükler.(Bakara/206)

Hz. Ömer bu ayeti okuduğu zaman İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! (Biz ALLAH içiniz ve ALLAH´a döneceğiz) demek suretiyle zik-redeceği hâdisenin büyük bir musibet olduğuna işaret ederek şöyle demiştir: "Bir kişi (halk arasında) kalkıp ´emr-i bilma´rûf yaptı ve öldürüldü. Başka biri kalktı. Öldürenlere şöyle haykırdı: ´İnsanlardan adaleti emreden kimseleri mi öldürüyorsunuz?´

Bunun üzerine, mağrur kişi, hem kendisine muhalefet edeni, hem de kendisine iyiliği emredeni, gururundan ötürü öldürdü!"

İbn Mes´ud şöyle demiştir: "Günah bakımından kişiye ´ALLAH´tan kork´ denildiği zaman böyle diyene ´Sen kendi nefsine karış ve kendini düzelt!´ diye karşılık vermek yeter de artar bile!"

Hz. Peygamber (s.a), bir kişiye ´Sağ elinle ye!´ deyince o kişi ´Benim sağ elimle yemeye gücüm yetmiyor!´ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ´Gücün yetmesin!´ dedi. O kişiyi sağ eliyle yemekten gururu menetmişti. Râvî der ki: ´Bu kişinin, Hz. Peygamber´in bedduasından sonra artık sağ elini kaldırmaya gücü yetmedi´.51

Durum bu iken kişinin halka karşı gururlanması büyük bir musibettir. Çünkü kişinin bu tür gururu kendisini ALLAH´ın emrine karşı gelmeye dâvet eder. İblis´i ve onun durumlarını ALLAH Teâlâ insanlar ondan ibret alsın diye kibir ve gurur´a misal olarak beyan buyurmuştur. Çünkü İblis şöyle demiştir:

Ben ondan (Adem´den) daha hayırlıyım! (Sad/76)

İşte İblis´in bu gururu, soy ve mezheble olan bir gururdur. Bu bakımdan İblis´in bu gururu ALLAH´ın emir buyurduğu secde´yi yapmaktan kendisini menetmiştir. Oysa bu gururun başlangıcı Âdem´e (a.s) karşı idi ve ona karşı olan kininden kaynaklanmıştı. Dolayısıyla İblis´i ALLAH´ın emrine karşı gelmeye sürükledi ve bu da ebediyyen İblis´in helâk olmasına sebep oldu.

İşte kibir ve azamet taslamanın âfetlerinden biri olan bu âfet, âbidler için büyük bir tehlike teşkil etmektedir ve bunun için de Hz. Peygamber, kibri bu iki âfetle izah buyurmuştur. Çünkü Sâbit (r.a) Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Ben öyle bir kişiyim ki senin gördüğün gibi, güzellik (iyi giyinmek) bana sevdirilmiştir! Acaba bu güzellikleri takmam kibirden sayılır mı?´ diye sorunca, cevap olarak şöyle buyurmuştur:

Hayır sayılmaz! Fakat kibir, hakka tecavüz eden ve insanları hakir gören bir kimsenin hareketidir.52

Bu söz ´Hakkı reddeden mütekebbir olur!´ şeklinde de vârid olmuştur.

Hadîs-i şerifteki ´Gemise´n-nâse´ cümlesinin mânâsı ´Onlarla alay eder! Onlar kendisi gibi veya kendisinden daha hayırlı oldukları halde hakir sayar´ demektir.

İşte birinci âfet budur! ´Sefihe´l-hakka´ ibaresinin mânâsı ise, ´hakkı reddetmek´ demektir. Bu da ikinci âfettir. Bu bakımdan kendisini müslüman kardeşinden daha hayırlı gören, o kardeşini hakir sayan, onunla alay eden, ona küçük bakan veya bildiği halde hakkı reddeden bir kimse, insanlara karşı kibirlenmiş demektir. ALLAH´a boyun eğmekten çekinen, ALLAH´a ibadet etmek ve peygamberlerine tâbi olmak suretiyle ALLAH´a tevazu göstermekten imtina eden bir kimse ise ALLAH´a ve ALLAH´ın peygamberlerine karşı kibirlenmiştir!
______________
51)Müslim
52)Müslim, Tirmizî
 
Alt 02-18-2009, 17:05   #7
Kullanıcı Adı
Duygu'Seli~
Standart
Ne ile Kibir Yapılır?

Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu bakımdan bunlar yedi sebeptirler:

1- İlim

Âlimlerin gururlanması pek çabuk olduğu için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İlmin âfeti, gururlanmaktır´53

Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslar. Nefsinde ilmin cemâl ve kemâlini sezer. Nefsini büyütür. Halkı küçültür. Halka hayvan nazarıyla bakar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanır. Onlar için kendisi gibi bir insanın yapmayacağı şeyleri onlara yapmış olduğunu sanır. Kendisine kölelik yapmalarını ve hizmetine koşmalarını, iyilik yapmasına karşı böylece teşekkür borçlarını edâ etmelerini uygun ve münasib bulur! Oysa durum hiç de onun zannettiği gibi değildir. Çoğu zaman o insanlar ona iyilik yapar da o onlara yapmaz! Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. İnsanlardan onunla ihtilât edenin kendisine hizmet etmesini talep eder. İhtiyaçlarında onların yardımcı olmasını ister. Eğer o bu hizmette kusur ederse, onun hareketini şiddetle kınar. Sanki insanlar onun kölesi veya ücretli hizmetkârlarıdır! Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir. Onların üzerine kendi haklarını yüklenmiş sayar.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, dünya ile ilgili olan şey hakkındadır.

Ahiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini ALLAH katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanır. Akibetin tehlikesini, ALLAH´ın âlimlere karşı olan delilini, buradaki ilim tehlikesinin büyüklüğünü bilir. Nitekim bu durum, ilimle kibri tedavi etme bahsinde gelecektir. Böyle bir ilim, korkuyu, tevazuyu, kalp huzurunu artırır. Bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirir. Çünkü ilimden ötürü kendisinin aleyhindeki ALLAH Teâlâ´nın hüccet ve delili daha büyük, ilim nimetinin şükrünü ifa etmekteki kusuru daha korkunçtur.

Bu sırra binaen Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!´

Hakîkaten bu hüküm, Ebu Derdâ´nın dediği gibidir.

Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?

Cevap: Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Hakîkî değil de ancak zâhirde ilim denilen şey ile meşgul olmasıdır. Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanır. ALLAH ile mülâki olmaktaki ve ALLAH´tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil!

Kulları içinden ancak âlimler ALLAH´tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)

Bunun ötesi tıp, hesap, lûgat, şiir, nahiv, husumetleri ayırdetmek, mücadelelerin yolları gibi ilimler ise, insan bunlara tam mânâsıyla hazırlanıp dolduğu zaman, bununla beraber kibir ve münafıklık doğar. Bunlara sanatlar demek, ilimler demekten daha evlâdır. İlim, kulluğun ve rabbin mârifeti ve ibâdetin yolu demektir. Böyle bir ilim, çoğu zaman insana tevazuu telkin eder.

İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır. Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır. Bu takdirde, hangi ilim olursa olsun ilme daldığı zaman, ilim onun kalbinde kirli bir konak bulur. İlmin meyveleri, güzel olarak çıkmaz. Hayırda eseri görünmez olur.

Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler. Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, ALLAH´ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendir. Bunun için de ALLAH Teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:

Mü´minlerden sana tâbi olanlara karşı tevazu kanadını indir.(Şuarâ/215)

Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.(Âlu İmran/159)
Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur:

Mü´minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. (Muhammed/29)

Hz. Abbas´ın rivayet ettiği hadîste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir kavim gelecektir. Kur´an´ı okuyacaklar fakat Kur´an onların boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onlar ´Biz Kur´an´ı okuduk! Bizden daha iyi okuyan ve bizden daha fazla bilen var mıdır?´ diyeceklerdir!

Hz. Peygamber bunu söylerken dönüp ashabına baktı ve şöyle dedi:

Onlar sizlerdendir! Onlar ateş yakıtlarının ta kendisidir!54

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Sakın âlimlerin mağrurlarından olmayınız. Aksi takdirde ilminiz cehaletinize karşılık veremez´.

Bunun içindir ki Temim ed-Dârî, Hz. Ömer´den kıssalar anlatmak hususunda izin istedi. Hz. Ömer de izin vermekten imtina etti ve şöyle dedi: ´Kıssalar anlatman boğazlanmandır´. Yani senin için tehlikelidir.

Başka bir kişi, bir namazdan sonra halka nasihat etmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer şöyle dedi: ´Süreyya yıldızına yetişecek kadar büyüklenmenden korkuyorum´.

Huzeyfe b. Yeman (r.a) bir cemaata namaz kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle dedi: ´Siz benden başka bir imam arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde ´Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok´ kanâatinin varlığını müşahede ettim´.

Huzeyfe gibi bir sahabî´nin bundan sâlim kalmaması sözkonusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir? Yeryüzünde kendisine âlim denmeye lâyık olan ve ilmin gururu ve büyüklüğü kendisini harekete geçirmeyen bir kimse pek nadirdir. Eğer böyle bir kimse bulunursa, bu kimse zamanının sıddîkıdır. Ondan ayrılmak hiç uygun düşmez. Ona bakmak ibâdet olur. Onun nefeslerinden, durumlarından istifade etmek de ayrı bir fazilet!

Eğer biz böyle bir kimseyi bilmiş olsaydık Çin´in en uzak yerinde olsa bile ona giderdik ki bereketi bizi kaplasın. Güzel sîret ve ahlâkı bize geçsin! Böyle biri nerede? Zamanın sonlarında bunların benzerlerinin bulunması ne mümkün! Onlar ikbâl ve devlet sahibi idiler. Sahabenin asrında ve onu takip eden asırda (tâbiîn asrında) son buldu. Bizim zamanımızda bu hasletin bu ümmetten alındığına dahi üzülecek bir âlimin bulunması bile enderdir. Evet! Böyle bir âlim de ya yoktur veya pek enderdir.

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda sizin şu anda üzerinde bulunduğunuzun onda birini tutan bir kimse kurtulur.

Eğer Hz. Peygamber´in bu müjdesi olmasaydı, muhakkak bizim için -ALLAH korusun- ümitsizlik deryasına düşmek, bu kötü amellerimizle beraber uygun olurdu.

Acaba ashabın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığı-mıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz,onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! ALLAH Teâlâ´nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz. Nitekim O´nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.

2. Amel ve İbâdet

Zâhid ve âbidlerin hiç biri halkın kalbini elde etmek, gururlanmak, büyüklük taslamak rezaletinden uzak değildir. Din ve dünya hakkında kibir, onlardan taşmaktadır. Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstehak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki ALLAH´a yapmış oldukları ibâdetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler.

Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir.

Kişinin ´halk helâk oldu!´ dediğini iştittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir.55

Hz. Peygamber bu hükmü ancak şu sırra binaen vermiştir: Kişinin bu sözü, ALLAH´ın mahlûklarını hafife aldığına, ALLAH´ın affına mağrur ve azabından emin olduğuna, satvetinden korkmadığına delâlet eder! Oysa bu kişi nasıl ALLAH´tan korkmaz? Şer olarak başkasını hakir görmek kendisine yeter de artar bile! Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şer bakımından kişiye müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!56
Bu kimse ile ALLAH için kendisini seven, ALLAH´ın ibâdeti için kendisini büyüten ve büyütmesini talep eden, kendi nefsine um-madığını ümit eden bir kimsenin arasında çok fark vardır! Bu bakımdan halk, onu ALLAH için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı ALLAH´a yaklaşırlar. Diğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini ALLAH´ın buğzuna hedef kılar. Sanki o, onlarla beraber oturmaya tenezzül etmez. Onlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, ALLAH tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman ALLAH tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!

Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları arasında bir kişi vardı. Ona şerrinin çokluğundan dolayı ´İsrailoğulları´nın rezili!´ derlerdi. Bu rezil bilinen kişi, başka bir kişinin yanına vardı. Ona da ´İsrailoğulları´nın âbidi´ denilirdi. Âbidin başı ucunda kendisini gölgelendiren bir bulut vardı. Rezil onun yanından geçtiği zaman içinden ´Ben İsrailoğulları´nın reziliyim, bu da İsrailoğulları´nın âbidi... Eğer ben bunun yanında oturursam, umulur ki ALLAH bunun yüzü suyu hürmetine bana rahmet eder´ dedi ve onun yanına oturdu. Âbid de içinden ´Ben İsrailoğulları´nın âbidiyim, bu ise İsrailoğulları´nın rezili... Bu nasıl benim yanımda oturur?´ diye düşündü ve ondan yüzçevirerek ´Benim yanımdan kalk git!´ dedi.

Bu konuşmadan sonra ALLAH o devrin peygamberine şöyle vahiy gönderdi: ´Onların ikisine de yeniden amel yapmalarını söyle! Çünkü ben o rezili affettim, âbidin amelini de yaktım!´
Başka bir rivayette, ´âbidi gölgelendiren bulut, bu sefer rezili gölgelendirmeye başladı´ şeklindedir. İşte bu hikâye sana, ALLAH Teâlâ´nın kullarından asıl kalplerini istediğini gösterir. Bu bakımdan âsî bir cahil, ALLAH´ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben ALLAH´a itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla ALLAH´a itaat eden bir kimsedir.
Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları´ndan biri -kişi, İsrailoğulları´ndan bir âbide geldi. Âbid secde halinde iken, kişi âbidin boynuna bastı ve dedi ki: ´Başını kaldır! Yemin olsun ALLAH seni affetmeyecek!´ Bunun üzerine ALLAH Teâlâ kendisine şöyle va-hiy gönderdi: ´Ey benim adıma yemin eden! Aksine ALLAH seni affetmeyecek!´

Hasan Basrî de şöyle demiştir: ´Yün elbise giyen, işlenmiş el-bise giyenden daha mağrurdur´. Yani işlenmiş elbisenin sahibi yün elbiseyi giyene zillet gösterir. Onu kendisinden üstün telâkki eder. Yün elbisenin sahibi ise, nefsini ondan daha faziletli bulur.

Bu âfetlerden âbidlerin çoğu kurtulamamaktır. Şöyle ki: Eğer biri o âbidle alay eder veya ona eziyet verirse, bu kimseyi ALLAH´ın affetmesini, âbid uzak görür ve bu kimseden ALLAH´ın nefret ettiğine âbidin şüphesi kalmaz. Eğer bu kimse başka bir müslümana eziyet verirse, âbid hiç de onu böyle telâkki etmez. Âbidin böyle düşünmesinin sebebi şudur: Âbidin nezdinde nefsinin kıymeti pek büyüktür. Oysa bu düşünce cehalettir, kibir ile ucbu bir araya getirmektir. ALLAH´ın lütfûna mağrur olmaktır.

Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: ´Siz başınıza geleceği göreceksiniz!´ Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin ´kerametlerinden´ olduğunu iddia eder. ´ALLAH ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!´ der. Oysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, ALLAH´a, Hz. Peygamber´e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra ALLAH Teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları müslüman olmuş, ne dünyada, ne de ahirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.

Sonra mağrur câhil, ALLAH katında ALLAH´ın peygamberlerinden daha üstün olduğunu zanneder. ALLAH´ın peygamberleri için almadığı intikamı kendisi için aldığını düşünür. Umulur ki bu za-vallı ucbundan ve kibrinden, nefsinin helâkinden gafil olarak ALLAH´ın gazabı içerisinde kıvranmaktadır. İşte bu mağrur kimselerin inancıdır.

Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî´nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı´.
Bir de Arafat´tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler-´Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!´ Bu iki kişinin arasındaki farka bak! Bu kişi zâhir ve bâtında nefsinden korktuğu, amelini ve çalışmasını hakir telâkki ettiği halde ALLAH´tan çekinir. Öbür kişi ise, çoğu zaman içinde riyâ, kibir, hased, ve şeytanın oyuncağı olacak şeyler olduğu halde, ameliyle ALLAH´a karşı minnet eder.
Kim kesinlikle ALLAH´ın kullarından herhangi birinden üstün olduğuna inanırsa bu kimse, cehaletinden dolayı bütün amelini yakmış olur; zira cehalet, günahların en fahişi ve kulu ALLAH´tan uzaklaştıran âmillerin en büyüğüdür. Kişinin nefsi için ´başkasından daha hayırlıdır´ şeklindeki hükmü katıksız cehalettir ve ALLAH´ın azabından emin olmaktır. Oysa ALLAH´ın azabından ancak zarar eden bir kişi emin olabilir.

Rivayet ediliyor ki bir kişi Hz. Peygamber´in yanında hayırla yâdedildi. O kişi birgün çıkageldi. Ashab dedi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sana söylediğimiz kişi işte budur!´ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ´Ben onun yüzünde şeytandan bir damga görüyorum!´
Kişi geldi, selâm verip Hz. Peygamber´in yanına durdu. Hz. Peygamber (s.a) ona dedi ki:

Seni ALLAH ile yemine dâvet ediyorum. Nefsin sana bu mille-tin içerisinde ´senden daha üstünü yoktur´ dedi mi?

Kişi ´Ey ALLAHım! Beni affet´ dedi. Evet! İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, peygamberlik nûruyla, onun kalbinde saklı olanı, yüzünde bir damga olarak görmüştür. Bu, ALLAH´ın koruduğu hariç, hiçbir âbidin kurtulamayacağı bir âfet ve felâkettir. Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler:

Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar... Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır. Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.

İkinci Derece: Meclislerde büyüklük taslaması, akran ve emsalinin önüne geçmesi ve hakkında kusur göstereni kınamayarak kibirli fiillerde bulunmasıdır. Âlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır. Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir. Miskin ârif bilmez ki takva, alında değildir ki alın buruşturulsun! Boyunda değildir ki eğilsin! Cübbenin, eteğinde değildir ki yukarıya kaldırılsın. Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır´.
Oysa Hz. Peygamber (s.a) insanların en keremlisi ve en muttakîsi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.

Hâris ez-Zebidî -ki Hz. Peygamber´in ashabındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana âdeta minnet eder. ALLAH böyle kimseleri müslümanların arasında çoğaltmasın. Eğer ALLAH Teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:

Sana tâbi olan mü´minlere kanadını indir (tevazu göster). (Şurâ/215)

Üçüncü Derece: Kibrin eserinin kendilerinde belirdiği kimselerin hali şu üçüncü derecede bahsi geçenlerin halinden daha hafiftir. Kibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülür. Öyle ki onu iddiacılığa, böbürlenmeye, gurur taslamaya, refsini tezkiye etmeye, hâl ve makamların hikâyelerine, ilim ve amelde başkasını mağlup etmek için çalışmaya dâvet eder!
Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere ´O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?´ der. Onları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, hergün Kur´an´ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur´an okumuyor!´ Ve benzeri laflar...
Bazen de nefsini zımnen tezkiye ederek şöyle der: ´Filân adam bana kötülük yapmak istedi. Oğlu öldü. Malı alındı veya hasta oldu´ ve benzeri sözler... Böylece nefsi için keramet iddiasında bulunur.

Abid´in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece ´başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor´ veya ´ALLAH´ın dininde ondan daha kuvvetlidir´ denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar!

Âlim´e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: ´Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?´ Bütün bunları, hasmını küçültmek, nefsini büyütmek için söyler.

Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini, arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? ´Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!´ Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur. Alim odur ki ALLAH Teâlâ´nın, ´Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır. Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur´ dediğini anlar. Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildir. Bilen bir kimseye de gururlanmamak düşer. Nefsine kıymet vermemesi lâzımdır. İşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.

3. Haseb ve Neseble Gururlanmak

Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.
Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: ´Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım! Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?´ ve bu sözlere benzer sözler... Bu gurur nefiste saklı bulunan bir damardır. Neseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamaz. Ancak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmaz. Eğer öfke kendisine galebe çalarsa, bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ve gurur kendisinden sızar. Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: ´Hz. Peygamber´in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona ´Ey siyah kadının oğlu´ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

Ey Ebu Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir!

Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: ´Benim yanağıma bas!´ İşte Hz. Peygamber´in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer´i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebu Zer´in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve ´Kibri ancak zillet sökebilir´ hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!

İki kişi Hz. Peygamber´in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılar. Onlardan biri diğerine şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filanım! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?´
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

´İki kişi Musa´nın yanında birbirine karşı böbürlendiler. Onların biri şöyle dedi: ´Ben filân oğlu filânım!´ Böylece dokuz atasını saydı. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ Hz. Musa´ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: ´Böbürlenene söyle! Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun´57

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde ALLAH nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır.58

4. Güzellikle Mağrur Olmak

Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.

Hz. Aişe´den (r.a) şöyle rivayet edilir: ´Bir kadın Hz. Peygamber´in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: ´Sen onun gıybetini yaptın!´59

Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir. Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu ´kısa boylu olmakla´ anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe´nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.

5. Malla Kibirlenmek

Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: ´Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır. Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!´

Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir gördüğü için söyler. Bütün bunlar fakirliğin faziletini ve zenginliğin de âfetini bilmemezlikten ileri gelir ve şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:

O (adamın) başka ürünü de vardır. Arkadaşıyla konuşurken ona ´Ben malca senden daha zenginim! Toplulukça senden daha kuvvetliyim!´ dedi.(Kehf/34)

Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:
Bağına girdiğin zaman ´MâşaALLAH, kuvvet yalnız ALLAH iledir!´ demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama RABBİM bana senin bağından daha hayırlısını verebilir. Seninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir.(Kehf/39-40)

Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra ALLAH Teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir:
´Ah ne olaydı! RABBİMe hiçbir ortak koşmamış olaydım!´ diyordu.(Kehf/42)

Kârun´un gururu da bu türdendir; zira ALLAH Teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur:

Derken birgün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını arzu edenler ´Keşke Kârun´a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!´ dediler.

6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek

Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.

7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek
Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder.
Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür. Haddi zâtında kemâl değilse de... O şey ile böbürlenmek mümkündür. Hatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanır. Çünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanır. Her ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de...

Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de...

İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdir. Bu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana karşı gururlanır. Bazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya ALLAH katında kendisinden daha değerli olur. Kendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi...
ALLAH Teâlâ´dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederiz. Muhakkak ALLAH herşeye kâdirdir.
_________________

53)Irâkî şöyle der: ´´Müellif böyle rivayet etmişse de Kuddal ´İlmin âfeti
unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur´ diye zayıf bir senedle Hz. Ali´den bu
hadîsi rivayet etmiştir".
54)İbn Mübârek, Zühd
55)Müslim
56)Müslim
57)Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed
58)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hibban
59)Daha önce geçmişti.
 
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı




2007-2026 © Siyaset Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.


Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı